31 Mayıs 2010 Pazartesi

SUPERTRAMP 40.YILINDA



YIL 19…Boşverin yılın kaç olduğunu ben de hatırlamıyorum şu anda işin doğrusu ama çocuk denecek kadar genç ve hayat doluyum. Mevsimlerden yaz ve Bayramoğlu’ndayım. Sitemizin çay bahçesinde geçirilen aylaklık süresinden sonra eve giriyorum. Ağabeyimle paylaştığımız odadan bir müzik yayılıyor ve çalan şarkıdan çok hoş sözler yayılıyor eve.



It was an early morning yesterday
I was up before the dawn
And I really have enjoyed my stay
But I must be moving on
Like a king without a castle
Like a queen without a throne
I'm an early morning lover
And I must be moving on

Now I believe in what you say
Is the undisputed truth
But I have to have things my own way
To keep me in my youth…

Goodbye stranger it's been nice
Hope you find your paradise
Tried to see your point of view

Hope your dreams will all come true
Goodbye Mary, Goodbye Jane
Will we ever meet again

Yalnız hava atmayayım, sözleri ilk duyduğum anda yukarıda yazdığım gibi şıppadak anlamadım tabii. Daha o tarihlerde İngilizce anaokulunda değil ortaokulda hazırlık sınıflarında öğrenilirdi ve bende de bir heves İngilizce şarkı söyleme ve sözleri anlama isteği ve çat pat çözümleme o yaz doruk noktasındaydı. Demek ki en fazla orta 1. Sınıf olmalıyım. Sağ olsun ağabeyim bana sözleri yazdı, verdi.



O yazı sadece şarkının olduğu Breakfast In America adlı albümünü dinleyerek, bir başka deyişle SUPERTRAMP’i keşfederek geçirdim. Bu siyah bir TDK marka kasetti ve kapak mapak hak getireydi. Diğer yazılarımda bahsettiğim gibi daha ağabeyim Suudi Arabistan’a gitmemiş ve kaset dolusu bavul henüz gelmemişti. Bunu niye söylüyorum, zira SUPERTRAMP’in ilk çıkardıkları diğer albümlerine ulaşmam çok zor oldu çok. Hatta yıllar sonra beklemediğim bir anda İkinci albümleri olan Indelibly Stamped İstiklal Caddesi’nde bir dükkânda bulduğumda ağlamak istemiştim.



Her ne kadar Breakfast In America albümleri SUPERTRAMP için pop tarzının ağır bastığı bir albüm de olsa 12-13 yaşındaki bir kız çocuğu olan benim için kulağa inanılmaz bir müzik olarak gelmişti. Hele hele Logical Song’u duyduğumdaki hislerimi anlatmam mümkün değil. Sanırım beni nasıl bir dünyanın beklediğine, nelerle karşılaşacağıma dair derin düşüncelere sevk edişinden olacak bunalımlı bir eda ile dinlerdim.

Zaten özellikle fiziksel anlamda zamanından önce gelişmiş olmamın verdiği –gereksiz- ağırbaşlılık ve nedense üzerime yüklediği ağır, düşünceli, entelektüel olma çabaları içindeyken (neden sormayın)karşıma bir de Logical Song çıkınca hayat benim için işin içinden çıkılmaz hale gelmişti. Şimdilerde dinlediğimde ise suratımda bir gülümseme… Sanki şarkının anlamını kavramaktan daha öte yaşanmışlıklarla bezenmiş olmasının getirdiği bir bilgece ifade…Ve kırkına ramak kala belki de daha anlamlı...



When I was young, it seemed that life was so wonderful,
A miracle, oh it was beautiful, magical.
And all the birds in the trees, well theyd be singing so happily,
Joyfully, playfully watching me.
But then they send me away to teach me how to be sensible,
Logical, responsible, practical.
And they showed me a world where I could be so dependable,
Clinical, intellectual, cynical.
There are times when all the worlds asleep,
The questions run too deep
For such a simple man.
Wont you please, please tell me what weve learned
I know it sounds absurd
But please tell me who I am…
Now watch what you say or theyll be calling you a radical,
Liberal, fanatical, criminal.
Wont you sign up your name, wed like to feel youre
Acceptable, respecable, presentable, a vegetable!
At night, when all the worlds asleep,
The questions run so deep
For such a simple man.
Wont you please, please tell me what weve learned
I know it sounds absurd
But please tell me who I am……



Breakfast In America adlı albümlerinden sonra benim dinlediğim albümleri 1974 yılında çıkarmış oldukları Crime of the Century oldu. Bu albümde de özellikle School, Dreamer ve pek kimse öne çıkartmasa da Hide In Your Shell favori parçalardır.

Ama School, bu aralar moda olan ve iddia içeren bir biçimde ÖLMEDEN ÖNCE DİNLENMESİ GEREKEN ŞARKILAR Listesi yapsam muhakkak yer alır. Okul yılları çoktan geride kalmış olsa da hala anlamlıdır. Parçanın giriş kısmındaki mızıkalı bölüm, hafif gitar tınıları ve sonra bir sessizlik ve okul bahçesinden gelen çocuk sesleri ve birden patlayan bir giriş. Dinlemelisiniz.



Supertramp’i hep sevdim ve geçmişe ait izler aramak istediğimde ise hep dinledim. Kişiliğimin oturmaya başladığı dönemlerde karşılaşmış olduğum ve ardından Pink Floyd, YES (Aha! Böyle bir grup vardı ve dinlerdim), Jethro Tull ‘a ve Pink Floyd'a götüren bir yolda bir başlangıç olmasından ötürü ayrı bir yerde tuttum sanırım. Çünkü ağabeyim “bu adamların yaptığı müziğe progresif rock da denir, bir ara Pink Floyd da dinlemeye başlamalısın” demese ne/nasıl olurdu(m) bilmem.



Grubun kurucularıdan Roger Hodgson ve Rick Davies’in bir araya gelişleri de gariptir. Supertramp’in kurucusu Richard Davies Danimarkalı milyoner Stanley August Miesegaes ile tanışır Joint adlı grupla çalarken. Bu zatı muhterem bir topluluk kurulursa desteğini esirgemeyeceğini ekler.



Davies de yanına Roger Hodgson Richard Palmer ve Bob Miller’ı alarak bir grup oluşturur ve grubun adı “Daddy” olur. Ancak grubun adı bir süre sonra W. Davies’in The Autobiography of a Supertramp adlı kitabından esinlenilerek değiştirilir. İlk albümleri Supertramp çıkar ki bence burada Words Unspoken’ı çok severim.



Tabii bir milyoner destekleyeceğim bir topluluğu dedi diye bir grup kurulunca Supertramp’in ilk zamanlarındaki oturmamışlık ve bocalama ikinci albümleri olan Indelbly Stamped’e de yansır ve pek bir başarı elde edemezler. Ayrıca grupta Palmer ve Miller gruptan ayrılınca yerlerine Kevin Currie ve Frank Farrell geçse de yaprak dökümü devam eder ve bu ikili de ayrılır.

Ne olacakları belli değilken saksafoncu John Helliwell ve basçı Dougie Thomson ve davulcu Bob C. Benberg dâhil olunca Supertramp toparlanır ve Crime of the Century İngiltere En İyi 10 Listelerinde hızla 4 numara olur.

Sonrasında Crisis What Crisis? albümünü çıkarırlar ve iki yıl aradan sonra ise Even In The Quitest Moments albümleri gelir.

Yukarıda da bahsettiğim albümleri Breakfast In America bomba gibi patlar ve en çok satan albümleri arasına girer.



Grup 1982 yılında beraber son albümlerini yaptı: Famous Last Words. Bunu izleyen bir turneden sonra Hodgson (ona çok küsüm) gruptan ayrılarak solo çalışmalarına başladı. Bu ayrılışın sebebi üzerine pek çok dedikodu çıktı; Hodgson ve Davies in kavgalaştığı, Hodgson ın son albümde Supertramp in R&B tarzına yaklaşmış olmasından memnun olmadığı gibi. Ama yapılan açıklamalarda böyle bir şeyin olmadığı, Hodgson’ın sadece ailesine zaman ayırmak istediği ifade edildi.

Daha sonra yapılan Brother Where You Bound ve iki yıl sonraki Free As A Bird albümü pek beklenen ilgiyi görmedi. En azından ben pek aradığımı bulamadım.



Bu albümün ardından 10 yıl sonra gelen 1997’de Somethings Never Change daha fazla tat verdi.



Supertramp ekibi bir daha bir araya gelmek için de pek çaba göstermediler, Hodgson 2007 yılında Türkiye’ye konser vermeye gelse de şaşırtıcı biçimde gitmedim çünkü çok küsmüştüm kendisine. Hele bir ara YES grubuna geçecek gibi/yakınlaşan hareketlerini de esefle karşıladım. Kendisinin çıkardığı solo albümleri de almadım ve uzaktan dinledim. Güzel çalışmalar yapmış, şimdi bu konuda çemkiremem. Ayrıca -bir numaram Freddy Mercury olsa da- sesini her zaman çok sevmişimdir.

Supertramp kurulalı 40 yıl olmuş ve bir turne kararı aldığını açıkladı geçenlerde. 2 Eylül'de Almanya Halle'den başlayacak olan 35 konserlik bu turnede Fransa, Avusturya, İsviçre, Portekiz, Belçika, İngiltere ve İrlanda var ancak Türkiye yok.

Evet, Supertramp’i bıraktım ve küstüm ama sanırım giderdim gene de. Hele Bana –Rick Davies de olur- Don’t Leave Me Now adlı parçayı söylese…


Supertramp Don't leave me now
Yükleyen lagunadrag. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

don't leave me now
leave me out in the pouring rain
with my back against the wall
don't leave me now
don't leave me now
leave me out with nowhere to go
and the shadows start to fall
don't leave me now
don't leave me now
leave me out on this lonely road
as the wind begins to howl
don't leave me now
don't leave me now
all alone on this darkest night
feeling old and cold and grey
don't leave me now
don't leave me now
leave me holding an empty heart
as the curtain starts to fall
don't leave me now
don't leave me now
all alone in this crazy world
when i'm old and cold and grey and time is gone...

30 Mayıs 2010 Pazar

Yansımalar - 11

Madame Bovary’yi okuduğumda ve sunuma gitmeden önce, acaba benim anladığımdan daha farklı bir şey mi anlatıyor diye düşünmeden edemedim.

Tabii söz konusu Billur’un sunumu olunca da bunu düşünmemek elde değildi.
Cebelavi Sokağının Çocukları’nı okuduğumuzda ve sunum gecesi Billur’un anlatımıyla, kitapta aslında bizim anladığımızdan daha farklı konuların işlendiğini görmek şaşırtıcıydı.



Madame Bovary’nin benim algıladığımdan daha farklı bir kişilik olmasının olasılığı var mıydı?

Evliliğinde hayal kırıklığı yaşayan, her gün kendini biraz daha körelmiş hisseden, aşkı arayan, tutkulu Emma Bovary’yi konuşacağımız o gece, acaba Billur yine bizi şaşırtacak mıydı?

Bu sefer mekânımız Reşitpaşa’da Mest idi. Sunum gecelerinin, değişik mekânları tanımamız açısından da faydasını görmüyor değiliz.

Mest, Fransa’da yaşamış, eğitim almış bir ailenin kurduğu şık, özel bir mekân. Bildiğimiz restoran mantığının dışında bir yer. Mest’i özel geceleriniz için kiralayabiliyorsunuz. Şık bir atmosferde, sadece kendi misafirlerinizle, dostlarınızla organize edeceğiniz özel gecelere ev sahipliği yapacak, sade döşenmiş, mekân sahibinin kendi tasarımları olan takıların ve gümüş objelerin vitrinler içinde sergilendiği, duvarlarını hayranlıkla gözünüzü alamadığınız tabloların süslediği bir mutfak atölyesi.



Arabayı park edip içeriye ilk girdiğimde beni etkileyen, mermer merdivenlerin iki yanına sıralanmış, kokulu mumlar oldu.

Evet belki bir klişe, bir kalıp ama ben mumların, yakıldıkları ortamlara başka bir hava verdiklerini, mekânı yumuşattıklarına inanıyorum.

Ağırlıklı mermer malzemenin kullanıldığı Mest’te, mumlar, duvarlardaki tablolar, masaların üzerindeki çiçek aranjmanları mermerin sertliğini kırmıştı.

2010 Blog Ödülleri’nden sonra ilk toplantımız olduğundan, plaketimizi ve kazandığımız diğer ödülleri de yanımda getirmiştim.



Şaraplarımızı yudumlarken, Blog Ödülleri’ni aldığımız gece görüşemediğimiz kulüp üyelerine, ödül töreninin detaylarını anlatıp, kazandığımız ödülleri ne yapacağımız konusunda ortak bir görüşe vardık.

Ödüllerimizi Ayşe’nin iş yerinin bağlı olduğu muhtarlık aracılığı ile ihtiyacı olanlara hediye etmeyi uygun bulduk.

O gece katılabilen tüm kulüp üyeleri bir araya geldiğinde masaya geçtik. Açıkçası ben yemekten çok, yemek öncesi şaraplarımızla tattığımız somonlu, prosciuttolu kanepeleri tercih ederdim. Yemeklerin lezzetsiz olduğunu düşünmeyin sakın, hepsi birbirinden lezzetliydi. Ama ben kanepelerde boğulmayı daha çok isterdim.

Yemeğin insanı huşu içinde bırakan, damak zevkimizi en üst seviyede tatmin eden mutluluk aşılayıcı saatleri tükendiğinde sunum vaktinin geldiğini anladık.

Billur elimize A4 boyutunda zarfları verdiğinde, bir kere daha kendimi, eline kocaman hediye paketi verilmiş heyecanlı bir çocuk gibi hissettim.

Zarfı açtığımızda içinden, Madame Bovary’nin bir meali, beyaz dantelli bir mendil, kitaptan bir paragrafın yer aldığı minik kart çıktı.

Billur, neredeyse kitabı yeniden yazmıştı. Avukat kimliğinin ona kazandırdığı araştırmacı özelliğini, en ince detayıyla bize aktardığı kitap sunumunda bir kere daha keşfettik.

Sunum süregelirken, arkamızdaki ekranda kitabın filmi oynuyordu ki bu aynı zamanda bize verilen zarflar içinde zaten mevcuttu.

Kitapla ilgili çok doyurucu bir sunumun ardından, ne yazık ki tam vaktinde kutlayamadığımız geçmiş bir doğum gününü de kutlama fırsatı yarattık.



Bilgen’in geçmiş doğum gününü, üzerinde onun sevdiği aktör Tom Cruise’un tüm filmlerinden bir sahnenin yer aldığı taçlarımızla renklendirdik. Hepimizin taçlarında yer alan sahnenin hangi filme ait olduğunu tahmin eden Bilgen’e de küçük hediyeler verdik. Bu hediyelere en çok minin Duru’nun sevindiğine inanıyorum :)

Mest’i terk ederken, dışarıdaki yumuşak hava, artık sıcak günlerin geldiğini müjdeliyordu. Burnumda, Billur’un bahçesinde yetişmiş kırmızı, mis kokulu güllerin ve bize hediye ettiği birer demet çiçeğin kokusu ve o gecenin bize verdiği mutluluğun yüzüme yerleştirdiği gülümsemeyle eve döndüğümde “Evet iyi ki bu kulübe üyeyim.” diye düşündüm.



Peyman

28 Mayıs 2010 Cuma

Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı'ndan Gelen Mektup

Bildiğiniz üzere TEGV bu sene 15. yılını kutluyor. Bu süre içerisinde değerli desteğiniz sayesinde, ülkemizin 35 ilindeki 87 noktasında, 440 binden fazla bağışçı ve on binlerce gönüllü ile 1,5 milyona yakın çocuğumuza çok zor şartlar altında eğitim desteği verdik. Doğu ve Güney Doğu’da özellikle kız çocuklarımıza eğitim fırsatı verip, önlerinde yepyeni ufuklar açmaya çalıştık.

Ancak yapacak daha çok işimiz var. Ülkemizde 11 milyon ilköğretim öğrencisi var. Daha çok çocuğa ulaşmak, onların eğitimine katkıda bulunmak zorundayız. Bunun için, yine sizlerin desteğine ihtiyacımız var.

15. Yıl için 28 Mayıs 2010 Cuma gecesi, sponsorumuz Kanal D’de, Beyaz Show programı kapsamında özel bir kampanya düzenledik.

Daha fazla çocuğumuza eğitim desteği verebilmek ve 15. yılımıza yakışacak bir bağış toplayabilmek için sizden hem bu yayını tüm çevrenize duyurmanızı; hem de kişisel veya şirket olarak katkılarınızla desteklemenizi rica ediyorum.

Bu sene yardımınıza herzamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Binlerce çocuğumuz adına binlerce teşekkür ediyorum. Sağ olun ve hep var olun.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Hidayet Karakuş - Şeytan Minareleri

Orhan Kemal Roman Ödülü almış tüm romanları inceleme serüvenimiz yavaş olsa da ilerlemektedir. Ancak bilindiği gibi bu armağan her yıl verilmeye devam ediliyor.

Bu yıl Orhan Kemal Roman Armağanı HİDAYET KARAKUŞ’un “ŞEYTAN MİNARELERİ” isimli romanına verildi. 02.06.2010 Çarşamba günü, Orhan Kemal Kütüphanesi-Konferans Salonu’nda, Saat:10.30 da yapılacak olan Orhan Kemal’i Anma Töreninde kendisine ödülü verilecek, orada görüşürüz umarım. Hidayet Bey'in düşüncelerini bizzat kendisinden dinlemek için sabırsızlanıyorum.



BASIN AÇIKLAMASI
(17 Mayıs 2010)


2010 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu 17.05.2010 tarihinde Orhan Kemal Kültür Merkezi’nde toplanmıştır.

Orhan Kemal Roman Armağanı’na, yazarlarımızın 27 seçkin eseri katılmıştır. Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Özdemir İnce, Erol Ş.Erdinç, Turhan Günay ve A.Kemali Öğütçü’den oluşan Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu yaptığı toplantıda 2010 yılı 39.Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan,

HİDAYET KARAKUŞ’un “ŞEYTAN MİNARELERİ” isimli romanına vermiştir.

Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu, Hidayet Karakuş’un “Şeytan Minareleri” romanını gerek dilde ulaştığı düzey, gerekse ele aldığı toplumsal kesimlerin romana uyarlanmasında gösterdiği başarısı nedeniyle ödüle değer görmüştür.

Kazanan yazara ödülü 02.06.2010 Çarşamba günü, İstanbul, Beyazıt’taki Orhan Kemal Kütüphanesi-Konferans Salonu’nda, Saat:10.30 da yapılacak olan Orhan Kemal’i Anma Töreninde verilecektir.

Orhan Kemal Kültür Merkezi
Orhan Kemal Roman Armağanı Sekreterli

25 Mayıs 2010 Salı

MICHAEL FRANKS NEDEN GEL(E)MİYOR ???

Diye her İstanbul Caz Festivali programının belli olmasından önce ve sonra ve arada aklıma geldikçe Gülda’nın ve açılışlarda veya etkinliklerde her gördüğümde Harun’un başının etini yedim. Sonra İstanbul Caz Festivali’nin bu yılki programı açıklanınca bir de ne göreyim? Michael Franks 05. Haziran. 2010’da Sepetçiler Kasrı’nda beni benden alacak…tı.




Evet alacaktı çünkü dün Gülda’ya hangi biletleri alacağımız hususundaki soru listesine cevap yazacakken şeytan dürttü ve bir bakayım dedim İKSV’nin web sitesine. Programı gösteren takvimde ayın 5’ini “tıkladım” durdum, bir şey açılmadı. Hemen Güld’ü aradım. “Bazen sitede sorun oluyor “ dedi. Hemen İKSV’yi aradım. “Sanatçıdan kaynaklı bir iptal” sözünü duyunca “Ben de yıllardır bekliyordum… Pek bir sevinmiştim. Öğrendiğimden beri eski albümleri dinliyorum sürekli. Kısa bir sessizlik ve bekleyiş. Belki konuştuğum kişi “Ama bir ara gelecek” derse diye… Yine kısa bir bekleyiş …”Peki teşekkürler….”

Daha önceki bir yazımda belirtmiştim. Ağabeyim yurtdışından bir bavul dolusu kasetle gelmişti diye. İşte o bavul dolusu kasetlerin arasından çıkmıştı MICHAEL FRANKS. 1990yılında çıkardığı “Blue Pacific” albümünü dinlediğimde çok hoşuma gitmişti.



Pop caz etkilerini yoğun bir biçimde hissettiğiniz bu albümü arka arkaya devamlı bir biçimde dinlemiştim. Eğer dinlerseniz Michael Franks’in huzur dolu, sakinleştirici bir etkiye sahip sesine siz de hayran kalacaksınız. Eğer kendinizi bırakırsanız bir müddet sonra bu sesin sizi Pasifik kıyılarına kadar götürdüğünü hissetmeniz içten bile değildir, sözlerin bile pek önemi kalmaz; Michael Franks’in Pasifik kadar derin sesi ve yalın, yumuşak bir müzik.

Michael Franks’in profesyonel anlamda bir müzik eğitimi olmadığı gibi, ailesinde de kimse müzisyen bir kimliğe sahip değil. Edebiyat alanında eğitim gören Franks lise yıllarında şarkı söylemeye başlıyor ve kendisine de bu yıllarda gitarı eşlik ediyor. O yıllarda blues ve folk müziğinin popüler olduğunu söyleyen Franks, ailesinin müzik zevkinin ise o günlerin ünlü vokalistleri June Christy ve Peggy Lee olduğunu ifade ediyor.

Michael Franks için dönüm noktası bir arkadaşının evine gittiğinde babasının yeni bazı plaklarını dinlemesi olmuş. Arkadaşının babasının Mose Allison’ın Your Mind is on Vacation ve Dave Brubeck’in Take Five adlı şarkılarını dinlemesi gözlerinin önündeki perdenin adeta aralandığını ve daha dinlenmesi ve duyulması gereken ne kadar çok müzik olduğunu anlamasını sağlamış. Bu dönüm noktası da iyi olmuş ve 1973 yılından bu yana yirmiye yakın albüm yapmış.



Michael Franks’in müziği R&B ve pop caz öğelerini barındıran bir tınısı olmakla birlikte Latin müziği ve özellikle Brezilya müziğinin de etkilerini çokça taşıyor bana göre. Zaten bu etkinin sonuncu olarak da 2006 yılında yaptığı son albümünde dinlemek mümkün: Rendezvous in Rio.



Franks’in şarkıları Manhattan Transfer, Diana Krall, Carpenters ve Shirley Bassey tarafından kaydedildiği gibi David Sanborn, Brenda Russell ve Patti Austen ile de çalışmaları bulunuyor. Ancak Michael Franks’in en etkilendiği sanatçılardan birisi bossa nova akımının kurucusu sayılan ve eminim herkesin “The Girl from Ipanema “dediğimde kendisini bilmese de şarkısını bileceği Antonio Carlos Jobim’dir.



Burada kısa bir not düşeyim. Antonio Carlos Jobim’in Stan Getz ile yapmış olduğu Gilberto albümünü bir ara mutlaka edinmenizi –naçizane- tavsiye ederim.

Evet, Michael Franks’in Antonio Jobim’den etkilenmesi bence harika bir beste olan Antonio's Song’un doğmasına neden olmuştur. Bu şarkının ardından Jobim’e ithaf ettiği iki beste daha yapmıştır Franks: "Like Water, Like Wind" ve "Abandoned Garden."




Şarkı yazarlığı kariyeri boyunca şiirlerin hep aklının fuayesinde sabırla beklediğini ve saygılı bir inatçılıkla ta ki içeri davet edilene kadar kapıyı vurduğunu ifade eden Franks için şiirler kapıdan içeri girmiş olmalılar ki "Poems on the Road" adlı şiir kitabı yayımlandı.



Bir İstanbul Caz Festivali daha Michael Franks’siz geçecek. Gelseydi de canlı canlı Your Secret is Safe With Me, When I Give My Love To You, ve Tiger In The Rain’i dinleseydim olmaz mıydı? Neden gelmiyor, gelemiyor merak ediyor ve bilmek istiyorum. Ve The Lady Wants To Know diyorum.



Daddy plays the ashtray.
Baby starts to cry.
The Lady wants to know
The reason why
Daddy's just like Coltrane.
Baby's just like Miles.
The Lady's just like heaven
When she smiles.

And the Lady wants to know
She wants to know the reason
Got to know the reason why.
This man has got to go
This man is always leavin'
How he hates to say goodbye.

But what she doesn't know
Is there really is no reason
There really is no reason why.

Daddy he hates airplanes.
Baby loves to fly.
And the Lady wants to know
The reason why.
Daddy's just like Coltrane.
Baby's just like Miles.
The Lady's just like heaven
When she smiles.

İKSV’den ve Michael Franks’ten Cevap Bekleyen
Billur

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Toplum Gönüllüleri - TOG

Yarın bir ara Ortaköy’e inip deniz havasını soluyup, ardından Esma Sultan Yalısı’ndaki TOG yararına yapılacak olan TOG BAZAR’a gitsek güzel olmaz mı?

23 Mayıs 2010 Pazar

Belkıs'dan Emma'ya Mektup





Emmacım.......ah be canımcım ben sana ne diyeyim..

Sana bu satırları yazarken seni, içinde bulunduğun ve farkında olmadan kendi hazırladığın çıkmaz ruh halini, nasıl düşündüğümü anlatamam.....çünkü bazı olgular açıklanamaz, paylaşılamaz,ama sadece yaşanır...

Bana anlattığın kadarıyla, aşık olduğunu düşünüp, evlilik evlilik diye kendini parçalayıp, hekimin birgün sana dönmesini içten içe bekledin ve sana geldiğinde de aslında ne evliliğin, ne evlendiğin adamın, ne de seni bekleyen yaşam standardının hiç de olması gereken yada hayal ettiğin gibi bir şey olmadığını görmen seni derbeder etti...hayatını paylaşmayı ve devamını zul saydığın Charles, aslında senin yönlendirmenle nasıl da farklılaşabilir ve etrafta özendiğin ve kendinin olmasını istediğin -diğerlerine- nasıl benzeyebilir; sen bile inanamazsın...neden ona, diğerlerine verdiğin kadar şans vermiyorsun....aslında hepimizin içinde, elimizde ve kendimizde olmayana karşı daha bir tolerans daha bir iyimser bakış açısı ve hatta kayırma vardır...hatırlarsın sana genç kızlık dönemimde kıvırcık saçlarımla ilgili nasıl bunalım yaşadığımı ve düz saçlılara nasıl özendiğimi ve hatta kafa derimi yakmak pahasına kömürlü ütü ile düzleştimeye çalışıp, kafa derimi yaktığımı anlatmıştım. Saçlarım düzken daha güzel, daha asil, daha bakımlı olduğumu sanırken aslında tamamıyla uyduruk, üstüme yakışmayan üstelik acaip komik görüntü yaratmasına rağmen bunu anlamam uzun zaman almıştı, kafa derimi yakmam da cabası tabii ...

Leon, Rodolphe yada diğer daha ince, daha şehirli, daha görgülü gibi görünen ama özlerinde sığ adamlar...hepsi , bence senin elinde olmayan yada elindekinden farklı ve daha iyi olduğunu düşündüğün adam formatlarıdır. Bu adamları zamanla içinde sönen kıvılcımı tekrar tekrar yakabileceğini düşündüğün düz saçlar olarak görmeye çalışsan....inan bana belirli zaman sürecinde o özendiğin düz saçların; içinde uyandırdığını ve yaktığını sandığın kıvılcımların çırası bile olamayacak kadar cılız olduğunu göreceksin. Bu uğurda vazgeçmeyi düşündüklerin yada yolda bırakabileceğini benimle paylaştığın olgular inan bana tüyler ürpertici.....hem kendine hem de seni sevenlere zarar verebileceğini göremeyecek kadar heyecanlı olduğunu anlıyorum ama benimle paylaştığın küçük mutlulukların sana fazla uzun süremeden mutsuzluk olarak döneceğini öngörmek seni çok sevdiğim için beni üzüyor....biliyorum, sen farklısın ve farklı hissediyorsun; ama inan bana dostum açıkca söylemem gerekirse o kadar da "farklı" değilsin...bu yaşa gelip de kasabaların değimiyle halen evlenememiş kız kurusu olsam da, ilişkinin boyutu değiştiğinde kişilerin tavırları, beklentileri ve söylemlerinin de değişebileceğini bilecek kadar tecrübe sahibiyim; kendini ve seni gerçekten katıksız ve karşılıksız olarak sevenleri hiçbirşey için ateşe atmaya değmeyeceğini anlamanı umuyorum ve tüm kalbimle diliyorum....bu tiplerin hepsi bir....paris'lisi de aynı, londra'lısı da...
en kısa zamanda görüşebilemek ve karşılıklı olarak paylaşabilmek umuduyla

her zaman arkadaşın olacak,
Laura Ashley

20 Mayıs 2010 Perşembe

Aycan'dan Emma'ya Mektup




Yonville-L'Abbeye

Sevgili Emma,

Etrafta söylenenler öyle kötü ki... Sen bunları ya duyuyorsun ya da duymamazlıktan geliyorsun ama ben senin adına bunu yapamıyorum o yüzden bölük pörçük anlattıklarından, ahaliden duyduklarımdan ve seni önce Mösyö Leon sonra Mösyö Rudolphe ile gördüğümden sana yazmaya karar verdim.

Görüyorum ve anlıyorum ki kalbin Mösyö Bovary'e ait değil, hatta belki hiç olmadı. Halbuki o kötü bir adam değil ama istediğin, romanlarda duyduğun o yakışıklı, güçlü, aşk adamı değil. Oysa sen iflah olmaz bir romantik (!) aşk kadınısın! Ama benim sorum şu: Aşk uğruna nelerden vazgeçmeli, neleri feda etmeli, neleri yıkıp geçmeli insan? Aşk bencilliğinin bir sınırı yok mu? Olmamalı mı? İyi kalpli bir eşe ve güzel bir çocuğa rağmen... Cesur olabilmek için yalnız kalmak, dürüst olabilmek için bencil olmak şart mı? Bazen böyle düşünüp senin için üzülüyorum, "belki çok farklı bir zamanda yaşasaydı cesur ve dürüst olmayı layıkıyla becerebilir miydi güzel Emma" diye soruyorum kendime ama evet diyemiyorum çünkü sen aşık olduğunda bile mutsuz, tatminsiz ve melankoliksin.

Hayallerinden uyan artık Emma'cığım yoksa asla mutlu olamayacaksın çünkü Charles olmazsa bir başka aşk, o olmazsa bir başka aşk böyle savrulup gideceksin, dur durak bilmeden aşkı arayacaksın. Tamam ben de aşkı bekliyorum, aşkı arıyorum ama aşk uğruna neleri yıkıp neleri feda edeceğimiz konusunda seninle buluşamıyoruz. Bak ben gözümün önünde yaşlılığa doğru hızla ilerleyen anne ve babamla birlikte yaşayan kendi halinde biriyim. Senin gibi hayalerim, isteklerim yok mu... hangimizin yok ki...! Ama bencilliğin bile bir sınırı olmalı, değerleri olmalı insanın, değer verme biçimi olmalı. Sadece kendini seven ve düşünen insan daima yalnız ve mutsuz insandır bana göre.

Hatırlıyor musun bana bazen neden surat astığımı soruyordun ki çok umrunda olduğundan değil can sıkıntısından havadan sudan konuşma gereğinden soruyordun yoksa gerçekten umursadığından asla değil. İşte cevabı: O masum çocuk Berthe'ye yaptıklarından, ona karşı sorumsuzluğun, ilgisizliğin beni çileden çıkarıyor, hayatın hıncını ondan çıkardığın ve sonra da Mösyö Bovary'e yalan söylediğine şahit olduğum günden beri aklımdan çıkmıyor zavallı Berthe... Halbuki ben bu kadar anne olmayı isterken, dilerken ona sahip olman beni çileden çıkarıyor.

Ve sana son sözüm Madame Emma Bovary;

Dünya nüfusuna göre her kadına 2 erkek düşüyormuş.


BENİM HAKKIMI YİYORSAN HARAM ZIKKIM OLSUN.
ARSENİKLE BOĞULASIN!...




Matmazel Aycan de Karlıbelle

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Ayşe'den Emma'ya Mektup






05/11/1856




My Dearest Emma,

You have opened up to me many times in vague sings and gestures, but last night at supper you made me your confidant about your unfortunate situation. I am honored…. yet I am more so troubled by this, because I bear the weight of the truth on my shoulders knowing what some in the village is assuming.

In short, I’ve eyes and I’ve seen you , I’ve ears and I’ve listened to you, but my heart and soul can not make the best judgment for you. Because my best judgment would be your agony…You see, I am as fool as you!.. and for that I am not the best choice.

Remember yesterday I saw you sitting under a rosemary tree with your book on your hand all dazed and lost in it. I came to greet you but you just read to me....

Though still in bed, my thoughts go out to you, my Immortal Beloved, now and then joyfully, then sadly, waiting to learn whether or not fate will hear us - I can live only wholly with you or not at all - Yes, I am resolved to wander so long away from you until I can fly to your arms and say that I am really at home with you, and can send my soul enwrapped in you into the land of spirits - ..... Be calm - love me - today - yesterday - what tearful longings for you - you - you - my life - my all - farewell. Oh continue to love me - never misjudge the most faithful heart of your beloved.

ever thine
ever mine
ever ours
________________________________________
This letter was found in Beethoven's desk after he died. This was not addressed to anybody, so it is impossible to know who he was writing to. Historians feel this was written to a married woman who he loved dearly, and who was leaving the city at the time of this letter.


05/11/2010




Like you I believe!.. but give thy thoughts no tongue….. Yes I am a fool like you but open your heart and eyes before all else is ruined and always remember this…. My words fly up , my thoughts remain below, words without thoughts never to heaven go.

A glooming peace this morning with it brings,
The sun for sorrow will not show his read.
Go hence to have more talk of these sad things,
Some shall be pardoned, and some punished.
For never was the story of more woe
Than this of Juliet and her Romeo.

May your ending be never like this......
But Mark ME!.....
To thine own self be true!....

Your Friend Ayşe


P.S: Just to give you an idea of what my century is all about!...



16 Mayıs 2010 Pazar

Ayşen'den Emma'ya Mektup



Sevgili Emma,

Yazdıklarını, yaşadıklarını tedirginlikle okudum ve senin adına kaygılandım. Görünen o ki, Rodolphe’e duyduğun aşk, kısa vadede seni havalara uçuracak gibi gözükse de sonrasında daha büyük mutsuzluklara sebep olacaktır. Çapkınlıklarıyla nam yapmış Rodolphe’un vaatlerine inanarak onunla uzun vadeli planlar yapman bana pek sağlıklı gelmemektedir.

Amaaaaaa…… Eğer bünyen bu ilişkinin sonunda yaşanabilecek hayal kırıklığının tarif edilemez ağırlığını kaldırabilecek kuvvetteyse; sayılı günler, sayılı haftalarla da olsa yaşanacak bu mutluluğun keyfini çıkar derim. Zaten bir kez yola çıkıldı mı geri dönüş hemen hemen imkânsızdır. Çok sevgili ablamın bu duruma pek bir güzel uyan lafını hatırlatmak isterim; “…. giren şemsiye açılmazmış.”

Bu arada yaşadığın bu ilişkinin Charles’la olan evliliğinize olumlu katkı yapabilecek olması en büyük tesellimdir. Belki Rodolphe gibi bir karakterden sonra eşin Charles’ın iyiliğini, sevgisini, ilgisini daha çok takdir eder, sürekli sahip olmadıkların için üzülmek yerine, sahip oldukların için biraz olsun mutlu olmayı deneyebilirsin.

Adrenalin hepimize iyi gelir muhakkak ki ama insanın kendini iyi tanıyıp dozunu ayarlaması gerekir. Özellikle de karakterinde “bağımlılık” potansiyeli taşıyorsan dengeyi tutturmak hakikaten zordur.

Selamlar,

Ayşen

Not: Deniz Baykal’ı duydun muhakkak, AKLINI BAŞINA TOPLA EMMA




Müzik:

Passion

Somebody somewhere
In the heat of the night
Looking pretty dangerous
Running out of patience

Tonight in the city
You won’t find any pity
Hearts are being twisted
Another lover cheated, cheated

In the bars and the cafes, passion
In the streets and the alleys, passion
A lot of pretending, passion
Everybody searching, passion

Once in love you’re never out of danger
One hot night spent with a stranger
All you wanted was somebody to hold on to yeah
Passion, passion
Passion, passion

New York, Moscow, passion
Hong Kong, Tokyo, passion
Paris and Bangkok, passion
A lotta people ain’t got, passion

Hear it in the radio, passion
Read it in the papers, passion
Hear it in the churches, passion
See it in the school yards, passion

Once in love you’re never out of danger
One hot night spent with a stranger
All you wanted was somebody to hold on to yeah
Once in love you’re never out of danger
One hot night spent with a stranger
All you wanted was somebody to hold on to yeah

Alone in your bed at night, passion
It’s half past midnight, passion
As you turn out your sidelight, passion
Something ain’t right, passion

There’s no passion, there’s no passion
There’s no passion, I need passion
You need passion, we need passion
Can’t live without passion
Won’t live without passion

Even the president needs passion
Everybody I know needs some passion
Some people die and kill for passion
Nobody admits they need passion
Some people are scared of passion
Yeah passion

ŞEYTANİ KOMEDYA

Ben Ne Zaman John Malkovich’e Gönlümü Kaptırmıştım?

Cevap veriyorum; Tehlikeli İlişkiler (Dangerous Liasions) adlı filmde Vicomte Sébastien de Valmont rolünde izlediğimde…



Bu filmle başlayan hayranlığım hiç azalmadı. Oynadığı rol ne olursa olsun, ben Jonh Malkovich’i hep biraz tedirgin edici, mesafeli kişilikleri oynadığı rollere yakıştırmışımdır.



Özellikle In the Line of Fire filmindeki performansı benim naçizane fikrime göre çok iyidir. Ayrıca kendisini şehla bakan gözleri ile de yakışıklı bulduğumu itiraf ediyorum.

Bu seneki 17. İstanbul Tiyatro Festivali’ne geleceğini ve hele hele benim özel ilgi alanım olan seri katillerden birinin hayat hikâyesini konu edinen bir oyunla yer alacağını öğrendiğimde Tiyatro Festivali’ne yıllar önce küsmüş olan Gülda ile kısa bir an bakışmış veya telefonda idiysek susmuş olmalıyız. Bu bakışma ve sessizliğin sesinin ardından Gülda Tiyatro Festivali’ne “Boz” dedi ve biletleri aldı. O günden beri de benim için hayat oyunun oynanacağı günde takılı kaldı.

Cuma akşamı bir yerlerde lavlar kül bulutuna dönüşüp üstüme yağmadı, buzullar çağlayana dönüşüp beni başka diyarlara götürmedi ve ben Jonh Malkovich’e elimi uzattığımda dokunacak kadar yakın bir şekilde saat 20.30’da Lütfi Kırdar’da yerimi aldım.

Şeytani Komedya Neyi Anlatıyor?(Infernal Comedia)

Şeytani Komedya Avusturyalı bir seri katil olan Jack Unterweger’in hayat hikâyesini anlatan bir oyun.Prömiyeri 2008 yılında Los Angeles’ta yapılmış ve Viyana’da da geçen yıl sahnelenmiş.

Michael Sturminger tarafından yazılan ve Michael Sturminger ve John Malkovich tarafından yönetilen olan oyunda John Malkovich’e Viyana Akademi Orkestrası'nın yorumladığı Vivaldi, Handel, Gluck, Haydn ve Mozart besteleri ve Viyana Operası'ndan iki ünlü soprano eşlik etmesi üzerine kurulmuş.Ama maalesef ki sadece kurulmuş ve bırakılmış...

Oyun bittiğinde Gülda kulağıma eğilip John Malkovich’i Talented Mr Ripley için alkışlıyorum dedi. Ender “ Eh oyun 15 dakikada bitebilirmiş. “dedi. Çıkışta bir hanım “ Kendimi aldatılmış hissediyorum” diye söyleniyordu. Bir başka hanım –eminim ki sadece oyunun beklediği gibi çıkmamasından olacak- elinde telefon arkadaşına Hanım’ın Çiftliği’nde katilin kim olduğunu soruyordu.



Ben de epey hüsrana uğradığımı itiraf ediyorum. Fikir ve kavram çok hoş, yaratıcı ve heyecan verici olsa da bu yaratıcılığın sahneye konuluşunda -bana göre Malkovich’in monologlarının gereğinden fazla ve uzun bir şekilde sopranoların solo şarkıları ile kesilmesinden ve reji eksikliğinden kaynaklanan- bir tavsama olmuş.



John Malkovich'in beyaz takım elbise içine giydiği siyah gömlek ve güneş gözlükleri ile sahneye geldiği, iki soprano'nun bulunuş amacını anlatırken sinirli ve alaycı hareketleri ve Avusturya aksanı ile İngilizce konuşması ilk anda benim kalbimin çarpmasına neden olduysa da Ben biraz daha hareket, biraz daha şiddeti hissemek ve gelgit görmek istiyordum ama olmadı.



Ancak Jack Unterweger’in annesi ile ilgili –her çocuğun hayatını etkileyen ilk kadın olması açısından- bağlantının anlatıldığı aryayı başarılı buldum ve bu noktada ilk başta hoşuma gitti.

Ama bir süre sonra oyuna olan ilgim azaldı ve seri katiller ile ilgili kendi hayal dünyama daldım gittim. Oyunda belirli bir kurgu da yoktu ve sanırım buna tiyatro oyunu demek de ne kadar doğru bilmiyorum.



Oyunun metninde Jack Unterweger’in kişiliği ekseninde aşağı yukarı her seri katilin ortak kişilik özelliklerinden bazı hususları yakalamak ve bunların ironik bir biçimde dile getirilmesi hoşuma gitmedi değil.



Örneğin kendisi ile ilgili soruşturmalara katılması ve polislerle fikir teatisinde bulunmasının ona nasıl bir üstünlük duygusu verdiği, rehabilitasyona cevap verdiği izlenimi doğurması ve bunu çabuklaştıracak doğru noktalara oynaması ve topluma sadece duymak istediklerini söylemekteki şeytani zekâsı üzerine çok hoş bir iki monolog vardı. Ama Ender’in dediği gibi bunları sohbet ederek 20-25 dakikada o hoş ses tonu ile anlatabilirdi Malkovich.



Ayrıca eğer benim kulaklarımda bir sorun yoksa ses düzeni çok kötüydü, havalandırma sisteminin gürültüsü (buna bir çare bulan mühendis/mimar yok mu acaba?) sürekli bir biçimde kulaklarımda uğulduyordu. Ayrıca salonun bir kısmına hiç etkisi olmayan bu havalandırma benim oturduğum kısımda zaman zaman hissedilen soğuk hava dalgası yaratıyordu.

Değişik Bir Seri Katil Hikâyesi

Ben seri katiller ile ilgili bir dönem çok okudum, belgesel seyrettim. Bilmiyorum neden özel bir ilgim var. Ender zaman zaman tedirgin olmuyor değil, geçenlerde Nehir kütüphanenin derinliklerinde seri katiller ile ilgili kitapları bulunca "Anne neden bizim evde korkunç kitaplar var?" dedi. Bazıları çok sıradan ama bazıları ise gerçekten ilginç olabiliyor. İşte bunlardan biri Jack Unterweger olduğu için oyun konusunda çok heyecanlanmıştım.

Jack Unterweger Viyanalı bir anneyle kim olduğunu bilmediği Amerikalı bir askerin çocuğu olarak dünyaya geliyor. İlk cinayetini 1974’te 18 yaşındaki Alman Margaret Schafer’i kendi sütyeniyle boğarak işler. Hapse girdiğinde ise vaktini kısa öyküler, şiirler, oyunlar ve bir de otobiyografi yazarak geçiriyor.

Jack Unterweger’in hayat hikâyesi bir seri katilde olan tipik özellikleri barındırsa da –anlatıldığı ve bilindiği kadarı ile-hayatının belirli bir dönemi biraz atipik bir seyirde devam etmiş bir seri katil. Alkolik bir dedeyle yoksulluk içinde bir çocukluk geçirdiğini anlatan Unterwegerin bu beyanları teysezi tarafından yalanlanır.



Oyunun bir kısmında da aslında hayat hikâyesi ile ilgili verileri kendisinin vermiş olduğunu ve ne yazmışsa da hiçbir zaman dürüstçe bir tek kelime bile kaleme almadığını dile getirerek internete bağlanıp kendi hayat hikâyesi için wikipedia’ya başvurması oyunun metni içinde en başarılı bulduğum ironik anlardan biri.

Jack Unterweger bana göre bir seri katilin rehabilite olamayacağının bir örneği. Nobel ödüllü Elfriede Jelinek’in de dahil olduğu bir grup Avusturyalı aydın Unterweger’in affı için dilekçe verir ve 1990 yılında Unterweger serbest bırakılır. Yargılanmasının ardından suçlu bulunarak mahkûm olmasından sonra ikinci mahkûmiyetine kadarki dönem boyunca kendini eğitime vermesi, kitaplar, şiirler yazmasını zekâsının bir sonucu olarak görüyorum. Yazdığı kitabın adı bile bence alaycılık ve bir itiraf içeriyor: Fegefeuer(Araf).



Unterweger ,tüm seri katillerde görülen özelliklere sahip; çift kişilik, anne tarafından terk edilme ve bu nedenle tüm kadınları fahişe gibi görüp annesini öldürdüğü zannı ile öldürme güdüsü. Aynı zamanda bir imzaya da sahip; kadınları sutyeni ile boğarak öldürüyor.

İkinci mahkumiyetini aldığı zaman kendini hücrede asarak intihar ediyor ki oyunda bu durumun Jack Unterweger’in zekasına işaret ettiği ifade ediliyor; o an yürürlükte olan Avusturya Yasaları’na göre Unterweger kararı temyize götür(e)mediği için suçluluğu kesinleşmiyor ve “masum” olarak ölüyor.

Avusturyalı bir yetkili Jack Unterweger ile ilgili olarak yaptığı bir açıklamada şöyle diyor: "biz bir psikopatı eğiterek topluma kazandırabileceğimizi sandık, halbuki bu eğitim onu öyle inanılır ve güvenilir biri yaptı ki 'entelektüel bir psikopat' olarak hepimizi kandırdı ve eskisinden daha da tehlikeli oldu."

Ah Ah sayfalarca yazarım ama yanlış tanınmaktan korkuyorum. Neyse ben bu seri katillerle ilgili yazımı bir kitapla bağlantılı hale getirerek yazayım… Ne dersiniz?

Sevgiler
Billur

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Gülda'dan Emma'ya Mektup

Sevgili Emma,

Son mektubunu aldığımdan beri düşünüyorum. Sana ne yazacağımı bilemez haldeyim. O yüzden de Harry Potter ve Felsefe Taşı’nda okuduğum, bilge kişi Dumbledore’un öğüdünü tutmaya karar verdim.

“Türlü türlü cesaret vardır. Düşmanlarımıza karşı koymak yürek ister, ama dostlarımıza karşı koymak da yürek ister.”

Dumbledoru’u dinleyip sana karşı koyuyorum. Sırf senin için değil, kızın Berthe için de. Seni rahibe okulundan beridir tanıyorum. Okulu sevmedin oradan ayrıldın. Çiftlik sana başta iyi gelmişti, bir süre sonra oradan da kurtulmak istedin. Kendini sırf doktor diye, seni büyük şehre götürebilir diye Charles’in kollarına attın. Charles’ı gördüğüm anda sana uygun olmadığını söylemeli idim. O kaba saba, budala doktor’un sana verebileceği ne vardı ki? Zavallı adamcağız… Tek kabahati seni sevmek oldu.

Balo’da gördüklerin seni mutlu etmek yerine büsbütün yaşamından kopardı. Hepimiz büyük şehirde, büyük partilerde; yakışıklı, genç, nazik erkeklerle olmak istiyoruz. Ama unutma ki; o genç nazik erkekler de Charles'dan çok farklı olmayabilirler. Yaşam oralarda da sadece baloda olduğu gibi geçmiyor. Balo’yu güzel bir hatıra olarak kabul etmek yerine, Charles’ı suçlayıp kendini hasta ettin. Bu bayılmalar, sürekli sinir krizleri, seni iyice yaşamdan kopardı.

Yeni taşındığınız yerde, çocuğunla ilgilenmek, kendine bir hobi bulmak, arkadaş edinmek yerine o sahtekâr Rodolphe’un peşine düştün. Aşkı aramak yerine, sadece Hâz’ın peşine düşsen bir diyeceğim yoktu. Güzel güzel vakit geçirdiniz ama sonrasında bu kadar acı çekmek yerine, bunu da güzel bir anı olarak göremedin. Ah Leon kendine bile faydası olmayan zavallı Leon. Seni nasıl kurtarabilir… Seni ancak kendin kurtarabilirsin.

Leon, o hediyeler, kıyafetler, borçlar… yaşadın, bitti. Yalvarırım artık kendine gel. Kendinle mutlu olabilmeyi öğren. (Sana bir çile yün ve Paris’de çok moda olmuş battaniye deseni yolluyorum. Umarım bununla kendini meşgul edebilirsin…)

Ahh Emma, lütfen bu sefer, dinle; “Her zaman istediğini alamazsın.” Senin yaşadığın zamandan 117 yıl sonra The Rolling Stones’un o muhteşem şarkısında da anlattığı gibi…

You Can't Always Get What You Want



Seni her zaman sevecek ve ve sana olan bağlılığı sonsuza kadar sürecek arkadaşın - bu yüzden mektuba eklediğim çiçek hanımeli-

Gülda,

You Can't Always Get What You Want

I saw her today at the reception
A glass of wine in her hand
I knew she would meet her connection
At her feet was a footloose man
No, you can’t always get what you want
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
But if you try sometime you find
You get what you need
I saw her today at the reception
A glass of wine in her hand
I knew she was gonna meet her connection
At her feet was a footloose man
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
But if you try sometimes well you might find
You get what you need
And I went down to the demonstration
To get my fair share of abuse
Singing, “We’re gonna vent our frustration
If we don’t we’re gonna blow a 50-amp fuse”
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
But if you try sometimes well you just might find
You get what you need
I went down to the Chelsea drugstore
To get your prescription filled
I was standing in line with Mr. Jimmy
And man, did he look pretty ill
We decided that we would have a soda
My favorite flavor, cherry red
I sung my song to Mr. Jimmy
Yeah, and he said one word to me, and that was “dead”
I said to him
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
But if you try sometimes you just might find
You get what you need
You get what you need–yeah, oh baby
I saw her today at the reception
In her glass was a bleeding man
She was practiced at the art of deception
Well I could tell by her blood-stained hands
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
But if you try sometimes you just might find
You just might find
You get what you need
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
You can’t always get what you want
But if you try sometimes you just might find
You just might find
You get what you need

Peyman'dan Emma'ya Mektup




10/05/2010

Saygıdeğer dostum Emma,

Çoktandır bu mektubu yazmak için fırsat kolluyordum.

Belki seninle karşılıklı konuşmamı beklerdin, ama duygularımı yazarak daha iyi ifade edebileceğimi düşündüm.

Son günlerde Rouen’de kulaktan kulağa dolaşanlar ne yazık ki beni derinden etkiledi.
Yaşadığın sıkıntıları biliyorum. M.Bovary’de aradığın büyük aşkı bulduğunu sandın. Ayaklarını yerden kesecek, sahip olduğu ünvan ile seni şaşalı bir hayatın kucağına taşıyacak diye düşünmüştün. Evliliğinin tam bir hüsran olduğunu biliyorum.

M.Bovary’nin aslında senin gözünde yarattığından daha farklı olduğunu, senin için doğru kişi olmadığını anladığını benimle paylaşmıştın.

Dostum, lütfen burasının küçük bir yer olduğunu, insanların sürekli konuştuğunu aklından çıkarma.

M.Bovary’yi davranışlarınla zor durumda bırakabileceğinin farkına varmanı istiyorum. İçinde bulunduğumuz şartlarda davranışların ne yazık ki toplumdan dışlanmana yol açacak kadar ayyuka çıkmış vaziyette.

Kendine saygın varsa lütfen hareketlerini kontrol altına al.

Evli bir kadın olduğunu aklından çıkarma.

Üstelik küçük kızınıza da iyi bir anne modeli olamadığını söylemek isterim.

Çok rica ediyorum, hemen bu duruma bir dur demelisin. Aksi taktirde seninle arkadaşlık ilişkilerimizi devam ettirmekte zorlanacağım.

İyiliğini düşünen dostun,
Peyman

Gülden'den Emma'ya Mektup




10/05/2010

Sevgili Emma,

İnsanın, en güzeli hayal etmesi ve buna kavuşmaya çalışması doğal. Fakat senin aradığın aşk ancak okuduğun romanlarda olur.

Kaç kadın aradığı aşkı, sevgiyi bulabilmiş? Bence aşk bir ütopya…Ya da kısa sürede sönen kor ateş. Kor söner, geriye külleri kalır. Külleri saklarsan aşk sevgiye, saygıya bırakır kendini.

İşte senin anlayamadığın bu. İnsan beyninin bir tarafında rasyonel akıl, diğer tarafında duygusal akıl vardır. Bu ikisi arasında da gizli bir kapı vardır. Eğer bu kapıyı açıp da ikisini birleştirirsen mutlu olursun. Yoksa yaşam boyu cam kırıkları ile mücadele edersin. Ya yenilirsin ya da mutlu olmanın yollarını ararsın.

Doğruyu bulmak için hidayete ermeye ne gerek var? Sen gizli kapıyı bulamamışsın, YAZIK!

Gülden Akın

Aysun'dan Emma'ya Mektup




Sevgili Emma ,

Köyde dedikodular ayyuka çıktığından beri benim adam seninle görüşmeme izin vermiyor. Yazışmayı akıl ettiğimiz iyi oldu. Ona da engel olamazlar ya. Nefret ediyorum bu dedikocu sığ düşünceli kasabadan. Senin gelmenle hayatıma bir parça da olsa renk geldi.

Bugünkü halin pek bir dokundu bana. Öyle dalgın dalgın geçtin kapının önünden. Bütün gece uygun vakit aradım. Adam uyumak bilmedi, oğlan da mızmız. Neyse ki horultuları gelmeye başladı. Hemen kandili kapıp ambara kaçtım.

Sen bakma millete, arkandan konuşmayı biliyorlar ama içten içe seni kıskanıyorlar. Güzel elbiselerin, hayallerin, aşkın peşinde kosman... Unutmuştuk biz bunları. Evlenme yaşımız gelince soran eden olmadı, verdiler adamın tekine, kaderimiz bu der yaşardık sorgulamazdık, kadın olduğumuzu bilmezdik.

Ama senin adama da acımıyor değilim bak açık söyleyeyim,istediğin gibi değil belki ama üzerine titriyor; kaç kere anasının ağzının payını verdi gönderdi. Baksana bizlerin haline, ağzımızı bile açtırmıyorlar. Köle gelmişiz sanki dünyaya. Sen isyan ettin,baş kaldırdın .

Aman gözünü seveyim dikkatli ol, şu tefeciye de hiç güven olmaz bu arada. Her gün eli kolu dolu sizin eve girip çıkarken görüyorum. Bak demedi deme elini verip kolunu kaptırmayasın.

Amaaan oğlan başladı mızmızlanmaya. Göresim yok da ,ama ne yapıcan , babasının kopyası mübarek. Evde bir davar azdı bir tane daha yetiştiriyorum. Artık bitiriyorum. Ben bitmişim zaten sen çık git kurtar kendini.

Ah ahhhhhh, Haberleşiriz,

Bahtsız arkadaşın Laura

12 Mayıs 2010 Çarşamba

MADAME BOVARY - GUSTAVE FLAUBERT 11.05.2010




Kitap : Madame Bovary
Yazar : Gustave Falubert
Sunucu : Billur
Mekan : Mest
Katılanlar: Ayşe, Aycan,Aysun, Ayşen, Bilgen, Belkıs, Gülden, ülda,Özlem,Peyman,Yonca



''... aşk birdenbire, büyük gürültülerle, ışıklarla, şimşeklerle gelirdi herhalde - yaşamın üstüne düşüp onu altüst eden, istemleri yapraklar gibi koparan, her yüreği uçuruma sürüklüyen bir gök kasırgasıydı. ''






I. MADAME BOVARY DOĞARKEN FRANSA'DA OLUP BİTENLER

A. SİYASİ OLAYLAR

Gustave Flaubert beş yıl boyunca sürecek yazın serüveni ile uğraşa dursun Fransa’da 1852-1870 yılları arasında yaşanacak İkinci İmparatorluk Dönemi başlamıştı. 1789 Fransız Devrimi gerçekleşmiş ve kralın yetkileri İnsan Hakları Bildirgesi yayımlanarak kısıtlanmış olsa da meşruti bir krallık ilk dönemde süregelmekteydi.

1792 yılında Almanya ve Prusya’nın saldırısına uğrayan Fransa, 16. Louis’in düşmanla işbirliği içinde olduğunu öğrenince Krallık lağvedilir ve 1792 yılında I. Cumhuriyet ilan edilir.

Bu Cumhuriyet devrimcilerin iç çatışmaları nedeniyle yürümez, iç savaş ve terör hâkimiyeti 1804 yılında Napolyon’un kendisini İmparator ilan etmesi ile son bulur.

I. İmparatorluk Dönemi olarak adlandırılan bu dönem Napolyon’un 1814 yılında yönetimden uzaklaştırılması ile son bulur.

Ardından gelen dönem yeni bir krallık dönemi olup iki evreden meydana gelen Restorasyon Dönemidir: Restorasyon kavramı Fransız tarihinde Birinci Fransız İmparatorluğu'nun yıkılışıyla Temmuz Devrimi arasındaki dönemde Bourbon monarşisinin yeniden kuruluşunu ifade etmektedir.

Bu dönem XVIII. Louis ve küçük kardeşi X. Charles dönemlerini kapsar. Her iki kral da ülke içindeki aşırı kralcı kesimle, liberal-burjuva güçleri dengelemeye çalışmıştır. Dış politikadaysa savaş borçlarının ödenmesi, buna bağlı olarak işgal güçlerinin çekilmesi ve Fransa'nın yeniden uluslararası ilişkilerde eşit statüye kavuşması bu dönemin temel sorunları olarak gündeme gelmiştir.



Napoleon'un saf dışı edilmesinden ve 1815 yazında ikinci restorasyon aşamasının başlamasından sonra XVIII. Louis eski rejimin kralcıları, aristokratik ve teokratik dünyası ile burjuva, aydınlanmış liberal devrim ve Napoleon dönemi Fransa'sı arasında denge politikasını sürdürdü.

Restorasyon dönemi yürütme yetkisinin kralın ellerinde bulunduğu bir anayasal monarşi dönemiydi. Yasama yetkisiyse soylulardan oluşan bir yüksek meclisle, eşitsiz oya dayalı bir temsilciler meclisinin elinde bulunuyordu.

Ekim 1815'te yapılan seçimlerde aşırı kralcılar öyle bir zafere ulaştılar ki, kral parlamentoyu Chambre introuvable (bulunmaz kabine) olarak adlandırdı. Ancak aşırıların aristokratik etkileri arttırmaya yönelik girişimleri XVIII. Louis'nin tepkisiyle karşılaştı. Kral temsilciler meclisini 1816 Eylül'ünde feshetti.



Yeniden yapılan seçimlerde ılımlı kralcıların çoğunluğa sahip oldukları meclis 1820'ye kadar iktidarda kalabildi. O zamanki meclisteki oturma düzeni sonucu bugün de politik tanımlamada kullanılan "sağ" ve "sol" kavramları ortaya çıktı.

Aşırıların 1820'de iktidarı geri almaları sonucu, devrimci dönemde
mülksüzleştirilmiş olan kilise eski imtiyazlarına kavuşmaya başladı.

1822'de Paris Üniversitesi'nin rektörlüğüne bir rahip getirildi. Voltaire ve Rousseau gibi devrimcilerin fikirleri tehlikeli sayıldı ve basına sansür,gösterilere yasaklar getirildi.

XVIII. Louis'nin 1824'te ölümü üzerine kardeşi X. Charles iktidara geçti.

Aşırılardan yana olan X. Charles devrim döneminde sürgüne giden soyluların kayıplarına karşı tazminat hakkı kazanmaları gibi bir dizi gerici karara imza attı. Bu liberal burjuvazinin muhalefetini arttırmasına yol açtı. Kral'ın meclisi dağıtması, oy hakkını kısıtlaması ve basın üzerindeki sansürü arttırması sonucu 27 Temmuz'da Temmuz Devrimi başladı.

Bu Fransa'da restorasyon döneminin sonu oldu.

Bu dönemin en güçlü kesimi olan aristokrasinin sahip olduğu topraklarda üretilen tarımsal malların yabancı rakiplerden korunması için yüksek gümrük vergileri getirildi.

Ayrıca Napolyon savaşları sırasında harap olan ulaştırma yolları da bu dönemde yeniden yapıldı.

X. Charles döneminde ilk demiryolları yapılmaya başlandı. İngiliz sermayesinin de ülkeye girişiyle bankacılıkta önemli gelişmeler oldu.

Rothschild ve Laffitte gibi büyük bankerler ortaya çıkmaya başladılar. İngiliz sermayesinin ülkeye girişi ayrıca küçük ve orta işletmelerin ürete geldiği kömür, demir ve dökme demir gibi sektörlerin büyük işletmelerin eline geçmesini sağladı.
Tekstilde gelişme yaşandı. Makineleşmenin yaygınlaşmasıyla işgücü ucuzladı, işsizlik arttı, çalışma süreleri uzadı ve özellikle küçük burjuvazi çözülmeye başladı.
Bütün bu sürecin sonunda dolaylı vergilerdeki artışla birlikte devlet bütçesi önemli bir büyüme yaşadı.


1830 Devrimi


Temmuz Devrimi Fransa'da 27 Temmuz 1830'da başlayan ve Bourbon hanedanının kesin olarak yıkılarak liberal bir monarşinin kurulmasına ve Restorasyon döneminin kapanmasına yol açan devrimdir.

X. Charles’ın aristokrasiyi ver kiliseyi egemen kılmaya yönelik yönetimi bu devrimi hazırladı. X. Charles’ın başbakanlığa aşırı kralcı Polignac’ı getirmesi v e Polignac’ın din adamlarının devlet işlerinde rol almasına yönelik programı tepki toplayınca Yürütme Konseyi X. Charles'ın tahttan indirildiğini ve Orléans hanedanından Louis-Philippe'in tahta geçtiğini açıkladı.

X. Charles İngiltere'ye kaçtı.

Şanlı Üç Gün olarak adlandırılan bu olaylar sonucu Bourbon hanedanı ve Restorasyon dönemi son bulmuş ve Temmuz Monarşisi başlamış oldu.

Devrimin Sonuçları

Restorasyon döneminin bitip Bourbonların tahttan inmesinden sonra bütün Avrupa'da liberaller güç kazandı.

Bunun sonunda İspanya'da ve Portekiz'de liberal anayasal yürürlüğe kondu, Belçika Hollanda'dan bağımsızlığını kazandı,

Polonya'da Rusya ve Avusturya tarafından bastırılan milliyetçi ayaklanmalar patladı,

İtalya'da yine Avusturya'nın şiddetle bastırdığı liberal ayaklanmalar patladı,

Almanya'da liberal ve devrimci hareketler gelişti,

İngiltere'de de çartist hareket gelişti.

Temmuz Monarşisi ‘nin Yıkılması

Temmuz Monarşisi Fransa'da 1830 yılında meydana gelen Temmuz Devrimi sonucu X. Charles'in devrilerek Louis-Philippe'in tahta çıkmasıyla başlayan döneme verilen isimdir.

Burbonların bir kolu olan Orléans ailesinden gelen Louis-Philippe liberal tutumu nedeniyle burjuva kral olarak adlandırılıyordu. İktidarı mali sermaye ve büyük burjuvazi tarafından destekleniyordu.

Bir çok cumhuriyetçi ayaklanma ve işçi ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalan Temmuz Monarşisi İkinci Fransız Cumhuriyeti'nin kurulduğu 1848 Devrimleri ile sona erdi.



1848 Devrimleri ve İkinci Cumhuriyet Dönemi

1848 Devrimleri 1848 yılında Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan ayaklanma, devrim ve özgürlük hareketleridir.İkinci Cumhuriyet Fransa'da 1848-1852 yılları arasında uygulanan cumhuriyet yönetimidir.

Özellikle İtalya, Almanya, Fransa, Avusturya, Polonya, Romanya ve Macaristan bu dönemde büyük sarsıntılar geçirmiş; dönemin diğer büyük güçleri olan Rusya, Osmanlı Devleti, Birleşik Krallık ve Hollanda ise bu olaylardan nispeten etkilenmemişlerdir.

Devrimin Nedenleri:

• 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Avrupa'da Sanayi Devrimi büyük ölçüde tamamlanmış, sanayicilerin ve şirketlerin gelirlerinde büyük bir artış görülmesine karşılık köylerde ve kentlerde yaşayan fakir halk bu zenginlikten nasibini almamıştı.

• İşçiler günde 13-15 saat çalışıyorlar, sağlıksız ve kirli konutlarda zor koşullarda yaşamaya devam ediyorlardı.

• Köylerde artan nüfus işsizliğe ve toprak yetersizliğine yol açmış, alt yapının yetersiz kalmasına neden olmuştu.

• 1845 ve 1846 hasat mevsimlerinde Belçika'da ortaya çıkarak diğer Avrupa ülkelerine yayılan Patates Hastalığı Avrupa'da büyük bir açlık salgınına yol açmış toplumun yoksul kesimlerinde büyük bir tatminsizlik duygusuna neden olmuştu.

1814'te Napolyon Bonapart'ın yönetimden uzaklaştırılışından sonra oluşturulan yeni krallık dönemi, 1848'e değin sürdü. Paris'in sokaklarına barikatlar kurarak, yeniden cumhuriyet isteyen devrimcilerin başlattığı 1848 Devrimleri sonucu İkinci Cumhuriyet ilan edildi. Yasama Meclisi'nin ve cumhurbaşkanının, erkek nüfusun katılacağı genel seçimlerle seçilmesi kabul edildi.

Cumhurbaşkanlığına Louis Napolyon Bonapart seçildi, ama 1852'de imparatorluğunu ilan etti. Zaten tüm hükümleriyle yürürlüğe girememiş olan İkinci Cumhuriyet Anayasası, böylelikle geçerliliğini yitirdi.

Fransa'da İkinci Cumhuriyet (Fransa) (1848-1852) ile Üçüncü Cumhuriyet (Fransa) (1870-1940) yılları arasında III. Napoleon'un hüküm sürdüğü döneme İkinci İmparatorluk adı verilir. 4 Eylül 1870 tarihinde Üçüncü Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle son bulmuştur. III. Napolyon Fransa tarihinin son kralı olmuştur.


B. SANAT VE DÜŞÜNCE ALANINDAKİ GELİŞMELER/AKIMLAR

i. Aydınlanma Felsefesi

Fransa’da 18.yüzyıl Aydınlanma Çağı olarak adlandırıldı.Aydınlanma Çağı, aklı kurucu ilke olarak benimseyerek, tüm toplumsal yaşamın ve düşünüşün buna göre şekillendirilmesine, doğruyu keşfetmenin nedensellik ile olacağına, düzen içindeki doğanın insan toplumları için bir model olarak kullanılabileceğinin ileri sürüldüğü dönemdir.

Bu dönemde edebiyat felsefi temellere dayanıyordu ve Voltaire, Diderot ve Jean-Jacques Rousseau edebiyatı ve temel düşünce yapısını oluşturuyorlardı.

Voltaire bu döneme damgasını vuran bir kişilikti. En önemli eseri Candide’dir.



Din ve ifade özgürlüklerinin yanı sıra, insan hakları konusundaki düşünceleri ve felsefi yazınları ile ünlenmiştir. Eserlerinde Kilise dogmaları ve döneminin Fransız müesseselerini yoğun olarak hicvetmiştir.



Şaşırtıcı bir biçinde vatandaşlık haklarının ve din özgürlüğünün savunucusu olsa ve rejimi eleştirse de demokrasiden yana bir görüş savunmamıştır. En iyi yönetim olarak aydın monarşiyi savundu. Ayrıca ateizmi ve ateistleri eleştirdi. Din görüşü daha çok deisttir; evreni bir Tanrı’nın yarattığına inanır ancak müdahale ettiği hususunu reddeder.

Jean Jacques Rousseau; milli egemenlik düşüncesi ilk defa 18. yüzyılda onun tarafından ortaya atılmış ve bu yüzyılda despot hükümdarlara karşı fertlerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirip, teminat altına almak için girişilmiş olan mücadele ile başlamıştır.

Denise Diderot; romantizmin öncülerinden sayılmakta, din ve kiliseyi reddetmiştir. Tek inandığı maddedir.



ii. Romantizm

Döneme damgasını vuran Romantizm akımı 1700’lerin sonunda ortaya çıkmış ancak yayılması 1800’lerin ortasını bulmuştur.Klasisizm’e tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Romantizm, insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı durur. "En iyi kural, kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü hayata geçirmesini ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini savunurlar.

• Romantik Dönem Yazarları

Alexandre Dumas –Üç Silahşörler (1844)



Victor Hugo-Notre Dame’ın Kamburu (1831)



Honore de Balzac –1829’dan itibaren İnsan Komedisi adını verdiği 100 roman yazarak Fransız toplumunu resmetmeye çalıştı.



Balzac toplumsal katmanlarda yer alan kişilerin güdülerini ve etkileşimlerini ele aldı. İnsanların değerler karşısındaki tutumunu ve özellikle para ile ilişkilerini inceledi.



George Sand-Aşk ve tutku üzerine yazılar yazdı. Kimilerince feminist olarak nitelendirildi. Sonradan kırsal konulara yöneldi. Indiana (1832) ve Lelia (1833) eserleri arasındadır.



Stendahl-Tutkulu ve güçlü karakterlerle melodramatik durumları anlatan eserler verdi. Tutku ve çıkar çatışmasını betimleyen ve ironi içeren bir tarz kullandı. Kırmızı ve Siyah (1830) ve Parma Manastırı (1839) eserleri arasındadır.



iii. Romantizme Karşı Bir Tepkime REALİZM:

• Oluşumu

19. yüzyılda deneysel bilimler son derece gelişmişti. İnsanın hayatını değiştiren birçok teknolojik yenilik ortaya çıkmış bilim kendini ispatlamıştı.

Auguste Comte'un ortaya attığı Pozitivizm felsefesi de bu dönemde insanın sadece gördüğüne inanması şeklinde özetlenebilecek bir görüşü ortaya atmıştır.Bunun bilim sahasında geçerliliği ispatlanmış ve sosyal bilimlerde de geçerli olacağı savunulmuştur.



İşte Pozitivizm'in edebiyata uygulanması Realizmi doğurmuştur.

• Felsefesi

Realizm Pozitivizmin bir koşulu olarak gözleme büyük değer vermiştir.İnsanın duygularının onu aldatacağı savunulmuş görülenin olduğu gibi verilmesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur.

"Roman dediğin bir uzun yol üzerinde gezdirilen aynadır." görüşüyle gerçeğe verilen değer anlatılır. Tarih, yazılı belgelerle meydana getirildiği gibi bugünkü roman da romancının kendisinin dinlediği ya da doğrudan derlediği belgelerle meydana getirilir tarihçiler geçmiş zamanın romancılar ise şimdiki zamanın hikâyecisidir.” Diyerek görüşlerini ifade etmektedirler.

Realistler sanatın yaşamı doğrudan, dürüstçe ve nesnel olarak yeniden üretmesi gerektiğine inandılar.

• Dili ve Üslubu

-Realizm'de konu gerçek hayattır. Olağanüstü görülen istisnai olaylara yer verilmez. Okura yaşanmış bir olay ya da yaşanabileceğinden şüphe edilmeyecek bir olay sunulur.

-Realizm'de anlatılan kişi tam anlamıyla insandır. Eserde Çevresiyle davranışlarıyla tutkularıyla en ince ayrıntısına kadar tanıtılan bir insan görülür. Elbette bu insan çevresinin bir ürünü olan çevresindeki şartlara göre karakter kazanmış biridir.
-Realizm'de sanatçı eserle okuru başbaşa bırakmak için kendini gizler. Bu yönüyle Klasisizm'e benzer. Olayları yan tutmayan nesnel bir bakışla inceler sanatçı.

-Eserde biçim kusursuzluğu çok önemlidir. Kılı kırk yaramasına yapılan gözlemin aynı titizlikle anlatılmasına üslubun açık sağlam yapmacıksız söz oyunlarından uzak olmasına önem verilir.

-"Söylenmek istenen şey ne olursa olsun elbette onu anlatacak tek bir sözcük canlandıracak tek bir fiil nitelendirecek tek bir sıfat vardır. İşte yazar bunu buluncaya kadar uğraşacak yaklaşık olanla yetinmeyecektir." sözleri realistlerin anlayışını ortaya koyar.

- Gerçekler anlatılırken kişilerin psikolojileri, onların kişiliklerini etkileyen çevrelerinin tanıtımı, içinde bulundukları ortam ayrıntılarıyla verilir. Onun için de betimleme, realist yazarlarda en önemli anlatım biçimi olarak dikkat çeker.

- Realist yazarların okuyucuyu eğitme gibi bir amaçları yoktur; onlar gözlem, araştırma ve belgelere dayanarak, yaşananı nesnel bir şekilde aktarmayı amaçlarlar.

- Realizmde biçim güzelliğine önem verilir, dilde ve anlatımda süsten, özentiden kaçınılır. Çünkü sanatı, klasik ve romantik akımların yapaylığından kurtarmak amaçlanır.

Realizmin Önemli Yazarları

Gustave Flaubert’in yanı sıra;

Guy de Maupassant (1850-1893): Adı natüralistler içinde de zikredilen Fransız hikâye ve romancısı. Üç yüzün üzerinde hikaye (Tombalak, Ayışığı, Küçük Roque) ve Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Kadar Acı isimli üç roman kaleme almıştır.

Alphonse Daudet (1840-1897): Fransız realist ve natüralist yazarı. Eserleri: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikâyeleri (hikâye), Taraskonlu Tartaren, Jack, Sapho (roman).



Goncourt Kardeşler: Edmond de Goncourt (1822-1896) / Jules de Goncourt (1830-870) isimli kardeş Fransız yazarları. Ortak eserleri: Manette Salomon, Journal, Renee Mauperin, Germinie Lacerteux, Madame Gervaisais.

• Realizmin Dramadaki Görünümü

Dramanın iki çeşidi vardı. Birincisi iyi planlanmış oyundur. Eugene Scribe’ın komedileri örnek olarak gösterilebilir.

İkincisi sorun veya tez oyunudur. Çoğu boşanma ve yasal adaletsizlik gibi toplumsal sorunlarla ilgilenir. Bu tarzın önce gelen yazarları Eugene Brieux ve Alexandre Dumas’dır.

iv. 19 Yüzyılın Sonlarında İki Yeni Akım: Natüralizm ve Sembolizm

1800’lerin sonuna doğru Realizmin aşırı bir biçimi olarak Natüralizm ortaya çıkmıştır. Natüralizme göre doğanın, nesnel yasalar uyarınca işleyen bir düzeni vardır.

Gözlem ve deneye dayalı bilimler, işte bu yasalar sayesinde doğa ile ilgili her alanda sağlam, kesin bilgilere ulaşabilir.

Gerçek olduğu gibi yansıtılmalıdır, yaşamın kaba ve bayağı sayılarak ele alınmayan konuları da işlenmelidir.

Natüralist anlayışa göre birey, içinde yetiştiği toplumsal ve doğal çevrede biçimlenir.

Ekonomik ve toplumsal baskılar altında ezilen bireyler, içlerinden gelen dürtülerle hareket ederler. Tipik bir natüralist eser karamsardır.



Edebiyat alanındaki en önemli temsilcisi Emile Zola’dır.



Bireyin duygusal yaşantısını dolaysız bir anlatım yerine simgelerle yüklü ve örtük bir dille anlatmayı amaçlayan Sembolizm, geleneksel Fransız şiirini hem teknik hem de tema açısından belirleyen katı kurallara tepki olarak doğmuştur.

Bu akımın en önemli isimleri Charles Baudelaire, Stephane Mallerma ve Arthur Rimbaud’dır.




v. Resim ve Heykel Sanatı

1789 Devrimi’nin ardından gelen çalkantılı dönemde Jacques Louis David’in öncülük ettiği Neo Klasisizim akımı doğmuştur. Bir diğer öncü de Dominique İngres’tir.



Bu akımın hemen ardından ortaya çıkan ve duyguya seslenen Romantizm akımı kendini ortaya koydu. Romantik resmin öncüleri olarak Gericault ve Delacroix gösterilebilir.



19.yüzyılda Realizm akımının etkisi resimde şu şekilde görülür:

• Resimde soylu sınıf dışındaki toplumsal sınıflara da yer verdi.

• Gerçekler olduğu gibi, tüm çıplaklığıyla yansıtıldı. Sıradan insanların günlük yaşamından kesitler ayrıntılarıyla resmedildi.

• Doğayı gerçekliğiyle betimlemek amaçlandı.

Realistler, toplumsal değişim için resmin, “devrimci bir uyaran” olabileceğine inanıyorlardı. Jean François Millet’in, toprak işçilerini yücelterek resmettiği tabloları bu inancı çok açık bir şekilde yansıtıyordu.



19 yüzyıl ortalarında ise Fransa’da önemli bir sanat değişimi meydana gelir. Bu dönemde Paris Güzel Sanatlar Akademisi yeniden kurulmuş olan krallık yönetiminin etkisi ile sanat yozlaşmıştır.Bazı sanatçılar öğrenimi bırakarak kırlara açılırlar ve doğadan manzara resimleri yaparlar.

Buna Barbizon üslubu denilir. Öncüleri Theodore Rousseau ve Corot’tur.



En çok tepki uyandıran ise Manet’in Kırda Öğle Yemeği adlı eseri olur. Yadırganan konunun ele alınış biçimi olmuştur.



Bu olaylar yenilikçi gençleri birleştirir, gün ışığı ile parlayan renkli tablolar yapıp sergileyen bu sanatçılardan olan Monet’nin bir gün resmine isim vermemesi sorulunca da empresyon olsun demesi ile de İzlenimcilik akımı doğuşunu müjdeler.



18. ve 19. Yüzyıllarda heykel sanatında hiçbir gelişme olmamış, 19.yüzyılın son çeyreğinde bu durağanlık Rodin ile kırılmıştır.

vi. Felsefe ve Düşünce Dünyası

19. yüzyılda Fransız felsefe ve düşünce dünyasında Charles Fourrier, Pierre-Joseph Proudhon, Claude Henri de Saint-Simon gibi reformcu düşünürler; öte yanda da August Comte ile pozitivizmin belirginleştiği görülür.

Tarihçi Tocqueville ile sosyolog ve düşünür olan Emile Durkheim'ı da buraya eklemek gerekir.

Fransa'da sosyalist düşünce, Felsefede romantik düşünce, idealizm, materyalizm, realizm, rasyonalizm, tarihselcilik, pozitivizm bu yüzyılda kendini gösterir.
19. yüzyıl tarihsel bakımdan siyasal ideolojilerin öne çıktığı bir dönem olarak ortaya çıkmıştır. Sosyalist düşünce ve onun felsefi kökleri bu dönemde belirginlik kazanmış, öte yandan Liberalizm ve onun felsefi kökleri belirginleşmiştir.

18. yüzyıl aydınlanmacılığının felsefi konumlanışı devam ettirilmekle birlikte, aydınlanmacı felsefi kavramlara belirli bir ölçüde kuşkuyla bakan bir yönelim olarak şekillendiği söylenebilir. Fransız Devrimi'nin sonrasında ortaya çıkan hayal kırıklıklarının etkisi 19. yüzyıl felsefelerinde görülür.

C. SOSYAL YAŞAM ve DİĞER ALANLARA DAİR KISA BİLGİLER

Ortaçağda feodal düzeni oluşturan sınıflar olarak soylular, din adamları, köylüler ve serflerden 1789 Devrimi ile birlikte ticaret ve zanaatın gelişmesi ve üretim araçlarını ele geçirmeye başlayan yeni bir sınıf doğmuştur: Burjuvalar.

Fransa’da 19.yüzyılda toplum çeşitli ekonomik ve kültürel yaşam tarzlarına ayrılmıştır. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçiler ve taşralılar sefil bir durumdadırlar. Paris’te pek çok sınıf vardır: Prensler ve büyük beyler, sonradan soylu olanlar, tüccarlar, sanatkarlar ve zanaatkarlar, aşağı tabaka hakli sonradan soylu olanlar (avukatlar, doktorlar ve kilise mensupları)

19 Yüzyılda kızlarında erkekler gibi orta öğrenim hakkı zorlukla tanındı. Boşanma kavramı bulunmuyordu. Boşanma hakkı ancak 19.yüzyılında son çeyreğinde tanındı. Aristokrat aileler arasında evlilik 19.yüzyılda da sözleşme ile yapılıyordu.

19.yüzyılın sonlarından başlayarak Fransa'da geniş ilgi gören KADRİL orta sınıfın gittiği bar, kabare, gazino gibi eğlence yerlerinin başlıca dansı haline gelen ve belli bir düzeni olmayan salon dansıydı. Ayrıca Araplardan alınmış olan ve ağır ritimli İspanyol dansı olan SARABANDE de çok tutulan bir danstır.

Paris’te 1848 yılında güçlenen monarşinin etkisi ile Avrupa’daki en görkemli şehre dönüştü.

Modernleşme çalışmalarının sorumluluğu Baron Hausmann’a verildi.



Dağınık ve kalabalık sokakları yıkıldı, kanalizasyon ve ızgara sistemi ile şehri inşa etti.

Hausmann’ın Büyük Bulvarlarına Bir Örnek : Opera Bulvarı



Paris’in sokalarının üstten ve alttan görünüşü



İkinci İmparatorluk Zamanında Sosyal Hayatı Simgeleyen Bulvar Kafelerinden Bir Örnek




19. Yüzyılda Fransız Kadın ve Erkeğin Kostümlerinden Örnekler





Erkeklerin Gündüz/Günlük Kıyafeti



Gelinlik 1805



Erkeklerin Akşam Kıyafeti





II. MADAME BOVARY’İ YARATAN BURJUVA DÜŞMANI BİR YAZAR:
GUSTAVE FLAUBERT


Gustave Flaubert 12 Aralık 1821’de Fransa’da Rouen’de doğdu. Babası Achille Flaubert Rouen'daki bir hastanenin baş cerrahı, annesi de bir hekim kızı idi, Achille adında bir ağabeyi, Caroline adında bir kızkardeşi vardı.



Rouen Koleji’nde okuduğu yıllarda ve Paris’te hukuk eğitimi için bulunduğu dönemde sürekli yazan Flaubert’in ortaya çıkardığı eserler : Bir Çılgının Hatıraları, Smarh ve Kasım’dır.

1836 yılında o dönem 26 yaşında olan Elisa Schlesinger ile tanıştı ve ona aşık oldu. Elisa Schlesinger daha sonra Duygusal Eğitim adı ile kaleme alacağı Marie Arnoux karakterinin de temel kaynağı olmuştur. 1844 yılında sara kaynaklı ilk krizini geçirince dinlenmesi gerektiğinden hukuk eğitimini yarıda bırakmıştır.



Hastalığından bir yıl sonra kızkardeşi Caroline evlendi. Flaubert için damat hem vasat hem de aptaldı. Aynı yıl babası ve kızkardeşi arka arkaya öldüler. Gustave Flaubert annesi, kızkardeşinin çocuğu ve kendisi aynı eve taşınarak hayatlarını sürdürdüler.

Ailesi ile birlikte çıktığı İtalya yolculuğunda Brueghel’in bir tablosundan etkilenerek Aziz Anthony’nin Baştan Çıkışı adlı bir eser kaleme alsa da bu eser Louis Bouilhet ve Maxime du Camp tarafından geniş bir konu yelpazesi barındırdığı için eleştirilir ve hayatın içinden bir konu hakkında yazmasını salık verirler.



Daha sonra Du Camp ile iki senelik bir Yakındoğu yolculuğuna çıktılar. Bu yolculuk esnasında Flaubert mal varlığının çoğunu harcadı ve frengiye yakalandı.

1851 yılında Flaubert Madame Bovary’i yazmaya başladı. Aynı dönemde uzatmalı sevgilisi şair Louise Colet ile sürekli mektuplaşmaları eserleri arasında sayılabilecek niteliktedir. Bu beraberlik 8 yıl sonunda sona ermiştir.

1856 yılında Baştan Çıkışı tekrar kaleme aldı.

1857 yılında Salambo’yu yazmaya başladı.



1874 yılında bitiremeyeceği bir proje olan Bouvard ve Pecuchet’yi yazmaya başladı.



Para sıkıntısı yüzünden iki sene ara verdi ve 1877 yılında yayımlanacak olan Üç Hikâye’yi (Saf Bir Kalp, Konukseveer Aziz Julien Efsanesi ve Herodias) yazdı.08. Mayıs.1880 günü ani bir felç ile öldü.

a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhLu1nY0Uyj1pKMFsiWvCaQ6YF4QdrWU0_5cro2jyLrVfRI-Ix4t8NY9WhEtCee-Ak7g89SsTL2t7blhFWnJL1aq3BsIMQCtjjTAbAoOa-ycem_PjbHMw03xkmih71X_wMfbAY9bIey5PLJ/s1600/177437_2.jpg">

Gustave Flaubert’in hayatı ile Madame Bovart romanı arasında bazı küçük benzerlikler mevcuttur. Örneğin;

Gustave Flaubert’in uzatmalı sevgilisi Louise Colet de evlidir.



Louise Colet’in kocasının adı “Hippolyte”dir.

Gustave Flaubert’in babası bacağı apse yaptığı ve kangren olduğu için ölmüştür.


III. YARGILANAN BİR ROMAN : MADAME BOVARY

A. GİRİŞ

Gustave Flaubert Madame Bovary’i tam 153 yıl önce 12 Nisan 1857 yılında kitap olarak yayımlanır.

Bu tarihten yaklaşık 1 yıl kadar önce Revue de Paris adlı bir dergide 1 Aralık 1856’da tefrika olarak iki hafta boyunca yayımlanır.

Onulmaz bir romantik bir kişiliğe sahip olan taşra hayatının kapanına sıkışmışlığından kurtulmak için çırpınan ve duygularına kapılmış bir şekilde, her türlü ahlak ve toplumsal kurallara aykırı yaşayan Emma Bovary’nin acı sonla noktalanan hikâyesi geniş yankı uyandırır.



Bu yankı hükümetin dikkatini çeker ve roman müstehcenlikle suçlanır. Gustave Flaubert ahlak ve dine aykırılık nedeni ile mahkeme önüne çıkarılır.



Savcı Ernest Pinard’a göre ;

Madame Bovary'nin temel yönelimi eş aldatmanın yüceltilmesi, cinsel duyuların abartılıp kışkırtılması olduğuna, bunlar da, üstüne üstlük, kuşkuculukla ele alındıkları gözden kaçmayan dinsel öğelerle karıştırıldığına göre, bu yapıtın yayımına izin vermek, 'zehrin herkesin ulaşabileceği bir yere koymak' olacaktır.
Flaubert'in vals betimlemesi karşısında bile küplere biner. 'Biliyorum, aşağı yukarı böyle yapılır vals, ama bu, ahlaka uygun olduğunu göstermez,' der.

Sonuçta Madame Bovary ve Gustave Flaubert, Rouen’li avukat Marie-Antoine-Jules Senard’ın başarı savunması sonucu beraat eder. Kararda bir yazarın aşmaması gereken sınırlar olmasından, bayağı ve çoğu kez sarsıcı bir gerçekliğe kapılmamasının ve özenle yazılmış olmasının bu sınırları aşma eylemini hafiflettiği ifade edilir. Flaubert kitabı daha sonra avukatına ithaf etmiştir.

Aslında beraat kararında görünmeyen nedenlerden biri Gustave Flaubert’in babasının saygın ve zengin kişiliğinin rol oynamasıdır.Ernest Pinard Gustave Flaubert’e istediği yaptırımı uygulayamayınca bu sefer Baudelaire’e yönelir ve onu yine aynı suçlamalarla mahkûm eder.

B.ROMANIN ÖZETİ

Olay 19 yüzyılın ikinci yarısında geçmektedir. Charles Bovary, eski bir alay cerrahı yardımcısı olan bir babaya sahiptir. Babası sonradan zengin bir kadın olan annesi ile evlenmiş ve tüm servetini tüketmiştir. Ancak Charles’ın annesi Charles’ı yönlendirir ve Rouen’de eğitimini sürdürmesi için Kolej’e verir. Charles Kolej’den daha sonr alınır ve doktor olması için tıp okuluna verilir. Charles burada zar zor okulu bitirir ve Tostes adlı küçük bir kasabada mesleğini sürdür¬meye başlar.

Charles, hırslı ve idealist bir insan değildir. Bu noktada annesi yeniden devreye girerek onu yaşlı ama zengin sayılan bir dul kadınla evlendirir. Charles bu durumundan şikâyetçi olmasa da aslında mutlu değildir.

Bir gece yakın bir çiftlikten mektup alan Charles yakın bir çiftlikte olan Mösyö Rouault ‘nun kırılan bacağını tedavi etmesi için çağrılır. Karısını iki yıl önce kaybeden Rouault Baba, Emma adındaki genç kızıyla birlikte yaşamaktadır. Tedavi için ve daha çok Emma için çiftliğe gidip gelmeye başlayan Charles’ın karısı durumdan şüphelenip Charles’ın çitliğe gitmemesi için yemin ettirse de bir süre sonra ölür.
Karısının ölümünden sonra rahat bir hayata kavuşan Charles çiftliğe istediği gibi gidip gelmektedir ve bu süreçte de Emma ile yakınlaşır ve babasından kızını ister.

Romantik bir kız olan Emma o ana kadar okuduğu romanların etkisinde olan ve hülyalı aşklar hayal eden bir kızdır. Charles ile evlendikten kısa bir süre sonra evlilik hayatının düşündüğü gibi hareketli, heyecan dolu olmadığını fark eder. Charles ile olan hayatı köy ve kasabanın kısırlaştırdığı bir hayattır ve hayallerinin ortamı olan Paris’in ihtişamından ve renklerinden yoksundur.



Emma düşlerinde arzu ettiği hayata kavuşamayacağını anlayınca tüm eski uğraşılarını bir kenara iter; piyano çalmaz, nakış işlemez. Hiçbirşeyden tat almaz olur. Hele Marquis d’Andervilliers’ın evinde verilen bir baloya gitmeleri sonucunda orada hayalini kurduğu yaşamdan izler gören, lüksten ve zenginlikten etkilenen Emma eve döndükten sonra iyice mutsuzluğuna gömülür. Bu durumda ne yapacağını bilemeyen Charles hava değişikliğinin iyi geleceği ümidi ile Yonville’l Abbaye’ye taşınır.
Burada özellikle kasabanın eczacısı Homais ve eşi ile ahbaplık ederler.



Yonville’ye geldiklerinden hamile olan Emma çocuğunu doğurunca bebek süt anneye verilir. Bu dönemde kasaba noterinin yardımcısı Leon ile yakınlaşmaya başlayan Emma bu durum karşısında ilk başta bocalar ve aşkını örtbas etmek amacı ile Leon’a mesafeli davranır. Aşkını söylemeye cesaret edemeyen Leon kasabadan ayrılarak eğitimini sürdürmeye karar verir ve kasabayı terk eder. Bu durumda Emma hayal kırıklığına uğrar ve gene buhranlı günler geçirmeye başlar.

Emma moda mağazasının sahibi ve kumaş satıcısı olan, samimiyetsiz ve kurnaz bir adam olan Mösyö Lheureux ile tanışmış ve ondan alışveriş yapmaya başlamıştır. Leon’un yarattığı yalnızlığı ona yeni siparişler vererek doldurmaya çalışır. Saçlarını değiştirir, yeni kitaplar alır ama hiçbir şekilde kendini oyalayamaz.

Bir gün Charles Bovary’nin muayenehanesine, Yonville’in yakınında bir şatosu ve çiftliği olan zengin bir adam gelir. Otuz dört yaşında, oldukça yakışıklı ve çapkın biri olan Mösyö Rodolphe Boulanger, yanında çalışan bir adamını, kan aldırması için getirmiştir. Rudolphe bencil , maceraperest ve arzularını tatmin etmekten başka bir şey düşünmeyen bir kişidir. Emma’yı arzular ama onu Emma’nın hayal ettiği biçimde sevmez, sadece gönül eğlendirmektedir. Emma ise günden güne müsrifleşmekte ve borç içine girerek sevgilisine hediyeler almaktadır. Ancak bir süre sonra aralarındaki heyecan Rudolphe için sönmeye başlar.



Bu esnada Homais’in yönlendirmesi ve Emma’nın da teşviki ile Charles Lion d’or hanında Hippolyte adındaki genç uşağın çarpık ayaklarını ameliyat etmeye karar verir. Charles ünlü ve zengin olma hayalleri içindedir. Emma da yeteneksiz , hırssız ve yetersiz olan kocası için bir fırsat doğduğuna inanır: Kendisinin hayal ettiği hayata kavuşmasına vesile olması fırsatıdır bu. Ancak ameliyat başarısız geçer ve Emma kocasından iyice uzaklaşır. Rudolphe ile kaçma planı yapan Emma’yı kötü bir sürpriz bekler. Rudoplhe ona bir mektup yazarak kasabadan geçici bir süre için ayrılır.

Bunun üzerine Emma hastalanır, aylarca yatar. İyileşince, huzurlu, sakin bir yaşam sürmek ister, kendini di¬ne verir. Emma’nın sıkıntılı halinin geçmediğini gören Homais Charles’a Rouen Tiyatrosu’na ünlü tenor Lagardy’yi görmeye götürmesini öğütler. Charles böyle bir hava değişiminin karısına iyi geleceğini düşünür. Karısıyla birlikte Rouen’a giderler ve orada Mösyö Leon’a rastlarlar. Bu raslantı Emma ile Leon arasında geçmişte kalan aşkın tekrar doğmasına neden olur.

Günlerini Leon ile buluşarak geçiren ve bu buluşmaları ayarlayabilmek için çeşitli yalanlar uyduran Emma giderek hem daha çok yalana hem de daha çok borca saplanır. Bir gün evlerine icra gelince Emma Leon ve Rudolphe’dan borç isterse ikisi de vermez. Çaresizlik içinde kıvranan Emma Homais’in eczanesine gider, arsenik içer ve ölür.

Charles, karısının ölümüne dayanamasa da ayakta kalmaya çalışır. Bir gün, Emma’ya sevgililerinden gelen mektupları görür. Karısının onu yıllarca aldattığını anlar. Kısa bir zaman sonra da ölür. Çocukları Berthe akrabaları tarafından büyütülür.

B. ROMANIN ANA KARAKTERLERİ

i. Charles Bovary

Emma’nın kocası olan Charles Bovary ile romanın başında tanışırız. Çocukken tuhaf giyimli bir burjuva olan Charles’ın Rouen’deki Kolej’e başladığı ilk gün anlatılırken aslında onun kendi halinde bir budala olduğu okuyucuya anlatılır.

Elinde olan ile yetinen ve hayata karşı herhangi bir hırsı olmayan Charles’ın bir meslek sahibi olana kadar annesi tarafından yönetilir. Kendini fazla geliştirememiştir. Karısı Emma Bovary’e tutkun olan Charles etrafında olan olayları algılamaktan yoksun, bir evlilikten bir kadının duyabileceği manevi istekleri anlamaktan uzak bir kişilik sergilemektedir.

Charles Bovary soylu bir kişiliğe sahip değildir, her şeyi ile çok basittir. Bu hali ile o, Emma Bovary’nin aslında yaşamak istemediği bir hayatı temsil etmektedir.

ii. Emma Bovary

Kitapta ikinci olarak romana ismini veren Emma Bovary ile karşılaşırız. Charles Bovary ile evlendikten sonraki günlerde Emma hakkında ufak tefek bilgiler su yüzüne çıkar.

Emma Bovary mutsuzdur. Çünkü “Evlenmeden önce içinde bir aşk olduğunu sanan Emma bunun ardından gelmesi gereken mutluluğu beklemektedir ama kitaplarda okuduğu mutluluk, tutku, sarhoşluk gibi duyguların” (s:46)hiçbiri onun için geçerli değildir.

Emma ,kısa bir süre sonra Charles Bovary’nin kendisinin arzu ettiği her şeyin tam zıddını çağrıştırdığı, basit ve tekdüze bir adam olduğunu anlaması ve onu asla hayalini kurduğu yaşama ulaştıramayacağını anlaması Charles ile aralarındaki uçurumu açar.

“Charles’ın konuşması bir sokak kaldırımı gibi dümdüzdü, bayağı kılıklar içinde, bir heyecan, bir kahkaha, bir düş uyandırmadan geçip giden, orta malı düşüncelerle doluydu. Rouen’da kaldığı sıralarda tiyatroya gidip Paris oyuncularını görmek merakını duymamıştı, öyle söylüyordu. Ne yüzmesini biliyordu, ne kılıç kullanmasını, ne de tabanca atmasını; bir gün Emma bir romanda bir binicilik terimine rastlamıştı da onu bile açıklayamamıştı."

Oysa bir erkeğin her şeyi bilmesi, birçok alanlarda üstün derecelere yükselmesi, insanı tutkunun güçlerine, yaşamın inceliklerine alıştırması gerekmez miydi? Ama nerde, hiçbir şey öğretmiyordu bu adam, hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey arzulamıyordu.” (S:51)

İlişkisine sarılmak ve istediği gibi bir aşk evliliği yaşamak isteyen Emma şiirler okusa, hüzünlü adagio’lar dile getirse de Charles ile aralarında hiçbir kıvılcım olmuyordu. Charles’ın yüreği üzerinde bir-iki çakmak çakıp da bir kıvılcım çıkartamayınca, tutkusunda hiçbir aşırılık kalmadığına inanıverdi. Sevişme istekleri düzenli bir duruma girmişti; belli saatlerde kucaklıyordu onu. Bu da ötekiler gibi bir alışkanlıktı, yemeğin tekdüzeliğinden sonra, ne olacağı önceden sezilen bir tatlı gibiydi.” (s.53)

Emma Bovary’nin mutsuzluğunu ve evlilik hayatının beklenti ve hayallerini karşılayamadığını öğrendikten sonra sanki bu sorulara cevap aramak amacı ile Emma’nın yetişme dönemini öğrenmeye başlarız. Emma Bovary manastırda geçen ve dini eğitim temelli yıllarında Emma’nın kitapların dünyası ile tanışması ve okuduğu kitapların neler olduğundan bahsedilir.

Okuduğu kitaplar histerik yapısının, hayal dünyasının ve romantizminin de kaynağını açıklar niteliktedir: Emma’nın okuduğu romanların hepsi “aşklar, sevgililer, ıssız köşklerde çile dolduran hanımlar, her konaklamada öldürülen seyisler, her sayfada gebertilen atlar, karanlık ormanlar, coşkun yürekler, yeminler, hıçkırıklar, gözyaşları, öpüşler, ay ışığında sandallar, koruluklarda bülbüller, aslanlar kadar yiğit, kuzular kadar yumuşak başlı, görülmedik derecede erdemli, hep güzel giyimli, mezar başlarında gözyaşı döken beyefendiler üstüneydi.” (s.47)

Her ne kadar Balzac ve George Sand okusa da bu kitapların ana fikri olan ve 1830’lu yılların kadınlarının kendilerini eğitmelerini ve özgürleşmelerini anlatan romantik feminizmini anlamadığını görürüz.

Charles Bovary’nin ve Emma Bovary’nın Ardervilles Markizinin düzenlediği baloya çağrılmaları Emma’nın sıkıcı ve tekdüze yaşamında kitaplarda gördüğü ve ulaşmak istediği hayata adım atmak için vesile olur. Emma tüm roman boyunca özlemini duyduğu çeşit çeşit renk barındıran Paris şehrindeki yaşamlara öykünmektedir.

Günlerce balonun ve orada gördüğü yaşamların etkisinden kurtulamaz ve Paris ile ilgili her şeyi takip etmeye başlar.” Emma Tostes’teydi, Vikont ise şimdi Paris’te bulunuyordu, evet oradaydı! Bu Pairs nasıl bir yerdi acaba? Ne büyük bir addı bu..”s:69

Balonun hayatında yarattığı olumsuz etki ile Emma Bovary onda histeri krizlerine, davranışlarında iniş ve çıkışlara neden olur. “Emma hiçbir şeyi beğenmemeye başlıyordu, gelgeç heveslere kapılıyordu durmadan. Kendisi için yemekler ısmarlıyor da elini bile sürmüyordu, bir gün sade sütten başka bir şey içmiyor, ertesi gün düzine düzine çay içiyordu.

Çoğu zaman dışarıya çıkmamakta diretiyor, sonra bunalarak, pencereleri açıyor, hafif giysiler giyiyordu. Hizmetçisini iyice haşladıktan sonra, ona armağanlar veriyor ya da komşu kadınlara gezmeye yolluyordu…” Aslında Emma’nın hayatında attığı her adım, yaptığı her şey arzuladığı hayata ulaşmak, istediği sınıfa ait olabilmek için atılmaktadır. Rudolphe ve Leon sıkışıp kaldığı kasaba hayatından çıkmak için birer araçtır.



“…Bu düşkünlük böyle sürüp gidecek miydi? Sıyrılamayacak mıydı bundan? Oysa mutlu yaşayanların hiçbirinden daha aşağı değildi! Vaubyessard’da beli daha kalın, tavırları daha beylik düşesler görmüştü, Tanrı’nın adaletsizliğine lanet ediyor, ağlamak üzere başını duvarlara yaslıyordu; gürültülü yaşamları, maskeli baloları, bilmediği ve vermeleri gereken bütün çılgınlıklarıyla birlikte aykırı hazları kıskanıyordu.” (s.74-75)

Emma’nın bu yakarması bir süre sonra Leon ile aralarında oluşan platonik aşk ile son bulacak gibi olur. Ancak Emma ilk başlarda bunun farkına varmaz zira aşkın ne olduğunu kendisi de pek bilmemektedir: “Emma’ya gelince, onu sevip sevmediğini hiç düşünmedi. Ona göre, aşk birdenbire, büyük gürültülerle, ışıklarla, şimşeklerle gelirdi herhalde –yaşamın üstüne düşüp onu altüst eden, istemleri yapraklar gibi koparan, her yüreği uçuruma sürükleyen bir gök kasırgasıydı.” (s.105)

Leon’un aşkına karşılık veremeyen Emma’nın hayal kırıklığı büyük olur. Ancak bir süre sonra edineceği âşık Rudolphe ile gem vuramadığı duygularını coşkun bir biçimde yaşama aktarır.Aşkın varlığı ile hayatı güzelleşen Emma için zina bir günah sayılmamaktadır.

“ ‘Bir sevgilim var! Bir sevgilim var!’ diye yineliyordu, yeni gelmiş bir başka ergenlik çağından zevk alır gibi zevk alıyordu bu düşünceden. Aşkın sevinçlerine, çoktan umudunu kestiği mutluluk ateşine en sonunda kavuşacaktı demek. Her şeyin tutku, coşkunluk, sayıklama olacağı, olağanüstü bir alana giriyordu; mavimsi bir sonsuzluk çevreliyordu her yanını; düşüncelerinin altında duygu tepeleri kıvılcımlanıyor, gündelik yaşamı ancak ta uzakta, aşağılarda, gölgede, bu yüksekliklerin aralıklarından görünüyordu…

Öte yandan, bir öç alma sevinci duyuyordu Emma. Çektikleri yetmez miydi! Şimdi yenen kendisiydi, ne zamandır içinde gömülü kalmış aşk, sevinçli kaynayışlarla, bütünüyle fışkırıveriyordu. Pişmanlık duymadan, kaygılanmadan, heyecanlanmadan tadını çıkarıyordu onun.” (s.162-163)

Emma bu aşklara doğru kendini iterken Charles’a hınç doludur ancak karısının üzülmemesi için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olan Charles Bovary biraz da bu ilişkilerin başlamasında bizzat katkıda bulunmaktadır. Ancak Emma’nın aşka susamışlığını Rudolphe’un bencil kişiliği gidermeye engel olacaktır. Emma’nın sonunda karşılaştığı acı ve kederdir. Emma’nın düşlerinin peşinden gitmesi ve onlara ulaşma ümidi ile kendini aşıklarının kollarına atması sonradan kısa bir an pişmanlık yaratır:

“Niçin o da bu kadın gibi direnmemişi yalvarmamıştı? Tam tersine, atıldığı uçurumun farkında bile değildi, sevinçliydi. Ah, güzelliğinin tazeliği içinde, evliliğin pisliklerinden evliliğe ihanetin düş kırıklıklarından önce, yaşamını büyük, sağlam bir yüreğin üzerine kurabilseydi, erdem, sevgi, haz ve görev birleşecekti o zaman, böyle yüce bir mutluluğu hiç yitirmeyecekti. Ama bu mutluluk, her isteği düş kırıklığına uğratmak için uydurulmuş bir yalandı kuşkusuz. Sanatın şişirdiği tutkuların küçüklüğünü biliyordu şimdi.” S:221

Emma heyacanlarına o kadar dalmıştır ki çocuğunu bile ihmal eder; adeta kendini çocuğa zincirlenmiş hissetmektedir.Halbuki özgür olmak, gelenek ve görenekleri aşmak ve toplumun kadına yüklediği görevlerden kaçmak istemektedir.Doç Dr Gülcan Ak Tatar’ın dediği gibi Emma da erkeklere özgü özgürlükleri istemektedir.

Belki de kadına yüklenmiş annelik ve eş olma görevlerinde kendini soyutlamak için erkek çocuk sahibi olmak ister: "Bir oğul istiyordu; güçlü olacaktı, esmer olacaktı; adını Georges koyacaktı onun; bir erkek çocuğu olacağını düşünmek, bütün geçmiş güçsüzlüklerinden bir öç alma umudu gibiydi. Hiç değilse erkek özgürdür; tutkuları da, ülkeleri de dolaşabilir, engelleri aşabilir, en uzak mutlulukları dalından koparabilir. Ama kadın durmadan engellenir. Hem kımıltısız hem esnektir, yasanın bağları da, bedenin güçsüzlüğü de ona karşıdır. İstemi, şapkasının bir kaytanla tutturulmuş tülü gibi, her yelden çırpınır; her zaman sürükleyen bir arzu, engel olan bir yol yordam vardır.” (s.94)

Emma roman boyunca aradığı aşkı ve ona sağlayacağı yaşamı bulamaz ve giderek gözleri açılır: “Ne çıkar! Mutlu değildi, hiçbir zaman olmamıştı. Bu yaşama yetersizliği, dayandığı şeylerin böyle çabucak çürüyüverişleri nedendi?.. Ama bir yerlerde güçlü ve güzel biri, hem coşkunluk, hem incelikle dolu değerli bir insan, bir melek görünüşü altında bir ozan yüreği, şiirleri göklere kadar yükselen tunç telli bir saz varsa, niçin rastlantıya gelip de kendisini bulmuyordu? Hiçbir şey aramak çabasına değmezdi zaten, her şey yalandı. Her gülümseme bir sıkıntı esnemesi, her sevinç bir lanet saklardı, her zevkin altında bir tiksinti gizliydi; en iyi öpüşler bile daha yüce, ama gerçekleştirilmez bir şehvet arzusundan başka bir şey bırakmazdı dudaklarınızda.” (s.273-274)

Aşkın ve uğradığı ihanetlere dayanamayan ve içine düştüğü borç batağına ruhu daha fazla dayanamaz Emma’nın ve baştan beri sinir krizleri ile sarsılan ve intihara meyilli olan kişiliği ölümü seçer: “Bitmişti artık -böyle düşünüyordu Emma- kendisini yiyip bitiren bütün ihanetler, alçaklıklar, sayısız hırslar bitmişti. Kimseden nefret etmiyordu şimdi; bir alacakaranlık bulanıklığı düşüyordu düşüncesinin üzerine, Emma dünyanın bütün gürültülerinden artık yalnız bu zavallı yüreğin aralıklı çığlığını duyuyordu, hafif, belirsiz; uzaklaşan bir senfoninin son yankısı gibi.” (s.306)

iii. Homais

Flaubert romanda burjuvaziyi kahramanı eczacı Homais ile eleştirmektedir. Devrim sonrasında başlayan çürümüşlüğün yagane temsilcisi Homais’tir aslında. Homais taşra hayatında kasabada düzeni gizliden yürüten, insanları yönlendiren, her konuda fikri olan komşudur.

Flaubert’in uzun bir zamandan beri tuttuğu Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü’nde gözlediği ve içinde bulunduğu burjuvazinin tüm davranış kodlarını, sözleri, davranışları bulmak mümkündü ve Homais’i yaratırken de bu çürümüş, sahte dünyanın samimiyetisiz insanlarını Homais’te toplamıştır.

Homais’in roman boyunca görüleceği üzere her konuda bir fikri vardır. Çok bilmiş biridir, hem eczacı, sahte doktor kimliği altında şifacı, hem gazete yazarıdır. Geoffrey Wall’un ifade ettiği gibi o Moliere oyunundan fırlamış bir komedi tipidir.
Homais aslında bir taşra/burjuva entelektüelidir. Homais içinde bulunduğu sınıfın ileriye yönelik, devrimci ilkelerine sadık bir kişidir.

Aynı zamanda bir din düşmanıdır ancak onun bu din düşmanlığı 1789 Devrimi’nin geçmişten gelen yansımalarından ibarettir.Bunun yanı sıra bilime inanır. Dine yönelim esnasında bir refleks olarak ortaya çıkar. Devrimin getirdiği deist bir din anlayışına sahiptir. “ Benim de bir dinim var…kendi dinim var, hatta ben daha dindarım onlardan, onların o gülünç törenleri, hokkabazlıkları yoktur benim dinimde! Ama Tanrı’ya taparım! Yaratıcıya inanırım; nedir, nasıldır, bunun önemi yok. Ama kiliseye gitmeye, gümüş tepsiler öpmeye, bizden daha iyi beslenen bir sürü soytarının sırtını kalınlaştırmaya gelince, ben bunda yokum!....Benim Tanrım Sokrates’in, Franklin’in, Voltaire’in Beranger’in Tanrısıdır!..”(sf:84)


Homais önem verdiği değerleri simgeleyen unsurları çocuklarına ad olarak vererek herkese ilan etmektedir.” Napoleon ünü ve şanı, Franklin özgürlüğü, İrma romantizmi, Athalie Racine’in yazdığı başyapıta bir saygı sunuştur. “(s:95). Çünkü felsefe ile ilgili inançları, sanatla ilgili hayranlıklarını engellemiyordu; düşünen kişi duygulu kişiyi boğmuyordu onda; farkları ayırmasını, düş gücü ile softalığın payını vermesini biliyordu. Örneğin bir tragedyada görüşleri ayıplasa bile deyişe hayran kalabiliyordu, anlayışına lanetler yağdırıyordu, bütün kahramanlara kızarken, söyledikleri ile coşmaktan geri durmuyordu.”

Amatör bir düşünür olan Homais yazdığı yazılarla kasaba halkının görüş ve düşüncelerini yapılandırmaya çalışır. Evlilik ve aile hayatını yüceltir ama kendi aile yaşantısı üzerinde egemen bir yapıya sahiptir.

Homais Emma’nın ihanetlerini ve zinasını açıkça bilmese de kasaba dedikodularını izleyerek ata binmesi, operaya gitmesi ve piyano dersi almasını teşvik edip, yönlendirmekle Emma’nın uçuruma düşmesinde yan rollerden birine sahiptir. Ayrıca Charles’ı ameliyata ikna etmesinin altında kasabadaki hâkimiyetini güçlendirmek istemesinin de rolü vardır.

Romanın sonunda Homais’ in varlığının güçlenmiş olduğunu ve hâkimiyetinin sürekli olacağını anlamış oluruz.

iv. Rudolphe Buralanger ve Leon Dupuis

Wall’un saptamasına göre; Rudolphe ve Homais tek bir sefer yan yana gelirler romanda o da Tarım Şenliği’nin olduğu gündür. Rudolphe Homais’ten hoşlanmadığını açıkça Emma’ya ifade eder. Rudolphe ve Homais birbirini zıddı iki kişiliktir. Homais topluma dönük, ilericidir ama Rudolphe asidir, hazcıdır.

Rudolphe pek çok macera yaşamıştır, Emma ile sadece gönül eğlendirme amacı gütmektedir ama çekinceleri vardır. Rudolphe ilk karşılaşmalarında Emma ile Charles arasındaki uçurumu fark eder ve Emma’yı kolay bir av olarak nitelendirir: “Herif çok budalaya benziyor. Kadın hiç şüphesiz ondan bıkmıştır. Herifin tırnakları pis, sakalı da en aşağı üç günlük. O hastadan hastaya dolaşırken karısı da evde oturup çoraplarına yama vurur. Elbette içi sıkılır!...Mutfakta masanın üzerine konan sazan balığının nasıl su diye içi titrerse onun da aşk diye içi titrer. Şöyle üç kompliman yapsan insanı çıldırasıya sevecek, hiç şüphe yok! ….Orası öyle ama sonra başımdan nasıl atarım?”…

Zaten ilk heyecanı geçtikten sonra Emma da sıradanlaşır onun gözünde. ” Emma bütün sevgililerine benziyordu; yeniliğin büyüsü yavaş yavaş bir giysi gibi düşüyor, her zaman aynı biçimleri taşıyan, aynı dili konuşan tutkunun değişmez tekdüzeliği çırılçıplak ortaya çıkıyordu”S:189)

Bu kadar görmüş geçirmiş bir adam olan Rudolphe sözlerin benzerliği altında duyguların benzemezliğini sezmekten aciz, sığ bir kişiliktir aslında.Wall’a göre Roman boyunca fallik semboller kullanılmıştır ve bunlardan en göze çarpanı purodur. Diğer semboller olan kılıçlar, bıçaklar da romanda yan anlamları ile birlikte yer alırlar. Rudolphe’un seviştikten sonra yaktığı puro, Leon’un Emma ile sevişecek olmasının yarattığı arzunun büyüklüğünün katedralin dev kulesi ile benzetilmesi buna örnektir.

Cinselliğin açıkça konuşulmadığı ve her ortamda arındırıldığı bir ortamda Flaubert cinsellik ile ilgili öğelerden açıkça bahsetmemekte ama çeşitli semboller kullanmaktadır. Örneğin ayaklara, çizmelere ve ayakkabılara göndermeler yapılmaktadır.

O dönemde kadın vücudunun elbiseler altında gizlenmesi nedeni ile erkeklerin erotik ilgileri kadınların ayaklarına ve bileklerine yönelmiştir. Charles Emma’nın terlik sesini dinler, Leon ona ilk defa bakarken küçük siyah bir çizme giymiş ayağını Emma ateşe uzatır, Rudolphe Emma’yı izlerken onun çıplaklığının küçücük bir parçasıymışçasına, elbisesi ile çizmesi arasında duran beyaz çoraba bakar. Erkeklerin hepsi de Emma’nın saçlarına, tırnaklarına, dişlerine odaklanırlar. Bunların hepsinde bir fetişist yan vardır.

Emma’nın açık bir biçimde seviştiğine veya vücudunun sergilendiğine tanık olmayız. Hep bir ima vardır. Bu nedenle de bunu ima edecek, vücudunu düşündürecek şekilde elbise tasvirleri yer alır.

C. ROMANIN NİTELİĞİ, ROMANDAKİ SEMBOLLER, TEMALAR VE MOTİFLER


Roman realist romanın öncüsü olarak kabul edilmiştir. Flaubert bu romanında dönemin toplumsal yapısı ile eleştiriler getirmiş ve devrimin yarattığı burjuvazi ile ilgili yerinde saptamalar yapar. Burjuvazinin içine girmiş olduğu ahlaki çöküntü ve yaşantıdan izler romanda ortaya konulur.

Flaubert romanda taşra ile Paris arasında keskin farklılıkların olduğunu gösterir ve Paris’i ve Parislileri yüceltmek ve taşradakiler dedikoducu, dar kafalı ve hırslı, kaba saba olarak yansıtmaya çalışır. Bu ayrımı da romanın başında Taşra Töreleri başlığı ile ortaya koyar.

Flaubert romantizme olan eleştirisini Emma Bovary üzerinden yürütür.

Flaubert anlatımında çok az diyalog kullanmaktadır. Belirgin bir anlatıcı yoktur; sürekli değişiklik gösterir. Gündelik hayatın ayrıntıları ve kişilerin ruhsal durumları olduğu gibi, büyük bir ayrıntı ile verilir.

Romanda Flaubert paranın etkisini de gözler önüne sermekte ve evliliklerin para ekseninde biçimlendiğini bizlere göstermektedir.

Flaubert romanda içinde yaşanan kültür içinde kullanılan bazı eşyalara da yer verir ve dönem içinde kullanılan eşyalar aracılığı ile döneme ışık tutar: çeşitli tablolar, Paris haritası,sahte bir piyano dersi makbuzu, bir almanak, tıp ve kadın dergisi vb.

Flaubert romanda pek çok sembol ve motifler kullanmaktadır.

Şapka: Bunlardan ilki romanın girişinde Charles Bovary’nin giydiği komik şapkadır. Bu şapka ile sosyal sınıf olan burjuvaziye ait olma çabasını ve isteğini göstermektedir.

Pencere: Bu sembol ile Flaubert Emma’nın ümitlerini, özgürlüğe olan düşkünlüğünü ve istediği hayata olan kaçışını simgelemektedir. Emma pencerelerden bakar ve başka hayatları hayal eder. Aynı zamanda pencerelerin arkasında kapana kısılmıştır.

Yemek: Romandaki kişilerin ne yedikleri ve nasıl yedikleri de roman kişilerinin sosyal durumlarının yanı sıra ruh durumlarını da sergilemektedir. Örneğin Emma’nın parmağını emmesi veya suyu sonuna kadar içmesi Emma’nın tatmin edilmemiş cinselliğini ve hayvani güdülerine işaret etmektedir.



Kör Dilenci : Emma’nın ahlaki çöküşünü ve ölümü simgelemektedir. Dilenci’nin Leon ile Emma’nın sevişmelerinin ertesinde rastladığı bu dilenci şu şarkıyı söyler:

Güzel günlerin sıcağı
Küçük kıza aşkı düşündürür.
Çabuk toplayayım diye
Orakla biçilen başakları,
Gider Nanette’ciğim eğile eğile
Başakları veren çizgiye
O gün zorlu bir yel vardı
Kısa etek havalandı.

Kuru Çiçekler : Emma Charles ile evlenip eve geldiğinde eski karısının gelin buketini görür ve kendisinin de bir süre sonra öleceğini ve böyle unutulacağını düşünür ve mutsuz evliliğine bir gönderme yapılır.

Binet’in Tornası : Binet’in pek fonksiyonel olmayan mendil yüzükleri üretmesi üretime uzak, yararsız burjuva karakterine bir göndermedir.

Renkler ve Çiçekler: Flaubert renkleri de sembol olarak kullanmaktadır. Renkler ruh hallerini tasvirde öne çıkmaktadır. Kırmızı ve yeşil en çok kullanılan renklerdir. Kırmızı uyarıyı, tehlikeyi ,gizleri simgelemektedir.

Yeşil renk doğayı ve Charles’ın Emma’ya olan sevgisinin sembolüdür, mükemmeliyete, zenginliğe, duyarlılığa işaret ettiği gibi Emma’ya iyi davrananlar hep yeşil giymektedir. Çiçeklerde de kırmızı kullanan Flaubert belli uyarıları anlatmak istemiştir kırmızı güllerle. Papatya saflığı, yasemin çiçekleri saflık ve kibarlığı simgelemektedir. Örneğin kilisede bahsi geçen beyaz ve kırmızı çiçekler hem saflığı hem de Leon’un baştan çıkarıcılığına işaret etmektedir.

D. KISA KISA

Leon Emma’nın omuzları üzerinde Ingres’in tablosunda Yıkanan Odalık’ın aber rengini bulur:



Emma’nın Leon ile buluştuğunda mutluluktan söylediği Lamartine’e ait Göl adlı şiiri:
Ebedî gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün, bir lâhza için
Demirleyemez miyiz?
Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak,
Seyrine doymadığı o canım su yanında
Bir gün onu üstünde gördüğün şu taşa, bak.
Oturdum tek başıma!
Altında bu kayanın yine böyle inlerdin;
Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara,
Ve böyle serpilirdi rüzgârla köpüklerin
O güzel ayaklara
Ey göl, hatırında mı? Bir gece sükût derin,
Çıt yoktu su üstünde gök altında, uzakta
Suları usul usul yaran kürekçilerin
Gürültüsünden başka.
Birden şu yeryüzünün bilmediği bir nefes
Büyülenmiş sahilin yankısıyla inledi.
Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses
Şu sözleri söyledi:
“Zaman, dur artık bahtiyar saatler, siz
Akmaz olunuz artık!
En güzel günümüzün tadalım o süreksiz
Hazlarını azıcık!
“Ne kadar talihsizler size yalvarır hergün,
Hep onlar için akın;
Günler ile birlikte dertlerini götürün,
Mesutları bırakın.
Nafile, isteyişim geçen saniyeleri;
Akıp gidiyor zaman;
Geceye:”daha yavaş” deyişim boş; tan yeri
Ağaracak birazdan.
“Sevişmek! hep sevişmek! akıp giden saatin
Kadrini bilmeliyiz!
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için,
O geçer, biz göçeriz!”
Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak
Bize zevki sunduğu sarhoş edici anlar,
Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak
Matem günleri kadar?
Nasıl olur kalmasın bir iz avucumuzda?
Nasıl yok olur her şey büsbütün silinerek?
Demek vefasız zaman o demleri bir daha
Geri getirmeyecek?
Loş uçurumlar: mazi, boşluklar, sonrasızlık,
Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri?
Alıp götürdüğünüz derin hazları artık
Vermez misiniz geri?
Ey göl! Dilsiz kayalar! Mağralar, kuytu orman!
Siz ki zaman esirger, tazeler havasını,
Ne olur, ey tabiat o günlerin saklasan
Bari hâtırasını!
Sakin demlerde olsun, deli rüzgârda olsun,
Güzel göl etrafını süsleyen oyalarda,
O kapkara camlarda, sularına upuzun
Dökülen kayalarda!
İster meltemlerinde, bir ürperişle esen,
Seslerde, ister uzak ister yakında olsun,
Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen
Ay ışığında olsun!
Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan,
Meltemini dolduran kokular, hep beraber,
Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan,
Desin ki:”Seviştiler!”



Emma ve Charles’ın gittiği Donizetti’nin yazdığı Lucia de Lammermoor, konusunu ünlü İskoç yazar Sir Walter Scott’ın Kraliçe Anne Dönemi (1702-1714) içinde geçen tarihi romanı olan The Bride of Lammermoor adlı romanından alınmıştır. Hikâye kurgusaldır ancak temelinde Dalrymple ailesinin tarihindeki gerçek bir olaydan almaktadır. Scott’ın bu romanı A Legend of Montrose ile birlikte Tales of My Landlord serisinin üçüncü kitabıdır.



Emma’nın Leon ile aşklarını ilan ettikleri otel odasından görünen manzarada Alexandre Dumas’nın ünlü eseri Tour de Nesle’nin dört sahnesinden resimler mevcuttur.



19 yüzyılda Dumas meşhur romansı olan La Tour de Nesle’yi yazar. La Tour de Nesle aslında Paris’in şehrinin duvarlarında sol tarafta olan gözetleme kulesidir. Bu kuleyi romanına mekân alan Dumas mekanı bir cümbüşe ve 14.yüzyılın başında Fransa Kraliçesi’nin cinayet yerine dönüştürür.



Hikayesi 15.yüzyılda Tour de Nesle Affair olarak bilinen efsanevi hikayeyi baz alarak Philip IV’ün gelininin zinadan suçlu bulunması ve sevgililerinin işkence edilerek, derisinin yüzülmesi ile cezasının infaz edilmesi çerçevesindeki olaylar etrafında şekillenir.

E. MADAME BOVARY İLE ORTAYA ÇIKAN TERİMLER/KAVRAMLAR

i. Bovary'ler: Almanya'nın Hamburg kentinde arabalarda sevişen fahişelere denmeye başlar.

ii. Bovarizm : Flaubert'in yarattığı Emma Bovary karakteri 1892 yılında Jules de Gaulthier tarafından bir psikolojik durumu adlandırırken kullanır ve bu psikolojik bozukluğa 'Bovarizm'denilir.

Bovarizm; psikolojide ötekine özenmek, onun daha iyi olduğuna inanmak, kendi kendinden uzaklaşmak, bir hayal dünyası içinde yaşamak, hayatla ilgili tanımlamaları hayallerdeki kurgular üzerine yapmak ve yaşananlarla istenenlerin birbiriyle örtüşmemesi olarak tanımlanır.

O günden sonra da bovarizm tıpkı narsizm, donjuanizm, sadizm ya mazoşizm gibi geniş bir kullanıma kavuşarak, psikoloji sözlüklerinde yerini alır.

Jacques Lacan, Bovarizm için bir insan kralın deli olduğuna inanıyorsa, bir kral daha azına inanmaz"

Jean Allouch'a Bovarizm "Cinselliğin ve kelimelerin birbirine yabancılaşmış birleşmesidir. Diyerek görüşlerini ifade eder.

Sartre'a göre ise sadece Bovarizm sadece bir histeridir.

F. MADAME BOVARY HAKKINDA KİMLER NELER DEMİŞ?

Nobakov; "Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı. Madam Bovary kitabı ise sonsuza dek yaşayacak";

Mario Vargos Llosa; "Madam Bovary'nin olağanüstü tarafı, kahramanlarının, onları yaratan yapı ve üslup sayesinde, o dünyevi arzuları ve vatandaş dertleriyle sıradan insanlar olmalarına rağmen, bizi derinden etkileyebilmeleridir"

Theodor W. Adorno; "Proust olmadan Joyce, Flaubert olmadan da Proust olmazdı"

Maupaussant; "Bu roman diğer büyük romanlardan oldukça farklı. Bu romanda sonuna kadar yazarını ve imgeleme gücünü duyumsuyoruz. Bu roman ne trajik, ne duygusal ne de ne tutkulu diye nitelenebilir. Çünkü bu kitapta yazarın düşüncelerini, düşünme şeklini görüyoruz. Dolayısıyla görünen, hayatın ta kendisi..."

Tabii böyle düşünmeyenler de vardı: Örneğin Edmond Duranty bu eseri hiç beğenmez:” Her sokak, her ev, her oda, her ırmak, her ot dalı tümüyle betimlenir burada! Her kişi karşımıza çıkınca, sırf zeka derecesini öğrenelim diye, ilginçlikten ve yarardan yoksun bir yığın konuda konuşur önce….Bu romanda ne heyecan var, ne duygu, ne yaşam.”

G. MADAME BOVARY SİNEMAYA AKTARILMIŞ MI?

Madame Bovary Jean Renoir’ın 1932 yılındaki filme adaptasyonundan itibaren pek çok kez filme ve diziye konu edilmiştir. Bunlardan öne çıkan uyarlamaları 1949 yılında MGM tarafından Vincente Minelli yönetimindeJeninifer Jones’un başrolünü, yardımcı rolleri ise Lames Mason, Van Heflin, Louis Jourdan ve Gene Lockhart’ın paylaştığı filmdir.



1964 yılında BBC tarafından Giles Cooper, 2000 yılında Heidi Thomas –ki başroller Frances O’connor ve Hugh Bonneville oynamıştır- uyarlanmıştır.



1991 yılında Claude Chabrol İsabelle Huppert’ın başrolunü üstlendiği kendi versiyonunu yapmıştır.

H. DÜNYA VE TÜRK EDEBİYATI’NDA BAŞKA MADAME BOVARY’LER VAR MI?

Madame Bovary’nin doğmasının ardından pek çok ihtiras sahibi, isyankâr ve zinacı kadın karakter birbirini izler.

-Thomas Hardy –Sue Bridehead - Jude the Obscure-D.H. Lawrence -Ursula Brangwen-Women in Love

-James Joyce -Molly Bloom-Ulysses

-Emile Zola - Thérése Raquin
Natüralist bir eser olan Therese Raquin’in Therese hasta kuzeni Camille ile evlenir ancak daha sonra köylü Laurent ile ilişkiye girerek cinayete kadar varan bir hikâyenin kahramanı olur.

-Lev Tolstoy- Anna Karenina

Nabokov, Edebiyat Dersleri adlı kitabında Madame Bovary ile Anna Karenina'yı şu şekilde karşılaştırır: "Karenina'nın doğrucu ve tutkulu doğası, kılık değiştirmeleri, gizli kapaklı işleri reddeder. O yıkık dökük duvar diplerinden sürünerek birbirinden farksız âşıkların yataklarına yollanan arzu dolu bir kenarın dilberi, düşleriyle yaşayan bir taşralı Emma Bovary değildir. Anna, Vronski'ye bütün yaşamını verir, sevgili küçük oğlundan ayrılmaya -çocuğu görememekten duyacağı korkunç acıya karşın- evet der ve önce ülke dışında, İtalya'da, sonra da onun Orta Rusya'daki kır evinde Vronski ile birlikte yaşar. Bu "açık" gönül serüveni ahlaktan nasibini almamış dost çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da yapar bunu.



-Halit Ziya Uşaklıgil – Bihter (Aşk-ı Memnu)

Bihter de Emma az çok kültür ve terbiye almıştır.

İkisi de romanların ve aşkın getireceği romantik hülyalardan etkilenirler.

İkisi de güzellikleri ile göz doldururlar.Evlilikten maddi anlamda çok şey beklerler.
Her iki kadın da kocalarının ikinci eşleridir.



Bihter tek bir aşkın Behlül’ün peşinden giderken, Emma sadece hayallerinin ve romatizmin peşindedir ve aşktan aşka koşar.

Bihter ihanet ettiğine çok pişmandır ve tek sebebinin nefret ettiği annesine olan benzerliği olduğunu düşünür. Emma için ise ihanetinin sebebi kocasının her yönden yetersiz olmasıdır. Bihter kocasına saygı duyarken, Emma Charles’ı küçümsemektedir.Ancak her iki koca da karılarının manevi olarak eksikliklerini anlayamazlar.

Emma ve Bihter çareyi intihar da bulurlar. Hayallerine kavuşmak için seçtikleri yolda gerçekler kendi düşünce ve istekleri uyuşmadığı için ancak geriye dönülmez bir yola girdikleri için de ikisi de hayatına son verir.

-Yakup Kadri Karaosmanoğlu – Seniha (Kiralık Konak)

Hem Seniha hem de Emma Okudukları romanlardaki gibi hayatlarında da zenginlik, heyecan, derin his ve romantizm bulacaklarına inanırlar. Ancak, tekdüze ve bayağı buldukları taşra veya konak yaşantısı, arzularına cevap vermeyen erkeklerle birliktelikleri onları onulmaz bir can sıkıntısına, mutsuzluk hastalığına götürür. Mutsuzlukları arzuladıkları ortamla tanışmalarından sonra daha da belirginleşir ve böylece mekân ve zaman uyumsuzluğu oldukça çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar.

Seniha ve Emma yalnız para ile elde edebileceklerini sandıkları Paris sosyetesi yaşantısına özenirler. Maddi ve manevi düşüşleri bu istekleri hedef görmeleriyle başlar. Moda dergilerinde ya da kitaplarda okudukları gibi Emma taşra evine, Seniha ise eski konağa Paris havası katmaya çalışır.

Her ikisi de onulmaz derin iç sıkıntısından çıldırmış olarak, kurtulmak için ellerinden geleni yaparlar. Ödenmesi zor olan ve kullanmayacakları bir yığın eşya satın alırlar. Aşırı harcama ve lüks tutkusu kısıtlı imkânlarını zorladıkça, Emma ikiyüzlülüğe, yalana, hırsızlığa ve tefeciden para almaya yönelirken, Seniha bencil, kaba, nankör, müsrif ve umursamaz olmaya devam eder.



İkisinin de sevgilileri bencil, kendi zevk ve hırslar peşinde koşan tiplerdir.
Her ikisi de, tüm çabalarına karşın, arzuladıkları yaşamı kuramamış, hayal kırıklığına uğramış ve hayatları düşüşle noktalanmıştır: Emma intihar ederken, Seniha türedi-zengin bir adamın metresi olup, uçurumun kenarında mutsuz ve yıkılmış bir kadın olarak, sevgiden yoksun bir yaşam sürdürmek zorunda kalmıştır.

I. ORHAN PAMUK ve GUSTAVE FLAUBERT

Orhan Pamuk'un, 17.03.2009 tarihinde Fransa’daki Rouen Üniversitesi tarafından edebiyata ve Flaubert düşüncesine katkılarından dolayı kendisine şeref doktorası verilecek olması nedeni ile yaptığı konuşmadır:

"Flaubert doğu yolculuğunun son kısmında, Mısır, Filistin, Lübnan ve Suriye’den sonra, 1850 Ekim’inde arkadaşı Maxime du Camp ile birlikte İstanbul’a geldi. İki arkadaş daha önce de birlikte yolculuklara çıkmışlar, yaşadıklarını yazmışlar, bundan mutlu olmuşlardı. Du Camp varlıklı bir aileden gelen, edebiyatı, sanatı seven, hafif züppe ama güvenilir ve iyi bir arkadaştı. Altı yıl sonra editörü olduğu Revue de Paris dergisinde, "Madame Bovary"yi tefrika edecekti. Seyahatleri boyunca Du Camp, yanında getirdiği ağır fotoğraf makinesiyle Ortadoğu’nun ilk fotoğraflarından bazılarını çekerken, Flaubert daha çok kendisiyle, kendi geleceğiyle meşguldü ve biraz da dertliydi.

Flaubert’in derdi, daha doğrusu acısı, Beyrut’ta yeni kaptığı frengiydi. Frengi yaralarına ilaçlar sürüyor, acısını hafifletmek için uğraşıyor, hastalığı bir Türk’ten mi, bir Hıristiyan’dan mı kaptığını merak ediyor, mektuplarında konuyu alaycılıkla ele almaya çalışıyordu. bir yıldan fazla zamandır yolculukta olmak da, frengi gibi, Flaubert’i yormuş, yıpratmıştı. Saçları, dişleri yolculukta dökülmüş; evini, annesine, Rouen’deki hayatını özlemişti.

İstanbul’dayken Flaubert, annesinin bir mektubundan, bir arkadaşının evlendiğini ve annesinin sıranın ne zaman oğluna geleceğini merak ettiğini öğrenince ona bir cevap yazdı. 15 Aralık 1850 tarihli, “Constantinople”dan yazılmış bu mektubu, yazar olmayı düşlediğim gençlik yıllarında sık sık açıp okur, Türkiye’de, İstanbul’da yazar olarak ayakta kalmanın, yola devam etmenin zorluklarına karşı bu çok özel metinden kuvvet almaya çalışırdım.



“Ernest chevalier’nin evliliği haberi üzerine seninki ne zaman, diye soruyorsun bana,” diye yazar Flaubert annesine. “ne zaman mı? Umarım hiçbir zaman.” yirmi dokuz yaşındaki genç yazar adayı, annesine hayattaki ilkelerini hatırlatır ve artık onları değiştirmek için çok geç olduğunu vurgular. “benim artık gelişimim tamamlandı, yani hayatta oturacağım yeri, ağırlık merkezimi buldum artık... Benim için evlenmek, dinden dönmekle birdir: düşüncesi bile beni dehşete düşürüyor.” birkaç satır aşağıda Flaubert, daha sonra Nietzsche’den Thomas Mann’a modern düşüncenin sanat-hayat ilişkisi hakkında geliştireceği bakış açısını çok açık bir şekilde dile getirir: “insan şarabı, aşkı, kadınları ya da zaferi ancak sarhoş, âşık, koca ya da asker olmadığı zaman tasvir edebilir. Hayatın içine çok fazla karışırsa insan, hayatı çok da açık bir şekilde göremez. Ya çok acısını çekeriz hayatın ya da çok fazla keyfini süreriz.”

Flaubert annesine, sanatçının doğanın, sıradan hayatın dışında tuhaf bir yaratık, bir çeşit canavar olması gerektiğini de kuvvetle hissederek yazar: “ben artık alıştığım gibi yaşamaya çekilmeliyim: tek başıma; bir tek büyük adamların ve bir ayının, odamdaki ayı postunun yakın dostluğuyla yapayalnız olarak.” ve tıpkı Flaubert gibi daha otuz yaşıma varmadan kendi kendime fısıldayarak tekrarladığım, inanmaya çalıştığım şu cümleleri yazar annesine: “dünya, gelecek, insanların ne diyeceği, kurulu bir düzeni olmak, hatta geçmişte hayalini kurarak pek çok gecemi uykusuz geçirdiğim edebi ün bile artık umurumda değil.” annesine bütün bu iddialı sözleri yazdıktan sonra da Flaubert, basitliğiyle kendine olan güvenini ve içtenliğini gösteren son bir cümle ekler: “işte böyle biriyim; kişilim de böyledir.

İstanbul’da ilk romanımı bitirip yayımlatmaya çalıştığım, annemle yalnız oturduğum 1970’lerin sonunda; Flaubert’in 1850’de bu sözleri yazdığı, günlerce kaldığı Justiniano Oteli’nin Galata’da nerede olduğunu bulmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Tıpkı onun kendisine örnek aldığı 'büyük adamları' gibi, ben de Flaubert’i kendime örnek almaya çalışıyordum. Flaubert’in ünlü mektubunda neredeyse içgüdüsel bir rahatlıkla dile getirdiği modernist edebi ahlakın bir ilkesi sıradan burjuva hayatından ve başarıdan uzak durmak ise, diğer ilkesi de bunu başarıyla ve içtenlikle yapan keşiş tabiatlı büyük yazarlara hayranlık duymak, onlarla özdeşleşmektir.

Yazarın hayattan uzak durması, bütün kurumlardan, devletten, sıradan aile hayatından kaçınması, başarıyı, edebi ünü şüpheli şeyler olarak görmesi... Bunlar dindışı modern edebi keşişliğin, yani edebi modernizmin olmazsa olmaz ahlaki ilkeleridir. Her şeyden önce, daha önce hiç dile getirilmemiş insani deneyimleri yeni bir dille seslendirmek, deneysel olmak; sevilmeyi, kolay okunurluğu bütünüyle yok etmese de, ticari başarıyı geciktirir. Kendini zor, sıkıntılı bir edebi hayata hazırlayan genç yazarın modern keşişliğin bu ilkelerine içtenlikle inanması gerekir ki, başarı hemen gelmeyince, gecikince (bazen hiç gelmez) hemen düş kırıklığına uğramasın, az ile yetinmekte, inandığı zor yolda ilerlemekte, yazmakta devam edebilsin.

Modernist edebi ahlakın, 19. yüzyılın ortasından günümüze kadar bir zümre olarak bütün yazarların, özellikle genç yazarların ayakta kalabilmek ve edebiyatın ticarileşmesine karşı direnebilmek için inanması ve saygı duyması gereken bir şey olduğuna hâlâ inanıyorum. Flaubert’in kitaplarının, eserinin büyük başarısının yanı sıra bir diğer zaferi de, bütün hayatını daha yirmi dokuz yaşındayken reçetesini yazıp tasvir ettiği bu ahlaka uygun olarak yaşamasıdır.

Flaubert’in mektupları bu ahlak ile iyi yazma tutkusunun nasıl birleştiğini gösterir bize. 1970’lerde onları okurken, ben de Flaubert gibi, hayata karışmanın, kolay başarının, cemaate ve iktidar sahiplerine uzak durmanın mümkün olabileceğini düşünür, bunlara inanırdım. Bu anlamda Flaubert benim için bir keşiş, bir azizdi; hayata ve yüzeysel başarıya sırtını dönen modern edebiyatın diğer keşiş-azizlerinin ilkiydi... Joyce, Proust, Kafka, Pessoa, Walter Benjamin ve Borges benim için aynı silsilenin adlarıdır.

Bu yazarlara bağlılığım, dünyayı kelimelerle görme işinde açtıkları yeni ufuklar ve edebi buluşlar kadar, kolay başarıya sırtlarını dönebilmelerinden de kaynaklanır. Özellikle roman ve modern edebiyat kültürünün ve okuma alışkanlığının gelişmediği batı dışı ülkelerde, yazarların ayakta durabilmek, direnebilmek için Flaubert gibi keşiş yazarları kendilerine örnek almaları, hatta kendilerini onlarla özdeşleştirebilmeleri şarttır diye düşünüyorum hala.

Ama bu zorunluluğun, şimdi, yıllar sonra, sözünü etmek istediğim bazı sorunları da vardır. Öncelikle keşiş-aziz yazara duyduğumuz bağlılığın yaşanış şekli, batı dışı ülkelerin geleneksel kültürlerinde, keşişlere ve azizlere duyulan saygı, hayranlık ve tapınmanın yolları ve biçimleriyle çok kolay birleşir. Türkiye’de edebi modernizmin batı’dan ithali ve yaşanışı böyle olmuştur.

1960’larda, 1970’lerin başında bir avuç genç Türk yazarının kafka’ya duyduğu hayranlığın, ölmüş büyük mutasavvıflara, keşiş hayatı yaşayan tekke şeyhlerine duyulan geleneksel hayranlık ve teslimiyet duygusuna pek çok yönden benzediğini hatırlıyorum. Tıpkı bazılarının Kafka’nın hayat hikâyesini okuyuşu gibi, 1970’lerde ben de Flaubert’in mektuplarını tasavvuf şeyhlerinin menakıbnamelerini okur gibi okumuştum. Eleştirel düşünceden, çözümleyici mantıktan ve hayran çömezin bireyliğinden çok, hayran olunan keşiş yazarın sözlerini ezberlemeye, hayatını tekrara dayanan bu çeşit geleneksel tapınma törenleri, örnek alınan yazar batılı olduğu için, yanıltıcı bir modernlik halesiyle de kuşatılır.

Bu çeşit geleneksel hayranlığın ve modernist edebi ahlakın bir yan sonucu, yazarları kitaplarıyla değil, hayatlarıyla değerlendirmektir. Hayranlık duyulan yazarın başarısız, mutsuz ve huzursuz bir hayatı olması, aslında bütün dünya okurlarının ortak gizli isteğidir. Elbette bu istek, ülkeden ülkeye şekil değiştirir. Kitapların ticari başarısı, bugün Amerika’da bir yazar için itibar kaybettirici bir şey değildir. Avrupa’da ise, yazarın kitaplarının çok okunması, eleştirmenlerin ona şüpheyle bakmasına yol açabilir. Batı dışındaki küçük edebi merkezlerde, çoğu zaman zaten hiç gerçekleşmeyen ticari başarı, nadiren de olsa gerçekleşirse, yazarın bir keşiş ve aziz olarak hayatını sona erdirir. 1960’lar ve 1970’lerde Türkiye’de bir şairin herkesin anlayıp zevk alabileceği şiirler yazması, ona duyulan saygıyı artıracağına azaltırdı.



Kitapların hiç satılmadığı, gazetelerin, televizyonların edebiyatçılara hiç yer vermediği küçük ve ücra ülkelerin sokakları; kitaplarının satılmamasıyla ve gazetelerde hiç yer almamakla övünen modernist, edebi ahlak sahibi şairler ve yazarlarla doludur. Amerika’da bile Salinger (bir başka Flaubert hayranı), pynchon gibi yazarlara, kitaplarından çok, medyada hiç görünmedikleri için özel bir hayranlık duyan pek çok kişiyle karşılaştım.

Flaubert’in 1850’de İstanbul’dan annesine mektup yazarken dile getirdiği modernist edebi ahlakın yüz yıl sonra İstanbul’da ya da batı dışındaki diğer edebi merkezlerde edebi seçkinlerce heyecanla benimsenip içselleştirilmesindeki asıl sorun, edebiyatın gene yalnızca seçkinlere seslenen bir şey olarak görülmeye devam edilmesidir.

Osmanlı saray edebiyatının şairleri için edebiyat, iyi eğitilmiş seçkinlerin meşgul olacağı ve onlar kadar seçkin okurların anlayacağı bir şeydi yalnızca. Sıradan burjuva hayatını iğnelemeden tek gün bile geçiremeyen Flaubert, belki bu görüşe yakınlık duyardı. bu görüşe Flaubert’den de daha çok inanan, aslında Flaubert’i ve edebi ahlakını bu yüzden benimseyen pek çok Flaubertci vardır, şimdi biraz onlardan bahsedeceğim.

Flaubert, edebiyat tarihinde, yazarlarca en çok hayranlık duyulan yazarların başında gelir. Maupassant’dan Tolstoy’a, Henry James’ten Nabokov’a, Conrad’dan Mario Vargas-Llosa’ya kalabalık bir yazarlar ordusu Flaubert’le fazlasıyla ilgilenmiş, onun hakkında yazmış, ona gizli-açık derin bir sevgi duymuş ve gizli-açık onunla kendini özdeşleştirmiştir.

"Madame Bovary" (1857); Rusya’da Tolstoy’un "Anna Karenina"sına (1877), Almanya’da Theodor Fontane’ın "Effi Briest"ine (1894) örnek olmuştur. Baskıcı, kapalı ortamlarda bir kadının kocasını aldatmasını anlatan bu romanların Portekiz’deki temsilcisi Eça de Queiros’un romanı "o primo bazilio"dur (1878).



Bu romanda da, "Madame Bovary"de olduğu gibi, baş kadın kahraman romantik romanlar okuyarak yoldan çıkar. Bu romanda tıpkı Türkiye’deki "Madame Bovary" benzeri "aşk-ı memnu" (1900) gibi aşk ve aldatma aile içinde geçer ve kadın kahraman Bovary’den daha yukarı sınıftandır. Halit ziya’nın Abdülhamit’in baskıcı yıllarının sonuna doğru yazdığı "Aşk-ı Memnu"su, bugün Türk milli eğitim Bakanlığı’nın "Madame Bovary" gibi lise öğrencilerine tavsiye ettiği bir avuç romandan biridir.

Flaubert’e duyulan hayranlığın daha sonraki kuşaklarda, 20. yüzyılda, romanları kadar mektuplarına, mektuplarının gösterdiği hayat tarzına, edebiyatın bir çeşit keşişi olmasına dayandığını anlamak zor değildir. Georges Perec, benim de en çok sevdiğim Flaubert romanı olan "duygusal eğitim"den tam on üç cümleyi, romanı "Şeyler"de ("Les Choses", 1965) olduğu gibi kullandıktan on beş sene sonra yazdığı bir makalede, bu cümleleri Flaubert olmak istediği için kendi romanına aldığını söylemiştir.



Flaubert olmayı istemek! Onunla aynı günlerde yaşayan Turgenyev’in ya da Henry James’in, Tolstoy’un ya da Theodor Fontane’ın Flaubert hayranlığı romanlarına yönelikti.

Conrad, Flaubert’in tekniğiyle meşguldü. Sonraki kuşakların, özellikle son yarım yüzyılın Flaubert hayranlığı ise yazarın kendisine, hayatına, mektuplarında yazdıklarına ve hatta hakkında anlatılanlara yöneliktir. Bunun birinci nedeni elbette mektupların hak ettikleri özenle, editör dikkatiyle notlandırılarak yayımlanmasıdır.

Fransız kültürünün klasiklere saygı anlayışı ve edisyon hazırlama geleneği de bugünkü Flaubert fikrini, dünyanın her yerinde bu büyük yazarın gördüğü içten saygı ve hayranlığı hazırlamıştır. Modernist edebi ahlaka uygun olarak yaşayabilmek için gerekli 'özdeşleşme' duygusu, bu mektuplar sayesinde hâlâ bütün gücüyle canlı. pek çok yazar, hayatının bir kısmında benim gibi Flaubert olmak istemiştir.

Sartre’ın ünlü Flaubert biyografisi "ailenin budalası"nı bu duyguyla savaşmak için kaleme aldığını ya da Julian Barnes’ın parlak romanı "Flaubert’in Papağanı"nı Flaubert olma zevklerini sonuna kadar çıkarmak için yazdığını söylemek abartı olmaz.
Flaubert olmak isteyen yazarlar arasında iki temel eğilim görürüm hep. roman sanatının iki temel özelliğini ortaya çıkaran bu ayrımı biraz tartışabilmek için basitleştirerek özetleyeceğim.

Birinci tür Flaubertciler yazarın çok belirgin öfkesine ve sesine hayranlık duyanlardır. Burada kastettiğim, Flaubert’in sıradanlığa, ortalama burjuva hayatına, yüzeyselliğe ve aptallığa karşı duyduğu öfkeli, alaycı, zeki sesidir. 1850 Ekim’inde, İstanbul’dan annesine yazdığı mektubun sonunda bu sesi hemen tanırız: Flaubert evlenen bir arkadaşının yakın zamanda mükemmel bir burjuva ve beyefendi olacağını alaycılıkla yazar annesine.

Arkadaşı artık kurulu düzenin, ailenin, mülkiyetin savunucusu olacak, yakında gençliğinin sosyalist düşüncelerine de mutlaka savaş açacaktır! Flaubert’e göre arkadaşının suçu, kendisini fazla ciddiye almaya başlamasıdır. Bir zamanlar sarhoş olup gece kulüplerinde kankan dansı yapan sevgili arkadaşı, önce kendine bir saat alarak, sonra da hayal gücünü kaybederek burjuvalaşmıştır. Flaubert burjuvalaşan eski arkadaşına gittikçe öfkelenerek onun yakında karısı tarafından boynuzlanacağını da ekler mektubuna.

Buradaki yazar sesi, Flaubert’in "Bouvard ve Pécuchet"sindeki ("Bilirbilmezler" diye türkçeye çevrildi) ya da "Sıradan Düşünceler Sözlüğü"ndeki sesine çok yakındır. Mektuplarında da sık sık karşılaştığımız, insanoğlunun ve özellikle burjuvaların budalalığından bıkıp usanmış bu alaycı ses, gücünü Flaubert’in zekâsından ve çok özel mizah yeteneğinden alır. Zekâsının ve mizahının hedefinin, bütün hayatı boyunca uzak durmaya çalıştığı sıradan orta sınıf değerlerine, modernleşme ve sanayileşmenin ürettiği yeni, rahat, huzurlu günlük hayata yönelmesi, Flaubert’in sesine günümüzde pek çok yazarın özdeşleşmekten hoşlandığı bir güç verdi. 20. yüzyılda Flaubert hayranları, özellikle genç yazarlar bu ses ile özdeşleşmeye, bu alaycı, sinik ve zeki maskeyi Flaubert'den alıp kendi yüzlerine takmaya önem verdiler.

Nabokov’un "Lolita"sını okurken, Amerikan orta sınıf hayatının ayrıntılarına batırılan iğnelerinin arkasında, Flaubertci bir duyarlık olduğunu hissederiz. Seçkin bir yazarın, insanoğlunun budalalığı ve sıradanlığı ile alay etmesini hepimiz cazip bulur; kitapları, romanları biraz da bu sesleri işitmek, onlarla yaşamak için okuruz.

Ama bu alaycı ses bir romanda tek güç olursa, zekâ ve sinizm, kısa zamanda orta sınıf hayatını, iyi eğitim alamamış insanları, değişik kültürleri, alışkanlıkları bizlerden başka türlü ve yetersiz olanları aşağılayan, yukarıdan bakan mağrur bir sese de dönüşebilir. Özellikle Avrupa modernizminin batı dışında yerleşme süreci, bu ahlaki sorunlarla birlikte anlaşılmalıdır.

Oysa Flaubert bütün öfkesine, alaycılığına rağmen, mağrur bir yazar değildi.
Kahramanlarına, kendisinden başka türlü olanlara, bir romanın içinden, ama çok yakından bakabileceği bir dil de bulmuştu. Annesine yazdığı mektupta gençlik arkadaşının evlenip sıradan burjuva hayatına karışmasına nasıl öfkelendiğini okuduktan sonra, aynı gençlik arkadaşlarını "Duygusal Eğitim"de nasıl bir sevgiyle anlattığını, onların 'budalalıklarına', akıl karışıklıklarına nasıl derin bir anlayışla yaklaşabildiğini görmek, romancı Flaubert’in asıl kuvvetini hatırlatır bize. Bu, kahramanlarıyla sonuna kadar özdeşleşebilen, bunun için çırpınan, evli bir kadının, Madame Bovary’nin mutsuzluğunu ve içine düştüğü çıkmazı kendi kalbinde hissedip, biz okurlara da çok açık dille hissettirebilen bir yazardır.

Flaubert kahramanlarının düşüncelerine ve onların ruhsal dünyalarına, romandaki anlatıcı sesin çok yaklaşabilmesi için özel bir teknik geliştirmiştir. Önce Fransa’da, daha sonra bütün dünyada taklit edilen, yayılan ve okurlarından çok Flaubert uzmanlarının takdir ettiği bu sese, bu anlatım tekniğine 'dolayımlı serbest üslup' (style indirect libre) denir. Flaubert’in keşfetmekten çok geliştirdiği bu anlatı üslubu, kahramanların düşünceleriyle, tanık oldukları çevre ve olaylar arasında bir fark gözetmez. Anlatının dili, zaman zaman kahramanın ruhuna, dertlerine, o kişinin özel sözlerini, argosunu kullanarak yaklaşır, ama anlatıcı ses bizi “diye düşündü”, “diye aklından geçirdi” diye uyarmaz. Manzara ve çevre tasvirleri de, bir romanda olması gerektiği gibi, kahramanın ruh durumunu hem ayrıntılarıyla hem de seçilen kelimelerle temsil eder.

Böylece biz okurlar, dünyayı, tasvir edilen olayları ve manzarayı kahramanların gözüyle ve onların duygu, dert ve kelimelerinin içinden yakın bir şekilde görürüz. Jane Austen ve Goethe’den sonra, Flaubert’in geniş bir şekilde ama dikkatle (çünkü okur, Madame Bovary’nin duygularını, Flaubert’in düşünceleri sanabilir) geliştirip kullandığı 'dolayımlı serbest üslup', Türkiye gibi roman sanatının ve modern hikâye etme dilinin Flaubert’den sonra geliştiği pek çok batı dışı ülkede çok etkili olmuş ve sevilerek kullanılmıştır.

Bu üslup yalnız roman sanatının oluşumunda değil, gecikmiş milli devletlerde, edebiyatın ve tabii ki en çok da romanın yardımıyla milli dilin ortaya çıkışında da ve benimsenip yerleşmesinde de belirleyici olmuştur. Benim sevdiğim, hayranlık duyduğum, özdeşleşmek istediğim Flaubert, işte bu ikinci yazardır. Kahramanlarının ruh haline, bir romanın geniş manzarası, panoraması içerisinde, bir anda birkaç kelime ile girebilmenin yeni bir yolunu keşfeden büyük yazar! Kahramanlarına roman sanatının talep ettiği derin şefkat ve anlayışla yaklaşabilen, bu yüzden “Madame Bovary benim” diyebilen yazar.

Az önce sözünü ettiğimiz alaycı, aşağılayıcı Flaubert, bu şefkatli Flaubert’den hiç de uzak değildir ama. bu iki Flaubert’in, aynı kalbin iki değişik görüntüsü olduğunu hayal etmek de, onu seven okur için hiç zor değil. Bir yandan insanlığa sınırsız bir öfke ve kızgınlık duyan, diğer yandan da aynı insanlara derin bir şefkat besleyip onları herkesten iyi anlayan bu yazarla, pek çok yazar gibi, ben de hep özdeşleşmek istedim. onu her okuyuşumda, “Monsieur Flaubert, c’est moi!” demek geldi içimden.

İstanbul’dan 1850 yılında, annesine yazdığı mektupta Flaubert, sevgili gençlik arkadaşı Ernest’in evlenerek sıradan burjuvalar arasına katılmasına ve kendisini fazla ciddiye almasına yol açan şeylerden birinin de üniversiteden doktora almak olduğunu söyler. Flaubert sayesinde bana bu şeref doktorasını veren Rouen Üniversitesi’nin sayın rektörü, değerli profesörler, öğrenciler, misafirler, yaşım ilerlediği için bu tehlike benim için artık çok önemli gözükmüyor. Hepinize çok teşekkür ederim. "

J. MADAME BOVARY VE WOODY ALLEN




Kugelmass, City Kolejinde insan bilimi profesörüdür. İkinci kez mutsuz bir evlilik yapmıştır. Daphne Kugelmass aptal bir kişidir. Profesör ayrıca ilk eşi Flo’dan iki kalın kafalı oğlana sahiptir. Ayrıca nafaka ve çocuklarının geçimi ile uğraşmaktadır.

Kugelmass bir gün, tahlilcisine , “Bu kadar kötü tersyüz olacağımı bilebilir miydim?” diye sızlanır. “Daphne, özel biri olabilirdi. Kim tahmin edebilirdi ki o kendisine izin verecek ve plaj topu gibi şişecekti. Ayrıca o bir insanla evlenmenin sağlıklı bir karar olmadığı birkaç şeye sahipti. Ama bu benim düşünce tarzımda canımı yakmazdı. Ben kendi yolumdaydım.”

Kugelmass hem kel hem de bir ayı kadar saçlıydı, ama ruhu yoktu. “Yeni bir kadınla karşılaşmaya ihtiyacım var”, diye devam etti. “Yeni bir ilişkiye ihtiyacım var, ben romantizme ihtiyacı olan bir adamın. Yumuşaklığa ihtiyacım var. Flört etmeye ihtiyacım var. Gençleşmiyorum bu yüzden geç olmadan Venedik’te aşk yaşamak, süslü New York Restoranında zarif sözler paylaşmak ve kırmızı şarap ile mum ışığı üzerinden utangaçça bakışmak isterim. Ne söylediğimi anlıyor musunuz?”

Doktor Mandel sandalyesinde yer değiştirir ve “Yeni bir ilişki hiçbir şeyi çözmez, bu hayal sadece problemlerini derinleştirir” der.

-“Elbette bu ilişki de dikkatli olmalıyım. İkinci bir boşanmayı kaldıramam.

- Daphne bana çok ağır saldırır”.

-“Bay Kugelmass---“.

-“Ama City Kolejinden biri olamaz çünkü Daphne zaten orada çalışıyor. Fakültede C.C.N.Y.den biri büyük sarsıntı yaratır, ama şu kız öğrencilerden biri olabilir…
-“Bay Kugelmass---“.

-“Bana yardım edin. Geçen gece bir rüya gördüm. Bir piknik sepeti taşıyarak bir çayır boyunca sıçrıyordum Sepetin üzerinde tercihler yazıyordu. Daha sonra sepette bir delik olduğunu gördüm.

-“Bay Kugelmass, yapacağınız en kötü şey yanlış davranmaktır. Burada hislerinizi ifade edin ve birlikte analiz edelim. Bir gecelik çözüm olmayacağını bilecek kadar uzun süre tedavideydiniz. her şeyden önce, ben bir sihirbazcı değil, psikanalistim”.
-“Beklide gerçekten ihtiyacım olan bir sihirbazcıdır”. Kugelmass sandalyesinden kalkar ve terapiyi sonlandırır.

2 hafta sonra bir gece Kugelmass ve Daphne apartmanlarında iki eski mobilya gibi sıkıntı içinde hiçbir şey yapmadan oturuyorlarken telefon çalar.

-“Ben açarım”, der Kugelmass. “Alo”
-“Kugelmass??, ben Persky”.
-“Kim??”
-“Persky. Yoksa Harika Persky mi demeliydim?”
-“Özür dilerim, anlamadım”.
-“Duydum ki tüm kasabada hayatınıza biraz heyecan getirecek bir sihirbaz arıyormuşsunuz. Doğru mu?”
”Şişşş!” diye Kugelmass fısıldar. “Telefonu kapama , nereden arıyorsun Persky?”

O günün öğleden sonrası Brooklyn’in Bushwick bölümünde hasarlı bir apartman binasında Kugelmass üç tur merdiven tırmanır. Koridorun karanlığından çıkar, aradığı kapıyı bulur ve zile basar. Bundan pişman olacağını düşünür.

Birkaç saniye içinde kısa, zayıf, öfkeli görünen bir adam tarafından karşılanır.
-“Sen Harika Persky misin?” der Kugelmass.
-“Harika Persky! Çay ister misin?”
-“Hayır, ben romantizm, müzik, aşk ve güzellik isterim”.
-“Ama çay değil? Şaşırtıcı. Tamam. Hadi otur!”

Persky arka odaya gider, Kugelmass kutuların ve mobilyaların hareket ettirildiğini duyar. Persky önünde tekerlekli büyük bir obje ile tekrar ortaya çıkar. Bu objenin üstündeki eski ipek eldivenleri alır ve tozun bir kısmını temizler. Bu ucuz görünen kötü boyanmış , bir Çin kabinidir.

-“Persky, hilen ne?”
-“Dikkat göster. Bu bir güzellik etkisidir. Bunu geçen yıl hayırseverlik işindeki bir grup insan için geliştirdim. Ama anlaşmadan vazgeçilmişti. Kabinin içine gir!”, der Persky.
-“Neden! Böylelikle sen kabini kılıç gibi şeylerle doldurabilesin diye mi?”
-“Kılıç görüyor musun?”

Kugelmass surat yapıp homurdanarak kabine tırmanır. İşlenmemiş kontrplağa yapıştırılmış bir çift suni elması görmekten kaçamaz. “Eğer bu bir şakaysa…”,der.
-“Biraz şaka”, der Persky. “Şimdi, bu kabine seninle birlikte bir roman fırlatır, kapıları kapatıp üç defa hafifçe vuracağım. O zaman kendini romanın içinde bulacaksın”.

Kugelmas inanmayışını suratını buruşturarak gösterir.

-“Bu bir gerçek, der Persky. “Sadece roman değil, kısa hikaye, oyun veya şiir!, dünyanın en iyi yazarları tarafından yaratılmış istediğin kadınla karşılaşabilirsin. Kimi istersen düşle!, İstediğin kişi ile aşk yaşarsın! Yeterince kaldığında çığlık atacak ve birkaç saniye içinde buraya döneceksin. –
“Persky, sen bir çeşit akıl hastası mısın?”
-“Sana birazdan olacakları anlatıyorum”.
Kugelmass şüpheyle devam eder. –“Bana bu kalitesiz ev yapımı kutunun anlattığın şeyleri yapabileceğini mi söylüyorsun?”
-“Tabii 20 dolar karşılığında”.
-“Gördüğüm zaman inanacağım, der Kugelmass ve cüzdanını çıkarır.

Persky parayı cebine koyar ve kitaplığa doğru döner. “Peki, kiminle karşılaşmak istiyorsun? Sister Carrie? Hester Prynne? Ophelia? Belki Saul Bellow’dan birisni istersin? Ya da Temple Drake’den biri. Senin yaşında biri için bile idman olurdu. -“Fransız bir sevgiliyle ilişki istiyorum”.

-“Nana’ya ne dersin? (Emile Zola’nın romanındaki fahişe).
-“Para ödemek istemiyorum.
-“Savaş ve Barış’taki Natasha’ya ne dersin?
-“Fransız dedim. Ben buldum. Emma Bovary! Bu harika olurdu!”.
-“Tamam Kugelmass, Yeterince kaldığını hissedince bana seslen”, der Persky ve Flaubert’in romanının karton ciltli kopyasını içeri fırlatır.
-“Güvenilir olduğuna emin misin?” diye sorar Kugelmass. Persky kapıları kapamaya başlamıştır.
-“Güvenilir. Bu çılgın dünyada ne güvenilirdir ki?” Persky üç defa kabine vurur ve kapıyı açar.

Kugelmass gitmiştir. Aynı anda Kugelmass kendini Yonville’de Charles ve Emma Bovary’nin yatak odasında bulur. O gelmeden önce güzel bir kadın sırtı dönmüş yalnız ayakta duruyordu. Keten çamaşırlar katlıyordu. “-Buna inanmıyorum” diye düşünür Kugelmass, doktorun büyüleyici eşine bakarken. –“Çok esrarengiz. Ben buradayım. Bu O”.

Emma şaşkınlıkla geriye döner. “-Tanrım, beni ürküttün, Sen kimsin?” Emma romanın kopyasındaki aynı hoş İngilizce ile konuşmaktadır.

Bu biraz utandırıcı diye düşünür Kugelmass. Daha sonra Emma’nın adres verildiği kişinin kendisi olduğunu fark eder.

–“Özür dilerim. Ben Sidney Kugelmass. City Kolejindenim. İnsan Bilimi profesörü C.C.N.Y.den? Şehir merkezinin dışından”!!!

Emma Bovary flörtçü bir gülümseme yapar. –“İçecek ister misin? Bir bardak şarap belki?”

Kugelmass, O’nun çok güzel olduğunu düşünür. Yatağını paylaştığı mağara insanı ile arsında ne büyük fark vardı. Bu görüntüyü kollarına alıp hayatı boyunca hayalini kurduğu kadın olduğunu anlatmak için ani bir dürtü hissetti.

“Evet, biraz şarap!” der boğuk sesle. “Beyaz, Hayır kırmızı, hayır beyaz. Beyaz olsun!”

-“Charles gün boyunca yok!” der Emma. Ses tonu imalarla doludur.

Şaraptan sonra güzel Fransa kırlarında gezintiye çıkarlar. “Her zaman bir gün birinin gelip, beni bu manasız kırsal varlığın monotonluğundan kurtaracak gizemli bir yabancının hayalini kurdum, der Emma, Kugelmass’ın elini sıkıca tutarak. Küçük bir kiliseden geçerler. “Her ne yapıyorsan seviyorum” diye mırıldanır Emma. “Onun gibi bir şey buralarda daha önce görmedim. Çok modern”.

-“Leisure Suit diye adlandırılır, satılıktır, der Kugelmass romantikçe. Aniden Emma’yı öper. Bir saat için bir ağacın altında uzanmışlardır. Birlikte fısıldaşırlar ve birbirlerine gözleriyle anlamlı şeyler anlatırlar. Daha sonra Kugelmass doğrulur. New York’un ünlü mağazalarından birinde Daphne ise buluşmak zorunda olduğunu hatırlar.

-“Ben gitmeliyim”, der Emma’ya. “Merak etme, geri geleceğim.”
-“Umarım”, der Emma.
Aşırı bir tutku ile Emma’yı kucaklar. Eve geri yürürler. Emma’nın yüzünü ellerinin arasına alır ve O’nu tekrar öper. Ardından haykırır , -“Tamam, Persky! 3.30da Bloomingdale’de olmaz zorundayım”.
Duyulabilir bir patlama sesi olur ve Kugelmass Brooklyn’e geri gelir.
-“Yalan mı söylemişim?” der Persky övünerek.
-“Bak Persky! Karımla buluşmak için geç kalmak üzereyim” der karısına hakaret ederek. Ne zaman tekrar gelebilirim? Yarın?”
-“Benim için zevktir, sadece 20 dolarımı unutma ve bundan kimseye bahsetme!”
Tabii, Rupert Murdock’u (uluslar arası televizyon yayını sahibi) aramaya gideceğim.
Kugelmass taksi çağırır ve şehre iner. Kalbi sanki dans etmektedir. Ben aşığım diye düşünür. Büyük bir gizliliğin profesörüyüm.

Kugelmass’ın fark etmediği bir şey vardı, o an ülkenin dışında farklı sınıflarda öğrenciler öğretmenlerine şunu sorarlar -“100.sayfadaki karakter kim?, Bayan Bovary’i öpen kel Yahudi? Güney Dakota’da bir öğretmen iç çeker ve çocukların aklından neyin geçtiğini anlamaz.

Kugelmass nefes nefese vardığında Daphne, banyo eşyaları bölümündedir.

-“Nerede kaldın, Saat 4.30!”
-“Trafikte takıldım”.
Kugelmass ertesi gün Persky’i ziyaret eder. Birkaç dakika sonra tekrar sihirli bir şekilde Yonville’ye geçer. Emma onu görünce heyecanını gizleyemez. Birlikte iki saat geçirirler, gülerler ve farklı geçmişleri hakkında sohbet ederler. Kugelmass ayrılmadan önce sevişirler.
-“Tanrım! Bunu Madam Bovary ile yapıyorum” diye kendi kendine fısıldar.
Aylar geçtikçe Kugelmass, Persky’ı birçok sefer görür ve Emma Bovary ile yakın, tutkulu bir ilişki kurar. –“Emin ol ve beni sayfa 120den önce kitaba koy!”der bir gün sihirbazcıya. Her zaman Rodolphe karakteriyle ilişki yaşamadan önce onunla buluşmalıyım.
-“Neden?” diye sorar Persky. –“Ona ayak uyduramazsın!”
-“Ayak uydurmak!” O alçağın biri. Böyle herifler flört ve ata binmekten başka şey yapmaz. Bana göre O, Women’s Wear Daily’nin sayfalarında gördüklerinden biri. Ama Helmut Berger’in saç şekliyle, Emma için sıcak parça.
-“Kocası bir şeyden şüphelenmiyor mu?”
-“Kocasının boynunu aşıyor .O aptal ve bir doktorun niteliklerine sahip değil. Bir caz delisiyle kaderleri aynı. . Kocası saat 22.00a kadar uyumuş oluyor ve Emma dans ayakkabılarını giyiyor. Neyse sonra görüşürüz!”
Kugelmass bir kez daha kabine girer ve Bovary’lerin mülküne geçer. “Nasılsın, ufak kekim” der Emma’ya.
-“Oh, Kugelmass, diye iç çeker Emma. Neye tahammül edeceğim?. Geçen gece akşam yemeğinde Bay Kişilik tatlı tabağının ortasında uykuya daldı. Kalbim bale ve Maxim için atıyordu ama O’nu horlarken duydum.
-“Tamam sevgilim, ben buradayım” der Kugelmass Emma’yı kucaklayarak.

Emma’nın Fransız parfümünü koklarken ve burnunu onun saçlarına gömerken bunu hak ettiğini düşünüyordu. Yeterince acı çektim. Yeterince psikologlar için ödeme yaptım. Yoruluncaya kadar aradım. O genç ve seksi. Ben Leon’dan sonraki Rodolphe’den önceki birkaç sayfa boyunca buradayım. Doğru bölümlerde ortaya çıkarak durumu bu haliyle tutacağım (Kazanacağıma eminim), diye düşünür.

Emma’da Kugelmass kadar mutludur. Heyecandan ölecek gibidir. Kugelmass’ın Broadway gece hayatı, hızlı arabalar, Hollywood ve TV yıldızları hakkındaki hikayeleri genç Fransız güzeli esir etmektedir.

-“Bana tekrar Amerikan Futbol Yıldızı O.J.Simpson hakkında anlat!, diye yalvarır o gece Emma. Abbe Bournisien’in kilisesini geçip gezinmeye başlarlar.

-“Ne söyleyebilirim ki? Adam harika. Futboldaki bütün hızlı hareketleri yapabilir. Ona dokunamazlar bile”.
-“Ya Akademi Ödülleri”, der arzuyla Emma. “Bir tane kazanabilmek için her şeyi verirdim”.
-“Önce aday olarak gösterilmelisin ”.
-“Biliyorum, açıklamıştın! Rol yapabileceğime eminim. Elbette bir iki sınıf almak isterdim. Strasberg (ünlü rol öğretmeni) ile belki! Sonra doğru temsilciye sahip olsaydım---“
-“Göreceğiz, göreceğiz, Persky ile konuşacağım”.
O gece, güvenle Persky’ın apartmanına döndükten sonra Kugelmass, Emma’nın O’nu büyük şehirde ziyaret etmesi fikrini açıklar.
-“Bunun hakkında düşünmeme izin ver, der Persky. Belki üzerinde çalışabilirim. Acayip şeyler oldu. Tabii hiçbiri bunu düşünemez.
-“Her gün hangi cehenneme gidiyorsun?” diye haykırır Daphne Kugelmass kocasına o gece geç geldiğinde. Bir yerlerde sakladığın ahlaksız bir kadının mı var?”
-“Tabii!”der Kugelmass. Leonard Popkin ile birlikteydim. Polonya’daki Sosyalist Ziraatini tartışıyorduk. Popkin’i bilirsin. Konu için çılgın olur ”.
-“Son zamanlarda çok garipleştin. Soğuk! Sadece babamın Cumartesi günkü doğum gününü unutma” der Daphne.”
-“Oh, Tamam. Tamam, der Kugelmass banyoya yönelirken.
-“Bütün aile orada olacak. İkizleri ve Kuzen Hamish’i görebiliriz. Hamish’e daha nazik olabilirsin, seni sever”.
-“Evet, ikizler!” der Kugelmass.

Banyo kapısını kapatır ve karısının sesi kesilir. Uzanır ve derin bir nefes alır. Birkaç saat içinde kendi kendine tekrar Yonville’de olacağını anlatır. Sevgilisiyle birlikte geri dönecekti. Bu sefer her şey yolunda giderse kendisiyle birlikte Emma’yı da getirecektir.

Öğlen 3-15te Persky tekrar büyücülük çalışır. Kugelmass Emma’dan önce gülümseyerek sabırsızca ortaya çıkar. İkili Yonville’de Binet ile birkaç saat geçirir ve daha sonra at arabasına binerler.

Persky’ın komutlarını takip ederek birbirlerini sıkıca tutarlar, gözlerini kapatırlar ve ona kadar sayarlar. Gözlerini açtıklarında at arabası Plaza Hotel’in kenar kapısındadır. Kugelmass günün erken saatlerinde burada bir daire kiralamıştır.

-“Bunu sevdim, Düşlediğim her şey olacak! der Emma neşeyle yatak odasının etrafında dönerken. Pencereden şehri izler. “Büyük oyuncak merkezi ve merkez parkı. Sherry Hotel hangisi? Tamam gördüm! Fevkalade! ”

Yatakta Halston ve Saint Laurent’ten (ünlü modacılar) kutular vardı. Emma bir paketi çözdü ve bir çift kadife iç çamaşırı çıkarır.
-“Bu takım Ralph Lauren’den der Kugelmass. Onun içinde harika görüneceksin. Buraya gel şekerim, bize bir öpücük ver”.
-“Hiç bu kadar mutlu olmamıştım” diye haykırır Emma aynaya bakarken. “Hadi şehre inelim, Chorus Line’nı görmek isterim. Hep anlattığın Guggenheim ve Jack Nicholson karakterini görmek isterim. Onun filmlerinden biri gösterimde mi?”
Bu sırada bir Stanford Profesörü şöyle der : “Bunu hiç anlamıyorum. Önce Kugelmass adında garip bir karakter geldi, şimdi ise Emma kitapta yok. Sanırım bir klasik roman binlerce kez okuyup yeni şeyler keşfedebileceğin bir şey!”

Sevgililer neşe dolu bir hafta sonu geçirir. Kugelmas Daphne’ye Boston’da bir sempozyumda olacağını ve Pazartesi döneceğini söyler.

Her anın zevkini çıkararak Emma ile gider, Çin mahallesinde yemek yerler, diskoda iki saat harcarlar ve bir Tv filmi ile uyurlar. Pazar günü öğlene kadar uyurlar, SoHo ve Elaine şenliklerine giderler. Pazar gecesi odalarına havyar ve şampanya isterler ve şafağa kadar konuşurlar. O sabah taksi onları Persky’ın apartmanına götürürken olanların telaşlı olduğunu ama buna değer olduğunu düşünür Kugelmass.
–“Onu buraya çok sık getiremem ama şimdi ve sonra Yonville ile burası arasında çekici bir zıtlık oluşacak”, diye düşünür.

Persky’nin evinde Emma kabine tırmanır, bütün yeni giysi kutularını çevresinde toplar, Kugelmass’ı şefkatle öper. –“Bir dahaki sefer benim yerimde”, der göz kırparak Persky kabine üç defa vurur ama hiçbir şey olmaz.
-“Hmm”,der Persky kafasını kaşıyarak . Tekrar vurur ama yine sihir yoktur. –“Bir şeyler yanlış olmalı” diye mırıldanır.
-“Persky, şaka yapıyor olmalısın. Nasıl çalışmaz?”, diye haykırır Kugelmass.
-“Rahatla, rahatla! Hala kutuda mısın, Emma?”
-“Evet!”
Persky tekrar vurur ama bu sefer daha sert.
“Ben hala buradayım, Persky”, der Emma.
-“Biliyorum tatlım, sıkıca otur”.
-“Persky, O’nu geri yollamak zorundayız”,diye fısıldar Kugelmass. –“Ben evli bir adamım, 3 saat içinde sınıfta olmalıyım. Tedbirli bir ilişkiden daha fazlasına hazır değilim şuan!”
-“Anlamıyorum, sadece güvenilir küçük bir sihir”, diye mırıldanır Kugelmass.
Ama sonuç alamaz. –“Biraz zaman alacak”, der Kugelmass’a. –“Bunu araştıracağım, seni sonra ararım”,der Persky.
Kugelmass, Emma’yı Plaza’ya geri götürür. Güçbelâ sınıfına yetişir. Bütün gün telefonunda Persky ve metresi ile konuşur. Sihirbazcı problemi çözmesinin birkaç gün alabileceğini söyler.
-“Sempozyun, nasıldı?” diye sorar Daphne o gece.
-“İyi, iyi” der Kugelmass sigaranın sonunu içiyorken.
-“Sorun ne? Bir kedi kadar gerginsin ”
-“Ben??, komik! Ben yaz gecesi kadar sakinim. Biraz yürüyeceğim”.
Kugelmass kapıyı çeker, taksi tutar ve Plaza’ya gider.
-“Bu iyi geğil! Charles beni özleyecektir”, der Emma.
-“Benim gibi sabırlı ol sevgilim”,der Kugelmass. Solgun ve terlidir. Emma’yı öper, asansöre koşar, lobiden Persky’ı arar ve gece yarısından önce eve döner.
-“Popkin’e göre, Krakow’da arpa fiyatları 1971’den beri bu kadar sabit olmamış”, der ve yatak odasına çıkarken Daphne’ye soluk bir gülümseme yapar.

Bütün hafta böyle geçer. Cuma gecesi Kugelmass yakalaması gereken başka bir sempozyum olduğunu söyler. Bu sefer Syracuse’dedir. Aceleyle Plaza’ya gider.
Ama ikinci hafta da ilki gibi bir şey olmaz. –“Beni romana geri yolla yada benimle evlen”,der Emma Kugelmass’a. –“Aynı zamanda bir iş bulmak yada sınıfa katılmak istiyorum çünkü bütün gün televizyon izlemek hayal edilebilecek en kötü şey.
-“Çok güzel! Böylelikle parayı kullanırız. Ağırlığının iki katını oda servisinde tüketiyorsun ”.
-“Central Park’ta dün bir Off-Broadway yapımcısı ile karşılaştım. Yaptığı proje için benim uygun olabileceğimi söyledi” der Emma.-“O soytarı da kim?
-“O bir soytarı değil! O duyarlı, nazik ve zeki. Adı Jeff ve Broadway Tiyatro ödülleri için aday gösterildi”.
O öğleden sonra, Kugelmass Persky’a gider.
-“Rahatla! der Persky. Kalp krizi geçireceksin”.
-“Rahatla? Rahatla diyor! Otel odasına saklanan hayali bir karakterim var ve sanırım eşim peşime özel dedektif takıyor”.
-“Tamam, Tamam. Bir problem olduğunu biliyorum”.
Persky kabinin altına sürünür ve büyük bir İngiliz anahtarı ile bir şeye vurmaya başlar.
-“Vahşi bir hayvan gibiyim. Bir otel parçasından söz etmemek için şehirde korkakça dolaşıyorum. Emma ve ben birbirimizden usandık”.
-“Gizemden bana ne? Bu küçük fareye siyah yumurtalar ve Dom Perignon harcıyorum, ve onun giysi dolabı. Neighborhood Tiyatrosuna kayıt oldu ve profesyonel fotoğraflara aniden ihtiyaç duyar. Dahası hep beni kıskanan Edebiyat öğretmeni Prf. Fivish Kopkind benim Flaubert’in kitabında ara sıra ortaya çıkan karakter olduğumu teşhis etti. Daphne’ye gitmekle tehdit etti. Harap olma, nafaka ve cezaevi hissediyorum. Madam Bovary ile ilişkim yüzünden karım beni meteliksiz bırakacak.
-“Ne söylememi istiyorsun? Gece gündüz üzerinde çalışıyorum. Senin kişisel endişelerine yardım edemem. Ben bir sihirbazım, psikolog değil!”

Pazar öğleden sonra Emma kendisini banyoya kilitler ve Kugelmass’ın yalvarmalarına cevap vermeyi reddeder. Kugelmass pencereden dışarı bakıp intiharı düşünür. Alçak bir katta olduğu için yapamadığını düşünür. Belki Avrupa’ya kaçıp hayata tekrar başlayabileceğini düşünür. Belki Uluslararası Herald Tribününü satarım diye düşünür. Telefon çalar.
-“Onu buraya getir, problemi çözdüm ”, der Persky.
-“Kugelmass’ın kalbi yerinden sıçrar. –“Ciddi misin? Çözdün mü?”
-“İletmede bir sorun vardı, inanabiliyor musun?”
-“Persky, sen bir dahisin. Bir dakika içinde oradayız. Bir dakikadan daha kısa!”

Tekrar sevgililer aceleyle Persky’ın apartmanına gider ve tekrar Emma Bovary kutularıyla kabine tırmanır. Bu sefer öpüşmezler. Persky kapıları kapatır, derin bir nefes alır ve üç defa vurur. Güven tazeleyen bir patlama sesi duyulur Persky içeriye baktığında kutu boştur. Emma Bovary tekrar romana döner. Kugelmass ferahlar ve sihirbazcının elini sallar.

-“Bitti, dersimi aldım. Yemin ederim bir daha aldatmayacağım”,der Kugelmass. Persky’ın elini tekrar sıkar ve O’na bir kravat yollayacağını düşünür Üç hafta sonra, güzel bir ilkbahar akşamı, Persky kapısını açar. Utangaç bir ifadeyle Kugelmass karşısındadır.
-“Peki, Kugelmass. Bu sefer nereye?”,der Persky.
-“Sadece bir seferlik. Hava çok güzel ve ben artık gençleşmiyorum”,der Kugelmass. –“Dinle! Portnoy’s Complaint’i (Philip Roth’un erotik romanı) okudun. The Monkey’i (kitaptaki kadın karakter) hatırla!
-“Fiyat şimdi 25 dolar, çünkü hayat pahalılaşıyor. Ama başına açtığım sorunlardan dolayı bu seferlik para almıyorum”.
-“Sen iyi bir insansın” der Kugelmass kalan saçlarını tararken Kabine tırmanır. Doğru çalışacak mı?”
-“Umarım! Bütün o olanlardan sonra fazla deneme yapamadım”.
-“Seks ve Romantizm” der Kugelmass kutunun içinden. –“Güzel bir yüzde aradığımız!”

Persky kitabın bir kopyasını fırlatır ve kutuya üç defa vurur. Bu kez, ağır bir patlama olur. Bunu seri patlamalar ve kıvılcımlar takip eder. Persky geri fırlatılır, kalp krizine tutulur ve ölür. Kabin alevlerle yanmaya başlar ve sonunda bütün ev yanar.

Bu felaketten habersiz Kugelmass kendi problemleriyle uğraşır. Kendisi “Portnoy’s Complaint” romanında veya başka bir romanda değildir. Eski bir test kitabı olan “Remedial Spanish’e (yavaş öğrenenler için İspanyolca) kitabına yollanmıştır. Kısır kayalık bir arazide “tener – have” düzensiz fiili ince bacaklarının üzerinde O’ndan sonra gelecek şekilde hayatına devam etmektedir.

YAŞASIN TİCARET!
YAŞASIN TARIM!
YAŞASIN SANAYİ!
YAŞASIN GÜZEL SANATLAR!
HEPİMİZ MADAME BOVARY’İZ!!!!!

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails