Bir metropol insanının, Pera
gibi, sabahın erken saatlerinden akşamın kör karanlığına kadar aktiviteden
aktiviteye koşabilme imkânı sunan yaşam alanının olması ne büyük şanstır.
Haliç’in sabahın nemiyle
puslanmış buğulu manzarasını seyrederek yapacağınız mükellef bir kahvaltının
ardından, yavaş yavaş hayat bulmaya başlamış Pera’da ister bir kitapçıda
oyalanın, ister birkaç sergi veya müze gezin, daha önce hiç girmediğiniz, ama
sizi bir Avrupa şehrinin Rönesans atmosferine taşıyan gizemli sokaklarını
arşınlayın, yeni keşiflerde bulunun.
Pazar sabahı önceliği Emre’nin
basketi olduğundan bizim kahvaltıyla başlayan bir Pera programı yapmamız okul
kapanıncaya kadar imkânsız görünüyor. Günün erken saatleri veya gün ortası fark
etmez. Önemli olan keyif aldığım bir nefesin, bir kalp atışının bana eşlik
ediyor olması.
İlk durak Pera Müzesi…
20 yüzyılın en başarılı moda
fotoğrafçılarından sayılan Nickolas Muray’in siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarından
oluşan serginin, daha çok moda fotoğrafçılığına ilgi duyanların ilgisini çekeceğinden
kuşkum yok.
Nickolas Muray, bir Amerikan
dergisinde yayınlanan ilk renkli fotoğrafla reklamcılık alanında tarihe geçmiş.
Olimpiyat şampiyonu bir eskrimci, pilot ve kadın tutkunu…
Sergide en çok dikkati çeken, 10
yıl süreyle aşk yaşadığı Frida Kahlo’nun ve kocası Diego Rivera’nın sanatçı
tarafından çekilmiş fotoğrafları. Muray o kadar âşıkmış ki Frida’ya, 1939
yılında Frida ve Diego boşandıklarında Muray, Frida’nın kendisi ile
evleneceğini düşünmüş, ancak Frida, Muray’in sevgilisi kalmasını istediğini
söyleyerek evlilik teklifini reddetmiş.
Frida’nın fotoğrafları o kadar
çoktu ki, insan ister istemez Muray’in Frida’ya olan aşkını sorgulamaya
başlıyor. Muray, Frida’nın hangi özelliğine âşık olmuş olabilir?
Muray’in çektiği, Frida ve
Rivera’nın yaşamlarından kısa bir kesitin aktarıldığı film gösterimi vardı.
Filmde Frida’nın Rivera’ya gösterdği ufak aşk fısıltıları yer alıyordu. Onun
ellerine kondurduğu küçük öpücükler, saçını okşaması… Ama bunları yaparken,
kameraya öyle bir bakış atıyordu ki, bu hareketleriyle aslında Muray’e kur
yaptığını, onu kıskandırmaya, hatta çıldırtmaya çalıştığını hissettim. Sanırım
Frida marjinalliğinin yanı sıra ateşli bir âşıktı da.
Pera Müzesi’ndeki bir diğer sergi
ise Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi’nden Bir Seçki olan Çöl ve Deniz
Arasında adlı sergi idi. Cezayir, Filistin, Fas, Libya, Lübnan, Mısır, Suriye,
Tunus ve Ürdün’den sanatçıların yapıtlarının yer aldığı sergide birkaç eserin evimin
çeşitli yerlerinde olmasını arzulamadım değil.
Laila Shawa’nın İmkânsız Rüya
adlı tablosu, canlı renklerinin yanı sıra, aslında Arap kadınlarının dramatik
ve zor hayatlarının tuvale yansıması. İsteyip de yapamadıklarının, önlerindeki
koca duvarların imgelemesi…
Benim Abdülcanbaz çizimlerine
benzettiğim Hussein Madi’nin Nü adlı tablosu da yine beğendiğim eserlerdendi.
Geometrik keskin yapısı ve renkleri ile cezbetti beni.
Bazı eserler Batı’nın etkisinde kalındığını çok net gözler önüne seriyordu. Picasso’nun, Matisse’in yansımalarını görebiliyorsunuz. Ama Arap sanatçıları tanımak, anlayabilmek adına serginin görülmesinde fayda var.
Sergi bitişinde yüksek tavanlı,
aydınlık ve sıcak ahşabın ağırlık kazandığı kocaman salonuyla Pera Müzesi cafesinde
soluklanıp, bir fincan sıcak içecek eşliğinde derin bir sohpete daldık.
Rahatlığıyla bizi adeta içine
çeken koltuklardan ayrılma vaktimiz geldiğinde, dışarıda bekleyen soğuğa karşı
donanmıştık.
Film 17:30’da başlayacaktı.
Midemizin sesine kulak verip, filmin bitişine kadar bekleyemeyeceğimize kani
olaraktan Şimşek Karadeniz Pide Salonu’nun yolunu tuttuk. Tereyağı kokulu ince
dilimler halinde kesilmiş çıtır kenarlı pidelerle karnımızı doyurduk.
Bir etkinlikten diğerine savrulduğumuz
bugün sırada Kelebeğin Rüyası vardı.
Daha sonra filmi izleyen annem ve
babam, filmin konusunun, onların gençlik yıllarında çok fazla işlenen bir konu
olduğuna parmak bastılar. Düşününce onlara hak verdim. Az duymadık veremli
gencin ölüm temalı filmlerinden anekdotlar, izledik de hatta. Ama burada şöyle
bir fark var ki, geçmişin veremli karakterleri Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ
kadar rollerini benimsemiş, özümsemiş, rollerinin hakkını verebilmek için
veremin can yoldaşı zayıflığı, bakımsızlığı ön plana çıkarmak için zayıflamayı
seçmek yerine aşırı kiloları ile kamera karşısına geçmişlerdi.
Genç oyuncular rollerinin hakkını
vermişlerdi. Hiçbir yapaylık sezinlemedim.
Belçim Bilgin’in rolüne “kart” kaçtığı
yazılmıştı birkaç yorumda. Ben buna katılmıyorum. Şu anda kırklı yaşlarında
olan tanıdıklarınızın ebeveynlerinin lise çağlarında çekilmiş fotoğraflarına
baktığınızda anlarsınız ne demek istediğimi. Ya da böyle bir mukayese imkânı
olmayanlar için açıklayayım; o dönemin gençleri bizim aynı yaşlarımıza göre çok
daha olgunlarmış. Hem fiziksel, hem de beyinsel olarak. Belki de sebebi şu anda
aynı yaşlarda olan gençlere göre çok daha az maddi imkânlara sahip olmaları,
sahip olduklarının değerini bilmeleri, daha çok hissederek yaşamalarıdır. Hani
derler ya acı insanı yoğurur diye, işte budur aynı zamanda erkenden
olgunlaşmanın sebebi.
O dönem insanlarının olgunluğunu
Rüştü Onur’un anısına hazırlanan, ön sözünü Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı Mektubun
Avcumda adlı kitapta da net bir şekilde görebiliyorsunuz.
Mektuplarında hastalığı sebebiyle
yaşadığı acıları, Mediha’ya duyduğu aşkı, zaman zaman çaresizliğini,
yaşadıklarından olgunlaşmış naif, âşık, içi dışı bir, kararlı bir
adamın satırlarını okuyabiliyorsunuz.
Kitabı bir nefeste okudum, ama
filmi de Amerikan sinemasını aratmayacak nitelikteki çekimleri, ses kalitesi
ile 138 dakika sürmesine rağmen zorlanmadan izledim.
Filmde, kendisini yazmaya adayanlar
için en idealinin her daim bir not defteri bulundurmak ve her ne olursa olsun,
aklına ne, nasıl gelirse gelsin mutlaka not almak, yazmak gerektiğini, aşkın bazen
her şeyin üstünde olduğunu, babaların çocuklarından hep başarı hikâyeleri
duymak istediklerini, dostluğun,
paylaşmak, fedakârlık olduğunu hatırlıyoruz.
Ve tabii aşkın, şiirin bahanesi
olduğunu da...
Peyman