Piraye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Piraye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2010 Salı

NAZIM HİKMET’TEN AVATAR’A, LATİN CAZDAN KLASİĞE

Geçtiğimiz hafta sonunu sanatın dalları arasında keyifli yolculuklarla geçirdik.

Hani bazen programlar kendiliğinden önünüze gelir, sizin çok çaba sarf etmenize gerek kalmaz. İşte benim hafta sonum da aynen bu yöntemle dolu dolu geçti.

Beşiktaş Belediyesi’nin ücretsiz sanat etkinlikleri olur her ay. Ben daha önce birkaç tiyatro etkinliğine gidebilmiştim. Bir de hemen hemen her ay Ustalara Saygı gecesi düzenlenir. Melih Kibar’dan, Çiğdem Talu’ya, Ülkü Erakalın’dan Haldun Taner’e kadar sanat için yaşamış ustalarımızın eserleriyle bizleri buluşturur.

Cuma akşamı ise 108. doğum yıldönümü sebebiyle Nazım Hikmet anıldı.



Dönemin sanatçılarının, sanat olaylarının kahvehanelerde konuşulması, tartışılması canlandırılarak samimi bir ortamda Nazım Hikmet’in şiirleri resim sanatçısı Serdar Samancıoğlu tarafından seslendirildi.

Geceyi tiyatro sanatçıları İsmail Can Törtop ve Gılman Kahyaoğlu Peremeci sundu.
Memleket meselelerinden, insanlık hallerine, hapisteyken Piraye’ye duyduğu özleme kadar pek çok farklı konu eserlerinde mısraları oluşturmuş ve şiirde serbest nazımı uygulayan ilk Türk şairi olmuştur.

En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür...


Şiirlerinden birini oğlu Memet'in bir gemiye binmesi ile sonlandırmış. Ve o şiirleri yazdığı günlerde gerçekten de Piraye oğlunu bir gemiye bindirip yolculuğa uğurluyormuş. Bu da Nazım ile Piraye arasındaki duygusal bağın ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor.

Eserleri pek çok ödül kazanmış, ünü Türkiye sınırlarını aşmış 1902 Selanik doğumlu Nazım Hikmet, 1963 yılında Moskova’da bir kalp krizi sonrasında hayata veda ettiğinde Pablo Neruda’dan Jean Paul Sartre’a, Abidin Dino’dan Louis Aragon’a kadar sanat camiasından pek çok ünlü kendisi için güzel sözler söylemişlerdir.

Hani derler ya insan elindekinin değerini kaybedince anlar. İşte bizler için de sahip olduğumuz bu kadar değerli bir sanatçıyı sadece uzaktan takip etmek gerçekten büyük kayıp.

Nazım Hikmet 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkartılmış. Ve ancak 2009 yılının Ocak ayında çıkan Bakanlar Kurulu’nun kararınca yeniden Türk Vatandaşlığına kabul edilmiş. Sizce bu ne kadar adil? Bana, hayat sigortamız sayesinde biz öldükten sonra varislerimize kalacak, muhtemelen onların ne yapacaklarını bilemeyecekleri, belki bilenler de vardır, böyle bir durumda ben ne yapardım hiç düşünmedim. Çünkü sevdiklerinden ölümle ayrılmak zorunda kalan bir kişinin vefatından sonra ailesine kalan paranın, aslında ne kadar anlamını yitirmiş olacağı duygusuyla eş değer geliyor bana.

Nazım Hikmet’in şiirlerindeki konuşma dili, Piraye’ye sevdasını anlatışındaki içtenlik Serdar Samancıoğlu’nun yorumlarında birebir hissediliyordu.



Serdar Samancıoğlu Tarsus’ta doğmuş. Doğa ve insan konulu yöresel resimler yapan ressam, bir yılı aşkın bir süre Paris’te yaşamış. İstanbul’a dönüşünde şehrin kültürel miraslarını tuvallerine aktaran Samancıoğlu 1985 yılı itibariyle birçok kere Güzel Sanatlar Birliği’nde yönetim kurulunda yer almış.



Türkiye Komunist Partisi üyesi olan Nazım Hikmet’in şiirleri 1938 yılında cezaevine girmesiyle yasaklanmış ve ancak ölümünden 2 yıl sonra tekrar ortaya çıkmıştır.



Ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmış, Türkiye’de yaşadığı yılların çoğunu cezaevinde geçirmiştir. 1938 yılında girdiği cezaevinden af ile çıkan Nazım Hikmet öldürüleceği endişesi ile 1950 yılında Rusya’ya gitmiş, 1951 yılında vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra Polonya vatandaşlığına geçerek büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) soyadı olan Borzecki soyadını almıştır. Novo-Deviçye Mezarlığında gömülü olan Nazım Hikmet’in naşının Türkiye getirilme konusunun yeğenleri tarafından olumlu karşılanmadığı söylenmektedir.

Şiir dinletisi, müzisyen Cenk Erdoğan, Nedret Ural, Mehmet Yaşar Yılmaz’ın enstrümanlarının eşliğinde Serdar Samancıoğlu’nun yorumuyla ve Gizem Ural’ın kadife sesiyle yorumladığı eserlerle zengin bir içeriğe kavuşmuştu.

Cumartesi sabahı sonunda Avatar’a gidebildim. Emre’yi götürüp götürmemek konusunda üzerinde epey düşündükten ve filmi gören arkadaşlarımın yorumlarını dinledikten sonra götürmeye karar verdim.



İtiraf ediyorum ilk 3D tecrübemdi. Na’vi ırkıyla Pandora’nın zümrüt ormanlarında sırtımda ok ve yayımla koştum, ulu ağaç evin dallarında uçarcasına dolaştım.

Eywa Ağacı’nın parlak dallarının arasında geçmişin seslerini dinledim.



Titanic filminin Oscar ödüllü yönetmeni James Cameron’ın 12 yıllık çalışması sonucu ortaya çıkan Avatar tam bir görsel şölen. Teknolojinin harika buluşları ile görselliği daha da vurgulanan film için daha önce yazılan bir kitaptan alıntı olduğu hakkında söylentiler var. Şayet alıntı ise James Cameron bu filmle uğraşmak için 12 yıl gibi uzun bir zamanını sanırım boşa harcamış oluyor...

Bu arada içerdiği savaş görüntüleri benim gibi çocuğunu götürüp götürmemek konusunda kararsız olan ebeveynler için engel teşkil etmesin. Filmdeki savaş görüntüleri seyrettikleri çizgi filmlerde de zaten var.

Üstelik de doğanın aslında katledilmemesi gereken, aksine özenle korunması gereken bir zenginlik olduğunu ama ne yazık ki “ insanın girdiği her yerde doğanın yok edildiğini” vurgulayan bir film olarak çok da beğendim.

Pazar sabahı Kanyon Alışveriş Merkezi’nde geleneksel hale gelen Caz Havası’na gittik. Kerem Görsev bu defa Latin müziğinin usta yorumcusu Ayhan Sicimoğlu ile sahne almıştı.



Hava buz gibiydi. Müzisyenler başlarında şapka, ellerinde yarım parmak eldivenlerle tam 2 saat boyunca çaldılar.



Şarap, sıcak çorba, çay ve kahve ikram edilen konserde 50’li ve 60’lı yılların parçaları rumba, bolero, salsa ritimleriyle uyumlu bir birliktelik sunarak kulaklarımızın pasını sildi.

Kanyon’dan İş Sanat’ta Mehmet Ali Alabora ile Emir Gamsızoğlu’nun sundukları Notada Yazmayanlar adlı çocuklar için klasik müzik etkinliğine gittik.

Sağolsun Gülda, bana bu etkinliğin duyurusunu Aralık ayında göndermişti, ama bilet bulamadığımız için bu aya sarkmıştı.

Mehmet Ali Alabora ile Emir Gamsızoğlu’nun yolları 12 yıl önce Mehmet Ali Alabora klasik müziğe ilgi duymaya başladığında kesişmiş. Tanışmalarından 2 yıl sonra da birlikte program yapmaya başlamışlar.



Çocukların daha bebekliklerinden itibaren duymaya başladıkları ninnilerin, okul şarkılarının aslında birer klasik müzik eseri olduğunu, hatta bunların parça değil de klasik müzik olarak adlandırıldığını, çocukların klasik müzik denince ne anladıklarını, bir klasik müzik eseri dinlerken birden fazla enstrümanın o esere kattıklarını interaktif şekilde çocuklara tanıtmak etkinliğin teması.

Çellist Jülide Canca ve kemancı Deniz Toygür’ün eşliğinde harika bir mini klasik müzik resitali de izlemiş olduk.

Çıkışta çocuklar biletlerini, broşürlerini Mehmet Ali Alabora ve Emir Gamsızoğlu’na imzalattılar. Emre ısrarla sabah Kanyon Remzi Kitabevi’nden aldığımız ve bir çırpıda okuduğu Scooby Doo kitabını imzalattı.

İstanbul’un keşmekeşi, hergün kilometrelerce yol katetmek zorunda kalan biz İstanbul’luları bezdirse de bu şehrin sunduğu sanatsal faaliyetler, katılabildiğimiz zaman gerçekten bize sunulan en büyük nimetlerden.

Her daim sanatla iç içe kalın…

Peyman

GÖLGEDE KALAN YILLAR - MEMET FUAT




Anı kitaplarını severim. Küçüklüğümden beri, 'bir gün anılarımı yazacağım' der dururum ya da ben yazamasam bile anılarını yazan birisinin en önemli yan kahramanlarından olacağımı hayal ederim. Bu yüzden anı kitaplarına diğer kitaplara davrandığımdan daha hassas davranırım. Acele etmem, kim kimmiş, ne yapmış, kahramanlar nasıl bir ilişki içinde, o tarihlerde neler olmuş hepsini iyice hafızama kazımak isterim, bolca ağlar, çokça gülerim. İşte bu yüzden Memet Fuat'ın, ünlü Piraye (annesi) ve Nazım'ın (üvey babası) aşkından tutun da çevresindeki o döneme ait birçok kişiyi, aşkı, olayı anlattığı anı kitabını ilk okuduğumda da, sonrasında birkaç defa daha okuduğumda da, çok sevdim. Memet Fuat bu kitabı yazmaya başladığında altmış dokuz yaşındaymış; bitirdiğinde ise, yetmiş bir... ama okumaya başlar başlamaz; yazdığı sayfada Memet Fuat 6 yaşındaysa gerçekten 6 yaşında yazmış, 25 yaşındayken 25 yaşında yazmış duygusuna kapıldım; sanki Memet Fuat, kitabın sayfa aralarında gözümün önünde büyüyordu, bu his kitabın sonuna kadar muhteşem aile fotoğrafları yüzünden de peşimi bırakmadı. Her sayfada, hayatın içinden kopup gelen samimi, içten, duygusal, romantik, trajik esintiler kalbimi okşarken hüzün arka kapak sayfasına yazdığı şu cümlelerle eşlik etti bana;



Yalnız Piraye'nin, Nazım'ın çevresinden ünlü sanatçılar değil... Erenköylüler, Çamlıcalılar... O güzel insanları gönlümce anlatabildiğimi sanmıyorum. Anlatabilmem için dinleyen de ben olmalıyım... Herkesin kendi güzel insanları var, okurken ister istemez onları okuyacaklar... Yapabileceğim bu kadar!.. Hoşçakalın!..

Kitabı okurken tanıdığınız Erenköylüler ve Çamlıcalılar Nazım ve Piraye kadar etkili yazarın hayatında. Babası ve annesi çok erken yaşlarda ayrılmış olsalar da Memet Fuat dedesi Mehmet Ali Paşa ve etrafındaki Erenköylüler, Çamlıcalılar ve diğerleri sayesinde bunalıma girmiyor, aklına bile getirmiyor. Zaten o kadar curcunanın içinde ne vakit bulup bunalıma girecek ki ?... Annesi Piraye onaltı yaşında köşke gelin gidiyor, dedesi Mehmet Ali Paşa gelinini kendi kızı gibi seviyor ve yaşadığı sürece -köşkten çıkıp gittiğinde bile - onu ve torunlarını sevip kollamaya ve korumaya devam ederken kalbinin bir köşesinde artist olma hayalleri kuran bu uğurda diyar diyar dolaşan, karısını ve çocuklarını terk eden oğlu Vedat Orfi'yi hiç affetmiyor ne o zaman ne de sonrasında. O günleri Memet Fuat şöyle özetliyor;

‘’Dedem en çok sevdiği söylenen bu oğluna güvenini bütünüyle yitirmişti. Hiçbir sözüne inanmıyordu. On beş yaşında bir kızken kandırıp evlendiği Piraye’yi yüzüstü bırakıp gitmesini, Suzan’la bana karşı gösterdiği ilgisizliği kesinlikle bağışlamıyordu. (s.426)

Piraye kocasını dört yıl beklemiş Mehmet Ali Paşa köşkünde, gerçi el üstünde tutulmuş, çocuklarının her türlü gereksinimlerinin karşılanması, hele beslenmeleri konusunda hiçbir sorunu olmamış ama kendisi için hiçbir şey istemez, tabanı delinen ayakkabılarının eskidiğini bile göstermemeye çalışırmış. Biri kucakta, öbürü yeni ayaklanmış iki çocuk... Bırakılmış bir kadın ... Kocası bir şarkıcı ile Paris'e gitmiş, oradan Mısır'a geçmiş... Ondokuz yaşından yirmi üç yaşına kadar... tam dört yıl... her şeyi torunlarına çılgınca düşkün, sevgisi de, öfkesi de askerce bir dededen bekliyorsun... [s.54]’’

Piraye bu bekleyişi daha fazla sürdüremeyeceğini anlayınca Memet Fuat yanına alarak annesi Nurhayat hanımın evine Kadıköy'e dönüyor. Nurhayat hanım da eşinden üstüne ikinci bir eş nikâhladığı için ayrılmış, kızına ve torununa sorgusuz sualsiz canı gönülden kucak açıyor. Piraye'nin ve tabi Memet Fuat'ın hayatı bu eve dönüş ile değişiyor; Piraye Nazım’la burada tanışıp aşık oluyor, gerçi evlenmemek için bayağı dirense de sonunda gönlüne laf anlatamıyor, ikinci evliliğini de aşk evliliği olarak yapıyor. Yazarın çocuk gözü ile Nazım ve Piraye'nin aşkını objektif anlattığını düşünüyorum. Zaman zaman annesinden, Nazım'a karşı daha soğuk, daha uzak, daha duygularını belli etmeyen taraf olduğu için yakınıyor; zaman zaman Nazım'ın abartılı sevgi gösterilerine, annesini çok sevdiğini söylemesine, ona olan aşkını yere göğe koyamamasına karşılık Piraye'yi aldatmış olmasından dolayı Nazım’a kızıyor.


‘ Nazım ile Piraye özellikle cinsellikle alanında uzlaştırılması çok güç duyarlılıkları olan insanlardı:
Nazım bu konuyu son derece doğal görüyordu. Piraye ise utangaçtı…
Nazım sevgiyi sözlerde arıyordu, Piraye ise davranışlarda …
Nazım aşkını herkese duyurmak istiyordu, Piraye ise herkesten gizliyordu…
Bir parçasını alıntıladığım o mektubuna yanıt verirken dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım Nazım’a neden yanıldığını. Annemin onun şiirlerini odasına çekilip okurken nasıl ağladığını yazdım, bu arada anımsatmak için Mithat Paşa köşkündeki tartışmada ‘Ayrılamam seviyorum’ deyişine de değindim. Cevabında Nazım Piraye’nin bunu böyle açıkça itiraf etmesine ihtimal veremiyorum diye yazar, Memet Fuat bu cevaba istinaden hissettiklerini kitabında şöyle yer verir: ‘İhtimal veremiyorum’ demesine doğrusu biraz alınmıştım. (s.191)


Kitapta aşk var, zamanın siyasi olaylarından kesitler var, tarihsel kayıtlar var, dönemin ünlü şair, yazar, müzisyenlerine dair anılar var ama bence en güzel anlatılmış olanlar; aile bağları, birbirlerine olan sevgi, saygı ve düşkünlükleri, zorluklar karşısında beraber hareket etmeleri, birlikte çözüm bulmaları ...

'
Gerçi babam yoktu İstanbul'da ama dedemin karşısına, halamın yanı başına Nazım'la birlikte gitmekten annemin tedirgin olması doğaldı. Belki köşke iki aile gibi gitmemiz de bu yüzdendi.
Bir aile : Nurhayat hanım, kızları Fahamet (Fifi), Piraye, Selma, Fahamet’in kocası Vedat, Piraye’nin oğlu Memet...
Öbür aile: Nazım, kız kardeşi Samiye ile kocası Seyda Yaltırım. (s. 95)

... Annemden öğrendiğime göre Seyda askere çağrılınca Samiye' de annesinin yanına gitmiş. Bu ayrılmalar evin karma bütçesinde azalmalara neden oluyor, sıkıntı yaratıyordu herhalde. Bir ara alt kattaki boş bir odaya pansiyoner almıştık, bir İtalyan mühendisti sanırım. Bir ara da kendimiz üst kata çekilip alt kattaki üç odayı bir doktora mevsimlik kiraya vermiştik. (s.97) ‘


Memet Fuat büyüdüğü entellektüel çevreden etkileniyor ve Nazım Hikmet’in ve Piraye'nin cesaretlendirmesi ile edebiyata yöneliyor. İşte Memet Fuat'ın öykülerinden biri için Nazım’ın söyledikleri:

" Senin 'Kız Yusuf' hikâyesi şimdiye kadar okuduğum bütün hikâyelerin arasında en acılarından, en cesur ve isyan ettiricilerin biridir. "

Nazım Hikmet ile Piraye ayrıldıktan sonra geride kalan tüm hüzünlere acılara rağmen kazandıkları çok fazla Memet Fuat’ın ... Nazım’ı tanımaktan, hayatının büyük bir bölümünü onun anılarıyla doldurmaktan çok gururlu ama tüm bunlara rağmen Nazım onun dünyalardan çok sevdiği annesini aldatan ‘içindeki yeşil dalı kıran’ adam o.

… Bir keresinde, Aragon’un. ‘Vatanıma, davama, karıma hiçbir zaman ihanet etmedim’ sözünü anarak, ‘ Ben de vatanıma, davama hiçbir zaman ihanet etmedim’ demiş, sonra şirin şirin anneme bakarak, ‘ama karıma bir azcık, çok az …’ diye eklemişti. (s. 542)

... ister istemez ayrılık sonrası ilişkiler de eskiyor, bir an geliyor ki artık kopuyor. Memet Fuat annesinin mutlu olmasını istiyor, annesinin tekrar aşkı yaşamasını istiyor, buna dair çarpıcı bir konuşma geçiyor aralarında.

‘’Hiç evlenmeyecek misin?’’
‘’Hayır!’’
‘’Niye?’’
Benim istemeyeceğimi düşünüyor olabilir diye geçiriyordum aklımdan... Evlenmesinden yana olduğumu belirtmeliydim...
Ama ondan çok değişik bir yanıt geldin:

‘’Nazım’ın üstüne bir başkasıyla yaşayamam...’’

Daha sonra İzgen’e, ‘’Ben iki evliliğimde de kocalarıma aşık olmuştum.’’ Demiş. ‘’Nazım’ın üstüne kime aşık olabilirim.’’ (s.588)


Nazım ve Piraye için yalan yanlış yazılanlara da ara ara cevap veriyor. Söylentiye bakılırsa Nazım, Piraye ile mantık evliliği yapmış, buna çok gülüyor Memet Fuat. Tüm yazılan o aşk şiirleri ve mektuplar ile mantık evliliğini bağdaştırmak gerçekten zor, bunlara da cevap niteliğinde zaten bazı satırbaşları. Sadece Nazım ve Piraye ve aşkları yok kitapta. Marmara’dan denize girilen bir dönem, Kalamış iskelesinden Kurbağalıdere’nin ağzına kadar uzanan Kalamış kır kahvelerinin olduğu dönem, Süreyya Sineması’nın en şaşalı dönemi işte bugün hayal zorlanacağımız bir dönem anlatılıyor ve o dönemin insanları... Dedim yaaa ben nostaljik bu kitabı çok sevdim. Zaman zaman anıların belli bir sıra ile değil bölük pörçük, biraz oradan biraz buradan anlatılması bile dağıtmadı beni, kitabın sonunda hazırlanan ‘ Kim Kimdir ‘ bölümü kişileri çözmem, hatırlamam konusunda bana çok yardımcı oldu. (Elif Şafak’ın Aşk kitabında böyle bir bölümün eksikliği bizi çok zorlamıştı.) Duygusal yapıma iyi hitap etti, beni yakaladı, sürükledi. Anı kitaplarını ve dönemi seviyorsanız kaçırmayın derim !...

Yazar Hakkında

Aslında bu yazıyı Memet Fuat’ın ölüm yıldönümü 19.Aralık’ta yazmayı hedefliyordum ama araya giren iş, güç, gezme, tozma meseleleri yüzünden neredeyse 1 ay sonra bugün yazabildim. Anılarını okurken Memet Fuat’ı daha iyi tanıyacağınızı düşünsem de, yazar hakkında bölüm olmadan olmazlardan … işte kısa bir bilgilendirme !


Erenköy 38. İlkokulu'nda, Kadıköy 1. Orta'da, Robert Kolej'de ve Haydarpaşa Lisesi'nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Nazım Hikmet ile Piraye'nin birlikteliği sırasında onlarla birlikte yaşadı.
Gençliğinde yaşadığı akciğer rahatsızlığı sebebiyle askerliğe başladığı yedek subay okulundan çürük raporuyla çıkarıldı. Nazım Hikmet'in etkisi ile yöneldiği edebiyat alanında "Memet Fuat" adıyla tanınmaya başladı. Çocukluğundan beri tanıştığı ve Piraye'nin de akrabası olan İzgen'le Edebiyat Fakültesi'ndeki arkadaşlıkları evlilikle noktalandı. Bu evlilikten 25 Temmuz 1961 yılında oğulları Kenan doğdu.
De yayınevini kurdu ve 1960 - 1980 yılları arasında, 20 yılda birçok kitap yayımladı. "Yeni Dergi"yi çıkardı.
İstanbul Altunizade mahallesinde Altınyurt Spor Kulübü'nde çocuklara futbol öğretti, turnuvalar düzenledi. Daha sonraki yıllarda yardımlaşmaya dayanan bir takım sporu olan voleybolu seçti. Altınyurt Voleybol A Takımını deplasmanlı voleybol ligine taşıdı. Tam 10 yıl amatörlükten hiç ödün vermeden, yeni genç oyuncular yetiştirerek bu ligde kalmayı başardı. 1972 - 1980 yılları arasında genç, ümit, büyükler ve üniversite erkek ulusal takımlarını turnuvalara hazırladı. 1979 - 1982 yılları arasında Anadolu Hisarı Gençlik ve Spor Akademisi'nde voleybol dersleri verdi.
1980 - 1983 yılları arasında Yazko Edebiyat dergisini yönetti. 1981'de Adam Yayınları'nın yerli yayınlar editörü oldu.
1990'larda önce 1990 yılında bir ameliyatta eşi İzgen'i, arkasından da 1995 yılında Piraye'yi yitirdi. 1995'de onların üzüntüsünü atlatamadan solunum yetmezliğinden yoğun bakıma alındı.
Yoğun bakım sonrasında öldüğü güne kadar evinde çalışmaya devam etti. 1999'da ikinci kez girdiği yoğun bakımdan çıkar çıkmaz tutmaya başladığı güncesi, ölümünden sonra "Ölünceye Kadar" adıyla 2 cilt olarak yayımlandı. Bu sırada yazdığı ve derlediği birçok eseri yayımlandı. 19 Aralık 2002'de yaşamını kaybetti.
Ödülleri
• 1959 Ataç Eleştiri Armağanı
• 1961 yılında Düşünceye Saygı adlı kitabı ile Türk Dil Kurumu Deneme-Eleştiri Ödülü
• 1992 yılında Çağdaşımız Makyavel adlı kitapla Sedat Semavi Ödülü
• 1995 Kültür Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü
• 1996 yılında Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyası
1997 yılında Gölgede Kalan Yıllar Romanı Yaşasın Edebiyat Dergisi'nin yaptığı soruşturmada yılın kitabı seçildi.
• 2000 Nazım Hikmet adlı eser Dünya Kitap Eki'nin oluşturduğu yargıcılar kurulunca Yılın Telif Kitabı olarak değerlendirildi.


Daha fazla bilgi edinmek isteyenler için
• http://www.memetfuat.com/

Giderek böyle güzel insanların özlemiyle, sevgiyle ...

Aycan

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails