22 Ekim 2010 Cuma

Ailemin Yazarı Murakami Ve Kara Koyun Orhan Pamuk




Kısaca Murakami'ye Devam:

Benim kocaman bir ailem var. Annem, babam, üç kardeşim, eşleri, üç tane dünya güzeli yeğen her yıl istisnasız bir araya gelir ve adına “Aile Tatili” dediğimiz yolculuğa çıkarız. Yıl içinde her hafta birbirimizle telefonla görüşsek de, çeşitli yerlerde bir araya gelsek de hiç biri aile tatilinin yerini tutmaz. Beraber olduğumuzda sürekli tartışsak bile çok iyi vakit geçiririz. Her seferinde tartışma okuduğumuz kitaplardan çıkar. Babam “Roman Teftiş Üst Kurulu” gibi davranıp okuduğumuz kitapları inceler, hatta akşamları odasına götürüp okur ve sabahın ilk saatlerinden itibaren okuduğumuz kitaplara dair fikirlerini beyan eder. Mesela Kurt Vonnegut her seferinde başını ağrıtır, özellikle Kar romanı ile beraber, Orhan Pamuk’un okunmasına şiddetle karşı çıkar, Chuck Palahniuk yazar bile değildir. Neyse dediğim gibi sanırım biz de bundan besleniyoruz. Ben inatla yanıma bir Orhan Pamuk kitabı alırım, kardeşim Kurt Vonnegut’suz yola dahi çıkmaz zaten...

Şubat gibi Yaban Koyununun İzinde’yi okuduktan sonra çok beğenmiş ve babama yollamıştım. Şaşırtıcı bir şekilde babam Murakami’den çok etkilendi. Dili, hayal gücü, kahramanları ve kurgusundan bahsetmekten geri durmadı. Dolayısı ile bu yıl aile tatilinde hem de ben geri dönünce Sahilde Kafka sunumu yapacağım için sürekli Murakami hakkında konuştuk. Ablalarım çocukların boya kalemleri ile Kafka Tamura’yı ve Sakura’yı manga çizimlerine dönüştürmeye çalıştılar. Tartışma da Orhan Pamuk ve Murakami üzerinden devam etti. Babama göre Murakami’nin yarattıkları sanat eseri, Orhan Pamuk’un yazdıkları ise tamamen yalandı.

Konu en sonunda bir yazışmaya geldi. Biz de ısrarla yazışmayı istedik. Ben yazışmayı son derece doyurucu buldum. Sahilde Kafka sunumum için de oldukça faydalandım. Yazanların bir kısmına katılmasam da (keskin bulsam da) – iş sonunda kendi Kara Kitap’ımı anlatmaya geldi de geçti zaten- Sahilde Kafka’yı neden ısrarla Murakami ve Orhan Pamuk kefesinde düşündüğümü anlatmama yardımcı olacağı için buraya ekledim:

Gülda


Sevgili Gülda,

Söz konusu yazışma silsilesi Kara Kitap’dan başlayıp Murakami ve Sahilde Kafka ile sonuçlanan, fenalık geçirtici oranda uzun bir tekst ve maalesef hepsi İngilizce.

Tamamıyla anonim kalma ihtiyacı gerekliliğinden (mühim!), tekst içindeki ilk kişinin adını Osmanzade’ye patronun adini da Gerardus olarak değiştirdim. Bu Hollandalıların 5 ila 10 arasında Hıristiyan göbek adları olduğundan, zaten muhtemelen adamın adlarından biri de Gerardus’dur.


Pamuk’un Kara Kitap’ı ve Akabinde Murakami Üzerine Gerardus ve Osmanzade

Nam-ı diğer Gerardus ve nam-ı diğer Osmanzade’nin her ikisi de edebiyatla çok ilgili özenti entelektüellerdir. Gerardus, Kar ve Benim Adım Kırmızı’yı okuduktan sonra Orhan Pamuk’un bir diğer romanı olan “Kara Kitap’ı okumaya henüz başlamış olup, kitaptaki sembolizmin karmaşasında aradığı cevapları eski bir meslektaşı (ve eski Türk vatandaşı) olan Osmanzade’den alabileceği ümidinde olan kitap kurdu bir Hollandalıdır. Aşağıda ikisi arasında bu konu üzerine, sonuçta Murakami’nin Sahilde Kafka’sına kadar uzanan e-posta iletişimi yer almaktadır.

Sevgili Osmanzade,

Çin’e yolculuğum sırasında Het Zwarte Boek’i -Kara Kitap- (Bu kez Hollanda dilinde bir çevirisini elde ettim) okumaya başladım. Pek güzel bir okuma (ancak şu ana kadar yalnızca yaklaşık 5’te 2’sini bitirebildim, dolayısıyla şimdilik ipucu vermezsen sevinirim.)

Ancak Benim Adım Kırmızı’yı okurken duyumsamaya başladığım “benim gibi basit bir batılının bu tür bir kitabı okumakta ağır özürlü olduğu hissi” Kara Kitapla daha da derinleşti. Bu nedenle bana sembolizmin bazı ayrıntıları ile ilgili yardım edip edemeyeceğini merak etmekteydim.

Sonuç olarak izlenimim, bu kitabın en önemli temasının (yine) geleneksel topluma karşı modern toplum olduğu. Örneğin filmler aracılığı batı etkisine kapsamlı göndermeler yapılması, mumdan heykellerin öyküsü vs. Ancak söz konusu geleneksel toplum tam olarak nedir? Türk tarihi hakkında çok şey bilmiyorum ancak öyle görünüyor ki Pamuk’un bahsettiği geleneksel toplum, Osmanlı zamanı ile Atatürk’ün ulusu arasındaki tuhaf karışım. Acaba bir Türk okuyucu da bu kadar şaşırmış mıdır, ya da Pamuk’un hangi “eski değerlere” gönderme yaptığı apaçık ortada mıdır? Tüm bunlarda dinin rolü nedir? Ya gönderme yaptığı değişik Sultanlar? Türk halkı tarafından bilinmekte midirler?

Sonra bir de ana karakterlerin aile öyküsü var. Karmaşık bir güruh... Acaba bir çeşit tipik orta sınıf (ve hatta üst sınıf) Türk ailesi midir? Bağlantılı olarak, ya isimler? Her ne kadar hiç birinin anlamı çözememiş olsam da, pek çoğu olağanüstü bir sembolizme sahipmiş gibi görünmekte. Örneğin, pek çok gazetecinin adının Celal (Kayıp yeğen tek değildir) olduğunu fark ettim. Bu ismin özel bir önemi var mıdır? Galip ismiyle de birden fazla karşılaşılmakta, acaba özel bir anlamı var mıdır?

Sonunda İstanbul’un kendisine sıklıkla atıfta bulunmaktadır. Orada hiç bulunmamış bir kişi için bu çok da kolay değil. Sanırım kullanılanlar, şehrin çeşitli bölümlerine ait bazı semboller?

Neyse, pek çok soru… Ve eminim ki halen can alıcı bölümleri kaçırıyorum. Yardımların için şimdiden teşekkürler. (Tercihen ben kitabı bitirdikten sonra)


Sevgili Gerardus,

Oldukça zor sorularınıza, kendi, kısıtlı ve büyük oranda ön yargılı bakış açımla yanıt vermeyi deneyeceğim. Tahminim Orhan Pamuk’un kendisinin bile bu soruların bazılarına o kadar açık yanıtlar vermeyeceği ve hatta belki de veremeyeceğidir. Hepsinden öte o da diğer romancılar gibi duygu ve izlenimlerini romanlarında yalnızca simgesel olarak ve vurgulayarak ifade etmeyi tercih ediyor olmalıdır.

Bununla birlikte sorularınızı yanıtlamak için size küçük bir papirüs yazmayı denememe izin verin. Büyük olasılıkla sorularınızı yanıtlamayacaktır. Bununda ötesinde, büyük olasılıkla naçizane fikirlerimin çoğunluğuna Orhan Pamuk’un kendisi bile katılmayacaktır. Yine de sadece eğlencesi için bile olsa bir deneme yapmaya değer...

Elbette modern-geleneksel ikilemi konusunda kuşkuya yer yok. Yine de, ben bu kitabı 19. Yüzyıl civarında başlayan ve nihayetinde (ve mucizevî bir şekilde) Atatürk’ün yaşama soktuğu hızlı bir kültürel ve sosyal değişimin kaçınılmaz olarak getirdiği “Doğulu muyuz, batılı mıyız, yoksa neyiz” duygusundan kaynaklanan kültürel şizofreninin bir betimlemesi olarak adlandırmayı tercih ederim.

Atatürk modern Türkiye’nin Osmanlı ile ilgili neredeyse her şeyin (örneğin dil, giyim kuşam, Arap alfabesi, din devlet bütünlüğü vs.) geride bırakılmasının sağlanmasını sonunda başaran kişi idi. Atatürk’ün son hamlesinden evvel, değişimin (en azından) kavramsal temelleri “Jön Türkler” topluluğu tarafından zaten oluşturulmuştu ve Jön Türk deyiminin İngilizcedeki günlük amiyane kullanımına dayanarak dâhi, bu gurubun o zamana dek ne kadar etkili olmuş olduğunu öngörebilirsiniz.

Bu arada, çok şükür Türk mutfağına el değmemiş... Aksi takdirde yemeklerimiz Batı Avrupa’da, sözde Batı Avrupa damak tadına göre ince ayarlanmış döner kebaplara dönüşebilirdi!

Türk tarihinde hatırlanması gereken şey, durum ve şartlar ne olursa olsun Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzünün her daim Batı’ya dönük olmuş olduğudur. 16. Yüzyıla kadar imparatorluğun genişlemesi Batı yönelimli idi. Tipik fetih, vergileme, (öncelikli olarak ekonomik teşviklerle) Müslümanlaştırma rutini... Ne var ki, akabinde gelen Viyana ve Malta’daki askeri fiyaskolar imparatorluğun ilaveten genişleme olasılıklarının sonunu belirledi ve uzun bir durgunluk dönemi oldu: 150-200 yıllık bir dönemde endüstri devrimi ve yeni teknolojilerin reddedilmesi sonucu, askeri, ekonomik güç kaybı yaşandı vs.

Bu bağlamda -ve sizin Osmanlı sultanlarının Türk halkına tanınırlığı üzerindeki sorunuza cevaben-: Her Türk gencine okulda, Osmanlı tarihinin resmi sürümü şu şekilde öğretilir:

- Kanuni Sultan Süleyman’a kadar uzanan bir seri muazzam/kahraman padişah,

-Bunları takiben, endüstri devrimini ve yeni teknolojileri reddederek ülkenin askeri/ekonomik vs güç kaybına yol açan, becerisizliklerini oldukça baskıcı idareleriyle örtbas etme yolunu seçmiş, imparatorluğun genişlemesinin duraklaması, durgunluk ve küçülmenin başlamasından sorumlu (bazen de deli) padişahlar,

-Ve ardından gelen, imparatorluğun batılılaşmasını, geride kalmamasını sağlamakta kifayetsiz kalmış bir alay daha beceriksiz/ezik/hain...

Aynen Amerikan öğrencilerinin iktidar sırasıyla ezberlemeye zorlandıkları ABD başkanları gibi, her Türk gencinden de bu padişahların tam şeceresini (isimleri ve geliş sıralarıyla) ezberden bilmesi beklenir.

İlk batıya yönelik (ve ekonomik amacı itibariyle başarılı) yayılma dönemini takip eden duraklama dönemini bir başka büyük batı ilgisi dalgasının canlanması takip etmiş ki, Jön Türklerin resmin içine girdikleri yer burasıdır. Ancak bu kez mantık “haydi biz de onlar gibi olalım” doğrultusunda. Osmanlı İmparatorluğu’nun zaten hali hazırda oluşmuş bulunan Doğu Avrupa aşinalığı ve tecrübesinin ötesinde, bu yeni Batı ilgisi doğal olarak Batı Avrupa’ya (özellikle Almanya ve Fransa’ya) gıpta etme halinde kendini gösterir. Bu arada, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu (sarışın ve mavi gözlü olduğu!) ve 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun modernleşmesi (yani batılılaşmasını amaçlayan Jön Türk hareketinin bir parçası olduğuna dikkat edin.

Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlı Sultanlarının İslam Dünyasının resmi halifeleri (dolayısıyla da İslami geleneğin önderi ve rol modeli olma iddiasında) olduklarını de hatırlatmakta da fayda var. Atatürk tarafından yapılan en büyük reform (Halifeliğin kaldırılmasının ve bu şekilde ülkenin dinsel bağlılıklarının pek çoğunun budamasından sonra) İmparatorluk sürecince (başarıyla) kullanılmış olan islama dayalı ‘ümmet’ birliğinin, sil baştan tanımlanmış (ve yepyeni bir ‘Türklük’ prensibine dayanan) bir yeni Türk milliyetçiliği kavramıyla ikame edilişidir.

Kaçınılmaz olarak bu ani dönüşüm (tarihsel sürekliliğin kırılması), dine karşı laiklik/ulusalcılık paketinin diyalektik tansiyonuyla başlayan (Kar kitabından da hissedebileceğiniz) ve hatta bunun da ötesine varan pek çok boyutta ikilem ve gerilimle sonlandı. Örneğin, sanatın batılılaşması (Benim Adım Kırmızı kitabında bahsedildiği gibi) kaçınılmaz olarak ekonomik gelişme, yetişme ve öne geçme vaadiyle başarılı bir şekilde halının altına süpürülen ve kasten ihmal edilen geleneksel sanatların yok olmasına neden olmuştur.

Varsayılan ve halka da benimsetilmiş olan (zımni) prensip, “eğer hızla onlar (batılılar) gibi olursak, zamanı gelince onlardan daha iyi bile olabiliriz” idi. Tüm yapmamız gereken geçmişi unutmak, fes yerine şapka takmak, potur yerine pantolon giymek ve bütün bu sembolik değişikleri kabullenmekle (zaten pek matah bir şey olmayan) kültürel mirasımızı daha iyi bir hayat için tümden reddettiğinizi içinize sindirmenizdir. Oldukça köktenci, ancak bir şekilde plan iyi çalışmışa benziyor.

Kara Kitap’ta bu muhtelif ikilem boyutlarının çoğu zımnen hissedilir ancak odak ağırlıklı olarak İstanbul’un yeni ortaya çıkan orta sınıfının bakış açısından kültür sorununda ve özellikle de kimliktedir. “İstanbul” bağlamı (yalnızca Kara Kitap’ta değil, Pamuk’un bütün romanlarında) oldukça önemlidir, çünkü Pamuk’u bir Türkiye adamı olarak değerlendirmek kolay değilken, O’nun tamamıyla gerçek bir İstanbul adamı olduğu tartışılamaz bir kesinliktir.

Orhan Pamuk (sevgili) şehri, şehrinin insanları, kültürü ve sanatının yüzyıllar içinde bugünkü kişiliksiz ve şizofrenik çorbaya dönüşmüş olması durumu ile derinden takıntılıdır.

“Eski değerler” konusundaki sorunuz özellikle güç olanlardan biri ve mevzubahis “eski değerlerin” gerçek mahiyetinin tanımlanabileceğini (prensip gereği) zannetmiyorum. Eğer size benzer şekilde eski Hollanda değerleri hakkında soru sorsam, kolayca bana Kalvinizim’den başlayıp, eşi benzeri bulunmaz Hollanda kolektivist mantalitesi, Hollanda ticaret tarihi ve ticaret zihniyetinin (müşteri her zaman haklıdır!) kalıcı kültürel etkileri, akabinde bütün bu kültürel mirasın başarıyla kullanılmasından kaynaklanmış olan hızlı ekonomik büyüme ve endüstrileşme, sınıf mücadelesinde sosyal konsensüs oluşturma sürecine varan dikkat çekici başlıklar verebilirdiniz.

Aynı zamanda bana ülkenizin yerel (ve birbirinden hayli farklılaşmış) kimliklere sahip olmakla (örneğin komşu köyler tamamen birbirinden farklı lehçeler konuşmaktan gurur duyarlarken, kimse aynı zamanda resmi Hollandacayı yazmak/konuşmak ve hatta çeşitli yabancı dilleri öğrenip konuşmaktan hiç hicap duymaz) evrensel bir bakış açısına sahip olabilme kapasitesini birbiriyle ne kadar başarıyla bağdaşlaştırmış olduğunu söyleyebilirsiniz. Daha da önemlisi en azından bana bu mirasın evrensel hayranlık duyulan bazı unsurlarının (bir dereceye kadar) süreklilik içinde bu güne kadar getirilebildiğini iddia edebilirdiniz.

Maalesef, ben ne muazzam heterojen Osmanlı kültürüne, ne de cumhuriyetten sonra yerine ne geldiğine/getirildiğine dair böyle dikkat çekici başlıklar veremeyeceğim. Fakat sonuçta kesin olan, çağdaş Türk insanının kendi kültürünü ve kimliğini (en azından dünyanın geri kalanına görece farklı olarak) tanımlamasını hayli güçleştiren, kültür ve değerler anlamında ağır bir parçalanmaya yol açmış olan bir değişimden (yani tarihi kopukluktan) tarihinin bir noktasında geçmiş olduğudur.

Daha da önemlisi, (tanım gereği) tamamen sinerjetik ve farklılığı içselleştirme eğilimli bir kurumsal altyapıya sahip olan Osmanlı kültürü ve yönetiminin ‘halislik, saf ve katıksızlık’ gibi (kendisini diğerlerinden mutlak anlamda farklılaştırma eğilimi güden) ideolojilere hiç bir ilgisinin (ve bunlardan herhangi bir çıkarı) olamayacağı barizdir ve bu sebeple (tanımının ne olduğundan bağımsız olarak) akla gelebilecek herhangi yüksek değer ve normdan hiçbirini alıp Osmanlı kültürüyle münhasıran bire bir ilişkilendirmek kanaatimce mümkün değildir.

Elbette bana bir toplumun kendi kimliği konusunda özgüvensizlik duyabilmesi olgu/olasılığının yalnızca Türkiye ya da başka bir ülkeye özgü olmadığını öne sürebilirsiniz. Hindistan gibi İngilizler tarafından kolonileştirilmiş ve kültürü derinden zehirlenmiş (hatta o ana kadar gayet yüzeysel olan sınıf ve kültürel farklılıkları kurnazca derinleştirilmiş) ya da Mısır gibi Atatürk modelini taklit etmiş ülkeleri bir kenara bırakalım, Hollanda gibi, belli toplumsal sorunlarını görece çözmüş ve çözümlerini toplumsal düzeyde içselleştirmiş bir ülkede bile, kimlik kavramının ne anlama geldiği konusunda en ufak bir fikri olmayan sivri akıllı bir Muhterem’in dikkatsizce Hollandalı kimliği diye bir şey olmadığını iddia ettiğinde nasıl kıyamet koptuğunu hatırlayalım.

Bunun yanında, pek çok Hollandalı bireyin büyük Fransız usulleri hakkında söylev vermeye alışkın olduğunu da tahmin ederim. Artı tahminim, İngilizcenin Hollanda diline hızla nüfuz etmesinden memnuniyetsiz olan pek çok Hollandalı da olmalıdır. Buna da ek olarak, bu yeni bitme Geert Wilders şakasının bir sürü taraftarı da yok değil.

Yine de Hollanda bağlamında bu türden kimlik sorularının yaygın, ulusal bir kimlik krizine dönüşebileceğini düşünemiyorum. Fakat belli ki böyle bir şizofreni, bir grup elitin bir ülkeye çok kısa süre içinde yabancı kültürlerden unsurları monte etmeye kalkışması ve akabinde hızlı gelişim teknolojik liderlik ve gelir dağılımı konularındaki büyük vaatlerin yeterince yerine gelmemesi durumunda gayet olası.

Pamuk’un Kara Kitap’ta (belli bir taraf tutmadan ve kimseyi suçlamadan) yaptığı, tüm bunların “olan olmuşken ve nihayetinde elimize geçen tam istediğimiz gibi olmuş olsun ya da olmasın, geldiğimiz durum işte budur” babındaki gözlemlerinin bir portresini yapmaktan ibaret.

Dindar olmayan mutlak bir bireyci olarak ben (ve Türkiye’de benim de içinde olduğum alt kültüre ait olan birçok diğerleri) açıkça 20. yüzyılın başında gerçekleşmiş olan bu benzersiz dönüşümden yarar görenlerin en müteşekkirleridir. Benim gibiler için her şey bir din devletinden iyidir (fakat “sonuçta hala Müslüman olsaydım, bu dönüşüm konusunda ne hissederdim” konusunda hiç bir fikrim yok).

Ayrıca Orhan Pamuk’un bu devrime veya sonuçlarına karşı radikal bir tutumu olduğunu da düşünmüyorum. Fakat yine de, hiçbir devrim bedelsiz gelmez ve mevzubahis devrim özellikle kültürel süreklilikte büyük bir yırtılmaya yol açanlardandır. Orhan Pamuk temel olarak bu önlenemez yırtılmanın sosyal ve kültürel sonuçlarının portresini kendi bakış açısından yapmaktadır.

Pamuk’un yaptığı, olası bir “altın geçmişin” (ki pek çok kişiye doğal olarak hoş gelen romantik bir klişedir) kültür ve yaşam tarzına dair romantize edilmiş bir özlemi, zekice romanlarına ham madde olarak kullanmaktır. Bununla birlikte söz konusu altın geçmişin (Pamuk’un kitabında sembolik olarak gönderme yaptığı veya hasretini çekiyor gibi göründüğü) illaki Türk/Osmanlı tarihinin belirli bir dönemine tekabül ediyor olmasının gerektiğini de düşünmüyorum.

Elde soluk hatıratlar dışında geçmişe dair elle tutulur somut pek bir şeyin kalmadığı bir çağda, böyle bir altın geçmişin detaylı tasvirini, sanal ve hayli romantik bir yeniden yapılandırmaya dayanarak yapmak dışında pek bir alternatif yok sanırım. Türkiye gibi bir ülkede (ve özellikle bu günlerde), kültürünü ve kimliğini (en azından, ekonomik gelişmeye verdiği önem kadar) önemseyen birisi, bir kaç on yıl öncesindeki (ve hatta birkaç yıl evvelki) durumu bile özlemek için her türlü neden bulabilir. Dolayısıyla kurgusal bile olsa, olası bir altın geçmişin varlığının potansiyel kanıtlarının toplanması ve derlenmesi, özellikle de böyle bir ülkenin gözlemci bir yazarı için tabi ki çok büyülü olsa gerekir.

Bir anlamda, söz konusu (sanal) altın geçmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın hasta adamına dönüşüp, özsaygı ve kimliğini kaybetmesinin nihayetinde umutsuzca batlılaşma/modernleşme yolunu tutmasından önceki parlak dönemlere bir gönderme olabilir.

Bir başka yönden altın geçmiş, 1950’lerden sonra Türkiye’nin doğu bölgelerinden gelen göç dalgalarıyla beraber (ki bunlar pek Avrupalılaşmamışlardı!) kendiliğinden türemiş olan tuhaf orta sınıfın (ki çoğu sonradan görme ve çoğunlukla kültürsüz/zevksizdir) ortaya çıkmasından önceki Cumhuriyet sonrası dönemine (yani, İstanbul’un kalbinde endüstrileşmenin yükselişinden önceki ilk 40-50 yıla) gönderme bile olabilir.

Pamuk’a tuhaf bir melankoli duygusu veren, bu süreçler esnasında eski İstanbul’un seçkinci, görgülü, kibar, incelmiş, aydın kültürünün tedricen yozlaşıp yok olmaya yüz tutmuş olmasıdır. Bu arada Türk kültürünün önemli bir özelliğinin (ki Pamuk’un da kendi payına düşeni fazlasıyla almış olduğu) “Melankoli Aşkını” olduğuna ve bunun halen de iyi korunduğuna dikkatinizi çekerim.

Kısacası Kara Kitap’ın temel amacının, farklı etkilerin tuhaf bir sentezi olarak ortaya çıkmış orta sınıf değerlerinin, davranışlarının ve duygularının bir karikatürünü yapmak olduğu kanaatindeyim. Özellikle ortalama orta sınıf insanının, kafasında hasbelkader oluşmuş olan hayali (kulaktan dolma) bir ‘batı Avrupa kültür ve yaşam tarzı’ imajını kendi yaşamına ve değerlerine uyarlama çabaları eşi benzeri bulunmaz karikatürlük malzemedir.

Pamuk’un tüm romanlarında bulunabilen genel hissiyat: Tarihimizden miras kalan kendine özgü özelliklerimizle biz (İstanbul halkı) gurur duyabileceğimiz bir kültürel kimlik oluşturabilirdik. Ancak maalesef bu olmadı. Kültürel mirasımızı aşağılık kompleksli ruh halimizle takas ettiğimiz ve nihayetinde bizi teknolojik ve ekonomik ilerlemeye (bırakın liderliğe) taşıyamamış çaresiz taklit süreçlerinin sonunda elimizde kalan, sadece arada sırada, şurada burada rastladığımız, bize gurur duyabileceğimiz eski altın zamanları ve dolayısıyla da kendi kültürel/ulusal kimliğimizi tanımlayabileceğimiz şeyleri hatırlatan, ancak şimdiye kadar neredeyse tamamen kaybolmuş kültür mirasımızın kalıntılarının kırık dökük bazı parçalarından ibarettir.

Bırakın tarih boyutunu, Türk toplumunun muhtelif kesitleri arasında bile Pamuk’un romanlarında tam olarak neye/kime gönderme yapıldığını anlamak o kadar da kolay değildir. Bu tamamen endüstrileşme sonrası ortaya çıkan orta sınıf değerlerinin genel bir hicvi midir? Gönderme yapılan yalnızca ortalama İstanbul ahalisi midir? Ya da bireylerin ötesinde, İstanbul şehri, İstanbul kültürü ve İstanbul’un kimliğine mi gönderme yapılmaktadır? Ya da mesele hepsinin eklektik bir karışımı mıdır?

Batı’ya yönelik duygular olsun ya da olmasın, İstanbul her zaman ince zevklerin, sanatın, saltanat makamının ve pek çok etnik tabanı ve yabancıları (özellikle Yahudi ve Ermeni sanatçılar, Cenevizli ve Venedikli tüccarlar, ziyaret eden değişik Batılı sanatçılar vs) kucaklayan çok kozmopolit bir kültürün merkezi olmuştur. Tarihinde İstanbul elitinin Türkiye’nin kalanına yukarıdan bakışı (Saltanat duyguları dâhil), Parisli bir züppenin Fransa’nın geri kalanından tiksinip onları cahil ve zevksiz bir köylüler yığını olarak görmesinden çok da farklı değildir. Halis bir İstanbullu için iyi müzik ve şiir, İstanbul şiiri ve müziğidir. Anadolu’nun ya da (gayet benzer) Doğu Avrupa’nın halk müziği ve şiirinin tersine, Türk klasik müziği Topkapı Sarayında kök salmıştır. Bu üstünlük duygusu (altın geçmiş!) mimari dâhil tüm sanat şekillerine uygulanabilir.

Fakat sonuçta Pamuk derinlere kök salmış İstanbul seçkinlerinin oğlu olarak değil, yalnızca yeni ortaya çıkan ve eski İstanbul davranışları (Batı tutkusu dâhil), ince zevkleri ve zarifliğini (veya bunlardan o güne artık ne kaldıysa) kendi sınıflarının olması gereken doğal norm ve değerleri olarak görme (hatta kabullenme) arzusundaki ortalama bir orta sınıf ailenin oğlu olarak doğmuştur. Pamuk’un büyük babası sıfırdan başlayıp bir servet yapmış ancak babası ve amcası kötü yatırımlarla çoğunu kaybetmiştir.

İçine doğduğu yer, zaman ve aile göz önüne alındığında, sanırım Pamuk İstanbul halkının en azından davranış olarak Avrupa bay ve bayanlarına benzemeye çalıştıkları, taklit sürecinin erken dönemlerini bile özlüyor olmalıdır. Bu dönem (19. Yüzyıl ve erken 20. Yüzyıl) pek çok Fransızca kelimenin çoğunlukla yanlış duyulmuş/anlaşılmış olarak Türkçeye girdiği dönemdir. Örneğin Fransızca da demiryolu anlamına gelen “chemin de fer”, Türkçeye şimendifer olarak ve tren ya da lokomotif anlamına geldiği varsayılarak girmiştir! Modern Türkçede çok sayıda bu matrak ithallerden vardır.

Başka bir boyutta, Osmanlı İmparatorluğunun her zaman etnik kimliklere ve yabancı kültürlere karşı kucaklayıcı bir tutum içinde olduğu hipotezi, İstanbul’da pek çok dil, lehçe ve aksanların konuşulmuş ve yerleşik yabancıların hoş karşılanmış olmasından çıkarımsanabilir. Cumhuriyetin kuruluşundan epey bir (özellikle de 1950’lerden) sonra ve bilhassa kafasız ve devletin arkadan ittirdiği ulusalcılık propagandaları sayesinde, şehir hızla çok kültürlü ve hoşgörülü doğasını kaybetmiş.

Benim çocukluğumda bile ve daha da sonrasında insanların dili, lehçesi ve aksanı konusunda diğerlerini uyardıklarını duyardım: “Burası Türkiye, niçin (düzgün) Türkçe konuşmuyorsunuz?” Sanırım bu olumsuz değişiklik (hoşgörü yitimi), Pamuk’un bakış açısına göre eski değerlerin kaybının bir parçası olmalıdır.

Cumhuriyet sonrası döneminin ortalama bir Türk vatandaşı, kimlik ve birlik kavramlarının altını (ırksal ve kültürel) halislik, saflık ve katıksızlık temelli fikirlerle doldurma eğilimindedir, beyni o şekilde yıkanmıştır. Örneğin, toplumsal çekişmelerin görece barizleştiği dönemlerde, ülke üzerinde “Türkiye Türklerindir” tipi absürt/lüzumsuz şeyler yazan poster ve pankartlarla donatılır. İşin garibi, bunların çoğunu da halk kendi satın alıp asar. Bunlarla kime, neyin ispat edilmeye çalışıldığı merak konusudur.

Daha evvel de bahsetmiş olduğum üzere, mevzubahis halislik/saflık eğilimi (zaten reddedilmiş) Osmanlı mirasının antitezidir, çünkü Osmanlı’nın (kimlik ve kültür algılaması açısından) saflık ve homojenlikle hiçbir alakası yoktur. Ancak toplumun yüksek coğrafi hareketliliği ve muhtelif farklılıkların toplumsal polarizasyona dönüşme riskini azaltacak politikalarla desteklenen dinamik bir dengeye sahiptir.

Şahsi görüşüme göre, Osmanlı zamanlarının hayran olunabilecek özelliği de budur.Yani engin bir coğrafi alana yayılmış muazzam bir heterojenliğin tek bir yönetim altında sürdürülebilir bir biçimde birleştirilip içselleştirilmesi. Örneğin, Türk mutfağı olarak bilinen mutfağı alın: Orta Doğu, Akdeniz (ya da Yunan mı demeliyim?) ve Doğu Avrupa mutfaklarının olağanüstü bir karışımıdır. Bu durumun iyi örnekleri, üzerinde lisans hakkı için Türkler ve Yunanlıların mücadele ettiği baklava ya da (Yunanlıların Gyros olarak adlandırdığı ve Türkçe harfi harfine çevirisinin ‘döner’ olduğu) döner kebap olabilir. Bir diğer önemli örnek de pek çok etnik etkinin yanı sıra, Arapça Farsça ve Türkçenin sentezinin yapılıp, Türkçe gramerin çatısı altında birleştirilerek oluşturulmuş olan Osmanlı dilidir.

Temelde vurgulamak istediğim, çok uzun süre feodal bir yapı altında yaşamış Avrupa insanı ve Osmanlı gibi yaygın bir imparatorluğun çatısı altında yaşamış insanların algılarındaki “biz ve onlar” ayrımının (ki her insan ve insan gurubunun doğal eğilimidir) sınırlarının çok farklı biçimlerde gelişmiş olması kaçınılmazdır ve bunun kültürel ve kimliksel sonuçlarını tahmin etmek o kadar da güç olmasa gerekir. Örneğin, ırkçılık gibi bir takıntının feodal (dolayısıyla yerel odaklı) bir yapı içerisinde ortaya çıkması, büyük bir imparatorluğa nazaran çok daha olası bir sonuçtur.

Kanaatimce Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinin büyük hatası (sanki Türkiye’deki tek etnik gurup Türklermiş gibi), sonuçları dildeki tüm Arapça ve Farsça kelimeleri kaldırarak, özü göçebe atalarımızdan miras aldığımız (pek değerli!) halis Türkçe sözcüklere dayanan yeni bir dil oluşturmaya kalkışmak gibi akıl almaz uçlara kayan bir düşünce yapısı temelinde gelişmiş takıntılı bir kimlik saflığı/katıksızlığı arayışıdır. Birinin kasti olarak Hollandacadan tüm Latin kaynaklı kelime ve kökleri kaldırmayı denediğini ve yerlerine kısa zamanda (resmi bir kurum aracılığı ile) yalnızca eski (Roma imparatorluğu öncesi) Almanca kelimeleri (ve türevlerini) koymayı denediğini düşünün…

Modern Türkçe diye elimizde kalan dilin ifade kapasitesine pek zarar gelmemiş olduğu iddia edilebilir olsa dahi (eni konu, Pamuk Türkçe yazarak Nobel ödülünü alabilmiştir) yine de ifade kapasitesi, ifade edenin neyi/nasıl ifade etmek istediğinden bağımsız olarak tanımlanamaz: Orhan Pamuk roman yazmak yerine felsefeci olmak isteseydi, olağanüstü yeteneğine rağmen bu dille ne neyi ne kadar ifade edebilirdi acaba? Merak konusudur.

Nitelik bir yana, niceliksel açıdan (kelime sayısı, yeni kelime türetebileceğiniz kökler) modern Türkçe acıklı oranda kıttır. Örneğin, toplam kelime sayısı İngilizcenin 1/100’ ünden azdır. Bu kıtlığın üzücü sonuçları ilk olarak Michael Foucault gibi yazarların Türkçe çevirilerini okumaya kalkışıp, mide bulantısıyla okuduğum birkaç sayfa sonrasında kitabin İngilizcesini (veya İngilizceye tercümesini) alıp okumak mecburiyeti hissettiğimde kafama dank etmişti.

İşte dilin kısıtlılığı ile ilgili çarpıcı bir örnek: Arap toplumlarının aksine bir gurup Türk, Muhammed’in (Müslümanların peygamberinin) hiç okuma yazma bilmediğine (ümmi olduğuna) inanırlar ve bu durumu da onun mucizelerinden biri olarak kabul ederler. Ortaokul ve lisedeki din hocalarım, bunu defalarca vurgulamışlardır. Akıllarına Muhammed’in peygamber olmadan önceki 40 yıllık hayatında önemli bir tüccar olduğu dolayısıyla okuma yazma ve hesap bilmeden nasıl defter tutulacağı ve nasıl tüccarlık yapılacağı sorusu hiç gelmez. Niçin?

Çünkü rivayet odur ki, Kuran’da her şey Cebrail’in kendisini Muhammed’e gösterip “İKRA...” demesi ve de Muhammed’in “ben bunu yapamam” diye yanıtlaması ile başlar. Bu ‘ikra’ sözcüğünün tam bir Türkçe karşılığı olmayıp, en yakın çevirisi “ezberden okuma”dır. (Çevirmenin notu: Türkçeye resital olarak geçmiş olan kelimenin Latince kökü olan ‘recite’ kelimesi, ‘ikra’ kelimesinin kabul edilebilir İngilizce karşılığı olup, belli bir metni, hikayeyi, şiiri veya hatta bir müzik eserinin önceden hazırlanılmış/ezberlenmiş olarak bir topluluk önünde şairane/dramatik bir biçimde icra edilmesi anlamına gelir ve bu yüzden temelinde bir sanat türüdür.

Dolayısıyla, söz konusu hikâyede Muhammed’in “ben bunu yapamam” şeklindeki yanıtıyla ifade etmek istediği sadece kendisinin topluluk önünde şairane/dramatik icra sanatında hiçbir birikimi ve tecrübesi olmadığından ibarettir.) İtinasız çevirilerde ‘ezberden’ kısmının da genelde ihmal edildiğini göz önüne alıp (sadece ‘oku’), yanlış anlaşılmanın nereden ve nasıl kaynaklandığının hesabını siz yapın artık! Bırakın Kuran’da okuma fiilinden söz edilmesini, Arap kültüründe Kuran’ın açılıp öyle alelade bir kitap gibi okunması tasvip edilmez, çünkü (ana dili Arapça olan) Araplara göre, Kuran’ın en büyük mucizesi (ki Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunun inanılan ispatlarından biridir) Kuran’ın inanılmaz güzellikte bir şiir olmasıdır, Bu sebeple kitap gibi ele alınıp bireysel olarak okunmamalı, aksine bir topluluk içinde “ikra” sanatında ustalaşmış biri (mesela bir imam) tarafından doğru vurgu ve melodisiyle icra edilmelidir ki topluluk huşu içerisinde dinlesin, dinleyenler ilahi bir tecrübe/ritüel yaşasın.

Yaşlı bir baba tarafından yetiştirilmem nedeni ile bu Osmanlıca kelimelerin bir miktarı hala benim için tanıdıktır. Her ne kadar bildiğim yalnızca aysbergin ucu olsa bile hâla konuşurken onları kullanma eğilimindeyim. Türkiye de iken bunun için Pamuk’un karikatürize ettiğini düşündüğüm ahmak orta sınıf ailelerin, (kural ve değerleri ordu egemen Türk devletinin empoze ettiği kulaktan dolma prensipler koleksiyonundan başka bir şey olmayan) çocukları tarafından pek çok kez uyarıldığımı hatırlarım:

-Neden Öz Türkçe konuşmuyorsun?

-Pis Arapları Türklerden daha mı çok seversin?”

-Şimdi kullandığın kelimenin anlamını ‘Öz Türkçe’ olarak da ifade edebilirdin...

Belki.., ancak yalnızca görece uzun bir cümle kurarak ya da aynen yukarıda anlattığım ikra-oku şakasında olduğu gibi aynı anlamı hiçbir şekilde ifade edemeyecek “yaklaşık” bir ikameyle veya Öz Türkçeyi geliştirmekle görevli devlet kurumunun bazı memurları tarafından beceriksizce/zorlamayla uydurulmuş bazı kelimeler ile.

Fakat ayrıca da belirtmek gerekir ki, verilmiş tüm “dili saflaştırma” (öz Türkçeleştirme) çabalarına rağmen, modern Türk dili hala Arap ve Farsça kökenli sözcüklerle doludur. İkincisi, Osmanlıca zaten hiçbir zaman tam olarak Anadolu halkının konuştuğu dil olmamıştır. Osmanlıca İstanbul ve onun seçkinlerinin, edebiyatının, şiirinin, hukukunun ve biliminin dili idi.

Bu yüzden tabii ki Cumhuriyet devletinin fiiliyatta halkça konuşulan dili geliştirmek için bir atılım yapması güzel bir şeydir. Fakat bunu yaparken elindeki büyük mirası reddetmenin manası (politik sembolünü bir yana bırakırsak) nedir? Osmanlıca bu şekilde tukaka edilip hasır altına sürülmeye çalışılmasa, aksine onun da geliştirilmesi için de ayrıca çaba harcansaydı, bugün Türk entelektüeli, felsefecisi ve bilim adamının da düşünce ve bilgilerini İngilizce ve benzeri bir yabancı dile ihtiyaç duymadan ifade edebileceği ve gurur duyabileceği bir ana dili olabilirdi.

Bunları söyledikten sonra hemen bir parantez açayım: Orhan Pamuk’un dil konusunda ne düşündüğü konusunda hiçbir fikrim be bilgim yok. Her halükârda, odak konusu dil olan bir roman henüz yazmadı. Sadece Türkçe yazan bir yazar olduğuna göre muhtemelen de istese bile de yazamaz. Bundan örnek olarak bahsediyorum çünkü kişisel olarak ben devrim sonrası ciddi hasar görmüş olan “eski değerler” arasında en önemlisinin dil olduğunu düşünüyorum.

