30 Ocak 2010 Cumartesi

EFLATUN KOZA - CAHİDE BİRGÜL

Bir Eflatun Ölüm (*)

Cahide Birgül’ün Eflatun Koza isimli kitabı Eylül 2009 da yayımlandığında hemen almış, okumaya kıyamamış ve kendime yeni yıl hediyesi olarak saklamıştım. Ofiste arkadaşım ile konuşuyorduk:

- Mor Kadınları aldın mı? (Kitabın adı bizim ofiste Mor Kadınlar)
- Aldım, ya sen?
-Ben de aldım.

….
- Mor Kadınları okudun mu?
- Daha değil, yılbaşında okuyacağım ya sen?
- Daha sonra



Aralığın başında ise Cahide Birgül’ün ölüm haberini gördüm, uzun süredir hasta imiş.

-Mor Kadın ölmüş, duydun mu?
-Duydum, annesinin evinde vefat etmiş, kansermiş, biliyor muydun?
-Bilmiyordum.




Akşam eve döndüğümde ise; "Ah Tutku Beni Öldürür müsün?" diyen bu Mor Kadın'ın, bu kitabı yazmayı ertelemediğine teşekkür ederek Eflatun Koza’yı okumaya başladım, bir de hiçbir şeyi ertelememe kararı verdim. Şimdilik başarabilmiş değilim ama deniyorum.

Çok incelikli ve çok sade bir dille yazılmış, tekinsiz karakterleri ile beni sarmalayan bir kitaptı bu. Her sayfasını çevirdiğimde Cahide Birgül’ün kulağıma fısıldadığı sözleri eşliğinde: "Dünya senin bildiğin dünya değil, sakın güvenme, seni yine şaşırtacağım; Gölgeler Çekildiğinde’de olduğu gibi, Patricia Highsmith romanlarında olduğu gibi. Hiç benzemediğini düşündüğün karakterlerde kendini göreceksin."

Kitapta yine diğer romanlarında yer alan benzerlikleri görmek çok keyifli idi. Gölgeler Çekildiğinde’de babası ile yaşayan ve her şeyden bunalmış bir kadın anlatılırken, bu sefer annesi ile yaşayan iç dünyasında kaybolmuş bir kadın anlatılıyordu. Geceye Uyananlar’da Nilüfer, Haluk ve Memo’nun tutku/nefret ilişkisi, bu romanda yine kardeş olan Ece ve Evrim’in ilişkisini hatırlatıyordu.



Cahide Birgül ile yapılan bir röportajda yazmayı planladığı romanla ilgili olarak; "Aykırı bir aşk romanı. Bu kez şunu istiyorum, pek yapamadığım bir şey bu; taraf tutmak. Asıl kahramanım olan orta yaşlı kadının, Tuna'nın yanında olmak. Onu korumak, incinmesini önlemek. Arzum, hayatta tecrübenin her şey olmadığını, kabalığın, duygusuzluğun, kötülüğün, çiğliğin karşısında büyümüş olmanın 'kandırılmayı' yine de engelleyemeyeceğini anlatmak" dediğinden beri bu romanı bekliyordum. Gölgeler Çekildiğinde’nin devamı olacağına inandığım bir kitaptı ama Cahide Birgül yine beni kandırdı, başka türlü bir şekilde sarmaladı ve bendeniz okurunu yine parmağında oynattı ve yarattığı gerilim ile beni epey tedirgin etti.

Son derece sıradan, sorunlu ve kendinden memnun olmayan genç bir kadın, içinde olduğu kozanın kabuğunu delerek bir gazetede stajyer muhabir olarak işe başlar. Kış denizinden korkar, örümceklerden korkar, dışarı çıkmaktan korkar, ayağının biri de zaman zaman aksar. O kadar ketum bir karakterdir ki, kitabın sonuna doğru ancak isminin Evrim olduğunu söyler. Çevresi ile iletişimi kapalıdır, kimseyi hayatına almak istemez. Şişli’nin tanınmış terzilerinden biri olan annesi ve tahta manken Zarife ile ara sokakta, karanlık bir apartman dairesinde yaşar. Madem konu Zarife’den açıldı; onu da hiç sevmez, hatta ondan da korkar. Babası ölmüştür, kız kardeşi Ece gitmiştir. Kardeşi Ece; ne kadar güzel, sokulgan ve tanıştığı tüm insanları büyüleyebilen biri ise, Evrim o kadar onun tersidir. Soğuk, silik ve gösterişsizdir.

Roman boyunca Evrim’in Ece’ye yaptıkları, aslında göründüğü kadar iyi biri olmadığı ve hep Ece’nin yüzünden Evrim’in böyle olduğunun hikâyesi Evrim tarafından anlatılır.

Tanrı’nın adaletsizliğine çok küçük yaşlarda inandım. Yokluğuna ise daha sonra. Ece çok güzeldi. O kadar ama. Sadece çok güzel. Zeki olduğunu da söyleyemem, zaten zeka güzelliğin yanında nedir ki? Siz zekânızı cebinizden çıkarıp gösterene kadar kardeşinizin güzelliği çoktan herkesi etkisi altına almış olur. (Sy.31)

Gazetede çalıştığı bölüm kaybolanlar ile ilgili çok ses getireceği düşünülen bir yazı dizisi hazırlanmaktadır. Genç kadına diğer muhabirin (Aslı) beğenmeyip bir kenara bıraktığı bir dosya verilir, üzerinde çalışması ve bir haber yapması istenir.

Genç kadın; kırklı yaşlarında olan Çağla Akışlı ve yirmi dört yaşında olan Irmak Derderoğlu’nun kaybolmaları ile ilgili bir yazı dizisi hazırlayacaktır. Bir yardıma ihtiyaç duyduğunda ise Aslı yardım edecektir. Eflatun mürekkep lekeli dosyayı incelerken, bu iki kadının sırrını çözecekse, önce onları anlaması gerektiğini düşünür.

Onları anlamaya çalışırken de, hiç tanımadığı bir dünya ile de tanışır. Irmak ve Çağla’nın dosyasında ismi geçen kişilerle görüşme yapmaya başlar. Önce Neslihan ile buluşur.

Aslı bana eğilmiş, “Neslihan lezbiyen,” diye fısıldamıştı kulağıma. Hani “Neslihan katil”, “Neslihan psikopat” der gibiydi tonlaması. Eşcinsellik hakkında çok şey bilmem. “Düşünmedim hiç üzerinde” demek daha doğru belki. İki kadının birbirini aşkla sevmesine “lezbiyenlik” denir. Bu kadar. Hayatta bazı şeyler vardır ki fazla bilgi sahibi olmanız gerekmez. Karıştırmak, kurcalamak gereksizdir. Kelime olarak tehlikesini hisseder, uzak durursunuz. Lezbiyenlik de böyle bir şey benim için. (Sy.37)

Bu görüşmeden bir sonuç elde edemese de Neslihan’ın Irmak’la çok yakın arkadaş olduklarını ama Çağla’dan hiç hoşlanmadığını öğrenir. Sormak ister? "Siz Irmak ile sevgili miydiniz?" ama soramaz. Roman boyunca Evrim’in iç sesi, hem romanın kurgusunu hem de Evrim’in kendi hikâyesini aslında son derece açıkça anlatıyordu. Ama ben, tüm o iç sesler arasında kayboldum ve kitabın sonu geldiğinde yine de şaşırdım. Şaşırtmak üzere kurgulandığını, Cahide Birgül’ün hep bunu yapmak istediğini bildiğim halde. Dolayısı ile bir kere daha, bu sefer ne kadar güzel kurgulanmış olduğunu öğrenmiş ve sonunda ne olacak diye merak içinde kalmadan tekrar okuyacağım. O yalın anlatımı, her bir paragrafta yüzüme vurduğu gerçekleri sindire sindire.

"Basit ve tartışılmayacak kadar yerleşmiş haklılıklar karşısında düştüğü o derin karanlığın içinde fena halde yalnız, yapayalnız iken," kendini, kendine hiç benzemese bile yakın hissettiği Necla Kıratlı ile tanışır. "Gay barın sahibi olan kadın ile." (Aslı yine aynı tonlamayı kullanır.) Hem de akşam karanlık bir saatte dışarı çıkmayı göze alarak. Hayata uzaktan bakma yerine, içinde olmayı, içinde olanı sakınmasızca sunmayı dener. Eflatun Kadınlar bu zorluklar altında bile, eşcinsel aşklarına sahip çıkmaya cesaret edebiliyorlarsa belki Evrim’de kozasından çıkabilir.

İki lezbiyen âşık, onların eski sevgilileri, Aslı, Ece, kendisinin eski sevgilisi, annesi, kasvetli ve gün geçtikçe tozlanan ev derken roman, gerilimi hızla artarak devam ediyor ve dediğim gibi tekinsiz hikâye iyice beklenmeyen ve gitgide daha da hüzünlendiren bir şekilde bitiyor.

Cahide Birgül, belki de başucu yazarınız olmaz, belki okur ve sevmezsiniz. Belki kitabın kapağını kapattığınızdan itibaren, kitapla ilgili aklınızda tek cümle dahi kalmaz. Ya da benim gibi çok etkilenir, onun o karanlık, tıkanmış karakterlerinin sizi sarmalamasını ve günler boyu peşinizden gelmelerini izlersiniz. Size çok yakınınızdan bir hikâyeyi fısıldadığını görürsünüz. Arası olur mu? emin değilim.

Bilin ki; böyle bir kadın geçti bu dünyadan. Her biri başka yayınevinden çıkan 4 adet roman yazdı. Aykırı insanların haklarını savundu. Bence, yazdığı her roman ile Türk Romanının/insanının gelişmesine öncülük etti ve sıradan görünen hayatların, sıra dışı gerçeklerini dile getirerek benzersiz eserler ortaya çıkarttı. Eşcinselliğin olağanlığını çok yalın bir şekilde anlatarak; diğerlerine benzemeyenlerin ve diğerlerinin birbirini anlamasını sağlamayı denedi.





Eflatun Koza, 2009 yılının en iyi 10 Türk Romanı arasında gösterilmiş. Eğer Cahide Birgül ölmese idi bu kitap bu kadar dikkate alınır mıydı bilemiyorum? Aralık ayının sonunda, bir arkadaşıma hediye olarak Eflatun Koza’yı almak istediğim için kitapçıya gittim. Görevli hevesle kitabı bulup getirdi ve ekledi: "Cahide Birgül’ün son kitabı çıktı ona da bakmak ister misiniz?" Afallayıp kaldım. Yoksa yine bizi şaşırtmak mı istemişti Cahide Birgül, ölümünden sonra yayımlanmasını istediği romanı ile? Hemen görevliye inandım. "Tabii ki, hiç bilmiyordum bu romanı dedim." Ne de olsa onun taraf tuttuğu, orta yaşlı Tuna isimli kadının hikâyesini yazdığı romanını bekliyordum. Görevli, Gölgeler Çekildiğinde ile tekrar geldiğinde ise, ne kadar utandığımı anlatamam. "Teşekkür ederim, o ilk kitabı idi!" diyerek çıkıp gittim. "En çok görünmez olmayı istediğim zamanlar budur işte. Bir kitapçıda durmak ve kitabımı alan birini izlemek isterim. Onunla evine gitmek ve kitabımı okuduğu anları görmek. Bunun için çok şey feda edebilirdim" demişti, umarım oradan izlenmiyoruzdur. Zaten Radikal’in Yazar Cahide Birgül Öldü haberi de ayrıca çok can sıkıcı idi. Geceye Uyananlar gibi oldukça akıllıca seçilmiş bir ismi olan kitabının adını nedense Geceye Uyuyanlar olarak yazmışlar, yazık!

Her ölüm erken ölümdür, biliyorum ama bu da çok erken oldu. Belki sadece gitmiştir.

-İyi de nereye?
-Kim bilir? Belki de mutlu olacakları, kimsenin onları rahatsız etmeyeceği bir yere. (sy.77)


Kim bilir belki de Patricia Highsmith ile karşılıklı çay içip, birkaç gün önce aralarına katılan J.D.Salinger’ı şaşırtmanın yollarını arıyorlardır.

Gülda



Bir Eflatun Ölüm

Kırgınım, saçılmış
Bir nar gibiyim.

Sessiz akan bir ırmağım
geceden
Git dersen giderim,
Kal dersen kalırım.

git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
Yanıma kiraz hevenkleri alırım.

ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,
kötü
günleri bırakırım.

Aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki
gidip
yağmurlara durayım.

Söylenmemiş sahipsiz
bir şarkıyım

belki
sararmış
eski resimlerde kalırım

belki esmer bir çocuğun dilinde.

bütün derinlikler sığ
Sözcüklerin hepsi iğreti

değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.

aynı gökyüzü aynı keder.

Behçet Aysan

28 Ocak 2010 Perşembe

Sherlock Holmes'e Gittik Sonunda....

Ben isterim, dilerim ki içimizden hiç kimse önceden, eline fırsat geçse dahi, bu filmi izlemese, vizyona girdiğinde,trafikle, soğukla, müdürle, müşteriyle her ne ve kimse ile boğuşmuş ise o gün unutsa, dışarda yağan lapa lapa kara rağmen buluşsak, en güzel yerden 13 adet bilet alsak keyifle salona girsek ve heyecan dolu kitaplarındaki gibi herbirimiz bir Sherlock Holmes karakteri olsak o güzelim mevsim Aralık'ta? Hoş olmaz mı ne dersiniz? 08 Eylül 2009 Aycan

Biz bu teklife can-ı gönülden katıldık. Trafikle, soğukla, müvekkil/müşteri/müdür ile boğuştuk, kar fırtınası gelecek uyarılarına rağmen 22. Ocak.2010'da Sherlock Holmes'a gittik Kanyon'da ki orada dışarıdan en az 5 derece soğuk oluyor biliyorsunuz.



Ben hayatımda hiçbir filme bu kadar sersem gittiğimi hatırlamıyorum zira Robert Downey Jr'dan başka hiçbir şeyi gözüm görmemiş, kulağım duymamış.Film başladığında paltomun cebindeki kocaman yeşil elmanın hiçbir yere sığmamasından mütevellit rahatsızdım (rejimdeyim, mısır yememem gerekiyordu ve House Cafe'deki çanaktan cebime attım, onu yiyeyim diye] ve filmin başlangıç sahnesinin kara büyü ile başlaması ve saniyeler içerisinde bir aksiyon filmine dönüşmesi karşısında hafif bir şaşkınlığa düştüm.

Bunun nedeni sanırım bu filmin yıllar önce seyrettiğim TRT'de yayınlanan ve başrollerini Jeremy Brett, David Burke tarafından canlandırılan dizi film ile benzer nitelikte olacağını düşünmemdi.Bahsettiğim dizi filmde Brett, Holmes karakterine çok iyi oturuyor, onun kibirli,mesafeli, bir İngiliz Beyefendisinin tüm özelliklerini haiz, toplumdan kendini dışlamış ve hiç bir sosyal ilişki kurmayan ve takıntılı kişiliğini çok iyi yansıtıyordu.



Robert Downey Jr'ın da benzer nitelikleri koruduğu bu filmde aynı zamanda kendisinin bir dövüş ustası olarak yansıtılması ve zaaflarının daha net gösterilmesi ve mizahın biraz daha belirgin olması bu filmi benim seyrettiğim versiyonundan farklı kılan unsurlardı.

Filmdeki dövüş içeren sahneleri seyrederken sahnelerin yavaş çekimde olması, karakterin detaylı yorumları bana bir anda kendimi "Ne kadar da Guy Rithcie kokuyor, ne kadar da Snatch filmine benziyor" diye düşünürken buldum. Adeta Snatch ile Fight Club arasında bir filme geldiğime kanaat getirdim bir süre.



Filmin sonunda "AAAA Yönetmen Guy Ritchie miymiş?!" dediğimde Gülda'nın cebimdeki elmayı kafama atmak isteğini yansıtan bakışı ile karşılaştım. Ne yapayım? Biraz hayata karşı ilgisiz ve onu bırakmış dönemimdeyim.



Filmde kısaca Sherlock Holmes karanlık güçlere sahip olan ve idam edildiği halde tekrar dirilerek etrafa dehşet saçan ve öldüğünü teyit eden Watson'ı da şüphe altında bırakan Lord Blackwood'a, onun büyülerine ve icatlarına karşı bir savaş veriyor ve hem bilgisini, hem zekasını hem de gözlem yeteneği ile yumruklarını konuşturuyor ki bunu yaparken de Dr Watson desteğni esirgemiyor.



Sherlock Holmes'i her zaman alt eden ve başını döndüren bağımsız, enerjik, gözünü kırpmadan herşeyi yapabilecek bir kadın (Irene Adler) rolündeki Rachel Adams da filme yakışmıştı. Dr Watson'ın evlenmek üzere olduğu Mary rolündeki Keilly Reilly'yi de film boyunca nasıl bu kadar hülyalı baktığını düşünerek seyrettim.



Dr Watson ile Sherlock Holmes'ün aralarındaki arkadaşlığın ve bağın da sosyal yaşamla tek bağı Dr Watson olan Holmes'ün, Watson'ın nişanlısı Mary'e karşı gösterdiği tepkilerle verilmesini iyi bulduğumu söylemeliyim.

Farklı bir bakış içeren ve eğlenceli bir film seyretmek isterseniz ve benim gibi Robert Downey Jr hayranıysanız ve Ayşe'nin film çıkışında dediği gibi "küllerinden doğmak" ne demekmiş görmeyi arzularsanız hemen gidin derim.

Sevgiler
Şu aralar Irene Adler olmak isteyen
Billur

27 Ocak 2010 Çarşamba

2 Yıl Önce!..




Nerdeyse 2 yıl önce,
Bıraktı biri,
Kutu içinde.....

Veteriner Ali,
‘’ Bakacak mısın? ‘’
Ayşe dedi.....

1 ay sonra,
Bıraktı Ali,
Kutu içinde.....

1 bacağında platin,
Diğerinde alçı,
1 bacağında dikişler,
Diğerini ise unut dediler,

Misafirliğe gelir gibi....
Her gün geldi odama,
Dünün farkı neydi acaba?
Bilmek isterdim……

Çünkü ilk defa Dün,
Korkarak da olsa,
Sevdirdi kendini,
BANA !...

BU YAZ AYRILIĞIN İLK YAZI OLACAK - Selim İleri

Orhan Kemal Roman Armağanı almış kitapları sizlere tanıtma projemiz çerçevesinde seçtiğim ikinci kitabım olan Selim İleri’nin Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak adlı romanını sonunda okudum.

Bu projede okuyacağım kitapları belirlerken daha önce kitaplarını hiç okumadığım yazarları seçmek istedim. Böylelikle okumadığım yazarları tanıyacak, onların edebiyatımıza kattıklarını araştırma fırsatım olacaktı.

Selim İleri’nin herhangi başka kitabını okumadığım için birazdan yapacağım yorumlarım belki de bazı blog takipçilerimiz tarafından yerinde tahliller olarak değerlendirilmeyebilir. Ama yorumlarınızı paylaşırsanız sevinirim, Selim İleri hakkındaki görüş ve düşüncelerimi genişletmem açısından faydalı olacağına inanıyorum.

Roman, André Malraux’nun “Her roman aslında bir otobiyografidir.” sözüyle başlıyor. Bu söz de ilk tahlilde bana, Selim İleri’nin otobiyografik bir roman yazmış olabileceğini düşündürdü.

Okumaya başlayınca, çok da fazla zevk almadığım bir tarzın içinde boğulduğumu düşündüm. Birkaç sayfadan sonra kitabı okuyamadığımı fark edip bıraktım. Arada birkaç kitap okuduktan sonra yeniden okumaya teşebbüs ettim. Ve bu okumada muvaffak olabildim.

Ben, kitaplarda farklı karakterlerin ve bu karakterler etrafında cereyan eden farklı olayların birbirine girift bir şekilde tasvir edilmesinden hoşlanmıyorum. Bu tarz bir anlatım beni kitabın konusundan uzaklaştırıyor. Okuduğum roman ve ben bambaşka yerlere savrulup kalıyoruz.

İleri, romanında kendi otobiyografisini yazmamıştı. Ama ozanların kendi isimlerini şiirlerinde satırlara katması misali, İleri de romanında ikinci veya üçüncü şahıs olarak kendisine yer vermişti.

Yazacağı bir romana konu olacak karakterlerden Aşk-ı Memnu’nun yazarı Halit Ziya Uşaklıgil’in intihar eden oğlu Halil Vedad gerçekliği ile bu romanda yerini alırken, kurgusal olarak gerçek kişilikler gibi okura aktarılan İleri ile aynı apartmanda oturan ve kendinden genç erkeklerle geceleri buluşan komşusu Sevim hanım ve ayyaş oğlu Ayhan, şişman Nur hanım ile onun iç güveysi oğlu ve gelini, emekli coğrafya öğretmeni Sırrı Bey ve ev hanımı eşi Vecihe hanım, karşı apartmanda oturan Madam Ester ve Gülderen Hanım romanın diğer karakterleri.

Kitap, Halid Ziya Uşaklıgil’in Bir Acı Hikaye ve Anton Çehov’un Vişne Bahçesi adlı eserleri ile harmanlanırken, Vişne Bahçesi’ndeki uşak Firs ayrılıkların en büyüğünü yani ölümü yakınında tatmış biri olarak yazarın kendisini bir anlamda eşleştirdiği karakter olarak ortaya çıkıyor.
Burada ayrılık, dönüşü olmayan bir yol olarak betimlenen ölüm ile sevdikleri insanlardan ayrılan kişilerin hazin sonlarını ifade ediyor. Ve ayrılığın ölüm olmasa da ölüm kadar hazin olduğu…

“Ama öyledir, yıkım ve ayrılık birdenbire gelir. Daha bir saniye öncesine kadar her şey düzenindeyken, düzen tıkır tıkır işlerken, çöker gider; acı, görkemin kuruverir.”
“Ölümün olmadığı, araya girmediği ayrılıklar da acıdır ve ayrılık, her zaman tıpkı ölüm gibidir.”


Okuduğum pek çok romanda, yazarlarının kitap okumanın önemine değindiğini fark ettim. Selim İleri de bu romanında bunu şu satırlarda dile getiriyor;

“Kitap okumak istiyorum ama okuyamıyorum ağbi.”
“Neden Ayhan ? Kitaplar iyidir, içteki çağıltıyı keser.”
-----------------
“Ne kadar garipsemiştin, geceyarılarına kadar televizyon seyredilen evlerin, sabaha karşı otomobiller park ediliyor, geç dönenlerin otomobillerden indiği, bangır bangır müziklerin geceyi inlettiği bu semtte senden başka bir insan da…üstelik her gece…koltuğunda, yalnız ama kitaplarıyla birlikte…”




Selim İleri 1949 yılında İstanbul’da doğmuş. 1968 yılında Atatürk Lisesi’ni bitirmiş. Hukuk Fakültesi’ne devam ederken öğrenimini yarıda bırakmış ve kendisini tümüyle yazmaya adamış.

İlk yazısı 1967 yılında Yeni Ufuklar Dergisi’nde yayınlanmış. İlk öykü kitabı olan Cumartesi Yalnızlığı 19 yaşındayken yayınlanmış.

1998 yılında Kültür Bakanlığı’nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almış.

Uzun yıllar Milliyet Gazetesi’nin kültür-sanat sayfasında “Yazı Odası” köşesinde makaleler yazmıştır.

2008 yılında başlayan “Selim İleri’nin Not Defterinden” adlı televizyon programı ben hiç izlemedim ama TRT2’de her Pazar yayınlanmaktaymış.
1976 yılında Dostlukların Son Günü ile Sait Faik Hikâye Armağanı, 1977 yılında Her Gece Bodrum ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü, 1982 yılında da Kırık Bir Aşk Hikâyesi ile SİYAD En İyi Senaryo Ödülü’nü almış.


Sevgiler,

Peyman

25 Ocak 2010 Pazartesi

CHICAGO-ALA EL ASVANİ



Ala El Asvani’yi Aycan’ın hem yazarı hem de onun en yankı uyandıran kitabı olan Yakupyan Apartmanı tanıttığı yazı sayesinde duymuş oldum. Ala El Asvani için Necip Mahfuz’un tahtına aday olduğunu ve ününün hızla yayıldığını öğrenince “Necip Mahfuz ile kıyaslanıyorsa mutlaka okumalıyım” diyerek 2009 Yılı Kitap Fuarı’ndan Chicago adlı kitabını alıp denemeye karar verdim ve benim ilk okuduğum kitabı oldu. Yakupyan Apartmanı’nı henüz okumamakla birlikte Chicago bitince düşündüğüm şey şu oldu: “Necip Mahfuz olması için daha kırk fırın ekmek yemesi gerekecek.”



Asvani Chicago adlı bu kitabında hikâyeyi kahramanlarının hayat hikayesi üzerinden işliyor. Romanda;

politik girişimleri ve düşünceleri nedeni ile Amerika’ya adeta kaçmak zorunda kalan, tek olumlu ilişkisini şüpheciliği nedeni ile kaybeden şair Abdül Naci Samet,

Mısır Öğrenci Birliği’nin başkanı, kaypak, fırsatçı, emelleri nedeni ile karısını bile satabilecek kadar haysiyetsiz, işine gelince din kisvesine sarınan, cinsellik düşkünü, cimri Ahmet Danana,

Yıllar önce Amerika’ya göç eden ve başarılı bir profesör olan ancak 30 yıl sonra neredeyse birden bire hata yaptığını anlayan, eski aşkı tarafından zamanında Mısır’dan korkak olduğu gerekçesi ile kaçmakla itham edilen ve sıla özlemi ile yanmaya başlayan Muhammed Salah,

Yine yıllar önce Amerika’ya göç eden, ama bir Amerikalı’dan daha fazla Amerikalı olmaya çalışan, kültürünü devamlı küçümseyen profesör Rafet Tabit,

Dinine bağlı ve muhafazakâr bir biçimde yetiştirilen, dinine uygun olarak örtündüğü için dışlanan ancak kendisi gibi hırslı, eğitimine odaklanmış Şeyma,

Onun sonradan sevgilisi olan, kadınlar söz konusu olduğunda bilerek onları inciten ancak Şeyma ile bir kadının sıcaklığını tadarak ona bağlanan ama gene de eğitimi ve hedefleri ile ilişkisi arasında bocalayan öğrenci olarak Amerika’ya gelmiş olan Tarık

Ana karakterler olarak ilk başta göze çarpsa da bu karakterlerin eşleri, çocukları, sevgilileri de zaman zaman baskın hale gelen yan karakterler olarak karşımıza çıkıyor.

Romanda farklı kültürlerin ve hatta aynı kültürden olan insanların çatışmaları, önyargıları, gelenekler arasına sıkışmışlıkları ve uzlaşmazlıkları anlatılmaya çalışılmakla birlikte Asvani 11 Eylül sonrasında Müslümanlığa karşı olan önyargıyı da vermek istemiş. Ayrıca kendi ülkesinden, yöresinden ve kültüründen kopup gelmiş insanların sıla özleminin er ya da geç su yüzüne çıkacağı, her ne kadar yeni kültür sindirilmeye ve benimsenmeye çalışılmış olsa da insanın özünden asla kopamayacağının da altı çizilmiş. Ancak bu saptamalar ne yazık ki –Necip Mahfuz’da olduğu gibi- çok derin ve ayrıntılı olarak verilmemiş, karakterlerdeki değişimlerin başlangıcı, gelişimi iyi anlatılmamış durumda, her şey bir gecede oluveriyor, hiç ipucu yok; bizlerin anlaması ve zaten olacağı buydu dememiz bekleniyor .



Sanki Asvani her konuya bir değinip geçeyim istemiş ve ikinci sınıf olma, önyargılar karşısında ezilme ve yokolma ve başkalaş(ama)mayı anlatayım derken üstesinden gelemeyeceğini anlayınca vazgeçip hızlı şipşak bir roman yazmış. Farklı kimlik ve kültürleri, ayrımları sadece “kavramlar”üzerinden anlatmaya çalışmış ki bu da romanı iyice kötüleştirmiş; sadece şablonlar var.

Beni bu düşünceye itenlerden birisi, Naci Samet’in sevgilisi Wendy’nin Samet’in ilişkilerinin sürüp sürmeyeceğini sorduğunda bilmem sana bağlı, çünkü ben Yahudi’yim demesi oldu. Herşey klişeleştirilmiş, beyaz Amerikalı porfesör zenci sevgili, Mısırlı Müslüman Arap ve Yahudi sevgili, Amerikalı beyan profesörler Arap öğrenciler…Birbirlerine bakışları çok acemice aktarılmış. Asvani –bilmiyorum şu ara bu kadar ayyuka çıktı mı-özellikle Graham’in sevgilisinin zenci olduğu için hiçbir şekilde hiçbir yerde iş bulamaması -köpek bile gezdirtmiyorlar- bana biraz inandırıcılıktan uzak geldi.

Bir Amerikalıdan daha fazla Amerikalı gibi davranan, hatta fırsat bulduğunda Mısır’ı aşağılayıp duran ve Amerikan örf ve adetlerine ve özgürlükçü düşüncelerine dayalı olarak yetiştirdiği kızının kendi sınırlarını çizerek ondan kopuşunu/koparılışını hazmedemeyip sonunda kaybedişi ve sıla özlemi çeken Muhammed Salah’ın iktidarsızlık ve isteksizlik sorunu ile baş gösteren sıla özleminin karısına onu terk edeceğini söylediği anda birden belirginleşmesi ve bir “aydınlanma” yaşayarak ve evin bodrumuna koşması ve yıllar önce bavulunda sakladığı kıyafetleri giyerek hasret gidermesi biraz garip kaçıyor okurken, zira temelini bulamıyorsunuz romanda.



Ayrıca Muhammed Salah’ın karısı Chris’in kocası onunla ayrılacaklarını söyledikten sonra bir koşu gidip bir vibratör alması ve bağıra çağıra sen olmasan da ben kendime yeterim biçiminde feryat figan kendisini tatmin etmesini de komik ve sığ buldum: Muhammed Salah’ın Chris için baştan beri bir adet cinsel organ olmadığını düşünmek istiyorum ve ilişkilerdeki değişimlerin ve bir ilişki bittiğinde yerine konulacak şeyin bir organ olmamasını diliyorum ya da böyle verilmemesi gerektiğine inanıyorum.

Kitapta Naci Samet’i anlatan bölümlerin farklı bir punto ve karakterle yazılmış olmasını da başta basım hatası sandım Ancak romanın sonuna kadar bu yazılışın benimsenmesi bu durumun hata değil bilinçli olarak yapıldığı kanısına vardım ama esbabı mucibesini anlayamadım. Tüm romandaki hikâye ve karakterler bir de onun gözünden de anlatılmış olsa ne ala ama böyle bir durumda söz konusu değildi.

Bir an için Mısır’ın gözünden bakacak olursak Asvani ‘nin bu açıdan yeni bir soluk olduğunu söylemek yanlış olmaz ; zira Müslüman Mısır ve Kıpti Mısırlı’lar arasındaki ayrımcılıktan, cinsel tabulardan, dinin fırsatçıların elinde nasıl oyuncak hale getirilebileceğinden, bazı bağnaz din kurallarının da artık sorgulanması gerektiğinden bahsedildiği gibi Naci Samet üzerinden demokratikleşme sorunu da irdeleniyor ama karakterlerin yaratılışı ve gelişimi sığ ve yapay kaldığından bunlara işaret edilmesi de önemini kaybediyor bence.

Bana göre ,Asvani ‘nin yarattığı karakterlere ilişkin hikâyesini paralel olarak götürmesi ve her bölümün sonunda merak uyandıracak bir şekilde bitirmesi belki de romanın tek artısı. Şimdilerde üçüncü romanı üzerinde çalışmalar yapan Asvani’yi yine de merakla bekleyeceğim ama önce Yakupyan Apartmanı'nı okuyacağım.

Kitabı okumamın bir diğer artısı ise birkaç sene önce Chicago gezimi ve en sevdiğim binalardan biri olan Marina City Tower’ı hatırlatması idi.



Sevgiler
Billur

24 Ocak 2010 Pazar

ŞAKİR ECZACIBAŞI



En son Caz Festivali açılışında konuşması esnasında görmüştüm. İKSV’nin yeni binasına kavuşacağı müjdesini vermiş olmanın keyfi içinde idi. Bir o kadar da yorgun görünüyordu. Geçen ay Deniz Palas'a taşınıldı, etkinlikler başladı. İtina ile seçtiği şekilde her şey yerlerini aldı. Heyecan verici konserler, gösteriler başladı.

Şimdi ise ölüm haberine bakıyorum, çok üzülmüş bir şekilde..



Bizi onca sanatçı, film, müzik ile tanıştırdığınız ve bu ülkeye kattıklarınız için çok, çok teşekkürler. Sizi hiç unutmayacağız.

22 Ocak 2010 Cuma

EVERY TIME WE SAY GOODBYE

En gözde sayfiye mekânındayız ve bir ara yolu düşen herkes için en güzel zamanlar denilebilecek gençlik günlerinin geçirildiği bir yer Bayramoğlu ve altın yıllarını yaşıyor. O tarihte Marmara’da denize girilebiliyor ve hatta evimizin balkonundan balıklar görülüyor. Yazın başı ve herkesin bir şekilde hoşlandığı biri var ve güne o kişi ile başlanıyor, denizin serinliğini de güneşin sıcaklığını da o kişi veriyor adeta…Geceleri piyasa yapmaya çıktığınızda, size dondurma ısmarladığında dünyaların sizin olduğu gençlik günleri…Hele bir de sitenin çay bahçesinde tavla oynamaya ikna etmişseniz onu, gelsin anlam yüklü atışmalar, gitsin sevda dolu bakışmalar….

Ve gecenin sonu geldiğinde eve gitme vaktiniz ve ona iyi geceler deme zamanı gelmişse –ki benim asla geceyarısı 12.00’ı geçirmemem gerekirdi; buna psikolojide külkedisi travması deniliyor- ve o hala başka kızlarla çay bahçesinde oturmaya devam ediyorsa içinizin cıızzz ettiği dakikaların yaşandığı geceler…



Bir sonraki günün hemen geçmesini sabırsızlıkla beklemeler; gecelerin gündüzleri ardı sıra takip etmesinin önemli olmadığı/umursanmadığı ve kırklı yaşlara yaklaşırken yüzünüzde izleri göreceğinizden bihaber yaşanan yıllar… Çay bahçesinde gözünüz arkada, yüreğiniz ağzınızda “Haydi İyi geceler, yarın görüşürüz” dediğinizde bir parçanızın bedeninizden ayrıldığını ve öldüğünüzü düşündüğünüz anların abartıyla yaşandığı avare yıllar… İşte ben böyle bir dönemde Every Time We Say Goodbye ile tanıştım.


Download bài hát Every Time We Say Goodbye

1987 yazı… Anne ve babanın yokluğundan faydalanılarak arkadaşlar eve çağrılıyor zira o dönemlerde boş ev bulunası bir şey değil ve bulundu mu da evde vakit geçirmek çok eğlenceli… Simply Red hayranı olan arkadaşım elinde albümleri gelmiş…Elinde Men and Women albümü.



Bakkaldan çerez ve bilumum çer çöp alınmış. Kaset teybe konulacak, albüm dinlenecek ve yorumlanacak. Tabii ki o haftanın önemli konuları tartışılacak: Kim kimden hoşlanıyor, kim kime bakmış, kışın da mı buluşmuşlar, siteye yeni gelen çocuğu gördünüz mü? Acaba Ali’nin Ebru’ya bakışı ne demekmiş… Benimki o kendini bilmez kızla cilveleşmiş mi bir önceki gece gibi bilgiler değiş tokuş edilecek… Yorumlar birbirini izleyecek… Hayaller de peşi sıra…Play tuşuna basılıyor ve…
Albüm benim için bu şarkıda kilitleniyor.

Every time we say goodbye
I die a little
Every time we say goodbye
I wonder why a little
Why the Gods above me
Who must be in the know
Think so little of me
They allow you to go
When you're near there's such an air of Spring about it
I can hear a lark somewhere begin to sing about it
There is no love song finer
But how strange the change
From major to minor
Every time we say goodbye




SONRA ÖĞRENİLİYOR Kİ…


Bu şarkının bestecisi Cole Porter? O da kim? Ben daha sadece Ella ve Louis biliyorum. Bana göre gelmiş geçmiş en iyi bestecilerden biri olduğu gibi şarkı sözü yazarı da. Hepiniz en azından birine aşina olduğunu düşündüğüm müzikal komedilerin de yaratıcısı: Kiss Me Kate,Fifty Million French Men,Anything Goes. Her bestesini sıkılmadan üst üste dinleyebilirim.



Every Time We Say Goodbye ilk kez 1944 yılında Billy Roses’ın Seven Lively Arts müzikalinde icra ediliyor.Daha sonra Ella Fiztgerald tarafından 1956 yılında kaydediliyor ve bu tarihten sonra da Dinah Washington, John Coltrane, Sarah Vaughan,Ray Charles,Rod Stewart, Robbie Williams,Chet Baker, Eden Brent ved Diana Krall tarafından seslendiriliyor.



Bu şarkı Cole Porter’ın hayatının anlatıldığı De-Lovely filminde Natalie Cole tarafından ve Derek Jarman’nın 1991 yılı yapımı Edward II filminde de Annie Lenox tarafından seslendiriliyor.Ayrıca bu şarkı Gülda’nın da çok iyi bildiği gibi Rufus Wainwright tarafından da yorumlanıyor.



Eleştirmenler tarafından da müzikal yapısı ve sözlerin uyumunun çok iyi harmanlandığı hatta Cole Porter’ın şarkının “from major to minor” ifadesinin yer aldığı bölümde akorların da majörden minöre doğru akışının çok zekice olduğu vurgulanıyor. Seven Lively Arts’ın felaket bir müzikal olmasına rağmen bu şarkının yaşayabilmesinin de şarkının güzelliğine bağlanıyor.



Yukarıda dediğim gibi ben ilk defa Simply Red’den dinledim ve bu yorumu da çok beğeniyorum. Diğer en sevdiğim diğer yorumlar Ray Charles, Dinah Washington ve Betty Carter ‘a ait.En iyi yorumlardan biri olmasa da sadece kısık sesi ile Rod Stewart söylediği için sevdiğim biçimi de var. Ancak Ella Fitzgerald en iyisi.



Bu şarkı sıcak bir yaz gününde karşılık alınamama ihtimali karşısında yaşanan abartılı ve hülyalı yaz aşklarının heyecanını, ani hüzünlenmelerini ve ani sevinçlerini hatırlattığı ve gençliğimden bir dönemi yansıttığı için listemde. Seçtiğim her şarkının böyle bir anısı olmasa da bu şarkı iz bırakmış olanlardan...

Dinlerken gözlerinizi kapatın… 15 yaş civarındasınız. Bir ömür geçirmeyi hayal ettiğiniz, hayatta sadece ona âşık olabileceğini düşündüğünüz ve kesin bir biçimde buna yürekten inandığınız, deliler gibi gözyaşı döküp bir başka aşka kadar deli divane olduğunuz halinizi canlandırın ve o dönemden bir aşkınızı. Onu gördüğünüzde havanın bahar esintileri taşıdığını, bir tarla kuşunun şakıdığını. Ayrılık saati geldiğinde ise ruhunuzda ve vücudunuzda yaşanan değişimin şaşırtıcılığını…

Sevgiler
Billur

Sevdiğimiz caz şarkıları ile ilgili diğer yazıları buradan okuyabilirsiniz.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Robert Downey Jr. ve Jude Law ile Randevumu Nasıl Sattım?

Çok uzun zamandır, Sherlock Holmes'un 15 Ocak 2010'da vizyona gireceğini yaz, çiz, 'gidiyoruz' de, vıdı vıdı et ve sonra Robert Downey Jr. ve Jude Law ile randevuyu, 'Belarus Devlet Dans Topluluğu'na bir çırpıda sat. Evet itiraf ediyorum yaptığım buydu! Sevgili Serap'cığım, 15.Ocak.2010 Cuma gidiyoruz, Türkiye'de ilk defa dediğinde karşı koyamadım doğrusu. Filmin ve gösteri tarihinin çatışmasına lanet okuyup vazgeçmemek için bir çırpıda 'tamam' diyerek telefonu süratle kapadım. Sherlock Holmes filmini henüz seyretmedim ama iyi ki tercihimi Belarus Dans Topluluğu'nun genç dansçılarından yana kullanmışım.
Öncelikle bu muhteşem gösteri sayesinde iş yerinden yarım saat önce kaçabildik Aylin'cim ile ... İstinye Park'ta güzel bir yemek eşliğinde sohbet ile karnımızı ve ruhumuzu doyurduk. Aylin'in eşi Bülent, Tim'e (Türker İnanoğlu Maslak Show Center) geçerken bizi İstinye'den toplama nezaketini gösterdi. Serap hoca, eşi Hüseyin, yakışıklı oğlu Deniz, üniversiteden koridor kapı komşuları Müzeyyen hoca ve Nurdan hoca ve kardeşi Orhan da gelince takım tamamlandı. İçeri girerken Serap'a : 'Çok yorgunum ve boğazım feci ağrıyor, uyursam dürtükle' dediğimi hatırlıyorum gerisi rüya alemi. İşte önce bu rüyayı bize yaşatan Belarus Devlet Dans Topluluğu'nun tarihçesi, sonra izlediklerim ...




Belarus Devlet Dans Topluluğu" Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’nun kararıyla 1959’da kuruldu. 1999’da alınan bir kararla "Belarus Cumhuriyeti Devlet Onursal Toplulu"ğu sıfatına layık görüldü. Ukrayna devlet sanatçısı Aleksandr Grigorievich Opanasenko grubu kurmakla görevlendirildi. Elli genç erkek ve kızdan oluşan grup prova için ilk kez 29 Ekim 1959 tarihinde bir araya geldi. Bu tarih topluluğun doğum günü olarak kabul edildi.
Günümüzde "Belarus Devlet Dans Topluluğu" izleyicilere, sadece Belarus değil aynı zamanda eski "Sovyet Cumhuriyetleri"nden gelen koreograflar sayesinde farklı dönemlerden de örnekler sunmaktadır. Uzun geçmişlerine rağmen topluluk genç, güçlü ve canlıdır. "Belarus Devlet Dans Topluluğu" elli yıllık geçmişiyle devletin ulusal kültürünün bütünleyici bir parçası ve ortak varlığı haline gelmiştir. Farklı tarz ve türlerde zengin bir koreografik birikime sahiptir. Geçmiş yıllardan beri topluluğun kastında dünyaca ünlü sanatçılar yer almıştır. Svetlana Vujachich, ödüllü aktörlerden Viktor Turin, Maria Openesenko, Tamara Mashevich, Alla Gorelik, Galina Belousova ,Sergei Stankevich, Larisa Medvedeva –Shumkaja, Ruslan Minin, Mikhail Lipchik, Svetlana ve Vladimir Solodkje, uluslararası yarışmalarda ödül kazanmış sanatçılardan Tatjana Kupreva, Alksandr Zubko, Aleksandr Grudezev ve Belarus Cumhuriyetinin saygın kültür elçisi Mamikon Kirazikov.
Topluluk , Belarus’un her köşesinde, komşu ülkelerde ve de tüm dünyada olağanüstü renk armonisi içindeki kostümleriyle, güzel müzikleriyle, enerjik zarif danslarıyla tanınmaktadır.


Yukarıdaki; 'topluluk genç' sözünü iki defa okuyun çünkü gerçekten çok genç birbirinden güzel genç kızların ve genç erkeklerin bir araya geldiği bir dans topluluğu. Gönül verdikleri dansı, birisinin beni dürtüklemesine gerek kalmadan hayranlıkla seyrettim. Konunun eleştirmeni değilim ama topluluğun amatörce bir yanı vardı, teknik olarak seri hareketleri bir arada yakalayamadıkları bölümler olmasına rağmen, onlardan aldığımız hazzı, her birinin renk armonisi içindeki kostümleri sayesinde 'Karamazov Kardeşler'den fırlamışcasına canlı olmalarına, zarif dans figürlerindeki enerjilerine ve müziklerinin güzelliğine borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

Koreografik açıdan zengin dans gösterisinin, Belarus’u Rusların, Lehlerin, Ukraynalıların, Litvanyalıların Musevilerin, Tatarların, Çiganların, Belaruslularla birlikte, eşit haklara sahip olarak ve her milliyetin özerk olarak kendi kültürünü geliştirebildiği bir ortamda yaşadığı bir ülke olarak sunulduğu 'Dostların Dansı' bölümünde beni en çok Çiganların kırmızı-siyah kostümleri ve dansları etkiledi. Gümbür gümbür ayak tempolarına kalbimin gümbürtüleri karıştı. Bir başka bölümde, beyaz Rus kızlarının, bembeyaz eteklerini iki yana zarifçe ama kocaman açarak ikili, üçlü, dörtlü bölünerek yaptıkları halk dansı gösterisi de görülmeye değerdi. Bir an, dansetmiyorlar, suyun üstünde ayaklarının üzerinde yavaşca yüzüyorlar mı acaba diye düşündüm. En bilinen Rus şarkısı, Kalinka, kalinka, kalinka moya! ile tempo tuttum. (Kalinka ne anlama geliyor merak ettim bu arada ve bir ağaç ismi olduğunu, aynı zamanda uğurböceği anlamına geldiğini öğrendim.) Kafkas dansının zor ama estetik figürlerinde nefesimi tuttum. Soğuk ülkenin sıcak dansları ile ısındım. Kısaca boğazımın ağrısı şiddetlenmiş olmasına rağmen, gösteriye girerken söylediğimin tam tersine, capcanlı çıktım Tim'den ... Bize eşlik eden beylerin ; 'Bu gösteriye, bu muhteşem güzellikleri seyretmeye biz beyleri getirmeyi nasıl cesaret ettiniz?' sorusu bile keyfimizi kaçırmadı çünkü doğru söze ne hacet dedik biz bayanlar. Hangi açıdan bakarsanız bakın muhteşemdi!...

Beylere dip not :
Doğru söze ne hacet derken samimiydim, alın işte 10 Ocak 2010'da Güneri Cıvaoğlu köşesinde yazmış, okuyun diyecek kadar hem de ...


BEYAZ RUS GÜZELLİĞİ FARKI
Rus kızları güzeldir... Porselen gibidir.
Ancak Belarus kızları daha makbuldür, daha güzeldir.
Aradaki farkı açayım.
Bizim atalarımız olan Cengiz Han ve askerleri Sibirya'dan Rusya'nın batısına kadar olan coğrafyada at koşturmuştur.
O nedenle Rus kızları Cengiz Han ve askerlerinin genetik izlerini taşır.
Gözleri çekiktir.
Oysa, Cengiz Han ve askerleri Belarus coğrafyasına giremediği için oranın kızlarının gözleri iri ve daha yuvarlaktır.
Renkler aynı mavi ve yeşil... Cilt aynı porselen beyazı... Saçlar aynı açık renk... Vücutlar aynı sülün... Daha ayrıntıya girmeyelim ama o gözler farkı önemli tercih nedeni oluyor.



Bir 'ikincisi' olursa 'Belarus Devlet Dans Topluluğu'nun İstanbul'a ziyareti, kaçırmayın izleyin derim ünlü birileri ile randevunuzu iptal etmek uğruna olsa bile!...

Aycan

19 Ocak 2010 Salı

NAZIM HİKMET’TEN AVATAR’A, LATİN CAZDAN KLASİĞE

Geçtiğimiz hafta sonunu sanatın dalları arasında keyifli yolculuklarla geçirdik.

Hani bazen programlar kendiliğinden önünüze gelir, sizin çok çaba sarf etmenize gerek kalmaz. İşte benim hafta sonum da aynen bu yöntemle dolu dolu geçti.

Beşiktaş Belediyesi’nin ücretsiz sanat etkinlikleri olur her ay. Ben daha önce birkaç tiyatro etkinliğine gidebilmiştim. Bir de hemen hemen her ay Ustalara Saygı gecesi düzenlenir. Melih Kibar’dan, Çiğdem Talu’ya, Ülkü Erakalın’dan Haldun Taner’e kadar sanat için yaşamış ustalarımızın eserleriyle bizleri buluşturur.

Cuma akşamı ise 108. doğum yıldönümü sebebiyle Nazım Hikmet anıldı.



Dönemin sanatçılarının, sanat olaylarının kahvehanelerde konuşulması, tartışılması canlandırılarak samimi bir ortamda Nazım Hikmet’in şiirleri resim sanatçısı Serdar Samancıoğlu tarafından seslendirildi.

Geceyi tiyatro sanatçıları İsmail Can Törtop ve Gılman Kahyaoğlu Peremeci sundu.
Memleket meselelerinden, insanlık hallerine, hapisteyken Piraye’ye duyduğu özleme kadar pek çok farklı konu eserlerinde mısraları oluşturmuş ve şiirde serbest nazımı uygulayan ilk Türk şairi olmuştur.

En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür...


Şiirlerinden birini oğlu Memet'in bir gemiye binmesi ile sonlandırmış. Ve o şiirleri yazdığı günlerde gerçekten de Piraye oğlunu bir gemiye bindirip yolculuğa uğurluyormuş. Bu da Nazım ile Piraye arasındaki duygusal bağın ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor.

Eserleri pek çok ödül kazanmış, ünü Türkiye sınırlarını aşmış 1902 Selanik doğumlu Nazım Hikmet, 1963 yılında Moskova’da bir kalp krizi sonrasında hayata veda ettiğinde Pablo Neruda’dan Jean Paul Sartre’a, Abidin Dino’dan Louis Aragon’a kadar sanat camiasından pek çok ünlü kendisi için güzel sözler söylemişlerdir.

Hani derler ya insan elindekinin değerini kaybedince anlar. İşte bizler için de sahip olduğumuz bu kadar değerli bir sanatçıyı sadece uzaktan takip etmek gerçekten büyük kayıp.

Nazım Hikmet 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkartılmış. Ve ancak 2009 yılının Ocak ayında çıkan Bakanlar Kurulu’nun kararınca yeniden Türk Vatandaşlığına kabul edilmiş. Sizce bu ne kadar adil? Bana, hayat sigortamız sayesinde biz öldükten sonra varislerimize kalacak, muhtemelen onların ne yapacaklarını bilemeyecekleri, belki bilenler de vardır, böyle bir durumda ben ne yapardım hiç düşünmedim. Çünkü sevdiklerinden ölümle ayrılmak zorunda kalan bir kişinin vefatından sonra ailesine kalan paranın, aslında ne kadar anlamını yitirmiş olacağı duygusuyla eş değer geliyor bana.

Nazım Hikmet’in şiirlerindeki konuşma dili, Piraye’ye sevdasını anlatışındaki içtenlik Serdar Samancıoğlu’nun yorumlarında birebir hissediliyordu.



Serdar Samancıoğlu Tarsus’ta doğmuş. Doğa ve insan konulu yöresel resimler yapan ressam, bir yılı aşkın bir süre Paris’te yaşamış. İstanbul’a dönüşünde şehrin kültürel miraslarını tuvallerine aktaran Samancıoğlu 1985 yılı itibariyle birçok kere Güzel Sanatlar Birliği’nde yönetim kurulunda yer almış.



Türkiye Komunist Partisi üyesi olan Nazım Hikmet’in şiirleri 1938 yılında cezaevine girmesiyle yasaklanmış ve ancak ölümünden 2 yıl sonra tekrar ortaya çıkmıştır.



Ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmış, Türkiye’de yaşadığı yılların çoğunu cezaevinde geçirmiştir. 1938 yılında girdiği cezaevinden af ile çıkan Nazım Hikmet öldürüleceği endişesi ile 1950 yılında Rusya’ya gitmiş, 1951 yılında vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra Polonya vatandaşlığına geçerek büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) soyadı olan Borzecki soyadını almıştır. Novo-Deviçye Mezarlığında gömülü olan Nazım Hikmet’in naşının Türkiye getirilme konusunun yeğenleri tarafından olumlu karşılanmadığı söylenmektedir.

Şiir dinletisi, müzisyen Cenk Erdoğan, Nedret Ural, Mehmet Yaşar Yılmaz’ın enstrümanlarının eşliğinde Serdar Samancıoğlu’nun yorumuyla ve Gizem Ural’ın kadife sesiyle yorumladığı eserlerle zengin bir içeriğe kavuşmuştu.

Cumartesi sabahı sonunda Avatar’a gidebildim. Emre’yi götürüp götürmemek konusunda üzerinde epey düşündükten ve filmi gören arkadaşlarımın yorumlarını dinledikten sonra götürmeye karar verdim.



İtiraf ediyorum ilk 3D tecrübemdi. Na’vi ırkıyla Pandora’nın zümrüt ormanlarında sırtımda ok ve yayımla koştum, ulu ağaç evin dallarında uçarcasına dolaştım.

Eywa Ağacı’nın parlak dallarının arasında geçmişin seslerini dinledim.



Titanic filminin Oscar ödüllü yönetmeni James Cameron’ın 12 yıllık çalışması sonucu ortaya çıkan Avatar tam bir görsel şölen. Teknolojinin harika buluşları ile görselliği daha da vurgulanan film için daha önce yazılan bir kitaptan alıntı olduğu hakkında söylentiler var. Şayet alıntı ise James Cameron bu filmle uğraşmak için 12 yıl gibi uzun bir zamanını sanırım boşa harcamış oluyor...

Bu arada içerdiği savaş görüntüleri benim gibi çocuğunu götürüp götürmemek konusunda kararsız olan ebeveynler için engel teşkil etmesin. Filmdeki savaş görüntüleri seyrettikleri çizgi filmlerde de zaten var.

Üstelik de doğanın aslında katledilmemesi gereken, aksine özenle korunması gereken bir zenginlik olduğunu ama ne yazık ki “ insanın girdiği her yerde doğanın yok edildiğini” vurgulayan bir film olarak çok da beğendim.

Pazar sabahı Kanyon Alışveriş Merkezi’nde geleneksel hale gelen Caz Havası’na gittik. Kerem Görsev bu defa Latin müziğinin usta yorumcusu Ayhan Sicimoğlu ile sahne almıştı.



Hava buz gibiydi. Müzisyenler başlarında şapka, ellerinde yarım parmak eldivenlerle tam 2 saat boyunca çaldılar.



Şarap, sıcak çorba, çay ve kahve ikram edilen konserde 50’li ve 60’lı yılların parçaları rumba, bolero, salsa ritimleriyle uyumlu bir birliktelik sunarak kulaklarımızın pasını sildi.

Kanyon’dan İş Sanat’ta Mehmet Ali Alabora ile Emir Gamsızoğlu’nun sundukları Notada Yazmayanlar adlı çocuklar için klasik müzik etkinliğine gittik.

Sağolsun Gülda, bana bu etkinliğin duyurusunu Aralık ayında göndermişti, ama bilet bulamadığımız için bu aya sarkmıştı.

Mehmet Ali Alabora ile Emir Gamsızoğlu’nun yolları 12 yıl önce Mehmet Ali Alabora klasik müziğe ilgi duymaya başladığında kesişmiş. Tanışmalarından 2 yıl sonra da birlikte program yapmaya başlamışlar.



Çocukların daha bebekliklerinden itibaren duymaya başladıkları ninnilerin, okul şarkılarının aslında birer klasik müzik eseri olduğunu, hatta bunların parça değil de klasik müzik olarak adlandırıldığını, çocukların klasik müzik denince ne anladıklarını, bir klasik müzik eseri dinlerken birden fazla enstrümanın o esere kattıklarını interaktif şekilde çocuklara tanıtmak etkinliğin teması.

Çellist Jülide Canca ve kemancı Deniz Toygür’ün eşliğinde harika bir mini klasik müzik resitali de izlemiş olduk.

Çıkışta çocuklar biletlerini, broşürlerini Mehmet Ali Alabora ve Emir Gamsızoğlu’na imzalattılar. Emre ısrarla sabah Kanyon Remzi Kitabevi’nden aldığımız ve bir çırpıda okuduğu Scooby Doo kitabını imzalattı.

İstanbul’un keşmekeşi, hergün kilometrelerce yol katetmek zorunda kalan biz İstanbul’luları bezdirse de bu şehrin sunduğu sanatsal faaliyetler, katılabildiğimiz zaman gerçekten bize sunulan en büyük nimetlerden.

Her daim sanatla iç içe kalın…

Peyman

Ne Me Quitte Pas

Çaresiz Bir Aşkın Öyküsü


“Âşık olmak böyle bir şeydir işte. Nefesin kesilecek ölçüde kendini iyi hisseden de, derin bir karanlıkla boğuşan da sen olursun” (Sahilde Kafka – Haruki Murakami)

Ve bir aşk/ayrılık acısının tek tedavisi zamansa, huzurlarınızda; o derin karanlığa eşlik edebilecek şarkı. 1959 yılında Jacques Brell’in La Valse à Mille Temps adlı albümünde yer aldığından beri.



Brel Jacques - Ne me quitte pas
Uploaded by smileynoir. - Music videos, artist interviews, concerts and more.


Ne Me Quitte Pas (Beni Terketme)

Beni terketme
Unutmak gerekir
Her şey unutulabilir
Kaçıp gitmiş her şey
Anlaşmazlıklarla geçen günler
Ve yitik zaman unutulabilir
O saatlerin
Arada sırada
Kimi niçin darbeleriyle
Mutluluğun yüreğini
Nasıl da vurduğu unutulabilir
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme
Birkaç yağmur incisi
Sunacağım ben sana
Yağmurun yağmadığı
Ülkelerden getirdiğim
Yağmur incilerini sunacağım
Ölümümün ardından
Toprağı kazacağım
Altınla ve ışıkla
Örtebilmek için bedenini
Bir krallık yaratacağım
Aşkın kralı olacağın
Bir krallık yaratacağım
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme

Beni terketme
İpe sapa gelmez
Kelimeler yaratacağım
Anlayabileceksin kelimelerimi
Yüreklerin aşkla tutuştuğu
İki kez gören o
Âşıklardan söz edeceğim ben sana
Sana kavuşamadığı
İçin ölen
O kralın hikâyesini anlatacağım
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme
Sık sık görülmüştür
Çok yaşlandığı sanılan
Eski bir volkanın
Yeniden ateş püskürttüğü
Olabilecek hasatların
En verimlisinde bile
Buğday veremeyen
Yanık tarlalardır
Sanki oraları
Ve gece geldiğinde
Girmez mi hiç gerdeğe
Kırmızı ile siyah
Gökyüzünün aydınlanması için
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme

Beni terketme
Ağlamayacağım artık
Konuşmayacağım artık
İşte bak şuraya gizleneceğim
İzleyebilmek için
Gülümsemeni ve dans edişini
İşitebilmek için
Gülüşünü ve şarkı söyleyişini
Gölgenin gölgesi
Elinin gölgesi
Köpeğinin gölgesi olmama
Razı ol yeter
Beni terketme
Beni terketme
Beni terketme
Beni terk etme (*)

(*) Jacques Brel, Bir Yalnız Adam -Mario Levi - Ahtapot Müzik Kitapları

Bu şarkı benim için kuzenimle birlikte eve kapandığımız; kırmızı şarap, kızarmış ekmek ve kurtlu peynir (peynirin ismini bilmiyorum, biri köyden yollamıştı ve bizim için kurtlu peynirdi) eşliğinde geçirmiş olduğumuz dönemin şarkısıdır. Kuzenimin mecburi hizmet için Kırklareli’ne gidecek olmasının acısını yaşıyorduk. O, İstanbul’dan ayrılmak istemiyordu, ben de onun beni bırakmasını.

Şarkıdaki kararlılık, verdiği güç, sonrasında düşülen çaresizlik ve aşkın karanlık yüzü çok güçlü bir şekilde ifade ediliyor ve bu sebeple ölümsüz şarkılar listesinde.

Şarkının Nina Simone yorumu ise benim için muhteşemdir, beni lime lime eder, dolayısı ile Caz listemdedir.



Ne me quitte pas nina simone
Uploaded by yassinebellemlih. - Music videos, artist interviews, concerts and more.


Ayrıca 2008 de Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nde; The Nina Simone Tribute konserinde Dee Dee Bridgewater’den dinlediğimden beri şarkının bu yorumunun da sadık bir dinleyicisiyim. Sting söylediğinde ise ayrıca çok baştan çıkarı olduğunu düşünüyorum. Natasha Atlas’ın oryantal caz yorumundan ben hazzetmedim ama deneysel olduğunu söyleyebilirim.


Ne Me Quitte Pas, Pedro Almodóvar’’ın La Ley Del Deseo (Arzunun Kanunu) filminin tutku dolu aşk hikâyesine de Maysa Matarazzo’nun sesi ile çok uymuş bir şarkı.



La loi du désir - Ne me quitte pas
Uploaded by fortunate_houseman. - Check out other Film & TV videos.


Ne Me Quitte Pas ( If You Go Away, Beni Terketme) çok sayıda dilde ve farklı yorumla söyleniyor. If You Go Away’i söylemeyen kalmadı ama Barbra Streisant, Frank Sinatra, Patricia Kaas, Shirley Bassey yorumu benim en sevdiklerimden olmakla beraber, Emiliano Torrini’nin yorumunu ise olağanüstü buluyorum.

İKSV yeni binasına taşındı ve Ocak etkinliklerinin konuğu olarak Emiliano Torrini 26 Ocak’ta bir konser verecek. Vakit yaratıp izlemenizi öneririm. Belki If You Go Away’i de söyler, söylemezse ısrar ederiz.


Emiliana Torrini - If you go away
Vezi mai multe video din Muzica

İyi Seyirler,

Gülda

Sevdiğimiz caz şarkıları ile ilgili diğer yazıları buradan okuyabilirsiniz.

GÖLGEDE KALAN YILLAR - MEMET FUAT




Anı kitaplarını severim. Küçüklüğümden beri, 'bir gün anılarımı yazacağım' der dururum ya da ben yazamasam bile anılarını yazan birisinin en önemli yan kahramanlarından olacağımı hayal ederim. Bu yüzden anı kitaplarına diğer kitaplara davrandığımdan daha hassas davranırım. Acele etmem, kim kimmiş, ne yapmış, kahramanlar nasıl bir ilişki içinde, o tarihlerde neler olmuş hepsini iyice hafızama kazımak isterim, bolca ağlar, çokça gülerim. İşte bu yüzden Memet Fuat'ın, ünlü Piraye (annesi) ve Nazım'ın (üvey babası) aşkından tutun da çevresindeki o döneme ait birçok kişiyi, aşkı, olayı anlattığı anı kitabını ilk okuduğumda da, sonrasında birkaç defa daha okuduğumda da, çok sevdim. Memet Fuat bu kitabı yazmaya başladığında altmış dokuz yaşındaymış; bitirdiğinde ise, yetmiş bir... ama okumaya başlar başlamaz; yazdığı sayfada Memet Fuat 6 yaşındaysa gerçekten 6 yaşında yazmış, 25 yaşındayken 25 yaşında yazmış duygusuna kapıldım; sanki Memet Fuat, kitabın sayfa aralarında gözümün önünde büyüyordu, bu his kitabın sonuna kadar muhteşem aile fotoğrafları yüzünden de peşimi bırakmadı. Her sayfada, hayatın içinden kopup gelen samimi, içten, duygusal, romantik, trajik esintiler kalbimi okşarken hüzün arka kapak sayfasına yazdığı şu cümlelerle eşlik etti bana;



Yalnız Piraye'nin, Nazım'ın çevresinden ünlü sanatçılar değil... Erenköylüler, Çamlıcalılar... O güzel insanları gönlümce anlatabildiğimi sanmıyorum. Anlatabilmem için dinleyen de ben olmalıyım... Herkesin kendi güzel insanları var, okurken ister istemez onları okuyacaklar... Yapabileceğim bu kadar!.. Hoşçakalın!..

Kitabı okurken tanıdığınız Erenköylüler ve Çamlıcalılar Nazım ve Piraye kadar etkili yazarın hayatında. Babası ve annesi çok erken yaşlarda ayrılmış olsalar da Memet Fuat dedesi Mehmet Ali Paşa ve etrafındaki Erenköylüler, Çamlıcalılar ve diğerleri sayesinde bunalıma girmiyor, aklına bile getirmiyor. Zaten o kadar curcunanın içinde ne vakit bulup bunalıma girecek ki ?... Annesi Piraye onaltı yaşında köşke gelin gidiyor, dedesi Mehmet Ali Paşa gelinini kendi kızı gibi seviyor ve yaşadığı sürece -köşkten çıkıp gittiğinde bile - onu ve torunlarını sevip kollamaya ve korumaya devam ederken kalbinin bir köşesinde artist olma hayalleri kuran bu uğurda diyar diyar dolaşan, karısını ve çocuklarını terk eden oğlu Vedat Orfi'yi hiç affetmiyor ne o zaman ne de sonrasında. O günleri Memet Fuat şöyle özetliyor;

‘’Dedem en çok sevdiği söylenen bu oğluna güvenini bütünüyle yitirmişti. Hiçbir sözüne inanmıyordu. On beş yaşında bir kızken kandırıp evlendiği Piraye’yi yüzüstü bırakıp gitmesini, Suzan’la bana karşı gösterdiği ilgisizliği kesinlikle bağışlamıyordu. (s.426)

Piraye kocasını dört yıl beklemiş Mehmet Ali Paşa köşkünde, gerçi el üstünde tutulmuş, çocuklarının her türlü gereksinimlerinin karşılanması, hele beslenmeleri konusunda hiçbir sorunu olmamış ama kendisi için hiçbir şey istemez, tabanı delinen ayakkabılarının eskidiğini bile göstermemeye çalışırmış. Biri kucakta, öbürü yeni ayaklanmış iki çocuk... Bırakılmış bir kadın ... Kocası bir şarkıcı ile Paris'e gitmiş, oradan Mısır'a geçmiş... Ondokuz yaşından yirmi üç yaşına kadar... tam dört yıl... her şeyi torunlarına çılgınca düşkün, sevgisi de, öfkesi de askerce bir dededen bekliyorsun... [s.54]’’

Piraye bu bekleyişi daha fazla sürdüremeyeceğini anlayınca Memet Fuat yanına alarak annesi Nurhayat hanımın evine Kadıköy'e dönüyor. Nurhayat hanım da eşinden üstüne ikinci bir eş nikâhladığı için ayrılmış, kızına ve torununa sorgusuz sualsiz canı gönülden kucak açıyor. Piraye'nin ve tabi Memet Fuat'ın hayatı bu eve dönüş ile değişiyor; Piraye Nazım’la burada tanışıp aşık oluyor, gerçi evlenmemek için bayağı dirense de sonunda gönlüne laf anlatamıyor, ikinci evliliğini de aşk evliliği olarak yapıyor. Yazarın çocuk gözü ile Nazım ve Piraye'nin aşkını objektif anlattığını düşünüyorum. Zaman zaman annesinden, Nazım'a karşı daha soğuk, daha uzak, daha duygularını belli etmeyen taraf olduğu için yakınıyor; zaman zaman Nazım'ın abartılı sevgi gösterilerine, annesini çok sevdiğini söylemesine, ona olan aşkını yere göğe koyamamasına karşılık Piraye'yi aldatmış olmasından dolayı Nazım’a kızıyor.


‘ Nazım ile Piraye özellikle cinsellikle alanında uzlaştırılması çok güç duyarlılıkları olan insanlardı:
Nazım bu konuyu son derece doğal görüyordu. Piraye ise utangaçtı…
Nazım sevgiyi sözlerde arıyordu, Piraye ise davranışlarda …
Nazım aşkını herkese duyurmak istiyordu, Piraye ise herkesten gizliyordu…
Bir parçasını alıntıladığım o mektubuna yanıt verirken dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım Nazım’a neden yanıldığını. Annemin onun şiirlerini odasına çekilip okurken nasıl ağladığını yazdım, bu arada anımsatmak için Mithat Paşa köşkündeki tartışmada ‘Ayrılamam seviyorum’ deyişine de değindim. Cevabında Nazım Piraye’nin bunu böyle açıkça itiraf etmesine ihtimal veremiyorum diye yazar, Memet Fuat bu cevaba istinaden hissettiklerini kitabında şöyle yer verir: ‘İhtimal veremiyorum’ demesine doğrusu biraz alınmıştım. (s.191)


Kitapta aşk var, zamanın siyasi olaylarından kesitler var, tarihsel kayıtlar var, dönemin ünlü şair, yazar, müzisyenlerine dair anılar var ama bence en güzel anlatılmış olanlar; aile bağları, birbirlerine olan sevgi, saygı ve düşkünlükleri, zorluklar karşısında beraber hareket etmeleri, birlikte çözüm bulmaları ...

'
Gerçi babam yoktu İstanbul'da ama dedemin karşısına, halamın yanı başına Nazım'la birlikte gitmekten annemin tedirgin olması doğaldı. Belki köşke iki aile gibi gitmemiz de bu yüzdendi.
Bir aile : Nurhayat hanım, kızları Fahamet (Fifi), Piraye, Selma, Fahamet’in kocası Vedat, Piraye’nin oğlu Memet...
Öbür aile: Nazım, kız kardeşi Samiye ile kocası Seyda Yaltırım. (s. 95)

... Annemden öğrendiğime göre Seyda askere çağrılınca Samiye' de annesinin yanına gitmiş. Bu ayrılmalar evin karma bütçesinde azalmalara neden oluyor, sıkıntı yaratıyordu herhalde. Bir ara alt kattaki boş bir odaya pansiyoner almıştık, bir İtalyan mühendisti sanırım. Bir ara da kendimiz üst kata çekilip alt kattaki üç odayı bir doktora mevsimlik kiraya vermiştik. (s.97) ‘


Memet Fuat büyüdüğü entellektüel çevreden etkileniyor ve Nazım Hikmet’in ve Piraye'nin cesaretlendirmesi ile edebiyata yöneliyor. İşte Memet Fuat'ın öykülerinden biri için Nazım’ın söyledikleri:

" Senin 'Kız Yusuf' hikâyesi şimdiye kadar okuduğum bütün hikâyelerin arasında en acılarından, en cesur ve isyan ettiricilerin biridir. "

Nazım Hikmet ile Piraye ayrıldıktan sonra geride kalan tüm hüzünlere acılara rağmen kazandıkları çok fazla Memet Fuat’ın ... Nazım’ı tanımaktan, hayatının büyük bir bölümünü onun anılarıyla doldurmaktan çok gururlu ama tüm bunlara rağmen Nazım onun dünyalardan çok sevdiği annesini aldatan ‘içindeki yeşil dalı kıran’ adam o.

… Bir keresinde, Aragon’un. ‘Vatanıma, davama, karıma hiçbir zaman ihanet etmedim’ sözünü anarak, ‘ Ben de vatanıma, davama hiçbir zaman ihanet etmedim’ demiş, sonra şirin şirin anneme bakarak, ‘ama karıma bir azcık, çok az …’ diye eklemişti. (s. 542)

... ister istemez ayrılık sonrası ilişkiler de eskiyor, bir an geliyor ki artık kopuyor. Memet Fuat annesinin mutlu olmasını istiyor, annesinin tekrar aşkı yaşamasını istiyor, buna dair çarpıcı bir konuşma geçiyor aralarında.

‘’Hiç evlenmeyecek misin?’’
‘’Hayır!’’
‘’Niye?’’
Benim istemeyeceğimi düşünüyor olabilir diye geçiriyordum aklımdan... Evlenmesinden yana olduğumu belirtmeliydim...
Ama ondan çok değişik bir yanıt geldin:

‘’Nazım’ın üstüne bir başkasıyla yaşayamam...’’

Daha sonra İzgen’e, ‘’Ben iki evliliğimde de kocalarıma aşık olmuştum.’’ Demiş. ‘’Nazım’ın üstüne kime aşık olabilirim.’’ (s.588)


Nazım ve Piraye için yalan yanlış yazılanlara da ara ara cevap veriyor. Söylentiye bakılırsa Nazım, Piraye ile mantık evliliği yapmış, buna çok gülüyor Memet Fuat. Tüm yazılan o aşk şiirleri ve mektuplar ile mantık evliliğini bağdaştırmak gerçekten zor, bunlara da cevap niteliğinde zaten bazı satırbaşları. Sadece Nazım ve Piraye ve aşkları yok kitapta. Marmara’dan denize girilen bir dönem, Kalamış iskelesinden Kurbağalıdere’nin ağzına kadar uzanan Kalamış kır kahvelerinin olduğu dönem, Süreyya Sineması’nın en şaşalı dönemi işte bugün hayal zorlanacağımız bir dönem anlatılıyor ve o dönemin insanları... Dedim yaaa ben nostaljik bu kitabı çok sevdim. Zaman zaman anıların belli bir sıra ile değil bölük pörçük, biraz oradan biraz buradan anlatılması bile dağıtmadı beni, kitabın sonunda hazırlanan ‘ Kim Kimdir ‘ bölümü kişileri çözmem, hatırlamam konusunda bana çok yardımcı oldu. (Elif Şafak’ın Aşk kitabında böyle bir bölümün eksikliği bizi çok zorlamıştı.) Duygusal yapıma iyi hitap etti, beni yakaladı, sürükledi. Anı kitaplarını ve dönemi seviyorsanız kaçırmayın derim !...

Yazar Hakkında

Aslında bu yazıyı Memet Fuat’ın ölüm yıldönümü 19.Aralık’ta yazmayı hedefliyordum ama araya giren iş, güç, gezme, tozma meseleleri yüzünden neredeyse 1 ay sonra bugün yazabildim. Anılarını okurken Memet Fuat’ı daha iyi tanıyacağınızı düşünsem de, yazar hakkında bölüm olmadan olmazlardan … işte kısa bir bilgilendirme !


Erenköy 38. İlkokulu'nda, Kadıköy 1. Orta'da, Robert Kolej'de ve Haydarpaşa Lisesi'nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Nazım Hikmet ile Piraye'nin birlikteliği sırasında onlarla birlikte yaşadı.
Gençliğinde yaşadığı akciğer rahatsızlığı sebebiyle askerliğe başladığı yedek subay okulundan çürük raporuyla çıkarıldı. Nazım Hikmet'in etkisi ile yöneldiği edebiyat alanında "Memet Fuat" adıyla tanınmaya başladı. Çocukluğundan beri tanıştığı ve Piraye'nin de akrabası olan İzgen'le Edebiyat Fakültesi'ndeki arkadaşlıkları evlilikle noktalandı. Bu evlilikten 25 Temmuz 1961 yılında oğulları Kenan doğdu.
De yayınevini kurdu ve 1960 - 1980 yılları arasında, 20 yılda birçok kitap yayımladı. "Yeni Dergi"yi çıkardı.
İstanbul Altunizade mahallesinde Altınyurt Spor Kulübü'nde çocuklara futbol öğretti, turnuvalar düzenledi. Daha sonraki yıllarda yardımlaşmaya dayanan bir takım sporu olan voleybolu seçti. Altınyurt Voleybol A Takımını deplasmanlı voleybol ligine taşıdı. Tam 10 yıl amatörlükten hiç ödün vermeden, yeni genç oyuncular yetiştirerek bu ligde kalmayı başardı. 1972 - 1980 yılları arasında genç, ümit, büyükler ve üniversite erkek ulusal takımlarını turnuvalara hazırladı. 1979 - 1982 yılları arasında Anadolu Hisarı Gençlik ve Spor Akademisi'nde voleybol dersleri verdi.
1980 - 1983 yılları arasında Yazko Edebiyat dergisini yönetti. 1981'de Adam Yayınları'nın yerli yayınlar editörü oldu.
1990'larda önce 1990 yılında bir ameliyatta eşi İzgen'i, arkasından da 1995 yılında Piraye'yi yitirdi. 1995'de onların üzüntüsünü atlatamadan solunum yetmezliğinden yoğun bakıma alındı.
Yoğun bakım sonrasında öldüğü güne kadar evinde çalışmaya devam etti. 1999'da ikinci kez girdiği yoğun bakımdan çıkar çıkmaz tutmaya başladığı güncesi, ölümünden sonra "Ölünceye Kadar" adıyla 2 cilt olarak yayımlandı. Bu sırada yazdığı ve derlediği birçok eseri yayımlandı. 19 Aralık 2002'de yaşamını kaybetti.
Ödülleri
• 1959 Ataç Eleştiri Armağanı
• 1961 yılında Düşünceye Saygı adlı kitabı ile Türk Dil Kurumu Deneme-Eleştiri Ödülü
• 1992 yılında Çağdaşımız Makyavel adlı kitapla Sedat Semavi Ödülü
• 1995 Kültür Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü
• 1996 yılında Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyası
1997 yılında Gölgede Kalan Yıllar Romanı Yaşasın Edebiyat Dergisi'nin yaptığı soruşturmada yılın kitabı seçildi.
• 2000 Nazım Hikmet adlı eser Dünya Kitap Eki'nin oluşturduğu yargıcılar kurulunca Yılın Telif Kitabı olarak değerlendirildi.


Daha fazla bilgi edinmek isteyenler için
• http://www.memetfuat.com/

Giderek böyle güzel insanların özlemiyle, sevgiyle ...

Aycan

15 Ocak 2010 Cuma

Ruhumuzu Dansa Teslim Ettik! Al Jamal'da...



İyi veya kötü, bir şekilde 2009 yılını atlattık. Senenin sonu gelirken deşarj olma yöntemimizde ufak bir değişiklik yapıp, daha fazla eğlence temasını, hatta sabaha kadar dans temasını işleyelim dedik. Üstelik de kulübümüz için sene kapanışı partisi olur, eh bir de kulübümüzün yaratıcı aktif üyelerinden Aycan'ın doğumgününü kutlarız, hatta ona sürpriz parti yaparız dedik.

Hani çok dans etmek istiyoruz, hatta tabiri caiz ise bu konuda tamamiyle dağıtmak istiyoruz ya, ortak fikrimiz Al Jamal oldu. Ama ne yazık ki, gece hayatı dolu dolu yaşanan şehrimizde Al Jamal'a rezervasyon yaptırmak için çok geç kalmıştık.

Bu sefer de 2010'u karşılama partisi olsun bari diye yılın ilk hafta sonuna rezervasyon yaptırdık.

Hepimiz çok şık, çok seksi ve eğlenmeye hazırdık :)

Modumuz böyle olunca müziğin ilk notalarıyla birlikte kendimizi Göbek Taşı formatındaki piste attık. Çılgın kitap kulübü üyeleri pistteydi artık. Çapa'nın favori dansözlerinin gösteri zamanı geldiğinde masadaki yerlerimizi aldık, ama gösterileri bitince yine kendimizi piste attık. Ruhumuzu dansa teslim ettik.

Pasta kesme zamanı geldiğinde salona önce büyük bir pasta ardından da 11 küçük pasta geldi. Hepsi kişiye özel hazırlanmıştı. Hepimiz aynı anda dilek tutup, pastalarımızı üfledik. Aşağıda her birimizin pastasını görebilirsiniz.

Anlayacağınız seneye hızlı, neşeli bir giriş yaptık.





Aycan









Ayşen









Aysun









Ayşe









Belkis










Bilgen











Billur










Gülden








Gülda











Özlem











Peyman











Yonca

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails