9 Şubat 2010 Salı

MADRİD’DE ÜÇÜNCÜ GÜN

Bu İspanya Gezimize dair yazılarımız yarım kaldı ve hem Ender’in alaylı bir şekilde “Bir sonraki yolculuğumuza kadar bitecek mi?” diye durmadan takılması hem de son okuduğumuz Sabırsız Yürek’de denildiği gibi “Tüm kötülükler yarım kalan işlerden doğar” ilkesinden hareketle bu yazıları tamamlamaya hız vermiş bulunuyoruz.

Madrid’de üçüncü günümüzdeyiz ve gerçekten bir yorgunluk içindeyiz. Sabah kalkınca önce kahvaltı yapmak ve yürümediğimiz bazı yerleri de görmek amacı ile evden çıkıyoruz ve istikamet Calle del Preciados üzerinden Gran Via’ya çıkmak ve oradan da Prado Müzesi’nden önce Circulo de Bellas Artes’e uğramak.



Calle del Preciados üzerinden Gran Via’ya doğru giderken etrafta bazı kızlar ve kadınlar gözüme çarpıyor; sabahın 10’u için biraz fazla frapan geliyorlar, öyle bekliyorlar ve duruyorlar, bakınıyorlar. Sabahları zaten hiç çalışmayan kafama dank ediyor ki bu kızlar ve kadınlar dünyanın en eski mesleğini icra ediyorlar. Şaşırıyorum, biraz erken geliyor bu saat bana. Gülda: “Bu işin saati mi olur?” diye espri yapıyor, tabii yok da İstiklal Caddesi’nin bir benzeri olan Calle de Hortaleza'da biz kahvaltı edecek bir yer ararken biraz garip geliyor bana. Bir kez daha bu İspanyollar’ın saat mefhumunu anlayamıyorum.

Kahvaltımızı edecek bir yer buluyoruz ve büyük bir ciddiyetle de El Pais Gazetesi okuyoruz, ben tek kelime anlamadığım için kahvaltıma geri dönüyorum. Gülda küçük bir çığlıkla Melody Gardot’nun konser vereceğini gazeteden öğreniyor ve program sıkışacak olsa da gitmeye karar veriyoruz. Ben İstanbul’da çektiremediğim resmi çektirme hayalleri kuruyorum Melody Gardot ile.



Heyecanla yola koyuluyoruz. Gran Via’ya ulaşıp yürümeye başladığımız sırada yine bir kitapçıda Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi kitabı tanıtımı görüyor ve gururlanıyoruz. Ardından Palacio de Commicaciones binası ve Gran Via ile Calle Alcala’nın kesişimini geçip arkamıza baktığımızda da 1911 yılında bir sigorta şirketi için yapılmış olan Edificio Metropolis Binasını görüyoruz.

 
Posted by Picasa


Biraz mola vermek amacı ile 1880 yılında kurulmuş bir kültür vakfı olan Circulo de Bellas de Bellas Artes’de bir kahve içiyor ve cafe bölümünde yer alan heykelin önünde biz de poz vermeden duramıyoruz. Banco de Espana binasına da bir kez daha uzaktan inceleyip Museo Nacional del PRADO’ya doğru hızla ilerliyoruz. Gülda daha önce gezdiği için benimle gelmiyor ve ben bu adını çokça duyduğum müzeye doğru dalış yapıyorum.




Museo Nacional del Prado


Bu müzede Avrupa’nın en iyi yapıtlarını içeren yabancı koleksiyonlar mevcut olduğu gibi 12.-19yy arası İspanya resminin de en seçkin eserlerini görmek mümkün.


Elime önce bir müze planı alıyorum, zamanım az ve gezecek çok galeri var. Hızla gezmeye ve Plan’da belirtilen başyapıtların önünde daha fazla vakit harcamaya özen gösteriyorum. Özellikle yakından görmek istediğim Velasquez ve Goya resimleri ve Bosch resimleri var.


Dilim damağıma yapışmış vaziyette müzeyi gezmeyi bitirdiğimde su almak için kafesinde kısacık oturuyor ve mağazasına yöneliyorum ancak hayal kırıklığı yaşıyorum.