Neyse, ana konumuza geri dönelim... Yeni ortaya çıkan orta sınıf ve onların Batının oldukça etkisinde kalmış, saflaştırılmış ulusalcılık deneyimine dayanan kuralları ve değerlerinin ötesinde, Pamuk için başka bir konu da, bir şehir olarak İstanbul’un kendisi ve onun uzun zaman önce kaybolmuş (ve hala da tedricen kaybolmaya devam etmekte olan) görsel güzelliği ve kişiliğidir. Sorun, hiçbir şehir planlamasının olmadığı bir durumda gelişen hızla yapı inşa etme çılgınlığı (ki ayrıca aşırı sonradan görme müteahhit ailelerin oluşturduğu korkunç bir başka sınıfın daha ortaya çıkmasına da yol açmıştır) ve bilhassa ihmal ve ilgisizlik yüzünden şehrin mimari kişiliğinin kaybıdır.

Pamuk’un bilumum kitabında (aynı kendisi ve ailesinin genel olarak yaptıkları gibi) ana kişiliklerin yaşadığı ve takıldığı Nişantaşı ve Beyoğlu yeni türeyen bu orta sınıfın (nitekim bir alay sonradan görmenin) Türkiye 1950’lerde hızlı endüstrileşme sürecine girdiğinden beri yerleşmek için seçtikleri (hatta can attıkları) yerlerdir. Bundan evvel İstanbul’un pek çok yerli, zengin ve seçkin ailesi Boğaz kenarında güzel bahçeli evlerde (yalılarda) yaşarlarmış ve bu evlerin mimari tasarımlarında güçlü bir Osmanlı kişiliği varmış. Pamuk bu yalıların güzelliğine takıntılıdır ve çoğunu yangın ya da bakımsızlıktan kaybetmemizden ötürü, günümüze yalnızca az bir kısmı kalmıştır.

Mimari karakterliliğin tersine, yeni ortaya çıkan orta sınıf mahalleleri (Beyoğlu ve Nişantaşı) İstanbul’un başat tepelerinden birinde, esas olarak ilgi çekici pek bir tarafı olmayan, estetikten nasibini almamış, pek de geniş olmayan caddeler boyunca bir birbirine bitişik olarak dizilmiş 5-7 katlı apartman yığını silsileleridir. Binalar birbirine öyle yapışıktır ki, yüksek bir tepede bulunduğunuzu bile hissedemezsiniz. Bu ana caddelerden biraz uzaklaşınca, şok edecek dik bir inişle hızla kendinizi ya fakir ötesi mahallelerde (yerleşik Çingene meskenleri), ya da tekstil endüstrisinin çirkin ötesi binaları arasında bulursunuz.

Bu mahallelerle Boğaz arasında ve bunun yanında Boğaz’ın batı tarafında (en zenginlerinin özellikle Boğaziçi Üniversitesi’nin bulunduğu Bebek dolaylarında bulunduğu) üst orta sınıfın yaşamayı yeğlediği, görece daha hoş görünüşlü mahalleler vardır (ki günümüzde bunlar yavaş yavaş - ışıltılı gökdelenlere dönmeye başladı.)
Yukarda bahsedilen bölgelere yakın olan Taksim, Fransız okulları, değişik etnik kökenli zanaatkarın (Yahudi, Ermeni ve onlardan ne kalmış ise) atölyeleri ve mimaride bir dizi beceriksiz Parisli (19.yüzyıl ) taklidinin bulunduğu iş ve alışveriş (19. Yüzyıldan beri) semtidir. Burası aynı zamanda 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl başlarında Avrupalı ünlü sanatçılarının İstanbul’u ziyaret ettiklerinde kaldıkları yerdi.

Bu muhitlerin yakın çevresinde oldukça tuhaf yerler de vardır. Parıltılı ana caddeden ayrılınca (yine yokuş aşağı dik bir inişle) önce Türk film endüstrisinin (Yeşilçam) 1970’lere ve 1980’lerde çalıştığı bakımsız sokakları, daha da aşağıda yine Çingene meskenleri, uyuşturucu satıcıları ve bir miktar daha çirkin ötesi endüstriyel yapılaşmaları görürsünüz. Duyduğum kadarıyla bu günlerde İstanbul’un yeni belediyesi bu çevrelerde biraz “rehabilitasyon” yapmakla meşgulmüş.

Bu mahallelerin hepsi, Haliç ve Taksim’den yokuş aşağı yürüyüş mesafesindeki, tarihi (14.,15. Yüzyıl) Galata kulesinin kuzeyinde yer alır. Osmanlı döneminde bu bölgede Cenevizliler ve Venedikli tüccarlar yaşayıp çalışırlarmış. Günümüzde, her ne kadar çevresi gündüz zamanı oldukça turistik ve canlı yerler olsa da, adrenalin bağımlısı değilseniz gece bu çevrelerde olmak istemezsiniz. Resmi devlet genelevinin yanı sıra, travesti fahişeler (daha da kötüsü, onların müşterileri!) bu çevrelerde kümelenirler. Bütün büyük liman kentleri gibi İstanbul’un da, bilhassa geceleri kendini gösteren, korkutucu, karanlık bir yanı vardır.

Sizin, Doğu Roma İmparatorluğu’nun (yani Bizans’ın) son kalesi, Konstantinopolis olarak bildiğiniz Haliç’in güney tarafı, Sultan Fatih tarafından 15. yüzyılda fethedilmiştir. Aralarında kiliseden camiye çevrilen Aya Sofya ve Mavi Cami olarak bilinen Sultan Ahmet camisinin bulunduğu İstanbul’un en ünlü camileri ve aynı zamanda da Topkapı Sarayı, batı İstanbul’un bu güney tarafında yer alır. Konstantinapolis’in şehir duvarları, ilgisizlik ve bakımsızlığın getirdiği korkunç koşullara rağmen halen oradalar.

Pamuk’un kitaplarında bahsedilen bir başka mahalle de yine İstanbul’un güneyinde, Haliç manzaralı bir tepede yer alan Eyüp’tür. Bu mahalle Osmanlı üst sınıfının dinlence zamanlarını geçirdikleri ancak günümüzde bunu pek göremeyeceğiniz bir yerdir. Doğu tarafı (Asya) daha çok yerleşimdir ve bahsetmeye değecek bir tarihi yoktur.

Kişisel olarak benim için Pamuk romanlarının en çarpıcı tarafı, çocukluğumla ve özellikle de her ikisi de Avrupa takıntılı orta sınıf insanı olan ebeveynlerimle yakın bir şekilde ilgisi olmasıdır. Kendi fikrince batılı gibi görünüp, giyinip, düşünen, aslında Bulgaristan göçmeni olmasına rağmen İstanbul’da yukarıda bahsedilen Beyoğlu/ Nişantaşı bölgesinde büyüyüp yetişmiş bir anne (ki şu anda bile Türkiye’nin her hangi bir yerinde bulabileceği daha zevkli ve rahat tüm alternatiflere karşın yine oralarda yaşamak ister). Artı, halka ait ve geleneksel her şeyi küçümseyen, Türk kültürüne ve değerlerine ait hemen her şeyden tiksinen ama nihayetinde ateşli Atatürk fanatiği, büyük Türk ulusalcısı (aslında Bosna göçmeni, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da Üniversite eğitimi görmüş) bir baba.

Ancak burada dikkat edin: Gerçek nefret ettiği Anadolu Türk kültür ve değerleridir, kesinlikle eski İstanbul ya da İzmir’inkiler değil. Babamın bakış açısına göre bu çürümüş değerler ve kültür, Anadolu’nun sözde Türk konukseverliğinden (ki ona göre ikiyüzlülük ve çıkarcılıktan başka bir şey değildir) başlayıp, kişisel mahremiyete ve özel hayata saygısızlık, adi ve ilkel geleneklere takıntı ve dinle olan toplumsal bağlara kadar uzanan her şekil ve boyuttaki düpedüz saçmalıklar silsilesidir. Hollandalı olsa, oyunu Geert Wilders dışında kimseye kaptırmayacağı kesindir.

Bu arada entelektüel düzeyde her ne kadar bu tür duygularını paylaşmayıp, rahmetli babamı aşırı elitistlikle suçlama eğiliminde olsam da, bana sorun bakalım: Burada, (Batı Avrupa’da) yurttaşlarımdan kaç tane arkadaşım hatta tanıdığım var (neredeyse hiç!), ya da zamanında Türkiye’de iken aslında İstanbul, Ankara ya da İzmirli olmayan kaç kişi ile arkadaştım: Tamam belki birkaç tane Kürt asıllı arkadaş, ama hepsi de çok yüksek eğitimli ve illaki dinsiz!

Babam kendi nedensellik hattında, Atatürk’ün soylu girişimini tamamlayarak Türkiye’yi Almanya gibi bir yere dönüştürecek (aslında Türk toplumunu Almanlar gibi yapacak) iyi bir diktatör olarak yetişen bir oğul hayal etmekteydi. Çocukluğum boyunca oturma odamızı süsleyen (ve elbette Atatürk portresinin hemen yanı başında asılı olan) “Der Führer” portresi olayını eski konuşmalarımızdan hatırlarsınız herhalde.

Çocukluğumda evde yalnızca (babama çeşitli eski Alman kız arkadaşlarının hediye etmiş olduğu) Alman yemek kitapları vardı ve annemi bunlara uygun yemek pişirmeye teşvik ederdi. Belki de zaman içinde pişirdiği yenilebilir bir aşçı haline gelmemin nedeni budur: Evde pişen yemekleri boykot edebilme yetisine (aç kalmaksızın) sahip olmak için yapılmış eski yatırımların sonucu...

Kara Kitap’ta bulunup da kendi şahsi deneyimlerimle bire bir çakışan unsurların işte başka bir örneği: Türkiye’yi tekrar geri dönmemek üzere terk etmeden önce (temelde Türkiye’de onlar gibi görünen çok fazla insan olmadığından dolayı) mağaza vitrinlerindeki ‘Batılı’ görünüşlü yapay mankenlere karşı içimde tuhaf bir yabancılaşma duygusu vardı. Duruşları bakımından çevremde neredeyse hiç kimse vücutlarını bu mankenlerin resmettiği şekilde taşımıyordu. Sonradan batı Avrupa’da biraz zaman geçirdikten sonra bu tuhaf duygu kayboldu (Sonunda bir eşleşme!)

Ancak, eğer bu tür tuhaf duyguları kafasında besleyip büyütmeyi seçecek bir kişi için, kimlik anlamında bunların taşıyabileceği derin imalar hakkında düşünün: Batılılaşma ile gerçekte olduğunuz ya da olabileceğiz şeyi reddediyorsunuz. Ama sizi siz yapanın gerçekte ne olduğu konusunda da pek bir ipucunuz yok. Kültürünüzün ne olup neleri içerdiğini (asla yakından karşılaşmadığınız başka bir şeyden akılsızca seçilmiş bazı özelliklerin uzak taklidi olduğuna dair gizli duygular dışında) tanımlayamıyorsunuz bile.

Size Avrupa’da her şeyin iyi olduğu söylenmiş. Açıkçası, ben Türkiye’de iken bile bu türden (çerçevesi benim bireysel sınırlarımın ötesinde tanımlı olan) yerel, komünal veya ulusal kimliğe dair soru ve kaygıları hiçbir şekilde önemsemedim. Enikonu ben, bir noktada gerçekte ait olduğu Avrupa (ya da ABD’ye) gidecek olan ve özünde oralara ait olan en parlaklardan biriydim. Her durumda, beynim böyle yıkanmıştı.

Şahsi deneyimlerimle bire bir çakışan diğer bir örnek olarak, bir süre önce (size Kara Kitap’ı tavsiye ettiğimde) de belirtmiş olduğum, gözünden bir damla yaş akan batılı (tamamıyla aryan yüz hatlarına sahip) oğlan çocuğu (ki sizin oğlana da pek benzer) portresi konusunu da hatırlayın. 1970-80’lerde Türkiye’nin bilumum manav, kasap, ayakkabı tamircisi ve orta sınıf aile apartmanlarının duvarlarını süslemiş olan böyle bir tuhaflık Türkiye’ye nereden, nasıl, gelmiştir? Hadi gelmiş bir kere...

Bana çocukken muazzam bir dehşet duygusu veren böyle mutlak bir “kitch”, Türk halkınca hangi akla hizmetle o kadar sevilip benimsenmiş ve yaygınlaşmıştır? Yukarıda da bahsetmiş olduğum, Türk halkının tedavi edilemez “melankoli aşkına” mı hitap eder? Şayet öyleyse niçin (mesela) ağlayan bir Çingene çocuğunun portresi değil de, kendisine nerdeyse dar gelen bir ceketin içinde, mum edilip şamdana dikilmiş ve baston yutmuş gibi poz vermiş bir aryan çocuğu tercih edilmiştir? Yoksa Batı Avrupalı bir çocuğun da derinden mutsuz/hüzünlü olabileceği düşüncesi halkıma gizli bir zevk mi vermiştir, yoksa Avrupa’ya karşı hissedilen ikircikli yabancılaşma duygusuna karşı sağıltıcı/bağdaşlaştırıcı bir rol mü oynamıştır? Akıl sır ermez…

Benim özel ve tuhaf durumumu bir yana bırakırsak, ülkeye ve kültürüne (en azından İstanbul’a) aidiyetlerini sürdürülebilir biçimde hisseden diğerleri için (örneğin Orhan Pamuk), gözlenen durumun bir şekilde hüzünlü olduğunu anlamak zor değil fakat. Doğal olarak, bu anlamda Pamuk’un ailesi uzaktan yakından benim ailem kadar uçlarda değildi. Geleneksel İstanbul değerlerine güçlü bir şekilde bağlı, kendi sınıfındaki pek çok ailenin de paylaştığı Batı tutkusu ile oldukça yüklü, ortalama bir ailesi olduğunu sanmaktayım.

Kendim ve ailem hakkında tüm bunları söylememin nedeni, geçerliliğine inandığım şu teorimi yeniden vurgulamaktır: Türkiye’de bile Pamuk’un tam olarak ne söylediğini ve sembolizminin (eğer, gözlemciliğinin ötesinde öyle bir şey varsa tabii!) altında ne yattığını anlama konusunda Pamuk’un okurları arasında derin farklılıklar vardır. Pamuk’un romanlarına hayran olmak için benim kendi nedenlerim var ve dürüst olmak gerekirse kaç Türk’ün Pamuk’u benim anladığım gibi anladığı konusunda pek bir fikrim yok.

Örneğin, Türkiye’nin sosyal demokrat orta sınıfını oluşturan bilumum kişiler için (ki bunların çoğu aynı zamanda Atatürk’ün fanatik takipçileridir de), ekonomik gelişmenin gerçek sorunları, etnik köken açısından bu denli heterojen bir toplumu bir ulus olarak tek bir bayrak altında tutmanın doğal zorlukları ve ilgili sorunlarla karşılaştırıldığında, ulusal/etnik kimlik ve kültürde kendine özgülük gibi hususların hiçbirisi ciddi bir sorun olarak nitelendirilemez, ya da en fazlası, küçük, sıradan sorunlardır. Kendine özgülüğün maliyeti şu an altından kalkmayacağımız kadar yüksektir. Ülke bir gün yeterli zenginleşince hepsi geçer, unutulur, kendi kimlik dengesini ve dünya kültürü içersindeki yerini bulur. O zamana kadar taklit ve karaktersizlik caizdir.

Pamuk’un romanlarının kendi kişiliksiz kültürleri ve belirsiz değerleri hakkında müthiş bir alay olabileceği olasılığını fark etmeksizin ona hayran olan grup da budur. Ancak Nobel ödülünden (ve o arada Kürt sorunu ve Ermeni katliamı konusundaki şahsi görüşlerinin bazılarını açıkça açıkladıktan) sonra Pamuk’un romanlarındaki sembolik hicvi asla kendi kişisel değer ve kimlik duyguları ile ilişkilendirmeyi seçmeyecek bu insanların çoğu birden bire işkillenmeye başladılar ve şimdi Pamuk Türkiye’de istenmeyen kişi olmaya yakındır.

Bu arada (kayınpederim gibi) Pamuk’tan tamamen nefret eden ve O’nu sözde laik cumhuriyeti gömme ve Osmanlı benzeri ya da hatta şeriata bağlı köktendinci bir din devleti kurma gizli ajandası olan, yeni ortaya çıkan muhafazakâr hareketin (Müslüman köktendinciler) destekçisi olmakla suçlayan (ki özellikle ‘Kar’ kitabından dolayı) daha da uç örnekler de vardır. Çünkü kayınpederim, bilinçaltı seviyesinden alınıp yüzeye çıkarıldığında, kimliğe bağlı özgüvensizliklerin, sosyal kutuplaşma ve düşmanlıkla sonlanacağına inanır ve dolayısıyla, Pamuk’un insanları kışkırtma amacı ile eski yaraları bilerek ve isteyerek kaşıdığını düşünür.

Gerçekten de kendi kimlik sorunlarını gün ve gün daha da çok ciddiye alma eğilimindeki bazı Türkler için asıl suçlanması gereken şeytan Atatürk ve O’nun Batılılaşma projesidir. Bu kişiler için onurlu bir kimliğin anahtarı demokrasi ve bireyselleşme gibi Batı sapkınlıklarını tümden terk etmek/reddetmek ve Türkiye’nin etnik köken itibariyle hayli farklı insanlarını İslam’ın yasa, gelenek ve değerleri altında yeniden (bir ‘ümmet’ olarak) bir araya getirmektir.

Günden güne giderek daha fazla insan bu “henüz açıkça söylenmemiş”, fakat şimdiden geri dönüşü olmayan bir şekilde ilerlemekte olan eylem planına inanmış görünmekteler. Ne dinim, ne de bu türden tanıdıklarım olmadığından dolayı, bu kişilerin Pamuk ve O’nun romanları hakkında ne hissettikleri konusunda bir fikrim yok. Büyük olasılıkla O da bir başka kâfirin tekidir.

Bu metnin can alıcı noktası olmasını dilediğim hususu vurgulayabilmem için, kayınpederim olgusuna geri dönmeme izin verin. Bu adam inanılmaz bir okuyucudur, neredeyse bir yazılı materyal bağımlısıdır, muazzam zekidir. Yine de bu entelektüel birikimine rağmen, iyi bir romancının sırf sanat adına böyle aşırı duyarlı sorunlara bile “suya sabuna dokunmaksızın” dokunmaya yeltenip, nihayetinde taraf tutmadan ve bazı şeylerin “aslında nasıl olması gerektiği” konusunda ucuz mesajlar satmaya çalışmadan yakasını kurtulabileceğini anlayamamaktadır. O’na göre (yani kayınpeder) bir yazarın “Kar” gibi bir roman yazmasının altında kıssadan-hisse (zımni) bir mesaj/propaganda vermek dışında bir neden olamaz. Ve bu kadar hassas bir konuda kıssadan çıkarılabilecek tek hisse yalnızca “Atatürk karşıtlığı = köktenci İslam taraftarlığı” olabilir.

Dolayısıyla Orhan Pamuk bir vatan hainidir. Şayet bir insan köktenci İslam taraftarı ise, bunu adam gibi açık açık beyan etmelidir. Takiye yapmamalıdır. Zehirli fikirleriyle beyin yıkamak için romanlarını alet olarak kullanmamalıdır. Eğer hakikaten, suya sabuna dokunmaksızın ve zımnen propaganda yapmaksızın roman yazmak istiyorsa, gidip aşk romanı, olmadı bilim-kurgu yazmalıdır.

Enteresan olan, Kar’a karşı olan bu radikal düşüncelerinin yanında, kayınpederim Kara Kitap’ın zımni mesajının ne olabileceği konusunda hiçbir fikri olmadığını söyler. Ona göre Kara Kitap alelade izlenimci bir romandır. Niçin o kadar beğenildiği merak konusudur. Muhtemelen de hype’dır.

Bu tip paranoyak bakış açılarının tersine, Pamuk sanatını kelimelerle gerçekleştiren büyük bir karikatüristtir. Sanatının piyasa değerini ucuz mesajlar veya zımni propagandalarla arttırmaya ihtiyacı da yoktur. Benim için bu, bir romancıdan hoşlanmak ve değerini bilmek için illaki gerekli olmayan, ancak gayet yeterli bir özelliktir.

Umuyorum ki tüm bu parçacıklar okumanızı kolaylaştırır. Fakat bu konuda fazla bir beklentim yok. Pamuk’un ne anlattığını ve simgelerinin anlamını öğrenmek istediniz ancak benden tüm alabildiğiniz O’nun kitaplarından hoşlanmamın bilumum nedenleri. Bundan dolayı yalnızca okumaktan zevk alıp sembolizmin ince ayrıntıları ile çok da fazla canınızı sıkmamanızı öneririm. Gerçekten de kitapta insana altındaki sembolik bağlamı merak ettiren çok sayıda tuhaf diyalog parçacıkları var (ki çoğu hassasiyetle gözlenerek seçilmiş harika klişelerdir) ve bunların altında yatan derin anlam ancak okuyanın Türkiye’deki kendi deneyimleri ve anılarının bağlamında güçlü bir biçimde duyumsanabilinir.

Artı, İstanbul’da fazla kalmadınız, kalmış olsanız bile yalnızca turist olarak bir deneyiminiz olabilirdi. Sanırım Orhan Pamuk ilk kitaplarını yazdığında böyle uluslararası liste başı olmalarını beklememişti. Türk yazarları arasında ayrıcalıklı olmayı amaçlamış olmalı.

Tüm bunlara karşın, sırf bir Batılı olmanıza istinaden kitabın derin manasını anlamada engelli olduğunuzu düşünmüyorum. Oradaki pek çok şey evrensel olarak anlaşılabilir. Engelli olmayı bir kenara bırakın, sanırım siz (ki bir futbol takımı desteklemekte ya da kuşaklar boyunca ailesinin/atalarının aynı küçük kasabada doğmuş ve büyümüş olmasında büyük bir keyif bulan bir insan olarak) “birisinin ulusal, komünal, yerel ve kültürel kimliklerini birbirleriyle uzlaştıramaması” gibi son derece buruk bir duygunun anlamını, benim gibi trajik şekilde bu tür kaygı/duyguları hiçbir zaman hissetmeyecek olarak doğmuş ve büyümüş birine nazaran bilmekte çok daha donanımlısınız.

Enikonu ben, doğduğu ve büyüdüğü ülkenin vatandaşlığını terk edip, kültürünün içine doğmadığı bir ülkenin uyruğuna geçerken bile en ufak bir şey (ne müspet, ne menfi) hissetmemiş kalın derili birinin tekiyim. Benimle karşılaştırıldığında, muhtemelen prototip Alman bireycisinin bile daha fazla toplumcu/ulusalcı duyguları vardır.

Ayrıca, tamamen değerlendiremeyeceğiniz ince ayrıntıları anlamamanız belki de iyi bir şeydir sizin için. Bu anlamda, Pamuk’un son kitabı (Masumiyet Müzesi) Kara Kitap’tan bile beter. Bildiğiniz gibi bu yılın başında oldukça rahatsızlık verici kalp çarpıntılarım oldu (sigarayı bıraktıktan sonra!) Bunların ilki ben mevzubahis kitabı okurken oldu. Doğal olarak okumayı derhal kesip asla geri dönmedim. Franz Kafka’yı bile daha az iç karartıcı olarak nitelendiriyorum. Okuduğum kısım itibariyle bende “aman iyi ki o melankolik ülkeden uzaktayım” hissi yarattı.

Bu arada, (Kar’ı okuduktan sonra) karım artık onun tarafından yazılmış hiçbir şeyi okuyamıyor. Adam gerçek bir dâhi, fakat elinde tuttuğu tehlikeli silahın gücü veriliyken, potansiyel bir katil.

Sayfalar dolusu olası sembolik açıklamalar üzerinde spekülasyon yaptıktan sonra bu papirüsü beklenmedik bir şekilde (oyun bozanlık yapma pahasına) bitirmek isterim. Oyunbozanlık diyorum, çünkü oyunu siz Kara Kitap’ın altında karmaşık bir sembolizm olduğu varsayımına dayanarak başlattınız ve ben de hiç bozuntuya vermeden oyundaki rolümü oynayıp sayfalarca açıklamalar getirmeye çalıştım.

Bu noktada (alternatif olarak) bir an için Orhan Pamuk’a Nobel’ini kazandırmış olan “Benim Adım Kırmızı” ve “Kar” romanları bir yana bırakıp bir de şöyle düşünün: Ya “Kara Kitap alelade izlenimci bir romandır” diyen kayınpederim yarı haklıysa? Yarı haklı diyorum, çünkü bariz ki Kara Kitap’ın aleladelikle hiçbir alakası yok. Sadece ‘izlenimci’ kısmına odaklanalım:

Başından beri izah etmeye çalıştığım üzere, benim gibi gözlemcilik becerisi Pamuk’unkiyle karşılaştırılamayacak bir mühendis için bile Kara Kitap’taki bilumum detay (imajlar, diyaloglar, insan tiplemeleri vs, ki siz bütün bunların altında gizli bir sembolizm arama eğilimindesiniz) şahsen gözlemiş ve zamanında çoğuna bilfiil maruz kalmış olduğum gerçeklikler. Öyleyse sembolizm bunun neresinde? Kara Kitap’ın tamamıyle empresyonist bir eser olup semboller alegoriler ve benzeri soyutlamalarla hiçbir ilgisi olmadığını düşünmemizi engelleyecek ne var?

Size bu bunaltıcı orandaki uzun metni değil de, sadece şu son iki paragrafını yazıp gönderseydim acaba daha mı iyi olurdu? Kara Kitap’ı onun tamamı ile empresyonist bir eser olduğu varsayımıyla okusaydınız (yani “Bu kitap birçok diğerleri gibi bir ülkenin belli bir zamanındaki sosyo-ekonomik ve politik atmosferinin, bir güruh kurgusal karakterin başından geçen görece önemsiz bazı olayların arka planında yapılmış betimlemesidir. Hepsi budur” beklentisiyle) daha mı az etkilenirdiniz?
Bu arada isimlerle ilgili sorunuzu yanıtlamayı unutmuşum:

Celal ve Galip isimleri Türkiye’de (Osmanlı zamanlarından beri) yaygın ve geleneksel isimlerdir. Her ikisi de Arapça kökenli Osmanlıca kelimelerdir. İlkinin yazınsal anlamı “saltanatın gazabı/Tanrının hiddeti” iken, ikincisi ‘zafer kazanan’ anlamına gelir. Bir yazar olarak Pamuk bu isimleri amaçlı olarak seçmiştir. Belki yalnızca bilinçaltı düzeyinde ya da ortalama bir Türk okuyucunun zihinsel çağrışımları üzerine ön görüde bulunarak. Ancak ben bir sembolizm göremiyorum. Yazınsal anlamlarını öğrendiğinize göre, belki kendiniz çıkartabilirsiniz. Hepsinin üstüne, ben Kara Kitap’ı okuyalı zaten asırlar geçti.

Saygılarımla,

Osmanzade


Sevgili Osmanzade,

Teşekkürler, gerçekten teşekkürler! Başından sonuna hızlıca okudum, ancak ileride ona tekrar geri döneceğim. Sanırım yazınsal eleştiride bir kariyer yapmayı kaçırmışsınız. Bu düşüncelerin bir kısmını daha geniş ortamda örneğin bir blog ya da başka bir şeyde paylaşmayı düşünmüş müydünüz? Gerçekten bunun çok iyi olabileceğini düşünüyorum... Bazı gözlemlerin karikatür boyutu ve genel kültürel ve tarihsel zemin gibi kesinlikle şimdiden çok yararlı olan şeyler var.

Hollanda hakkındaki çoğu oldukça keskin olan gözlemlerinin bazılarına tekrar geri döneceğim ancak benim kendi özel bakış açımdan bazı karşılıklara açıktır. Fakat Kara Kitap’ı bitirdikten sonra...

Geçen hafta Pamuk’la yapılmış bir röportaj Volkskrant’da yayınlandı. Rastlantısal olarak benim yaklaşık aynı zamanlarda keşfettiğim ve aynı zamanda çok değer verdiğim Murakami üzerine bir yazı da takip eden sayfada idi. Başlıca Müze projesinden bahsediyordu ki sezgisel olarak bana Kırmızı’dan da Kara’dan da daha az çekici geldi (Sonuçta onun bildiğim yalnızca iki kitabı var)

Saygılarımla,

Gerardus


Sevgili Gerardus,

Ne tesadüf! Ben de bu aralar Murakami okumaktayım. “Sahilde Kafka” ve “Hard-Boiled Wonderland and The End of the World”. Her anlamda bu kitaplardan muazzam hoşlansam da, sembolizm anlamında tamamıyla KAYIBIM.

Elbette aklımda (küçük parçacıklar halinde) pek çok potansiyel açıklama var ancak bu kadar çok parçayı bir araya getirmenin olası bir yolunu bulamıyorum (belki de bulmaya çalışmamam gerekir ama?) Her hangi bir öneriniz var mıdır? Uygun bir blog örneğin, ya da sizin kendi açıklamalarınız?

Saygılarımla,

Osmanzade


Sevgili Osmanzade,

Maalesef Murakami konusunda çok yararlı her hangi bir özel kaynağım yok.
Garip bir şekilde ve Orhan Pamuk’un tersine, hiçbir zaman Murakami’nin sembolizmini ussallaştırma ihtiyacı duymadım. Benim bakış açıma göre Murakami çok büyülü bir yolla geleneklerle modern kültürü karıştırdığı için hayran olunası, gizemli ancak tümüyle ilginç olan Japonya’ya alternatif bir perspektiften bakması itibariyle çok değer verdiğim bir yazardır.

Buna rağmen kabul etmek gerekir ki, elbette her zaman yüzeyde görünenin ötesindeki bazı şeyler merak edilir. Öyle görünüyor ki Kafka temel olarak klasik Oedipus öyküsünün bir tür modern ve Japonca sürümü. Beni kitaba yönlendiren Jan’ın karısı idi ve 10’lu yaşlardaki oğluna da önerdiğini söyledi. Yaptığı amma tuhaf bir şey…
Bu kitap hakkında az ya da çok kabul gören görüş, aslında tüm olayların Kafka’nın zihninde geçtiği, olasılıkla onun evden hiç ayrılmadığı ve aslında babasını öldürdüğüdür. “Zemberek Kuşunun Güncesi” temel olarak Japon savaş tarihi ile ilgilidir. Kedili öykü gibi bazı ayrıntılara kitabın her yerinde rastlanıyor. Kedi düşkünü olarak artık bunu siz açıklarsınız.


Sevgili Gerardus,

Daha önce de söylediğim gibi Sahilde Kafka’yı okumaktan sizinkilere benzer nedenlerle başından sonuna hoşlandım. Benim arayışım kesinlikle herhangi bir şeyleri ussallaştırmak değil ancak sembolik parçaları anlamlı bir şekilde bir araya getirmektir. Murakami kitaplarının tümüyle (neredeyse Franz Kafka anlamında) alegorik olduğu açık. Semboller bariz bir şekilde insan bilinçaltı ve benliğine, kişisel yabancılaşma süreci ve hissiyatına ve harika bir tarzda iyi-kötü diyalektiğinin doğasına dair göndermeler yapıyor.

Bilumum parçacıklarının anlamı aşağı yukarı bariz olmasına rağmen, yine de Murakami’nin de bu parçacıkları nasıl bir mantık silsilesi içerisinde bir araya getirmiş olduğunun anahtarını (daha doğrusu genel şablonunu) bir türlü bulamıyorum.
Örneğin “gölgeler” soyutlaması ile takıntısı. Nakata’nın yarım gölgesi var ve kütüphaneci Bayan Seiki’nin de öyle. İlkinin gölgesinin yarım olması yaşamının erken dönemlerinde aklını kaybetmiş olmasının bir sonucu.

O andan beri, üç zamanı (geçmişi, şimdiyi ve geleceği) birbirine bağlayan ve her normal insanın sahip olduğu standart bilinçsel aygıtları (uzun dönemli hafıza, ussallaştırma, planlama veya bilumum psikolojik savunma mekanizmaları vs.) kullanmaktan yoksun kalmış, şimdiyi (yani içinde bulunduğu anı) yaşamaktan başka seçeneği yok.

Yine de son derece halinden (yani şimdiki zamanından) memnun, en azından memnuniyetsizliği veya mutsuzluğu tanımlayabileceği bir aklı olmadığından dolayı. Tek bildiği nelerden hoşlandığı veya nelerden görece daha çok hoşlandığı (‘Yılanbalıkları Nakata’nın favorilerinden biridir.’) Aynen yalnızca neden hoşlandıklarını bilen ve yalnızca şimdiki zamanda çevrelerindeki her şeyin farkında olmalarına rağmen bunu pek de umursamayan kediler gibi! Köpek ve insanın aksine bir kedinin zihnini eylemlerle sonuçlarını ilgilendirmeye önceden şartlandıramazsınız. Bir de üstüne üstlük, yarım gölge durumuna Nakata’nın dikkatini ilk kez (ve gayet eleştirel bir biçimde) çeken bir kedi oluyor.

Burada Murakami klasik bir diyalektiğe hoş bir yaklaşımda bulunmuş gibi: Mutluluk ve huzur (veya iç barışıklığı). İlki, üç zamanı birbiriyle ilişkilendirebilen ve ona göre seçimler yapıp, hayaller kuran, sorumluluk alan ve nesnelere vereceği görece anlam ve önem düzeyine keyfi olarak karar verebilen insan bilincinin kendi hayat ve varlığını anlamlandırmak için ihtiyacı olan, fakat süreklilik içerisinde (yani sürdürülebilir biçimde) hissedilemeyecek bir mefhum iken, ikincisi temel ihtiyaçları tatmin olduğu sürece, sorgu sualsiz (dünün ve yarının hesabını yapmadan) olağan alışkanlıklarını takip ederek kendini yeniden üretebilen ve mutluluk ihtiyacıyla sekteye uğratılmadığı sürece her insanın esasen içinde mütemadiyen bulunabileceği bir süreklilik hali ki Murakami’nin tasviriyle “kedi mutluluğu”.

Öteki taraftan Nakata’nın aksine, aynı şekilde gölgesi yarım olan Kütüphane Müdürü bayan Seiki’nin gayet aklı başında görünüyor. Her ne kadar 15 yaşındaki (hayatının en mutlu) halini ormandaki paralel evrene (taş girişi açarak) kapattıysa da, bu noktadan sonra, şimdiki zamandan biraz bile olsun keyif almadan, anılarında (yani geçmişte) yaşamaktadır. Ve dikkatinizi çekerim ki, ormandaki gizemli paralel evren, zamanın ve dolayısıyla rasyonel anlamda neden sonuç ilişkilerinin olmadığı ancak varlıkların orada yalnızca şimdiki zamanı endişe ve planlar olmadan yaşadıkları, mutlu olmasa bile huzurlu bir yerdir (kedi mutluluğuna geri döndük!)

Bu yer sonsuzluğu sürekli kıldığından değil, o yerde zaman sonsuz bölünebilir olduğundan sonsuz sürdürülebilir bir kedi mutluluğu vaat eder. Her ayrık zaman adımında hali hazırda bulunduğu konumla hedefi arasındaki mesafenin ancak bir parçasını kat edebildiğinden dolayı hiçbir zaman hedefi bulmayacak bir ok gibi.

Doğal olarak can alıcı ilk soru niçin bu iki zıt (Nakata ve Bayan Seiki) yarım gölge sahibi olma ortak özelliğini taşıyorlar ki olası bir cevabi var: Benzerlik Nakata’nın ve Bayan Seiki’nin gerçek dünyada kalmış yarım gölgeleri arasında değil, Nakata’nın gerçek dünyada kalmış yarım gölgesi ve Miss Seiki’nin ormandaki paralel evrene kapattığı 15 yaşındaki halinin yarım gölgesi arasında kurulmuş.

Tabii ki bu mantık Nakata’nın çocukken başına gelen kazada kaybettiği her şeyle, Miss Seiki’nin sevgilisini kaybettikten sonra elinde geriye kalan her şey (sadece hayallerde yaşanmaya mahkûm bir hayat) arasında bire bir eşleşme anlamına da gelir.
Gölge’nin matah bir şey, yarısını kaybetmenin de acıklı olduğu varsayımı altında, Murakami’nin gölge soyutlamasıyla neye gönderme yaptığını anlamak mümkün değil gibi.

Ayrıca, gölge dediğiniz enikonu her an yanı başımızda mevcut, istesek bile kurtulamayacağımız kara bir leke. Bu anlamda Murakami’nin gölge soyutlamasıyla İncil’deki “ilk/asli günah” mefhumu arasında bir paralellik kurulduğu kanaatindeyim. Âdem ve Havva kendilerine vaat edilmiş olan sonsuz “kedi mutluluğundan” yeterli tatmin olmayıp, arayışa girer (merak, hayal), hali hazırdaki durumlarını tehlikeye atacak olan tek şeyi yapar, meyvesi ‘iyilik ve kötülüğün temel farkının bilgisi’ olan ağacın elmasını yerler ve günahların günahı olan ilk günah işlenmiş olur.

Adem ve Havva cennetten (dolayısıyla sonsuz kedi mutluluğu diyarından) kovulurlar ve onların çocukları olan hepimiz bu ilk günahın gölgesiyle doğarız. Gayet gerçekçi bir sembol, çünkü hakikatten de neredeyse hepimiz, merak ve bir şeyleri değiştirme isteğiyle dolu olarak doğup hayatımızın çoğunu (aynen Kafka gibi) arayış, hayaller, tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyleri bulma eğiliminde yaşayıp, kedi mutluluğu içinde yaşama alternatifini bir kenara itiyoruz. Demek ki mutlak iyi (yani günahkâr olmayan) insan prototipi Nakata’dır, çünkü her ne kadar kaza eseri de olsa, onu (eninde sonunda) günahkâr kılacak bilumum içsel tahrik öğesinden/yetisinden bir şekilde “vaftiz” edilmiştir.

Kısacası gölge sembolü kitabın gerçek odak noktasını teşkil eden “Sorumluluk (yani suç), hayallerle başlar” temasını gayet şıkça destekleyen bir unsur.

İllaki tek ve anlamlı yolu olmasa da, gölge soyutlamasının bu şekilde basite indirgemesi kolay. İndirgemesi asıl zor olan, parlak bir çocukken Nakata’nın aklını (gölgesinin yarısı ile birlikte) kaybetme biçimi:

Bir öğretmen, pek yakında ölmesi neredeyse kaçınılmaz olan kocasıyla beraber olduğu tutkulu bir şehvet rüyasından sonra âdetini en beklemeyen bir zamanda görür. Adet görme (kirli kandan kurutulma!) büyük olasılıkla günahlardan/suçtan, ya da katlanılamaz kayıp duygusundan arınmayı sembolize etmekte.

Öğretmen, delillerinin (yani kanlı havlular) saklanması suretiyle kurtulduğunu sandığı suçun/ayıbın (yani hayalin), zavallı Nakata tarafından keşfedilip ortaya çıkarıldığını fark edince kısa süreli bir cinnet geçirir, içsel (fiziksel olarak duyulamaz) bir çığlık atar ve bütün çocuklar baygın yere yıkılır, fakat sonuçta yalnızca Nakata kalıcı hasarla sonlanır. Hasar Nakata’ya normal, hatırlayan, hayal kuran, planlayan ve bu planların olası sonuçlarının getireceği sorumlulukların bilincinde yaşanacak, rasyonel bir yaşama mal olur. Fakat normal insanlara “özürlü” olarak görünen bu indirgenmiş yaşam biçimi Nakata için şimdiki zamanda “kedi mutluluğunda” yaşanacak bir hayat için herhangi bir engel teşekkül etmez.

Kısacası, bir kişinin hayallerinden (istemsiz olarak ortaya çıkmış bile olsalar) duyduğu utanç, bir başka kişiye, içinde herhangi hayale yer olmayan, şimdiki zamana kilitlenmiş bir hayata (gölgesinin kalan yarısına) mal oluyor. Olaydan hasarsız yırtan diğer çocukların aksine, Nakata’nın farkı suç delillerini ortaya çıkartmış olması (yani kanlı havlulara dokunmuş olması). Bir yazar böyle tuhaf bir soyutlamayla ne demek ister?

Yunan trajedilerine göndermeler, yalnızca bunların ortak özelliklerinin, kaderin, kimsenin değiştiremeyeceği ironik sonuçlarını vurgulamaları olduğundan. Hatırlayabileceğiniz gibi kitapta bir noktada (hermafrodit kütüphaneci ve Kafka Yunan trajedileri konusunda konuşurken) kütüphaneci, Oedipus’un öyküsünün hala güncel olmasının nedeninin Freud’cu açıklaması olmadığını, aslında kaderin alaycılığına gönderme yapma niteliği taşıması olduğunu söyler.

Ya “kan” hususu? Okul öğretmeninin arındığı günahlarını temsil eden kan başka birinin hayatını (iyi veya kötü yönde) değiştirir. Kafka fiilen öldürmediği (fakat hayalinde öldürmek istediği) babasının kanı ile kaplıyken, fiili katil Nakata’ya kanın bir damlası bulaşmaz, hermafrodit kütüphanecide kan hastalığı hemofili vardır ve sonunda (ormandaki paralel evrende) Kafka Bayan Seiki’nin bir damla kanını içer ki bu Bayan Seiki’nin af dilediği ve affının da kabul edildiği anlamına gelmektedir. Burada bir bağlantı olmalı, en azından Murakami’nin aklında.

Her ne kadar Zemberek Kuşunun Güncesi’ni henüz okumadıysam da, Murakami’nin Japonya’nın Mançurya katliamıyla ilgili bahsettiği bilumum detayın, görev bilinciyle (mecburiyetten, yaptığının sonuçlarını kendine mal etmeden, sorgulamaksızın alışkanlıklarını takibe devam etme zihniyetiyle) yapılmış eylemlerle, kendi hayallerini gerçekleştirmeyi gözeten eylemler arasındaki dualiteye gönderme yaptığını düşünüyorum.

Kafka’daki, görevi Yahudi ve Çingenelerden en maliyet etkin biçimde kurtulma yolunun detaylarını planlama olan Nazi’yi (ismini unuttum) hatırlayın: Kendi hayalleriyle hiçbir ilgisi olmayan işinin gereğini yalnızca en mükemmel ve etkin şekilde yerine getirdiğine inandığından hiçbir sorumluluk hissetmez ve sonunda kendini içinde bulduğu soykırım mahkemesine tamamı ile yabancılaşır. “Sorumluluk hayallerle başlar, mutlaka eylemlerle değil” hususuna yine geldik. Pratik toplumsal bir anlamı olmasa da, etik üzerinde çalışan bir filozof için harika bir tema olsa gerekir.

Bundan sonraki okumalarınızın tadını kaçırmak istemem ama gölge teması “Hard-Boiled Wonderland and The End of the World” da son derece baskın. Başka bir deyişle, Murakami bazı sembolleri sürekli olarak çeşitli kitaplarında tekrarlamakta. Ben de Murakami‘nin bu sembollerle tam olarak insan varlığının hangi düşünsel/bilinçaltı niteliklerine gönderme yaptığını ve onları birbirine nasıl bağladığını anlamak istiyorum. Zorluk, bu niteliklerin muhtelif karakterlere dağıtılmış olduğu veriliyken, karakterleri birbirleriyle ilişkilendiren olayların hangi düşünsel/algısal süreçlere tekabül ettiğini anlamak.

Benim için bu eğlenceli bir yap-boz çalışması. Ancak tabii ki, bu çaba ancak Murakami’nin kafasında bütünsel bir taslak olduğu varsayımı altında anlamlı. Belki de durum böyle değildir, sembollerinin bütünlüğü konusunda çok da fazla kafa yormadan aklına geleni yazıp devam ediyordur.

Durumu bu şekilde algılayan (algılamak isteyen) tek kişi ben miyim? Karım bu çabamı “fazla indirgeyici” olarak niteliyor ancak ben hala çok eğlenceli bir yap-boz oyunu olarak değerlendiriyorum.


Sevgili Osmanzade,

Murakami üzerine tartışman beni Kafka’yı okuduğum mutlu zamanlara geri götürdü. Gerçekten de bunun yap-boz gibi çözülebilecek bir yolu olduğundan hiç emin değilim. Benim önsezim olmadığıdır. Elbette, her bir bireysel parçanın bir anlamı vardır ve birçoğunu da bulmuş olduğunu düşünüyorum. Ancak parçaların birlikte büyük bir yapı oluşturup oluşturmadıklarını bilmiyorum. Bu sefer daha çok karının tarafında olabilirim. O da kitapları okudu mu?

Bir olasılık, Kafka kitabında tanımlanan bütünün aslında yalnızca Kafka’nın kafasında olduğu. Dolayısıyla, kütüphane, ormana yolculuk, başlangıçta kızla buluşma, hepsi onun kafasında olmuş olabilir ve bu nedenle bu bölümlerdeki kişiliklerin Kafka’nın kendisinden bağımsız her hangi bir anlamı olamaz (belki Nakata’nın olabilir, fakat onun de Kafka’nın Tokyo’daki çevresinden bir kişilik olduğunu hatırlıyorum). Kafka evinden hiç ayrılmadı, gerçekte yolculuğunun fantezi dünyasında yaşarken bilmeden babasını öldürdü, Bu bir teoriyi oluşturmaya başlarken işe yarar bir başlangıç varsayımı mıdır?

Sevgili Gerardus,

Karımın tarafını tuttuğunu sanmıyorum çünkü onun teorisi benimkinden bile daha çok indirgeyici: O, kitabın merkez temasının “kişisel kayıp duygusu” olduğunu düşünme eğiliminde. Yine de, böyle bir alegorinin pek fazla ussallaştırmadan, parçalarını bir araya getirmeye çalışmadan, sadece okunması gerektiğini, damağınızda kalan tadın, deneyimden sonra cebinize alıp götürebileceğiniz tek şey olduğunu söylediğine göre, siz ikiniz gerçekten de benzer biçimde düşünüyor olabilirsiniz. Yap-boz takıntılı olmadığınız sürece, bu mükemmel bir mantık olur.

Her şeyin sadece Kafka’nın kafasında döndüğü teorisi, elbette kitabı okumanın en manalı yollarından biridir. Yani coğrafi mesafenin başka bir şey için kullanılmış olan bir mecaz olup, çok kafa takmaya değmeyecek herhangi bir saptırma olduğunu varsayabiliriz. Yine de bana yap-bozun anahtarını verme konusunda, başlıca iki nedenle yetersiz kalıyor.
Birincisi, Kafka’nın zihnini bir kenara bırakalım, gerçekte her şey Murakami’nin zihninde geçmektedir. Yani yap-bozu çözme Murakami’nin temel insan koşulunu, bilinci, büyümeyi, yabancılaşmayı her neyse, nasıl kavrayıp algıladığını anlamak ile eşdeğerdir.
İkinci olarak, kitap barizce bir alegori olduğuna göre, olayların geçtiği fiziksel ortamın önemli olması gerekli değil. Örneğin Franz Kafka’nın metamorfozunu değerlendirin: Gregor Samsa’nın fiziksel olarak mı yoksa zihninde mi dev bir hamam böceğine dönüştüğünü sormazsınız. Her ne kadar ikincisi daha manalı görünse de hamam böceğine dönüşmenin yalnızca çevreye değil kişinin kendisine bile tam bir yabancılaşma duygusunun sembolü olarak kullanıldığı barizken, dönüşümün fiziksel ortamının ne olduğu sorulması gereksiz bir sorudur.

Buna uygun olarak, Kafka’nın babasını kendisinin öldürüp öldürmediği sorusunun cevabı (yani yakın mesafeden bıçaklama ya da bunu doğaüstü/dolaylı olarak uzak mesafeden yapma) illaki yap-bozun anahtarını verecek değildir. Bir bakıma elbette ki babasını öldürmüştür. Aynı bir Yunan Trajedisinde olduğu gibi, kaderinde olan bir şey şöyle ya da böyle gerçekleşmelidir. Bu arada, kaderden bahsederken Murakami’ nin insan bilinç/varlığının hangi yönüne gönderme yaptığı sorusu yanıtsız kalmaktadır. Pek çok eleştirmen onu kaderci olmakla suçlamaktır ki bu da benim görüşüme göre tam bir geyiktir.

Eğer varsa, yap-bozun anahtarı, Murakami’nin cinayetin işlenmesi için seçtiği tuhaf yolda gizli olmalıdır: Karşı konulamaz bir tahrikin (Johnny Walker = Viski = Şeytan’ın işi) etkisi altında kalmış, tamamen yabancı birisinin elleri ile, ve daha da önemlisi tahrik nesnesi gerçekte kendi varlığının tanımlayıcı bir parçası bile olmayan bir kişinin eliyle. Ölümden sonra Nakata’nın üzerinde hiç kan olmayıp Kafka’nın olmasının nedeni Nakata’nın seçme şansının olmamasıdır. Çünkü Kafka bir şekilde bunu hayal ederken, Nakata yalnızca kaderindeki rolü pasifçe oynamıştır:

“Sorumluluk hayallerle başlar” sözünde olduğu gibi (Her ne anlama geliyorsa!) Bu anlamda, tüm bu Oedipal durum, iyilik ve kötülüğün gerçek doğası ve nitelikleri, sorumluluk ve suçluluk üzerine sembolik/felsefi bir tartışma olarak değerlendirilebilir.
Bir başka anlamda, babayı öldürme eylemi bir gencin ebeveynlerinden uzaklaşmasını (ya da onların değer ve yargılarını reddetmesini) gerektiren kendi kimliğini/değerlerini kendi kendine oluşturma sürecinin bir mecazı olabilir. Bu her birey için bir gerekliliktir, dolayısıyla burada bir suç olmamalıdır. Ama nereden bakarsanız bakın, toplum için, birinin kimlik arayışı etik bir yargılama konusu değilken, gerçek bir cinayet öyledir. Fakat Murakami, pratik etik kurallarını ihlal eden bir antitez kuruyor.

Her ne kadar birinin kendini ebeveynlerinin etkisinden kurtarması girişiminin o kişinin geleceği üzerine büyük bir etkisi varsa da, sonuçta varılan nokta başında hayal edilenden çok farklı olabilir, çünkü sonucun ne olacağı pek çok dış ayrıntıya bağlıdır, ki kimisi buna kader diyebilir. Fakat Kafka’nın başından geçenlerden çıkarmamız gereken sonuç bu mudur? Okuduğum birçok blog’da bu sonuca varıp, Murakami’ye kaderci damgası vuran birçok eleştiri gördüm. Düzlüğün bu kadarı olur…

Her durumda Murakami’nin yalnızca eski Fransız varoluşçuluk okulunun post modern bir Japon izleyicisi olan, varoluşçu görüşlerini ifade etmek için de birincil sembol olarak kaderciliği seçmiş, fikirleri ciddiye almaya değmeyecek amatör bir pop-felsefeciden başka bir şey olmaması da olasıdır. Fakat istemli olarak bu varsayımda bulunmuyorum, çünkü bu varsayım bulmaca çözme eğlencemi sona erdirir.

Bu arada Kafka kitabından pek çok yönüyle daha bile iyi olan Hard-Boiled Wonderland and The End of the World ’u kesinlikle okumalısınız. Görünürde bir bilim kurgu, ama sadece su üstünde öyle. Altında yine bir alegori. Kitabı okuyarak gireceğiniz büyük risk, okumanın sizi de benim yap-boz takıntıma suç ortağı yapabileceğidir. (ki karım haklı, bu hakikaten de bir çeşit suç olsa gerekir.)

21 Ekim 2010 Perşembe

ARİF DAMAR'A VEDA...

Bir iki gün önce Attila İlhan'ı anmıştım. Şimdi ise Arif Damar'a veda ediyoruz.Halbuki Ölüm Yok ki diyen o değil miydi? Keşke hiçbiri gitmese ve kalsa...




Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
"GİTME KAL" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir

Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir inci ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir

Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir

Ne çok severdik seni aklına getir

20 Ekim 2010 Çarşamba

Attila İlhan Anısına...

Kanada'da olduğumuz son gece (evet, Gülda ile Kanada'ya gittik; yazılar başlayacak) otel lobisindeki koltukta bir çuval gibi oturduğum dakikalarda ne kadar yaşlandığımı kanaat getirmişken o an iki şey düşünüyordum:

1.Attila İlhan'ın Böyle Bir Sevmek adlı şiiri ,hani şöyle başlar...

ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir....


ve öleli ne kadar zaman olduğu



2.Yukarı kattaki Balo Salonundan gelen Alan Parsons Project'in Old and Wise adlı şarkısını duyduğumdaki şaşkınlık ve her zaman neden ağlamak istediğim...

Dönünce hem şiiri hatırlamak için kitapları karıştırdım hem de Attila İlhan'ın ne zaman öldüğüne baktım. 11 Ekim 2005 tarihinde an gelmiş ve bu dünyadan göçmüş sevgili Attila İlhan. Bunu hatırlayınca da blogda anmadan geçemedim.

an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila ölür


15 Ekim 2010 Cuma

The Fall - Düşüş



Geçen Şubat ayında El Laberinto Del Fauno’yu yazdığımda, filmi tavsiye eden iş arkadaşım Aydın’ın bir başka filmi öve öve bitiremediğini ve filmi bulur bulmaz seyredip yazacağımı belirtmiştim.

Aradan aylar geçti. Her daim Aydın’dan filmin ne kadar mükemmel olduğu ile ilgili yorumları dinledim durdum.

Sonunda bir gün Aydın, filmi bulduğunun sevinçli haberini verdi.
Nihayet dün akşam da Emre yatar yatmaz aylardır merakla beklediğim filmin karşısına geçtim oturdum.

Konu başlığından da anlaşılacağı üzere filmin adı The Fall, Düşüş.



2006 yılı Hint, Amerikan, İngiliz ortak yapımı olan, David Fincher ve Spike Jonze‘nin finanse ettiği filmin yönetmeni Tarsem Singh. Müziklerini Krishna Levy yapmış. Senaryosunu Dan Gilroy, Nico Soultanakis ve Tarsem yazmış.

Alexandria rolünde Catinca Untaru, Roy ve Blue Bandit rolünde de Lee Pace oynuyor.



1920’lerin Los Angeles’ında bir hastanede, Alexandria adlı kolu kırık bir kız, Roy adlı bir gençle tanışır. Roy filmlerde dublörlük yapmaktadır ve ilk filminin çekimi esnasında geçirdiği kaza sonucunda belinden aşağısı felç olmuştur.



Roy, geçirdiği kaza sonrasında kendisini terk eden sevgilisinden ayrılmanın verdiği acı ile onarılamaz bir yıkım içindedir. Genç adam için yaşamak tamamen önemini yitirmiştir. Alexandria’yı, artık mutlu olamayacağını düşündüğü bu hayattan kurtulmak için bir araç olarak görür. Küçük kıza kendi yaşadıklarından yola çıkarak yarattığı bir hikâye anlatmaya başlar. Yaşadığı onarılmaz hayattan kurtulmak için Alexandria’nın ilaç odasından temin edeceği morfine ihtiyaç duyan Roy, anlattığı hikâye sayesinde Alexandria’ya yaklaşır.

Etrafında gördüğü ve beğendiği her şeye sahip olmak için insanlara zarar vermeyi ve yoluna çıkan insanları öldürmeyi göze alan Vali Odious’tan nefret eden 5 kahramanın hikâyesidir bu. Eski bir köle Otto Benga, karısı Vali tarafından kaçırılan Hintli, patlayıcı uzmanı Luigi, doğayla dost ve yanından ayırmadığı sevgili dostu ile gezen İngiliz bilim adamı Charles Darwin ve bir ağaç gövdesinde can bulan, karnında kuşlar besleyen garip Mystic…



Siyah beyaz görüntülerle başlayan ve biten filmde aklıma ilk gelen çocukluk yıllarımda seyrettiğim Charlie Chaplin ile Laurel&Hardy filmleri oldu. Saatlerce TV karşısında oturur ve bu siyah-beyaz filmleri seyrederdik.



The Fall’un siyah-beyaz bölümleri Roy’un dublörlük yaptığı film karelerinden aktarımlar. Roy’un nasıl sakatlandığını o karelerde görüyoruz.

Film, gerçekle hayal arasında köprüler kuran sahnelerden oluşsa da, aslında izleyicinin dikkatini ne kadar odaklandırdığını sınamak üzerine hazırlanmış.



Film karelerinin birbirine geçişleri büyüleyici; Darwin’in peşinden koştuğu Americana Exotica kelebeğinin görüntüsünden, bu beş kahramanın ıssız adadaki buluşma sahnesine geçiş ve Roy ile hikaye kahramanı hemşire Evelyn’in nikahlarını kıyan beton suratlı pederden çorak bir araziye geçişin mükemmel uyumu…



çorak arazide hâlâ beton suratlı pederi, ıssız adada hâlâ Americana Exotica’yı görebiliyorsunuz.

Bir sahnesinde Aya Sofya’yı görene kadar, filmin farklı ülkelerde çekilmiş olduğunu düşünmedim bile.



Özel efekt harikası olduğunu düşündüğüm filmi daha sonra araştırırken gördüm ki, filmin yönetmeni Tarsem Singh 18 ayrı ülkede ve 26 gerçek mekanda çekimleri gerçekleştirmiş. Ve hiç özel efekt kullanmamış.

Dalivari teatral görüntülerle zenginleştirilmiş film, Bethooven’ın 7. Senfonisi ile adeta zihinlerde unutulmazlığını ilan ediyor.



Filmin adı, The Fall –Düşüş- aslında Roy’un film çekimi sırasında düşerek sakatlanmasından başlayarak, hayatta her şeyin düşerek yok olduğu fikriyle bütünleşiyor. Alexandria, Roy’un istediği morfini elde etmek için ilaç odasına gizlice giriyor ve ilaçları almak isterken düşüyor. Hikâyedeki Hintli de Vali Odious’un askerlerinden kaçarken yüksek şatodan düşerek ölüyor.



Alexandria, Roy’un anlattığı hikâyede herkesin ölmesinden duyduğu üzüntüyü şöyle dile getiriyor;

Alexandria: [crying as Roy finishes the story] Why are you making everyone die?
Roy Walker: Because... everything dies

Roy’un hikâyesi iken, Alexandria’nın hikâyesi olmaya başlıyor. Aslında küçük bir kızın gözünden seyrediyoruz hikâyeyi. Çünkü hikâyede Roy’un Indian olarak bahsettiği kişi bir Kızılderili ki bunu filmin başındaki siyah-beyaz görüntülerde görüyoruz. Oysa Alexandria hikâyeyi dinlerken kendi geldiği toprakları düşünerek Indian olarak bir Hintli’yi hayal ediyor.

Filmde köle Otto Benga’nın ölüm şekli aslında Mahabharata Destanı’nda - eski bir Hint destanıdır – Bhishma’nın ölümünün aynısıdır. Oklarla savaşılan bu destanda da Bhishma, sırtına isabet eden pek çok okun üzerine sırt üstü düşerek bir ok yatağının üzerinde imgelenmektedir.



Yine aynı destanda Krishna da patlayıcı uzmanı Luigi gibi ayağına isabet eden bir ok ile ölür.

Vali Odious tarafından karısı kaçırılan Hintli de yine bir Hint tarihi hikâyesi olan Rani Padmini’den alıntıdır.



Ünlü İngiliz bilimci Charles Darwin uzun süredir üzerinde çalıştığı konuyu Alfred Wallace adındaki bir çocuğun kendisine gönderdiği bir makaleyi okuduğunda netleştirerek Evrim Teorisi’ni ortaya çıkarıyor. Filmde Wallace, Darwin’in yanından hiç ayırmadığı maymunu olarak metaforlaştırılmış. Wallace’da Odious’un adamlarının açtığı ateş sonucunda yaralanarak ölüyor ve Darwin Wallace’ın yanına koştuğunda Wallace’ın avucundan Darwin’in peşinde olduğu Americana Exotica uçuyor.

Filmin afişinde ise yine Dali’den bir etkileşimi görüyorsunuz; Il Volto di Mae West.



The Fall 2007 yılında Berlin Uluslararası Film Festivali’nde, yine aynı yıl Sitges-Catalonia Uluslararası Film Festivali’nde, 2008 yılında da Austin Film Kritikleri Derneği’nden ödül kazanmıştır.

Neredeyse her sahnesi metaforlarla örülü olan bu filmi seyrederken küçük bir kız ile yetişkin bir adamın arasındaki arkadaşlık sizi derinden etkileyecek. Ve belki de benim gibi gözyaşlarınıza hakim olamayacaksınız.

Peyman

8 Ekim 2010 Cuma

Singing In The Rain

Koyu renkli bulutlar semâları kaplamışken, içinizde aşkın büyüsünü hissetmeniz dileğiyle...Haydi yağmurda şarkı söyleyip, dans edelim!

Peyman


1 Ekim 2010 Cuma

Yansımalar - 13



3 ay…Kulüp toplantısı olmadan geçen 3 koca ay.

Ne sıcaklar gördük! Ne nemli geceler atlattık! Uykunun kollarına teslim olmak için döndük durduk yataklarımızda. Gün içinde vücudumuza yapışan nemi sıyırıp atmak niyetiyle defalarca duşun altına attık kendimizi.



Cenevizlilerden miras kalan kulenin uzak gölgesinde, şehir hatları vapurlarının ıslıklarının karıştığı yıldızlı akşamlarda yaz konserlerini izledik. Açıkhava’da kendimizi müziğin ritmine terk ettik, avaz avaz şarkılar söyledik. Cazın şehvetli notalarıyla boğazın keskin iyot kokusunu soluyarak hülyalara daldık.

Sonra kitaplar okuduk; dünya klasiklerinden, best sellerlara, Türk edebiyatının seçkin örneklerine, romantik şiirlere kadar pek çok kitap… Ama hiç toplanıp okuduklarımızdan konuşmadık. Geçen yaz şiir gecesi yapmıştık. Bu yaz onu da yapmadık.

Ve işte bu yüzden dört gözle kış sezonunun ilk toplantısını bekliyordum.
Gülda, güzel bir davetiye ile beklediğimiz gecenin ilk anonsunu yaptı. Sonra ev ödevlerimizi verdi. Ev ödevini bile o kadar özlemişim ki hiç söylenmeden yaptım :).

Kulüp toplantı günlerinde tuhaf bir enerji yoğunluğum oluyor. Bunu sözlere dökmek gerçekten çok zor ama çalışacağım, çünkü siz de bunu hissedin istiyorum. Gözlerimin içi gülüyor. Koyu kahve gözlerimde – elâ olsalardı daha net görebilirdiniz ama değiller – menevişler oynuyor. Dudaklarımın uçları aşağı değil hep yukarıya bakıyor ve ağzımın kenarındaki kırışıklıklar derinleşiyor. Ama onlar kırışıklık değil aslında, hayatın, yaşamışlığın izleri. Mutluluğun, coşkunun, heyecanın yansımaları…
Kulüp gecelerimiz, bizlerin üzerinde gençlik iksiri etkisi yapıyor bence.
Ve ben yine o geceye dönmek istiyorum.



Toplanacağımız yerin adı Gastroloft idi. Yepyeni bir mekân. Bu gecelerin en güzel taraflarından biri de değişik, yeni, bilmediğimiz mekânları keşfetmek oluyor.
Gastroloft, Asmalımescit’te özel gecelere kiralanan bir teras katı.

Gülda bizi kapıda karşıladı. Üzerine oturan, son derece feminen bir kıyafet giymişti. Kitabımızın kahramanlarından biri olan Saeki Hanım’ın tarzını yansıtıyordu.

Beyaz tuğlalarla kaplı salon minimalist bir dekorasyona hakimdi. Tek renk ise masaların üzerindeki mor isyantüslerdi.



İçkilerimizi alıp terasa çıktığımızda mükemmel bir manzara kollarını açmış bizi bekliyordu. Sol tarafta Galata Kulesi’nin en tepesi, karşımızda Süleymaniye Camii, sağ tarafımızda da ışıl ışıl Altın Boynuz uzanıyordu.

Bir an Ahmet Ümit’in İstanbul’u geldi aklıma; koskoca bir tarih, cinayetler, eşsiz bir şehir.

Yukardan bakınca bu şehir ne kadar temiz ve masum görünüyor değil mi? Ama aşağı indiğinizde, ayaklarınız caddeyle temas ettiğinde zaman zaman sizi ürküten manzaralarla karşılaşıyorsunuz. Ben bunu özellikle geceleri çok yaşıyorum. Gece 24:00’ten sonra bir yerden eve dönerken şehir bana daha sakin, daha temiz, daha masummuş izlenimi veriyor. Keşke hep böyle olsa diyorum kendi kendime. Nafile bir söylem işte…
Gözümü kapattığımda bir başka şey daha hissettim. Muhtemelen Ferzan hayranı olduğum için onun film sahnelerinden birinin içinde yitip gittim. Yıldızlı bir gece, terası çevreleyen ufak fenerler, içerde kocaman bir masa, neşeli bir grup insan…Hadi biraz daha başka boyuta çıkıyım; Roma veya Paris’te bir teras katı.



O gece yalnız değildik. Aylar önce blogumuzu keşfeden Barış ve Kaan bize ulaşmış, kendi kitap kulüplerinden bahsetmişlerdi. Biz de ani bir kararla, aramızda yaptığımız oylama sonucunda bu ilk toplantıya onları da davet etmeye karar verdik.



Toplantının ertesi günü Barış’ın attığı maille, o gece keyif aldıklarını bilmek ise ayrı bir mutluluktu. Çünkü biz gecelerimizi belki de objektiviteden uzak değerlendiriyor ve kendi içimizde çok beğeniyorduk. Onlar tasdiklemiş oldular.

Gülda sunumu için Sahilde Kafka’nın ek kitabını hazırlamıştı. Söylediğine göre de ilkinde bazı hatalar varmış, ama ikinci baskıda bunların da revize olduğunu görecekmişiz :).

Şaka bir yana çok emek harcamıştı. Çok araştırmış, bizi –hele ki benim gibi adını ilk defa duyan okurlar için- Haruki Murakami ve çok beğendiğim kitabı Sahilde Kafka hakkında bizi bilgi bombardımanına tutmuştu.



Hepimize Sahilde Kafka mugları hazırlatmış. Artık ofiste kahvemi onunla içiyorum.
Mugların içinde, üzerinde Japon yüzü olan bir de magnet vardı. O da evde buzdolabının kapağındaki onlarca magnet arasında yerini aldı.

Ev ödevimiz de Gülda’nın bize büyük bir gizlilik içinde bildirdiği gruptan bir kişiye yazacağımız kehanetti. Herkes kehanetini yazacağı kişiye ithaf edebilecek, ama kendini deşifre etmeyecekti. Kehaneti okunan kişi de kehanetin kimin tarafından yazıldığını tahmin etmeye çalışacaktı. Ben Ayşe’ye bir kehanette bulundum. Ev ödevlerinin okunma safhası da ayrıca eğlenceliydi.

Böyle güzel bir gecede yediğimiz yemeklerden bahsetmemek olmaz. Sahilde Kafka’nın anavatanı Japonya’nın egzotik tatları ile hazırlanmış zengin bir menü vardı. En çok noodle’ı beğendim :).

Geceden bir komik enstantane de, Billur’un kitap karakterlerinden Hoşino kılığına girmesi oldu. Haksız mıyım ? :)



Böyle gecelerin hiç bitmemesini istiyorum. Ama her güzel şey gibi yaşanıyor ve bitiyor işte. Ta bir sonra ki kulüp gecesine kadar anılar bize yoldaş oluyor.

Peyman

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails