Dün gece Gülda, Peyman ve benim katıldığımız Ubor Metenga Buluşmaları’nın ilki İKSV’nin yeni binasında Salon Etkinlikleri kapsamında yapıldı. Bu buluşmanın konusunu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Acıbadem’deki Köşk adlı hikayesinin yorumlanması ve bu hikaye üzerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazın sanatı konusundaki özelliklerinin dile getirilmesi oluşturacaktı.
Saatler 20.00’ı birkaç dakika geçmişti ki Yekta Kopan hikâyeye hikâyeye giriş yaptı:
“Acıbadem’deki köşkün hayatımın her safhasında açık bir tesiri vardır.”
Bu cümle ile geçmişe dönerek hikayeye başlayan ama adı verilmeyen anlatıcı bizi - bence ana karakterlerden biri olan- Acıbadem’deki Köşk ve onun söz konusu tesiri yaratmasının biricik nedeni olan annesinin dayısı Sani Bey (yaratan/yapan anlamında) ile tanıştırır. Sani Bey sayesinde anlatıcı etrafını gözlemlemeyi, karşılaştığı gariplikleri sorgulamayı ve sorular sormayı öğrenir. Çünkü Sani Bey ve Köşk birlikte tecessüm etmektedirler adeta zira Sani Bey hayatının felsefesi olan icat, ıslah ve tadil çerçevesinde şekillendirip yürüttüğü hayatını bu köşk üzerinde aksettirmektedir.
Ancak Sani Bey bu üç ana fikir üzerinden giderken yaptığı her icat, ıslah ve tadilat işlevsel olmadığı gibi içinde zıtlıkları da barındırmaktadır ve bunun izleri de ilk köşkün üzerinde görülmektedir:
“…..Meselâ bu köşkte, başka evlerde olduğu gibi merdivenlere tek bir kafes içinden çıkılmazdı. Annemin dayısı hırsız korkusundan her katın merdivenini evin ayrı bir cihetine yaptırmıştı. Böylece evin sokak kapısının yanından en üst kata, sağ taraftan ikinci kata çıkılır, sol taraftan zemin kata inilirdi. İkinci kattan üçüncü kata çıkmayı aklına getiren talihsiz, evvelâ alt kata inecek, oradan üst kata çıkacaktı. …….Buna mukabil üst üste odaların çoğu birbirine yük dolaplarında gizlenmiş dar merdivenlerle bağlıydı. Böylece üst kat sofasında yolunu şaşıran bir hırsız, sağ tarafta bulunan dayımın kayınvalidesinin odasının gizli merdiveninden büyük kolaylıkla dayımın her zaman yatağında ve başı duvara dönük yatan annesinin odasına inebilirdi….” Ya da
…...”Neden dayım sokaktan gelecek her şeyden bu kadar çekindiği halde etrafında sadece alçak duvarlar bulunan bahçe tarafını çok emin bir yer addeder ve mutfak kapısının gece gündüz ardına kadar açık bulunmasına göz yumardı? Nasıl olurdu da dayım bu kadar kilit ve sürgü meraklısı olduğu halde evdeki anahtarların hiçbiri kilitlerine uymazdı…”
Sani Bey’in bu garip merakının doruk noktası köşkte bir gusülhane yaratma çabası ile doruk noktasına varır. Gusülhane bittiği zaman ev halkının karşılaştığı manzara bir banyodan ziyade; ayağa dikilmiş küçük çapta bir dekovil lokomotifine benzeyen soba ve kazanıyla, duvarlarındaki bir yığın çark, büyük vida, musluk, boru ve helezonî borularla, duvar diplerindeki hiçbirimizin tanımadığı bir yığın âletlerle yıkanılacak bir yerden ziyade bir vapurun yeni tertip makine dairesine, bilmediğimiz maddelerle ısınan bir kalorifer teçhizatına, çok lezzetli ve zalim işkencelerin yapıldığı bir yere benzemektedir.
Hikayenin bir diğer önemli kahramanı ve Yekta Kopan’ın da en sevdiği karakter olduğunu ifade ettiği evin arabasını çeken atı Derviş’tir. Derviş sadece bir at değildir, neredeyse insan mertebesine kadar yükselmiştir. Ev halkı her işi onun yanında yapmaktadır. Ancak Sani Bey’in at arabasını yeniden icat etme yolculuğuna kurban verilerek evden geçici bir süre uzaklaştırılmak zorunda kalır.
Zira Sani Bey’in buluşlarına ve çalışmalarına her ne kadar destek verse bile eşi varılan sonuçların niteliğinden şüphe duymaktadır ve ihtiyatlı olunması gerektiği noktasından hareketle Derviş’i evin üst katında icat sonuçlanana kadar saklamıştır. Sani Bey’in uzun uzun uğraşarak at arabasını yeniden keşfetmesine ilişkin bu yolculuk sonunda tekrar basit ve temel işlevi sağlayan ata muhtaç olması belki de onun kafasının karışıklığı, sahip olduğu bilgileri harmanlayamaması ve eksik bilgi sahip olması ve eleştiriye açık olmaması onu yine eskiye/ilk hale muhtaç etmiştir.
Sani Bey’in icat, ıslah ve tadil yaparak geçirdiği hayatında yapılmış ve icat edilmiş herhangi bir nesneyi yeniden ancak farklı yollar deneyerek yeniden keşfetmesi asla onu yıldırmamakta sanki farklı yollardan giderek değişik tecrübeler edinmenin tadına varmaktadır. Ancak Sani Bey her zaman çıkış noktasını kaybetmekte ve amacından uzaklaşmaktadır.
İnatçı, icat, ıslah ve tadilat yaparken daha ziyade alaylı bir şekilde öğrendiği bilgileri ve tecrübeleri harmanlayıp bir kaos yaratmaya yönelik tarzı ile Sani Bey sonunda kendi felaketinin de hazırlayıcısı olur. Ancak yine de herkesin bu ölüm hakkında hisettiği şey üzüntüden daha çok Sani Bey’in inandığı ve bildiği yoldan gitmesi ve isteklerini yapmaya çalışmasının ona mutluluk verdiği ve huzur içinde ebedi yolculuğuna çıktığı yönündedir.
Derviş, Köşk, Anlatıcı ve Sani Bey odaklı bu hikâyeyi okurken gerçekten ilk satırdan itibaren gülmeye başlıyorsunuz ancak dün Ayfer Tunç, Yekta Kopan ve Murat Gülsoy tarafından dile getirildiği gibi okuyucuyu avucunun içine almış kıs kıs güldüren bir hikâyenin içinde kaybolurken birden acı bir gerçekle yüzleştiriliyor ve düşünmeye itiliyorsunuz. Bu noktada da metnin başarısını ve Tanpınar’ın ironi sanatını ne kadar yerinde kullandığına şahit oluyorsunuz.
Tanpınar’ın bu hikâyesi Kopan, Tunç ve Gülsoy tarafından yorumlanır ve düşünceler havada uçuşurken bir edebi metne nasıl bakılacağı, alt ve üst okumaların nasıl yapılabileceği konusunda da hem fikir sahibi oldum hem de yazın sanatında kullanılan terimleri/ifade biçimlerini hatırladım; simgeler, nesne ve hayvanların kişiselleştirilmesi gibi.
Bu noktada Tanpınar’ın aslında bu hikâye ile Doğu-Batı ikilemini dile getirdiği, bilgi sahibi olmadan, araştırmadan ve eleştiri yapmadan yeni şeyleri/düşünceleri Doğu kimliğimizle adapte etmeye çalışışımızın traji-komik sonuçlarını ve Batılılaşma sorununda hep bu yarım ve güdük kalmışlığımızın yansımalarını vurguladığı ifade edildi.
Ayrıca genel olarak Batılılaşma sorunu ekseninde yazılan tüm eserlerde (Araba Sevdası, Kiralık Konak) gündelik hayatta görülen izlerin neler olduğundan bahsedildiği, değişen, dağılan konak hayatları gibi konulara değinilse de bu hikaye ile ilk defa bilim çerçevesinde konunun ele alındığı Tunç’un yorumlarından biriydi.
Ayfer Tunç Köşkün Osmanlı değerlerini temsil eden bir niteliği olduğu noktasından hareketle Tanpınar’ın Sani Bey’in icatlarının doruk noktası olarak gusülhaneyi seçmesinin aslında doğu ve batı kültürü arasındaki farklılığı en iyi vurgulayan iki unsurun ; hamam/banyo seçilmesinin de manidar olduğunu vurguladı.
Ayfer Tunç yaptığı bir zihin sıçraması ile evde saklanan Derviş’e geldi ve Tanpınar’ın Adalet Cimcoz’a yazmış olduğu mektuplardan birinde yurtdışındaki odasında bulunan dolabın büyüklüğünü anlatmak için içinde at saklanacak kadar büyük bir dolap ifadesinin kendisine bir edebiyatçının bir eseri yazarken hayatının dehlizlerinde ne kadar geriye gidebilir sorusunu sormasına neden olduğunu söyledi.
Ayfer Tunç için bu hikâyenin aslında büyük önemi var; zira kendisi Bir Deliler Evi adlı kitabını bu öyküden esinlenerek yazmış. Etkinlikte vurgulanan bir diğer nokta da bu hikâyenin Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ‘nün nüvesi olduğu idi.
SONRA…
Sonra 6. Kata çıktık, güzel manzara eşliğinde yemek yemeğe. Etkinliğin çok hoş, hiç sıkmadan ilerlediğinden, zaman zaman komik zaman zaman düşüncelerin ve yorumların havada uçuştuğu ve küçük sataşmaların yer aldığı eğlenceye varan tatta olduğundan bahsettik.
Bu alt okuma/üst okuma, metaforların tespiti ve benzeri edebi konular, bunlar hakkındaki bilgi eksikliklerimiz, daha okunacak ne kadar çok kitap olduğu, okuyamadığımız, okuduklarımızı zaman zaman unutuşumuz, Ayfer Tunç, Yekta Kopan ve Murat Gülsoy’un tüm bunları nasıl olup da bildiği ve tüm bu sıkıntı, eziklik ve kıskançlık durumlarımıza bazı geçerli mazeretler bulmamız (bu üçlünün bu bilgisi nereden geliyor; işleri edebiyat gibi ) sohbetimizde arka arkaya gelen konular oldu.
Eve döndüğüm zaman ise kütüphaneme girip Tanpınar'ın tüm eserleri olup olmadığını kontrol ettim ve hikayelerinin tamamı ile mektuplarını okumaya karar verdim. Kitapları okşadım ve dün geceki edebiyat sohbetinin tadının damağımda kaldığını hissettim. Elime Mahur Beste'yi aldım ve Neşati'nin gazelinin ilk iki beyitini ezberledim:
Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile
İstemem sensiz geçen sohbet-i yâranı bile
Ardından ne zaman elime Mahur Beste kitabını alsam aklıma Atilla İlhan gelir. Bu nedenle de hemen Mahur Beste şiirini okudum. Burada da paylaşayım istedim.
MAHUR BESTE
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
Sevgiler
Billur
3 yorum:
Açıkçası daha önce hiç katılmadığım okuma etkinliğini son derece faydalı buldum. Billur'un da dediği gibi evet okuyoruz ama çoğu zaman alt okuma yapmadan, ya da kitap içindeki metaforları, ironiyi, alegoriyi ve daha birçok tekniği, sanatı farkında olmadan okuyoruz.
Bundan böyle kaçırmamayı düşünüyorum.
Kesinlikle çok güzel bir etkinlikti. Yekta Kopan, Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy çok uyumlu bir ekip olmuşlar. Ayfer Tunç’un onca hikâyesini, romanını okudum. Romanları kadar ışıltı saçan biri imiş.
- İşte vazifesini yaptığından hiçbir şüphesi olmayan adam!...bitiş cümlesi ile gerçekten güzel, hüzünlü ve çok komik bir öykü.
Vallahi çok hem de pek çok kıskandım bu okuma etkinliğini. Şaka bir yana, malum iş yüzünden:((( iştirak edemediğim bu etkinliğe inşallah bundan sonra katılacağım. Ön hazırlık kısmını da mutlaka gerçekleştirerek katılmak gerekliliği çok açık. Sevgili Hocam Murat Gülsoy'u da dinlemek ayrı bir zevk olacak hem.
Görüşmek üzere,
Ebru Gümüşel
Yorum Gönder