Eve vardığım zaman Ender’in akşam arkadaşları ile çıkacağını öğreniyor, biz de Fast Good’da yemek yeme alternatifini değerlendiriyoruz. Sonra Ender’in olduğu mekânı bulmaya çalışırken bizim evin bulunduğu sokağın arka tarafına doğru yürüdükçe çok kalabalık küçük bir meydanın varlığını ve bir sürü kafe ve lokantaların olduğu bir yeri keşfettik. Sonunda Gülda “İşte gelmek isteyip de hatırlayamadığım yer burasıydı” dedi. Ender’in olduğu yere geldiğimizde buranın turistik olsa da çok güzel yemekleri olan bir yer olduğunu gördük ve ertesi gün yemeği nerede yiyeceğimiz de böylece kararlaştırılmış oldu. Buradan doğruca daha önce rezervasyon yaptırdığımız ve Flâmenko gösterisi izleyeceğimiz CORRAL DE LA MORERİA’ya taksi ile gidiyoruz. Burada dans eden Anabel Moreno’ya hayranlık duyuyoruz; hem güzelliğine hem de dansına…

Billur

Bendeniz Gülda, Madrid’in 3. Gününden Aklımda Kalanları Aktarıyorum:


Bu yazı dizisinden kurtulmanız çok mümkünlü değil. Kararlıyız, bitireceğiz hem de uzata uzata. İspanya bitince de Cebelitarık’ı aşıp Fas’a ulaştığımız bölümü yazacağız.

Madrid’de ısrarla aramamıza rağmen, İngilizce Time Out dergisi bulamadığımız için şehri yeterince yaşayamadığımıza dair inancım da artmaya başlamıştı. El Pais gazetesini karıştırırken, Melody Gardot’nun konserine ilişkin haber beni çok heyecanlandırdı. (Gazete konserin gerçekleşeceği mekanın adını verip, telefon numarasını yazmaya gerek duymadığı için konserin gayet bilinen, önemli bir yerde olduğunu kurup, Billur’u bıraktıktan sonra ilk işimin bu konser için bilet almak olmasına karar verdim.)

Billur’la çocuklar kadar şen bir şekilde hayal kurarak, Maria Pages sonrası bir de Madrid’de Melody Gardot’yu izleyecek olmanın keyfi ile devam ettik. Circulo de Bellas de Bellas Artes’nin kafesi, çok güzel bir kafe, eğer Madrid’e yolunuz düşerse mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Bir önceki gelişimde de sıklıkla uğradığım bir yerdi.

 
Posted by Picasa


Billur Prado’yu gezerken, ben de eve dönüp hem işlerimi yapacak hem de konsere bilet almayı başaracaktım. İki saat sonra da telefonlaşıp buluşacaktık. Konser Orange Cafe diye bir yerde idi. Telefon edip, bilet almak istediğimde telefondaki kadın konserin biletlerinin aylar öncesinde bittiğini, kapıdan bilet bulunmasının da mümkünlü olmadığını söyledi. Sanırım son dakika birinin bilet arıyor olmasını ya da beni çok komik buldu ki, bir noktadan sonrada gülmeye başladı, ben de pes ettim. Sonradan youtube’dan araştırdım, konserde Melody Gardot "Somewhere Over The Rainbow’u" çok güzel söylemiş ah ah...



Biletleri alamamıştım, İstanbul’da aylardır bir türlü sonuçlanamayan ve gittikçe karışıklaşan bir işe acilen herkesin kabul edeceği bir öneri sunmalıydım, Billur’a da ulaşamıyordum. Madrid’de hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Sonuçta Madrid’in tatilimizi bozmasına izin vermeyecektim ve bir çözüm buldum: Madem İspanya’ya kadar geldik bir Parador’da kalmalıydık, hem de Elhamra’da. Böylece sadece Elhamra’yı gezmeyecek bizzat içinde yaşayabilecektik. Düşündükçe aklıma daha da yattı ve bütçeyi biraz aşmayı da göze alarak hemen yer ayırttım. Haklı itirazlar da olabilirdi ama ne yapalım Madrid’de o son derece sevimsiz evde ne yapacağımı bilmez halde tıkanıp kalmıştım.



Bu geziye başladığımızdan beri sürekli Fast Good’da yemek yemeye çalışıyorduk. Nihayetinde Madrid’in 3.gecesi başardık.


Ferran Adria dünyanın en iyi aşçısı. Hatta dünya çapında en etkili 100 kişi listesine girmiş bir kişi/aşçı. İspanya’nın en önemli adamlarından da biri sayılıyor. Ben de at arabası ile dolaşan Prens’den daha havalı olduğunu düşünüyorum. Barselona yakınlarında bulunan, rezervasyon yaptırmak için aylar, hatta bir iddiaya göre, bir yıl önce rezervasyon yaptırılması gereken elBulli adlı restoranın da sahibi. Daha önce Billur yazmıştı. Biz İspanya’da 3 Michelin yıldızlı bir restoranda yemek yedik. Orası da yine rezervasyonu aylar önceden yaptırılması gereken bir restorandı. İspanya organizasyonu içerisinde, elBulli için de rezervasyon yaptırmayı denemiştim, onlar yerlerinin olmadığını ama istediğimiz tarihten bir hafta önce ararsak iptaller sonrası ne yapılabileceğine bakacaklarını söylemişti. Ben elBulli ile tekrar cebelleşmek yerine; Sant Pau’ya gitmeyi uygun gördüm. Çünkü Carme Ruscalleda’nın yemeklerini ancak Sant Pau’da yiyebilecekken, Ferran Adria mutfağına ulaşmak İspanya’da daha kolaydı. Her ikisinde de rezervasyonumuz onaylanırsa da; tahminen mide/bütçe açısından istemeyeceğimiz bir durum oluşacaktı. Bunun üzerine Fast Good’da yemek yemenin peşine düştük.



Fast Good adından da anlaşılacağı üzere bir hazır yemek restoranı. 22. yüzyıl yemeğinin nasıl olacağını araştıran ve Moneküler Gastronomi akımının en önemli isimlerinden biri olan dahi/deli mutfağın Dali’si Ferran Adria’ya göre; hızlı yemeğin kolay olması yanı sıra hem lezzetli hem de sağlıklı olması mümkün. Bunun çalışmasını yaptığı yer de; Fast Good. Bir yemek zinciri oluşturmaya çalışıyor ve anladığım kadarı ile isim hakkı da veriyor. Buradaki araştırmacı yatırımcılara duyurulur…




Girer girmez ilk sorum içki var mı? oldu. Malum sağlıklı yemek yeri, belki içki de olmaz diye düşündüm. Biz son derece güzel birer hamburger ve yanında patatesi kızarması yedik, birer bira içtik. Restoranda biz ve bir başka çift dışında kimse yoktu. Anlaşılan Madrid’de pek rağbet gören bir yer değil burası. Yine de gidip görmekte ve sağlıklı hamburgerleri gayet makul fiyatları ile yemekte fayda var.

Çıkışta "Ölmeden Önce Görülmesi Gereken 100 Yer" listesinde bulunan CORRAL DE LA MORERİA’ya ilerlerken Billur’a anlatıyorum. "Belki 22. yy mutfağını kendi yüzyılında test edebiliriz, eğer 2042’ye kadar dayanabilirsek" diyorum. Dünyanın en etkili ismi sayılan bir diğerinden bahsediyorum. Arkadaşım Lale’nin Singularity Üniversitesi'nde Ray Kurzweil ile tanışmasını ve Ray Kurzweil’in ölümsüzlük planını anlatmaya çalışıyorum. Yürümeye devam ediyoruz, ben yol boyunca yediğimiz hamburgerin köftesinin çok lezzetli olduğunu düşünmeye devam ediyorum, bir de 2042 de 70 yaşımda, görülmesi gereken hangi yerde olacağımın tahminini yapıyorum.

"Food is one of life's greatest pleasures," he says. "And to be happy is easy, so easy."

Not: Aslında “Hieronymus Bosch ve Çekirdek Ailemde Yeri” adlı bir bölüm daha yazacaktım ama çok uzadı, Yonç’dan çekindim.

Gülda

3 yorum:

Ayşse dedi ki...

Meydan okuyorum ve 12 fark buldum?

Bende çok gururlandım ve memnun oldum. Avrupa'da Türk diyince genelde gösterilen vitrinlerde döner kesen bıyıklı adamlar, artık bunları görmekten baygınlık gelmişti.

Sizden bi kaç ay sonrada annemler arkadaşlarıyla gitmişti İspanya'ya. Annem bana İspanyolların çok geç yemek yediği ve hep dışarda olduklarını birde kadınların çok süslü ve ellerine bileklerine kadar olan kısa eldivenler giydiklerini söylemişti.

Şimdi çok isterdim canlı bir flamenko dansı izlemek!..

Ayşe dedi ki...

Bu arada Melody Gardot çok güzel yorumlamış ama yinede Judy Garland, Judy Garland......

Gulda dedi ki...

Ayşe,

Meydan okumanı gördüm. 6*365= 2.190fark var diyorum:)

Judy Garland konusunda haklısın.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails