27 Haziran 2011 Pazartesi

Deneme!..

Ayşen bana hep bir şeyler yaz bu hayal gücüyle yazmaman mümkün değil! der. Demesi kolay Ayşen ama yapması epey zor!.. Bir kere düşüncelerim çok dağınık artı dil bilgisinden sınıfta kalırım. Yanlış yerde ünlem, virgül, kalıpları kafama göre kullanıyorum ayrıca edebi hiçbir yanım yok!...

Bugün neden olmasın dedim. Ne kaybederim ki …….. en azından bak Ayşen denedim derim!

Şuanda oturuyorum, hava kapalı ve biraz önce yağmur yağdı. Bu serin ve ıslak havaya bayılıyorum tam bana göre yanımda sütlü kahvem ve etrafımda Hürrem dolanıyor. Yan odada 4 yavru kedi sürekli mıyıklıyor. Yine salatalığın (dip not: hıyar) biri parka kutu içinde dört yavru kedi bırakmış. Salatalık hem de kutuyu bantlamış. Tabi Nimir Ra olarak kıyamadım aldım. Bu arada Yüksel hanım (dip not: şirkete temizliğe gelen hanım ) beni sürekli tehdit ediyor neyse konu dışına çıkmamam gerek….

Kahvemin son damlasını içtim şimdi kalkıp kendime yeni bir sütlü kahve yapmam lazım lakin Yüksel Hanımdan isteyemiyorum onun için kısa bir perde arası…….

Aralarda frigo, çay, kahve, su vb servisi yapılır……

Tamam tamam geldim homurdanmaya gerek yok!.. Daha ne hakkında yazacağımı bilemiyorum!.. Ayşen beni çok zor bir duruma koydun (dip not: aslında burada soktun sanki daha uygun?) ama seni kırmamak adına deniyorum……





Epeyden beri gecem gündüzüm birbirine girdi. Ne zaman gözümü kapasam ‘’ O ‘’ karşımdaydı!..

Yine uykum kaçtı!...

Gözlerimi kırpıştırarak kalktım ve gecenin karanlığında pencereden dışarı baktım. Nihayet dört gözle beklediğim kar yağmaya başlamıştı. Oldum olası karı sevmişimdir belki Şubat ayında doğmuş olmamın bir etkisi vardır. Kar tanelerinin düşüşünü izlerken bir anda bedenimi bir ürperti sardı. Sanki her bir kar tanesi bedenime ucu buzla kaplı küçük toplu iğneler gibi saplanıyordu. Ellerimle kendimi ısıtmaya çalıştım. Ama acı dayanılmaz bir hal aldı ve kendimi kıvranırken yerde buldum. Avazım çıktığı kadar bağırmak istememe rağmen sanki bir güç sesimi kesmişti.

Son hatırladığım ‘’ O ‘’ nun dimdik karşımda belirmesiydi. Sonrasında mı? Koca bir karanlık…….

Gözlerimi açtığımda evimin bahçesinde karın üstünde yalın ayak duruyordum. Ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum ama yine ‘’ O ‘’ dimdik karşımda durmuş bana ‘’ Artık zamanı geldi !!! ‘’ dedi.

Gece karanlığında gözlerimi zorlayarak karşımdaki figürü seçmeye çalıştım. ‘’ Neyin zamanı geldi? Kimsin? ‘’

Tekdüze sesiyle yine ‘’ Artık zamanı geldi!..‘’ dedi ve sonrasında şiddetli bir sarsılmayla koca bir karanlık…..

Gözlerimi açtığımda kendimi yatağımda buldum. Artık sabah olmuştu ve kar neredeyse her şeyi yorgan gibi örtmüştü. Yaşadıklarımın kötü bir rüya olduğunu düşünerek yatağımdan kalkmamla yere düşmem bir oldu. Göğsümdeki sancı rüyamdaki ucu buz kaplı toplu iğnelerinin vücuduma batışını hatırlattı. Zar zor aynanın karşısına geçtim ve üstümdeki tişörtü çıkardım. Sancıyı artık unutmuştum çünkü gördüklerim gerçek olamazdı. Aynanın karşısında buz kesildim!.. Göğsümün tam ortasındaki sembolün üzerinde elimi gezdirdim. Hayatımda ilk defa bu sembolü görüyordum ama bu nasıl olmuştu? ‘’ O ‘’ bir hayal ürünü değil miydi?

Yere yığıldım…..Koca bir karanlık…….

Ayşen, ikinci sınıf bir yazar olmak istemiyorum. Kendime bir iyilik yapıp burada kesiyorum. Bak denemedi deme!...

Nimir Ra

20 Haziran 2011 Pazartesi

İstanbul’un Caz Hali

18.İSTANBUL CAZ FESTİVALİ



Gözüm epeydir Montreal Caz Festivali programına takılı. Gidebilmeyi isterdim. Başarabilseydim on gün boyunca sadece bir konserden diğerine geçerek, cazla dolardım. Dile kolay! Üç bin cazcı 24 Haziran 4 Temmuz arasında Montreal’i dünyanın en yaşanası şehri kılacak. Robert Plant & The Band Of Joy ile açılan festival, biletleri aylar önceden bitmiş Diana Krall, Dave Brubeck ve cazın yaşayan diğer ölümsüz sanatçılarının buluşmasıyla devam edecek. Festivalin son günü Marianne Faithfull tahminen yeni albümü Horses and High Heels’den parçalar sunacak. -Geçen ay İstanbul Modern’de verdiği konserde epey hasta görünüyordu. Umarım o zamana kadar toparlar.-

Anlatılanlara göre Montreal Caz Festivali zamanı sokaklar dâhi müzik dolu imiş. Bir köşenin başında çok önemli cazcıların kendi aralarında düet yapmaları olağan sayılıyormuş. İşte böylesine benzersiz bir festivale konuk oluyormuş Montreal’dekiler. O büyüklükte olmasa da benzerini bir şekilde İstanbul için söyleyebilirim. Epeydir şehrin yaz hali müzik, sanat dolu. Pozitif Müzik, İŞ Sanat, Akbank Caz, Müzik Festivali sonra da Caz Festivali programlarında açıklanan isimler, şehirde kalmayı tatile gitmekten bile daha keyifli hale getirdi. Böyle giderse en erken Ağustos’ta şehirden uzaklaşılabilecek. Dolayısı ile illa Montreal diye sızlanmaktan vazgeçtim.

Montreal Caz Festivali’nin ağır toplarından Marianne Faithfull’u, Madeleine Peyroux’yu Mayıs’ta İŞ Sanat ağırladı, Richard Galliano’yu Müzik Festivali’nde izleyebildik. Chick Corea artık buralı sayılır. Brad Mehldau’yu da daha sık göreceğimize inanıyorum. Bir de Al Di Meola daha sık gelse ne iyi olur. Tek üzüntüm Pat Metheny'i epeydir kendi mahallemde izleyememek! Bilhassa son yıllarda beraberce inanılmaz bir müzik sunduğu sihirli orkestrasıyla.



Ben on gün Montreal’e gitsem tüm vaktimi Caz dinleyerek geçiririm diyebiliyorum ama İstanbul’da 1- 19 Temmuz arası sürecek festivalde gideceğim konserleri epey elemek zorunda kaldım. Ne bedenim, ne ruhum, ne de vaktim burada her gün konser izlemeye elvermiyor. Dolayısı ile iyice azaltmak zorunda kaldığım festival listem:


Michel Camilo

4 Temmuz Pazartesi, 21.00, Arkeoloji Müzesi Bahçesi



Stanley Clarke ve Hiromi’li Caz yağmurunun üzerinden bir sene, Richard Camillo’nun akerdeonu ile benzersiz bir müzik şölenini sunmasından bir ay kadar sonra yine Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde bu sefer Michel Camilo piyanosu ile nefis albümü MANO A MANO ile benim için festivali açacak.



O güzelim bahçede bir kere de Michel Camilo’dan libertangoyu dinlemeyi diliyorum.




Jamie Cullum

6 Temmuz Çarşamba, 21.00, santralistanbul Kıyı Amfi



Bu konsere gidip gitmeme konusunda kararsız kaldım. Öncelikle yeri çok uzak geldi. Tamam mesafe açısından buradan on küsur saat uçup Montreal’e gitmekle kıyas kabul etmez biliyorum ama Kıyı Amfi’nin bu konser için doğru yer olduğundan emin değilim. Ses dağılır mı, Jamie Cullum’un öve öve bitirilemeyen sahne performansının ne kadarını görebiliriz bilmiyorum ama yine de gitmesem aklımda kalacak.

Tek dileğim iyice popüler olana dönmeden, kendi stilinde bir program sunması.



Marcus Miller, Wayne Shorter ve Herbie Hancock ile Miles Davis Gecesi

7 Temmuz Perşembe, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu

Jamie Cullum’a gitmek istememe sebeplerimden biri idi bu konser. Saf bir müzik ziyafeti için yorgun olmadan, iyice odaklanarak beklemek istiyordum. Mümkün olsaydı en önden izlemek isterdim, eskisi gibi üst üste birkaç konser verselerdi, hepsine giderdim.



Açık Hava’da kanlı canlı Miles Davis izlemiş biri olarak, ruhumu yerine koyan Marcus Miller hayranı olarak, her duyduğumda yaptığım işi bırakıp o güzel “an”lardan birini yaşamamı sağlayan Herbie Hancock için, Wayne Shorter’ın saksofon ile yarattığı mucizeleri kaçırmamak için; nefesimi tuttum bekliyorum. Yer kalmışsa siz de kaçırmayın derim.




Medeski, Martin & Wood İle Caz İçin Tuhaf Bir Yer Konseri:

9 Temmuz Cumartesi, 19.00, Tersane Sahnesi



Ne diyeyim! Tuhaf bir yer olduğu kesin. Yaratıcılık çaresizlikten beslenir diye bir söz varsa eğer bu durum onun karşılığı olabilir. Gönül insanların gülüşüp, konuşmadığı, sadece ritme eşlik ettiği, salınıp dans ettiği konserlere gitmek ister ama koskoca kültür başkenti de olmuş güzelim şehrimizde doğru düzgün bir konser mekânı olmamasına hayıflana hayıflana bulacağız Tersane Sahnesi’ni.



Medeski, Martin & Wood’u İstanbul’daki bir önceki konserini izleyememiştim. Bu kadar kısa süre sonra tekrar gelmelerine şaşırdım ve çok sevindim.

Medeski, Martin & Wood konseri öncesinde derin ve karanlık sulardan gelen sesleri ile Tonbruket’i, İlhan Erşahin’i, Arto Tunçboyacıyan’ı izlemek oldukça keyifli olacaktır. Medeski, Martin & Wood’un defalarca Montreal Caz Festivali’ne katılmış olduğunu dikkate alarak önümüzdeki yıllarda da İstanbul’da daha fazla konser vereceğini umut ediyorum.




Richard Bona - Raul Midón’la “The Duwala Malambo Project”

11 Temmuz Pazartesi, 21.00, Arkeoloji Müzesi




Richard Bona demem yeterli sanırım. Pat Metheny Group’ta muhteşemdi, sonraki solo albümlerinde de.



Raul Midón’la beraber bizi kısa bir dünya turuna çıkaracakları kesin.




Angelique Kidjo, Dianne Reeves ve Lizz Wright ile Hakikat

12 Temmuz Salı, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu



Mayıs’ta İş Sanat’ta Dianne Reeves konserine bilet almayı başaramamıştım. Şimdi festivalde onu Angelique Kidjo ve Lizz Wright ile beraber dinleyeceğimi düşündükçe sevincim daha da artıyor. Lizz Wright’ın muhteşem sesinin “Sing the Truth” projesi için çok uygun olduğunu düşünüyorum. Dee Dee Bridgewater, Stacey Kent ve Raul Midón’lu konser kadar -hatta daha da iyi- bir konser izleyeceğimize inanıyorum. Aynı ekibin 25 Haziran tarihinde Montreal Caz Festivali’nde vereceği konserin bilet fiyatlarının; 59,00 $ ile 89,00 $ (Kanada Doları) arasında olduğunu belirtmeliyim. Bu efsanevi sanatçıların İstanbul konserinin bilet fiyatları oldukça makul. (40,00 TL - 70,00 TL)




Randy Crawford, Joe Sample ve Natalie Cole: Kısaca Caza Doyma Anı

13 Temmuz Çarşamba, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu



Uzun süredir İstanbul Caz Festivali bu kadar cazla dolu olmamıştı. Kendinizi iyi hissetmek istiyorsanız tavsiye ederim. Ben Randy Crawford, Joe Sample’ın “Feeling Good” adlı albümünü dinleyerek bekliyorum bu konseri.



Patrick Wolf

14 Temmuz Perşembe, 21.30, İstanbul Modern



Festivalin “Yeni Ozanlar” bölümü her seferinde çok yetenekli, farklı sesleri ağırlıyor. Patrick Wolf da bunlardan biri. İlk defa geliyor ve bir daha ne zaman gelir belli değil. Malum Rufus bir kere geldi daha gelmedi!

Patrick Wolf’un kendi kadar müziği de çılgınlık dolu. Aykırı bir ses, yepyeni bir soluk. Bilet almadım ama enerjim yeterse gitmeyi çok istiyorum.



Javier Limón; Buika ve Suyun Kadınları İle İstanbul’da

15 Temmuz Cuma, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu



Öncelikle konserin Açık Hava’da olmasına çok sevindim. Sonunda –nispeten-doğru düzgün bir mekânda Buika’yı izleyebileceğiz. Gidelim, coşalım, Javier Limón’un flamenkosuyla Suyun Kadınları'nı kana kana içelim.



Amadou & Mariam

18 Temmuz Pazartesi, 22.00, The Marmara Esma Sultan



Çok uzun süredir gelsinler istiyordum. Çok farklı, benzersiz bir ikililer. Müzikleri sihir, aşk ve ümit dolu. Sade ve yoğunlar. Şarkıları bağımlılık yapıyor, benden söylemesi.



Paul Simon İle Nihayetinde Buluşma

19 Temmuz Salı, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu



Bu sene Pat Metheny'i Caz Festivali’nde izleyebileceğimize dair bir hayale kapılmıştım. Orkestrası ile gelmese bile yeni albümü What's It All About’dan parçalar sunmasını istiyordum. Albümde Simon &Garfunkel’in The Sound of Silence parçasını da yeniden yorumlamış. -Müthiş bu arada.- Olmadı, neyse ki 30 Kasım ve 1 Aralık 2011 tarihlerinde İstanbul'da konser vereceğini müjdeleyim. Sitesinde konser mekânı olarak "CCR Concert Hall" yazıyor, herhalde Cemal Reşit Rey olsa gerek.



Paul Simon’da konserde The Sound of Silence parçasını söyler mi bilmiyorum. Ama yine de geleceği için memnunum. Zamanında Simon &Garfunkel’in konser kayıtlarını, videolarını defalarca izlemiş, albümlerini ezberlemiş biri olarak elbette gitmek isterim. Epey gecikmiş bir ziyaret olsa da, yalnız da gelse, uzun süredir dinlememiş olsam da Paul Simon; Paul Simon’dur.



Ve o İstanbul’da Açık Hava’da sesi ve gitarıyla pek bilmediğim yeni şarkılarını seslendirdikten sonra, dönüş yolunda caddede yürürken “You Can Call Me Al” söyleyip, dans edeceğim.



Joss Stone

28 Temmuz Perşembe, 21.00, santralistanbul Kıyı Amfi



Kendi güzel, sesi güzel. Umarım gelebilir. Gazetede son günlerde Joss Stone ile ilgili haberleri okuyunca onun için üzüldüm.

Umarım upuzun, sağlıklı bir ömrü olur. Onu kaçırmak ya da öldürmek isteyen başka sapıklar türemez! Ve umarım Kıyı Amfi güvenlikli bir yerdir!




İyi konserler dilerim.

Gülda


17 Haziran 2011 Cuma

Sonnet 1



Shakespeare denince akla birçok şey gelir bunlardan biri de Soneler'dir.

Soneler 154 kıtadan oluşur. Shakespeare 1592-1598 tarihleri arasında bu 154 Soneyi yazmıştır.

Sonelerdeki enteresan olay genç bir adama ithafen ( Sone 1-126) yazılmış olmasıdır ve şairin bu genç adam ile yoğun bir romantik ilişkisi vardır. Bu Soneler'den yola çıkarak birçok yorumcu Shakespeare’in evli olmasına rağmen aslında gizli bir biseksüel olduğunu söyler. Tabi 154 Sone yazıp nasıl gizli biseküel olunur onu bilemiyorum ama Shakespeare’in cinsel seçimi gerçek portesi gibi halen muallâktadır.

Sonelerin 1'den 17'ye kadar olanlarında şair genç adamın evlenip çocuk sahibi olmasını ve bu güzel çocukların babalarına benzeyerek genç adamın ölümsüzlüğünü gerçekleştireceğini savunur. Sonraki sonelerde ise şiirin gücü ve saf aşkın ölümü/husumeti yeneceğidir.

127-154 Soneler ise önüne gelenle ilişkide bulunan ve entrika dolu bir kadın hakkındadır. -Karanlık kadın olarak da bahsedilir.- Şair ve genç adam erkekleri baştan çıkaran bu kuzgun saçlı kadına saplantılı bir şekilde takılır.

a) Her Sone 14 mısradan oluşuyor.
b) İlk 12 mısra 3 kıtaya ayrılıyor ve 4 mısra haline geliyor.
c) Her 3 kıtada şair konuyu ve/ya problemi anlatıyor.
d) Son 2 mısrada ise bunu çözümlüyor.
e) 154 sonenin yalnızca 3’ü bu forma uymuyor (99, 126 ve 145).
f)Her mısra kendi içinde ‘’ İambic Pentameter ‘’ ayrılıyor. Vurgusuz ve vurgulu hece olarak toplamda 10 hece oluşuyor. Yani:

ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM
Shall I compare thee to a summer’s day? (Sonnet 18)
Shall I / com PARE / thee TO / a SUM / mer’s DAY?

SONNET 1:






1) From FAİ / rest CREA / tures WE / de SİRE / inc REASE,

ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM

Fairest creatures: Yaşıyan tüm güzel şeyler
İncrease: Reprodüksiyon, üreme

* Burada zirai/tarımsal bir metafor mevcut. Soyu iyi olan hayvan veya bitki üretilir ki verimlilik artsın. Yani iyi olan üremeli ki bir sonraki nesil daha verimli olsun.


2) That thereby beauty's rose might never die,

Thereby: Böylece
Beauty’s rose: Burada gül semboldür ve yaşayan tüm güzel şeyleri temsil eder. Bir manada Gül’ün üremesi onu ölümsüz kılar.


3)But as the riper should by time decease,

Riper: Daha olgun
By time decease: Zaman içinde ölmek.

Yaşlanan herşey zaman içinde tükenir yani ölür.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


4) His tender heir might bear his memory:

Tender: Genç, narin
Bear his memory: Çocuk doğurmak demek bu varisin nesiller boyu ailesinin hatırasını yaşatmak demesi oluyor.


5) But thou, contracted to thine own bright eyes,

Thou: Sen
Contracted: Yalnızca ona bağlı kalmak

Ama sen kendi gözlerinin içinde kayboldun. Burada bir narsizm vardır. Sudan yansıyan kendi güzelliğine kapılarak kendine aşık olması ve ölmesi. Yalnızca kendisiyle alakası olması ve zevkleriyle meşgul olması.


6) Feed'st thy light's flame with self-substantial fuel,



Feed’st thy light’s flame: ışığın var olması için alevi yaşatmak.



Self-substantial fuel: yanlızca kendi vücudunu fullemek



Sen mumun bir alevi gibisin ve başkaları için yanacağına yanlızca kendin için yanıyorsun.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


7) Making a famine where abundance lies,

Famine…lies: boşluk, açlık
abundance: bolluk, gençliğin zengin nitelikleri/özellikleri.

Bolluk olacak yerde açlık yaratıyorsun.

8) Thy self thy foe to thy sweet self too cruel.

Thy: Senin
Foe: Düşman
Thy self thy foe: Kendine düşman olmak
To thy sweet self too cruel: Üremeyerek kendine geleceği reddediyorsun. Üremeyi kendine esirgerek aslında kendine zalimlik yapıyorsun ve geleceğini imha ediyorsun.


9) Thou that art now the world's fresh ornament

Thou: Sen
the world's fresh ornament: dünyanın taze ve genç onurusun
Ornament: genç




Şimdi gençsin ve dünyaya yenisin.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


10) And only herald to the gaudy spring,

Only: En önemli, benzersiz
Herald: Haberci
Gaudy: aydınlık, renkli

Önemli bir habercisin bu aydınlık pınar/kaynak için.





11) Within thine own bud buriest thy content

Bud....content: tohum, hayatın kaynağı
Thy: Senin
Thine: Senin, seninki

Evlenip üremeyerek sen tohumlarını (semen) içinde tutuyorsun.





12) And, tender churl, mak'st waste in niggarding.

Tender: Genç
Churl: Cimri, kaba
mak'st waste: israf etmek, erkeğin semen boşa harcadığı
Niggarding: saklamak, biriktirmek,cimri




Cimri genç tohumunu (semen) boşa harcıyorsun. Yanlızca kendini düşünüyorsun.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


13) Pity the world, or else this glutton be,

glutton: obur

Hem kendi hissesini hemde dünyanın hissesini yiyorsun. Dünyaya merhamet göster, göstermezsen bu senin oburluğun.


14) To eat the world's due, by the grave and thee.

Thee: Sana, seni
By the grave and thee: Bu dünyaya vazifen çünkü mezar herkesi yutuyor bundan dolayı savaşmalısın/mücadele etmelisin. Bu senin de görevin olmalı çünkü güzel şeylerin üremesi dünyanın düzenidir. Yanlızca kendini düşünmekten mezara gittiğinde seni ölümsüzlüğe ulaştıracak çocuk geride bırakmıyacaksın.


Nimir Ra








15 Haziran 2011 Çarşamba

Dava - Franz Kafka



Kitap: Dava
Yazar: Franz Kafka
Mekan: Kafe Kafka - Beyoğlu
Tarih: 14.06.2011
Sunucu: Bilgen
Katılımcılar: Ayşen, Ayşe, Belkis, Berna, Billur, Gülda, Gülden, Peyman, Yonca





Yazar- Franz Kafka:





* Franz Kafka 1883’de Prag’da doğdu; 1924’de Kierling’de öldü.

* Yahudi bir tüccar aileden gelen, Almanca’ya da hâkim olan bir yazardı. Kafka’nın en önemli eserlerini, üç romanının (Dava, Şato ve Kayıp) yanı sıra; ortaya koyduğu birçok hikâyeleri oluşturuyor.

* Kafka’nın eserlerinin büyük bölümü ancak Kafka’nın ölümünden sonra meslektaşı ve yakın arkadaşı Max Brod tarafından yayımlandı ve bu eserler 20. yüzyılda dünya edebiyatında kalıcı bir etki bıraktı.


Ailesi:

* Franz Kafka’nın babası Hermann Kafka (1852–1931) ve annesi Julie Kafka (1856–1934) Yahudi soylu bir aileden gelmektedir.

* Babası Hermann Kafka henüz çocukken, ticaretle uğraştı, sonrasında finansal olarak sıkıntıya düştü ve seyahat temsilcisi olarak çalıştı. Daha sonraları ise Prag’da kendi bujiteri dükkânını açtı.

* Annesi Julie Kafka varlıklı bir ailenin çocuğuydu, kocasına göre daha eğitimli biriydi ve günlük bazen on iki saate kadar çalışan, kocasının işinde önemli ölçüde söz sahibi olan bir kadındı

* Kafka’nın üç kız kardeşi vardı. Daha sonra sürgüne gönderildiler ve muhtemelen izlerinin kaybolduğu toplama kamplarında ya da gettolarda hayatlarını kaybettiler.
* Kafka, Prag halkının yüzde onluk bir bölümünü oluşturan ve ana dilleri Almanca olan kesimin içindeydi. Ayrıca Kafka anne ve babası gibi Çekçe’ye de son derece hâkimdi.

* Kafka’nın edebiyatı büyük ölçüde babasıyla olan ilişkileriyle şekillenirken, annesi daha geri planda kalmışsa da; Kafka’nın figürlerinde annesinin birçok akrabasının yer aldığı görülür.


Çocukluğu, gençliği ve eğitimi:





* Lise eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra Kafka, annesi ve babası tarafından Norderney ve Helgoland’a birer seyahatle ödüllendirildi.

* Kafka daha sonraları da despot babasının isteği gibi bir yaşam sürdürdü. Bu onun kaderiydi ve bu kader onun birçok eserine de yansıdı. Kendi kararlarını verebildiği bir yaşamdan sonra, dışarıya olan yönelimi „Dönüşüm“ eserinde olduğu gibi diğer eserlerine de açıkça yansımıştır.

* 1906’ya kadar Prag’daki Karl-Ferdinand Üniversitesinde öğrenim gördü; oradan mezun olduktan sonra kimya ile ilgilendi, fakat kısa bir süre sonra hukuk alanında ilerlemeye karar verdi. Daha sonra bir yarıyıl Alman Filolojisi ve sanat tarihiyle ilgilendi, bu arada Münih’teki hukuk eğitimine de devam etti. Beş yıllık hukuk eğitiminden sonra Albert Weber’in yanında ücretsiz hukuk stajı yapma şansını buldu ve ceza hukuku alanında ilerleme kararı aldı.

* Kitaplarında da bu uzmanlık temeli yer alıyor..


Mesleki yaşamı:





* 1907’de o dönemde çok ünlü olan “Assicurazioni Generali” adlı İtalyan bir sigorta şirketinde çalışmaya başladı. Franz Kafka’nın Prag’da edebiyat çevresine girmesini sağlayacak olan Max Brod ile bu yıllarda dostluk kurmaya başlamıştır. Zaten eserlerini de yakılmak üzere bırakacağı kişi de Max Brod’dan başkası değildir.

* Bu dönemde Franz Kafka, aynı zamanda Felix Qeltsch, Oskar Baum, Gustav Janouch ve Franz Werfel gibi önemli edebiyatçılar ile tanıştı. 1908 -1912 yılları arasında siyasal ve toplumsal olaylara ilgi duymaya başlamıştı hatta önemli Çek siyaset adamlarının toplantılarına katılmaya başlamıştı. Yahudilikle ilgilenip İbranice öğrenmeye de bu dönemde yöneldi. Max Brod ile Riva, Paris, Weimar ve İtalya’ ya geziler yaptı


Nesil çatışması, baba-oğul ilişkileri:

* Kafka kötü bir çocukluk dönemi geçirdi, özellikle de babasıyla hiç anlaşamadı; babasının Kafka’nın üzerinde sürekli bir baskısı söz konusuydu, bu durum çocukluk yıllarından öğrenim hayatına kadar devam etti.

* Kafka’nın annesi ise babasının değer yargılarını ve düşüncelerini kabullenmişti, zaten bu yargıları değiştirebilecek güce de sahip değildi. Kafka gençken, babasından kesinlikle korkmuyordu, fakat babasına her zaman mesafeli yaklaşıyordu ve ona karşı içinde nefretten başka bir duygu beslemiyordu.

* Kafka’nın birçok eserinde baba, ailenin reisi, her şeye gücü yeten ve baskıcı biri olarak tasvir edilmiştir; tıpkı “Dönüşüm” eserinde olduğu gibi. Bu eserde Gregor (hikâyenin kahramanı aynı zamanda hikâyedeki oğul) bir böcektir ve işe yaramayan biridir, hikâye Gregor’un ölümüyle ailenin rahat bir nefes aldığı konu edinilmiştir. Babasının karşı konulmaz gücünün Kafka’nın üzerinde yarattığı baskı, Kafka’nın en önemli hikâyelerinden biri olan “Hüküm” ü (Yargı) yazmasına sebep olmuştur.

* Kafka,“Baba’ya Mektup” eserindeki mektupları ne babasına göndermek ne de yayımlatmak istemiştir; bu mektupları sadece babasının üzerinde her zaman baskısı olduğunu göstermek için yazmıştır. Muhtemelen babasının Kafka’nın üzerinde yarattığı baskı onun kendi kendini eleştirmesine sebep olmuştur ve Kafka kendinden nefret eden biri haline gelmiştir. Şüphesiz bu derin özeleştirinin Kafka’nın yaşamına ve eserlerine yansımıştır.


Arkadaş çevresi:

* Kafka’nın Prag’da oldukça geniş bir arkadaş çevresi vardı, üniversitenin ilk yıllarında hemen hemen aynı yaşlarda olduğu sıkı bir arkadaş çevresi edindi.

* Kafka’nın hayatındaki en önemli kişi şüphesiz Max Brod’du. Max Brod da tıpkı Kafka gibi hukuk okudu, daha sonra filozof olan Felix Welthsch ve yazar Oscar Baum ile arkadaş oldu.

* Brod, Kafka’nın edebiyat için ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Brod’un aracılığıyla Kafka, henüz yeni kurulmuş olan Rowohlt basımeviyle iletişime geçtiler ve Kafka’nın ilk kitabı basılmış oldu (Gözlem,1912).

* Kafka’nın gelip geçici arkadaşları içinde Jizchak Löwy’nin şüphesiz ayrı bir yeri vardır. Kendisi, Varşovalı Ortodoks bir aileden gelen önemli tiyatroculardandır, gerek sanata olan ilgisiyle, gerekse kişiliğiyle Kafka’ ya örnek olmuştur.

* Kafka’nın biyografisini incelersek, onun hiç de sosyal bakımdan toplumdan kopmadığını görürüz, fakat ruhsal bakımdan tamamen farklı bir kişiliktir. Kafka’nın kullandığı kelimelerin altında yatan, asıl anlatmak istediği ifadeyi takdir etmekten başka bir şey gelmez.

* Kafka’nın Prag’da oldukça geniş bir arkadaş çevresi vardı, üniversitenin ilk yıllarında hemen hemen aynı yaşlarda olduğu sıkı bir arkadaş çevresi edindi.
* Kafka’nın hayatındaki en önemli kişi şüphesiz Max Brod’du. Max Brod da tıpkı Kafka gibi hukuk okudu, daha sonra filozof olan Felix Welthsch ve yazar Oscar Baum ile arkadaş oldu.

* Brod, Kafka’nın edebiyat için ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Brod’un aracılığıyla Kafka, henüz yeni kurulmuş olan Rowohlt basımeviyle iletişime geçtiler ve Kafka’nın ilk kitabı basılmış oldu (Gözlem,1912).

* Kafka’nın gelip geçici arkadaşları içinde Jizchak Löwy’nin şüphesiz ayrı bir yeri vardır. Kendisi, Varşovalı Ortodoks bir aileden gelen önemli tiyatroculardandır, gerek sanata olan ilgisiyle, gerekse kişiliğiyle Kafka’ ya örnek olmuştur.

* Kafka’nın biyografisini incelersek, onun hiç de sosyal bakımdan toplumdan kopmadığını görürüz, fakat ruhsal bakımdan tamamen farklı bir kişiliktir. Kafka’nın kullandığı kelimelerin altında yatan, asıl anlatmak istediği ifadeyi takdir etmekten başka bir şey gelmez.





İlişkileri :

* Kafka’nın kadınlarla olan ilişkilerine baktığımızda en önemli noktada, Kafka’nın aşkı Felice Bauer’e yazdığı mektuplar durmaktadır. Felice Bauer, Kafka’nın 1912’de Max Brod’un evinde tanıştığı, Berlin’li bir memurdur. 1912 ile 1919 arasında Felice Bauer ile üç kez nişanlanmasına rağmen, onunla evlenemedi. Bu ilişkiden geriye 500'ün üstünde mektup kaldı.

* 1920 yılında ise Kafka, Milena Jesenka ile mektuplaşmaya başlar. Milena Kafka’nın Almanca yazdığı eserleri Çek diline çevirmek istemiştir. Milena Kafka’dan 12 yaş küçüktür ve evlidir. Birlikte olmalarının imkânsız olduğunu bildikleri halde uzun yıllar boyunca aralarındaki mektuplaşma devam ettiler. Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplar da tıpkı Felice Bauer’e yazdığı mektuplar gibi Türkçeye çevrilmiştir. Kafka’nın son ilişkisi ise, ölmeden birkaç ay önce isminin anıldığı Dora Diamant adındaki bir çocuk bakıcısıydı.

* Kafka mektuplarda aşkın gerçekliğine olan şüphelerini, korkularını dile getirmiş, duygularını tüm çıplaklığıyla kaleme almıştır, bu bakımdan mektuplar edebi açıdan son derece önemlidir.

* Dava adlı eserde ise kadınların K.’ya kendilerini hiçbir çaba sarf etmeden sunduklarını görmekteyiz.




Hastalığı ve ölümü :

* 1917 yılında tedavisi mümkün olmayan akciğer kanseri teşhisi konulur Kafka’ya. Hastalık iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlar ve 1918’in sonbaharında İspanyol gribine yakalanır. Daha sonraları ise tüm tedavilere rağmen, aynı zamanda aile dostları ve akciğer hastalıkları tedavisinde de uzman olan Dr. Hugo Kraus tarafından, Kafka’ya gırtlak kanseri teşhisi konuldu.

* Kierling Sanatoryumu’na taşındı ve 1924 yılında Klosterneuburg’da, 40 yaşında hayata gözlerini yumdu.





Kafka’nın uyruğu hakkında :

* Kafka ilk olarak çok milletli Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda yaşadı ve 1. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni kurulan Çekoslovakya’ da yaşadı.

* Kafka kendisini bir mektubunda, ana dili Almanca olan biri olarak tanımlamıştır. (“Almanca benim anadilim, fakat Çekçe kalbimde yatıyor“)

* Prag’da kendilerini “Prag Almancası“ olarak tanımladığı bir çemberin içerisinde yaşıyordu. Kafka bir mektubunda „ Hiçbir zaman Alman halkı arasında yaşamadım“ demiştir. Daha sonra ise çoğunluğunu Çek halkının oluşturduğu, Almanca konuşanlardan izole edilmiş bir ortamda yaşadı. —hassas yaradılışından dolayı Almanca konuşan azınlıktan uzaklaştı. Bütün bunların yanı sıra o Yahudi azınlığa mensuptu.

* Kafka’nın eserlerine baktığımızda ise 1. Dünya Savaşı döneminde ne Almanya’nın politik konularından ne de Avusturya milliyetçiliğinden bahsetmediğini görürüz.


Etkileri (edebiyat, felsefe ve sinema) :

* Edebiyat : Nabokov’a göre Kafka, edebi açıdan en fazla Flaubert’dan etkilenmiştir.

* Hatırlatma :Flaubert- Madame Bovary: Gerçekçilik, sanatın dolayısı ile romanın ahlaki, dini, sosyal bir amacı olmadığını savunur. Flaubert, mektuplarında sanatın bağımsızlığını şöyle savunur; "Güzel üslupla yazan sanatçılara fikir ve ahlak amaçlarını ihmal ettikleri için çıkışıyorlar, sanki doktorun amacı iyileştirmek, bülbülün amacı da sadece ötmek, sanki sanatın amacı da her şeyden önce güzellik yaratmak değilmiş gibi."

* Bu sözlere rağmen Madame Bovary' yi okuyup da bundan bir ahlak dersi almamak olanaksızdır. Ama okuyucunun eserden çıkardığı ahlak sonucu roman yazarının hedefi değildir. Gerçekçiler romandan asla bir ahlaki veya toplumsal bir sonuç çıkmasın demezler. Onlar sadece sanatçının bir ahlak hocası olmadığını savunurlar.
* Felsefe :Kafka lise yıllarından itibaren yoğun bir şekilde Friedrich Nietzche ile ilgilenmiştir. Özellikle de Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt eseri Kafka’yı büyülemiştir. Kafka kendine yaşam paraleli olarak filozof Kiergaard’ı görmektedir. Ve onun için şöyle demiştir : “O beni bir arkadaş gibi doğruluyor“

* Sinema : Kafka’nın filmlerden pek de etkilendiği söylenemez; yazılarında uygun ifadeler eksiktir bu yüzden birçok kez metinlerini bizzat yeniden yapılandırmıştır. Hikâyelerinde film konularını inceleyip üzerinde kafa yorduğu için farklı karakterler yaratmıştır. Konu, komik resimlerin birbiri ardına sıralanmasıyla oluşur ve abartılıdır; burada edebi yoğunluk kendini sözlü olarak gösterir. Kafka’nın hikâyelerindeki film her zaman o anı konu alır: büyük şehirdeki trafiğin ritmi, korkunun dışa vurumu gibi. Bu tür figürlere özellikle “Kayıp” romanında rastlanır.








Böyle buyurdu Zerdüşt :

* 'Böyle Buyurdu Zerdüşt: Herkes ve Hiçkimse için Bir Kitap', Alman filozof Friedrich Nietzsche tarafından kaleme alınmış bir kitaptır (1883–1885). Kitabı belirli bir kategori içerisinde tanımlamak genelde zor olmuştur: Bir edebiyat eseri ve aynı zamanda felsefî bir çalışmadır. Nietzsche kendisi kitabı "yazılmış en derin" eser olarak tanımlamıştır. Eser, birçok farklı konu ve tarz barındırmaktadır. Nietzsche'nin felsefî görüşleri açısından önemli bir yer tutan kitap, birçok eleştiriye maruz kalmıştır.

* Bu kitapta Nietzsche şiirsel bir uslûpla felsefi meseleleri dile getirmiş, kendi felsefi düşüncelerini ve kavramlarını açıklamıştır. Nietzsche felsefesinin ana yapıtıdır.Kendi deyimiyle: “Yazılmış en yüce kitap, insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağan”dır.

* Nietzsche, felsefe alanında yalnızca metnin içeriğiyle değil, uslûbu ya da söylemiyle de yakından ilgilenmiş, yeni düşünceleri yeni söyleyişlerle dile getirme prensibiyle hareket etmiştir. Böyle Buyurdu Zerdüşt, bu anlamda felsefeye yeni bir içerik katkısından ibaret olmayıp yeni bir söylemsellik de getirmiştir.

* Eserin geneli özdeyişlerden (aforizmalardan) oluşur. Nietzsche anlatmak istediği konuyu, benzetmeler ya da imalar kullanarak aktarır. Bu şekilde, okuyucunun bahsedilen konu hakkında düşünmesini ve kendisine ait bir yargıya ulaşmasını beklemektedir.

* Yazılarını bilmece, okuyucuları da bilmeceleri çözen kişi, bulucu olarak tanımlamıştır. Fakat onun bu üslubu, zaman içinde felsefesinin algılanışını etkileyen kasıtlı çarpıtmaları ve yanlış anlaşılmaları doğurmuştur. Yaşadığı çağda kimsenin kendisini anlamasını beklemediğini, onu duyacak kulakların olmadığını söyleyen Nietzsche, bunun sebebi olarak da yaşadığı çağa ait olmamasını gösterir.





* Kitapta Zerdüşt isimli karekterin gözlemleri ve bu gözlemler üzerine ürettiği düşünceler yer alır. Karakterin ismi, İranlı bir peygamber olan, Zerdüşt Peygamber'in ismiyle aynıdır.Bu durum zaman zaman “Böyle buyurdu Zerdüşt” ün bir kutsal kitap olarak algılanmasına neden olmuştur. Nietzsche bu yanlış anlaşılmayı öngörmüş ve: “Zerdüşt adı ne anlama geliyor, sormadılar bana, sormalıydılar: Çünkü o İranlının tarihteki, korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir. Burada konuşan ne bir peygamberdir ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Bağnazın biri değil burada konuşan, vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada.” cümleleriyle bu çarpıtmaların da önüne geçmiştir.


Eserleri:

* 1933 – 1945 yılları arasında Kafka da tıpkı diğer bütün saygın Yahudi yazarlar gibi yasaklanan yazarlar arasındaydı. Hatta Kafka, Nazi döneminde yasaklanan yazarların başında geliyordu. Eserleri yakılacak kitapların arasındaydı.

Kafka’nın müsveddelerinin yayımlanmasıyla ilgili tartışma

* Yaşadığı dönemde Kafka, geniş çevrelerce pek fazla tanınmıyordu. Kafka eğer yazdığı kısa metinlerin dışındaki eserlerin de yayımlanmasına izin verseydi, bu durumum belki daha farklı olabilirdi. Kafka ne kendi eserlerine ne de yazarlığına güveniyordu; bu güvensizlik öyle boyutlara ulaşmıştı ki; en yakın arkadaşı ve vasiyetini bıraktığı Max Brod’a yayımlamadığı eserlerini yakıp yok etmesini vasiyet etmiştir.

* 29 Kasım 1922’de araştırmalar sonucunda bulunan belgede, Kafka’nın şöyle belirttiğini görüyoruz: “Ortaya koyduğum bütün eserlerden sadece şu belirttiklerim geçerlidir “Yargı”, “Ateşçi”, “Dönüşüm”, “Ceza Kolonisi”, “Köy Hekimi”; hikâyelerimden ise: “Açlık Sanatı” (“Gözlem’in“ bir örneğinin kalmasını istiyorum, kimse bu hikâyeyi yok etme zahmetini çekmesin, fakat onun yeni basımının olmasını da istemiyorum.) Bu belirttiğim beş kitabın ve hikâyenin geçerli olduğunu söylemem kesinlikle onların yeniden basılıp, yayımlanması anlamına gelmesin; aksine ben bu eserlerin hepsinin yakılıp yok edilmesinden yanayım. Eğer bu kitaplara ulaşmak isteyenler varsa onlara da engel olamam.“

* Kafka’nın Brod’dan istediği, kitaplarının yakılıp yok edilmesiydi; fakat Brod bunu yapmadı. Bugün de Brod’un verdiği kararın doğru olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Yapıtlarının bir bölümünü de Kafka yaşadığı dönemde bizzat yok etmiştir. Kafka ancak 2. Dünya Savaşından sonra dünyaca üne kavuşabilmiştir, önce ABD ve Fransa’da, 50’li yıllarda ise Almanca konuşulan bölgelerde ünlenmiştir. 1963 yılında Prag’daki Liblice şatosunda ağırlıklı konusu yabancılaşma olan, Kafka üzerine uluslararası bir konferans düzenlenmiştir.

* Alman ordularının Prag’a girmelerinden kısa bir süre önce, 1939 yılında Brod, Kafka’nın müsveddelerini İsrail’e kaçırmayı başardı. 1945’de bu müsveddeleri sekreteri Ilse Ester Hoffe’ye gönderdi ve aynen şöyle yazıyordu notunda: “Sevgili Hester, 1945 yılında sana Kafka’nın bana ait olan bütün el yazmanlarını ve mektuplarını gönderdim.“

* Hoffe bu müsveddelerden bazılarını satın aldı, satın aldığı eserler arasında mektuplar, posta kartları ve “Yargı” romanının el yazması bulunuyordu, bu eser 1988 yılında 3.5 milyon marka Londra’daki bir edebiyat arşivine kaldırılmıştır. Diğer el yazmalarını ise Hoffe, kızları Eva ve Ruth Hoffe’ye göndermiştir.


Kafka’nın yaşadığı dönemde yayımlanan eserleri :

* Dua eden adamla sohbet, Gözlem, Yargı, Ateşçi, Ceza Kolonisi, Dönüşüm,Yasanın Önünde (dava),Bir Köy Hekimi,Açlık Sanatçısı…15 eser

Kafka’nın ölümünden sonra yayımlanan eserleri
* Dava, Şato,Gezinti, Bir Köpeğin Araştırmaları,Babaya Mektup, Bir Savaşn Tasfiri,….28 eser.


Eserlerinin özellikleri:

* Kafka’nın eserlerindeki roman kahramanları sonunun nereye varacağını bilmedikleri labirentlerden geçerler ve sonunda bilinmeyen kudrete ulaştırılırlar. “Şato” romanı da tıpkı “Dava” romanındaki mahkeme binasında olduğu gibi karmakarışık odaların bulunduğu labirentlerden oluşmaktadır, aynı zamanda “Kayıp” ( Brod tarafından “Amerika” başlığı adı altında yayımlanmıştır) romanında tuhaf, birbiriyle alakasız sahneler – bir gemi, bir otel, bunların yanında Karl Roßmann amcanın odası, kahramanlar – devasadır.

* Kafka’nın hemen her eserinde, örneğin: “Çin Seddi“, “Bir Köğeğin Araştırmaları“, “Kısa Fabl“, hikâyenin kahramanları başarılı olamamıştır ve boş yere ölmüştür, hikâyelerinde ağırlıklı olarak ele alınan konu budur. Bu hikâyelerde her şey tamamıyla gerçekçi değildir, olaylar bilinçli olarak ironiyle anlatılmıştır.

* Hikâyelerinin konularının bir diğer olmazsa olmazı da, hikâyenin kahramanının bilinmeyen yasalara istemeden karşı gelmesi; ya da çiğnediği yasayı hiç bilememesidir (“Yasanın Önünde”, “Ceza Sömürgesi”, “Çiftlik Kapısına Vuruş”, “Yasalar Sorunu Üzerine”). Tıpkı “Dava” ve “Şato” romanlarının kahramanlarında olduğu gibi, hikâyenin kahramanları da kendileri için yasak olan olaylarla hikâyeye yön verir, hikâyenin gidişatını bu olaylar belirler.

* Kafka’yı ekspresyonistlerden ayıran da Kafka’nın olağandışı olayları tanımlayıp, anlaşılır bir şekilde tarif edip, bu olayları doğal bir oluşum gibi yansıtan tarzıdır. Bu duruma özellikle de Kafka’nın hikâyelerinde rastlanır. “Ceza Kolonisi”ndeki yasallaştırılmış acımasızlıkta, “Dönüşüm” eserinde insanın bir hayvana dönüşmesinde ya da “Akademi İçin Bir Rapor” adlı eserlerinde bu durum açıkça görülebilir. Kafka eserlerinde basitçe günlük yaşamdaki bir olaya şekil vermemiştir; ondan ziyade kendi kurallarıyla kendi dünyasını yaratmıştır. Kafka’yı diğerlerinden ayıran, Kafka’yı Kafka yapan da budur. Bu durum sonradan „Kafkaesk“ (Kafkavari) kavramının yerleşmesini sağlamıştır.


Dönüşüm:

* “Dönüşüm” Kafka’nın 1912 yılında oluşturduğu ve tüm eserleri içinde belirleyici yere sahip bir hikâyedir. Daha sonra bu hikâye 1915 yılında “Beyaz Sayfalar” adlı dergide yayımlanmıştır. Aralık 1915’te de kitap olarak “En Erken Gün” adlı yazı dizisinde Kurt Wolff tarafından yayımlanmıştır.
* Birinci bölüm: Gregor Samsa günün birinde kötü kâbuslar görerek uyanır ve kendisini insan büyüklüğünde bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Bu dönüşümle birlikte bütün hayatı alt üst olmuştur. Her zamanki gibi kalkıp işe gitmek ister, fakat bunu yapamaz, artık normal bir insan değildir, bu haldeyken çalışamayacağını anlar. Bütün ailenin de ekonomik yükü Gregor’un üzerindedir. Gregor böceğe dönüşünce onun yerine artık babası çalışmak zorundadır.

* İkinci bölüm: Gregor’a tek yakın kişi kız kardeşi Grete’dir. Çünkü onun konservatuarda okuması için elinden gelen her şeyi yapmıştır Gregor. başlarda böceğe dönüşmüş ağabeyi ile çok iyi ilgilenir, fakat ilerleyen bölümlerde ilgisi azalır; ona eskisi gibi iyi bakmamaktadır, odasını temizlememektedir, eskisi gibi güzel yemekler getirmemektedir. Gregor’un durumu gittikçe kötüleşir. Odadayken üstüne bir şişe düşer ve Gregor, yüzünden ağır bir şekilde yaralanır; daha sonra sinirlenen babası ona bir elma atar ve tekrardan ağır bir şekilde yaralanmasına neden olur.

* Üçüncü bölüm: İlerleyen aylarda Gregor yüzündeki ve sırtındaki ağrılarla yaşar, neredeyse hiçbir şey yemez. Ailesi onu artık tamamen gözden çıkarmıştır. Haliyle aile, Gregor da çalışmayınca finansal problemler yaşar ve eve üç kiracı almaya karar verir. Gregor da ailesinden tamamen kopmuştur artık, onlara katılmaz, sadece akşamları odanın kapısı aile üyeleri toplandığında açık bırakılır, böylece Gregor kendisini yalnız hissetmez.

* Günün birinde odanın kapısı açık unutulur, dışarıdan gelen müzik sesini duyan Gregor odadan çıkarak müziğin geldiği odaya doğru ilerler; tam o sırada kiracılardan bir tanesi Gregor’u fark eder ve aileyi bu olayı herkese yaymakla tehdit eder ve evin kirasını da ödemez.

* Gregor artık ailesi tarafından tamamen istenmediğini anlar ve o günün sabahında ölü bulunur. Ölüsü ise hizmetçi tarafından ortadan kaldırılır.





DAVA :

* Dava” Franz Kafka’nın “Amerika” ve “Şato” gibi bitirilmeyen ve Kafka’nın ölümünden sonra yayımlanan üç romanından biridir.

* Konu: Bir kişinin haksız ve ne ile suçlandığını bilmeden mahkemelere düşmesi ve onun verdiği mücadelenin boşa çıkması.

Özet :

Romanın başkahramanı Josef K, 30. yaş gününün sabahı tutuklanır; fakat kendisi de ne suç işlediğini bilmemektedir. Alışılmadık bir biçimde, tutuklu olmasına rağmen bu durum onun günlük hayatını pek etkilemez. Josef K neden tutuklandığını anlamaya çalışır, bir yandan da kendini nasıl haklı çıkarabileceğini düşünür. Yargılanacağı mahkeme de son derece gariptir, mahkeme çatı katındadır ve mahkemeyle bağlantıları olan kadınlar da bulunmaktadır, bu kadınlar K’yı cazibeleriyle baştan çıkarmaktadır. Josef K tüm bu olan bitenin içinde kendine bir çıkış yolu aramaktadır. Bir türlü bir çıkış yolu bulamaz. İşler her geçen gün Josef K için daha karmaşık hale gelir. K ne için, kim tarafından yargılandığını anlamaya çalıştıysa da bütün çabaları boşa gider ve en sonunda bir türlü ulaşamadığı mahkemenin en üst mercisi tarafından ölüm cezasına çarptırılır. 31. yaş gününde Josef K iki kişi tarafından alınıp, bir taş ocağında “bir köpek gibi” öldürülür.

Karakterler:

* Joseph K. : Otuz yaşında bir bekar ve başarılı bir bankacı. Renksiz bir insan. Belirli kötülükleri veya erdemleri, kişisel bağları yoktur.

* Frau Grubac : Joseph’in ev sahibesi. Joseph’e annesiymiş gibi davranır ve ona hayrandır. Ayrıca diğer insanlara da saygıyla yaklaşan biri.

* Fraulein Brüstner : Joseph’in kiralik evinde oturan bir daktilograf. Kitapta geçmişleri verilmemiş olsa da K.ile tutuklanmasının akşamında yakınlaşırlar.

* Amca: K.nın vasisi; tutuklandığını duyduğunda yanına gelir ve başta ailenin onurunu kurtarmak için Avukat arkadaşını devreye sokar.

* Huld : Joseph’in daniştiği avukat. Mahkeme çevrelerinde etkisi olduğu iddia ederse de hiçbir şey başaramaz.

* Leni : Huld’un ev işlerine bakan kadın. Şuh bir kadındır. Patronun tüm müvekkillerine kur yapar.

* Titorelli : K.’nın bir müşterisi tarafından önerilen Joseph’e yardım etmek isteyen bir mahkeme ressamı.

* Papaz : Katedralin papazı. Joseph’e, durumun kötü olacağini anlatmaya çalışır.

* Mübaşirin karısı, mübaşir, üniversite öğrencisi-hakimin yardımcısı
İzlenimler

* Yaz için biraz iç karartıcı ancak merak uyandıran
* Kendi karakterinden izler var (depresif)
* Paragraf düzeni yok, okumayı zorlaştırıyor.
* Tasvirleri güzel ve bol
* Kuşatılmışlık ve bir şey yapamama duygusunu kuvvetli bir şekilde veriyor
* Özgürlüğün kaybı ve sonunda yenik düşmeyi veriyor.
* Ergenekon’la çok benzeşen bir dava.
*“Elindeki tüm değerleri kaybetmek, kendinin herşeyden soğumasını sağlayabilir ama buna direnmen seni, hayata döndürecek tek kurtuluştur.”

Sürekli garip ve şaşırtıcı olaylar, kişiler, mekanlar

* Tutuklanması,
* Kadınların kendilerini ona sunuş biçimleri,
* Normalde olayları akışına bırakan birinin ilk savunmasında düzene karşı yaptığı savunma ve beklenmeyen kahramanlık,
* Mahkeme mekanlarının rezalet durumu
* Avukatlar / kaçak avukatlar : Hakimler nezdinde bir işlevleri olması bir mucize ancak onlarsız da olmuyor, bir kere tutuklanınca aklanma şansının olmaması ancak kısmi aklanma ya da sürüncemede bırakma
* Kanunların hiç kimse tarafından bir netliği olmaması,
* Bankadakilerin davranışları,
* Cellatın banka memurlarını bankada dövmesi,
* Herkesin garip bir şekilde tutuklamadan haberi olması,
* Herkesin yardım etmeye çalışması,





Aforizmalar:

* Önceleri sorularıma neden cevap alamadığımı anlayamıyordum, şimdiyse soru sorabileceğime nasıl inanabildiğimi anlayamıyorum. Ama gerçekte inanmıyordum ki, soruyorum sadece.

* Bir kafes, kuş aramaya çıkmış.

* Gerçek bölünemez, bu yüzden kendini tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.

* Sanatımız, gözümüzün Gerçek'le kamaşmasıdır.Geri geri kaçan ucube maskelere vuran ışıktır gerçek, başka bir şey değil.

* Kıyamet Günü'nü böyle adlandırmamızın nedeni ancak bizim zaman kavramımızdandır; aslında o bir tür sıkıyönetim mahkemesidir.

* Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?

* Bir hedef var, ama yol yok; bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır.

* Önümde dursan ve bana baksan; içimdeki acılar hakkında ne bilebilirsin ki; ben seninkiler hakkında ne bilebilirim ki? Ve ayaklarına kapanıp ağlasam ve anlatsam; sana cehennemin sıcak ve korkunç olduğunu anlatsalar; benim hakkımda cehenneme ilişkin bildiklerinden daha fazla bilecek misin? Bu yüzden bile biz insanlar cehennemin kapısının önündeymişiz gibi birbirimizin karşısında o kadar saygılı, o kadar düsünceli, o kadar sevgiyle durmamız gerek.

* Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı.

* Duvar kendisine çakılmak üzere olan çivinin ucunu nasıl hissederse, o da şakağında öyle hissetti. Dolayısıyla hissetmedi.

* Aylaklık bütün kötülüklerin kaynağı, bütün erdemlerin tacıdır.

* Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir. (Dr. Murnau)

* Ev halkını koruyan Tanrıya inanmaktan daha keyif veren ne olabilir!
* Seninle dünya arasındaki bir kavgada dünya üzerine bahse gir.

* Öff, dedi fare.Dünya da günden güne daraliyor.İlkin bir genişti ki, korktum,
koştum ileri, uzakta sağlı sollu duvarları görür görmez dünyalar benim oldu. Ama bu uzun duvarlar da öyle çabuk birbirlerine doğru ilerliyorlar ki,en son odadayım işte; orada, köşede de kapan duruyor, gitgide kısılacağım kapana. Kedi:Sen de öyleyse yönünü değiştir,dedi ve kedi fareyi yedi.

* Kim terkedilmiş bir hayat yaşar, ama yine de bazen insanlar arasina karişmak isteğini duyarsa, kim günün değişik zamanlarını, havadaki, is durumundaki vb. değişiklikleri dikkate alarak tutunabileceği bir insan kolu görmek isterse, sokağa bakan bir pencere olmadan uzun süre yapamaz.

* Düz bir yolda yürüyor olsaydın, tüm ilerleme isteğine rağmen hala gerisin geriye gitseydin, o zaman bu çaresiz bir durum olurdu; ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik bir yamacı tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması, bulunduğun yerin durumundan ileri gelebilir, o zaman da umutsuzluğa kapılmana gerek yoktur.

* Av köpekleri henüz avluda oynuyorlar; ama avları daha şimdiden ormanın içinde ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kaçamayacaklar..

* Bürokrat için insanca ilişkiler değil, yalnızca nesne ilişkileri vardır. İnsan evrağa dönüşür. Evrağa verilen sayı ile belirgin kılınan, ölmüş bir varlık olarak evrağın akışına girer. Bu varlık, şahsen çağrıldığı zaman bile bir kişi değil, yalnızca 'olay'dır. 'Konu' ile ilgili olmayan ne varsa akıp gitmiştir. Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu duyumsar. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur...

* Kargalar, bir tek karganin göğü yok edebilecegini ileri sürer. Ona kuşku yok; ama göklerin kulağı duymaz böyle bir savı, çünkü gökler kargaların yokluğu demektir.

* Yaşama başladığın anda iki görev; sınırlarını her an daraltmak ve bu sınırları aştığın anlarda da gizlenmeyi başarıp başaramadığını her an sorgulamak.

* Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamak ne büyük bir mutluluktur.

* Belki bir şeylere sahipsin, ama kendi varlığın yok savına verdiği cevap, bir titreme ve yürek çarpıntısı oldu sadece...

* Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir : masanın üstündeki elmayı bir an olsun görebilmek için boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir de, elmayı alıp yanındaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü...

*Bir merdivenin üzerine basılmaktan yeterince çukurlaşmamış basamağı, basamağın kendi açısından, ıssız çakılmış bir tahta parçasıdır yalnız.

* Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle... Dinleme bile, sadece bekle...Bekleme bile, gerçekten sakin ve yalnız ol. Dünya özgürce sunacaktir kendini sana...Maskesinden sıyrılmak için başka seceneği yok, huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine...

* Doğru yol gergin bir ip boyunca gider; yükseğe değil de, hemen yerin üzerine gerilmiştir bu ip. Üzerinde yürünmek değil de insanı çelmelemek içindir sanki.

* İnsanların tüm kusurları sabırsızlık, yaptıkları işte yönteme vaktinden önce son veriş ve sözde bir sorunu, sözde bir çit içine almaktır.

* İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: Sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için Cennet'ten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. Ama belki de belli başlı sadece bir günahları var: sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü kovulmuşlardı, sabırsızlıklarından ötür geri dönemiyorlar.

* Belirli bir noktadan sonra geri dönüş yoktur. Bu noktaya erişmek de gerekir.

* Kötü'nün elindeki en ayartıcı silah, savaşa çağrıdır. Kadınlarla yapılan savaşa benzer ki sonu yatakta biter.

*Bilgeliğin başladığına ilk işaret, ölmek isteğidir. Bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez. İnsan ölmek istediği için utanmaz artık; nefret ettiği eski hücresinden alınıp ilk işi nefret etmeyi öğrenmek olacağı yeni hücresine konulmak için yalvarıp yakarır. Bunda belirli bir inancın kalıntısı da etkilidir; taşınma sırasında efendi koridorda görünecek, tutukluya şöyle bir bakacak ve diyecektir ki: "Bu adamın yeniden hücreye kapatılmasına gerek yok. O bana geliyor artık.3 Mayıs 2011

* Sonbaharda bir yol gibi: Temiz pak süpürüyorsun, sonra yol bir kez daha kurumuş yapraklarla örtülüyor.

* Kötü'nün ondan bir şeyler gizleyebileceğinize inanmanızı sağlamasına izin vermeyin.

* Sen ödevsin. Ama görünürde öğrenci yok.

* Gerçek düşmandan sınırsız bir cesaret akar içinize.

* Kötü'ye bir kere kapılarını açmaya gör, kendisine inanılmasını beklemez artık.

* İyi, bir bakıma rahatsızlık vericidir.

* Din fedaileri bedeni küçümsemez, çarmıha gererek yüceltirler onu; bu açıdan düşmanlarıyla aynı görüştedirler.

* İnsan, içinde yok edilemez bir şeyin varlığından sürekli emin olmadan yaşayamaz; ancak gerek bu yok edilemez şey gerekse de bu güven kendisinden daima gizli olabilir. Bu sürekli gizliliğin kendini açığa vurma yollarından biri, kişisel bir tanrıya inançta kendini gösterir.

* Yılanın aracılığı gerekliydi: Kötü, insanı ayartabilir; ama insan olamaz.

* Dünyayla arandaki savaşımda, dünyanın yanında ol.

* İnsan ancak olabildiğince az yalan söylediğinde olabildiğince az yalan söylemiş olur, yoksa olabildiğince az yalan söyleme fırsatını bulduğunda değil.

* Tinsel bir dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği elimizden umuduzu alır, ama bize bir kesinlik bağışlar.

* Kendini insanlığa bakarak sına. Şüphe edeni şüpheye, inananı inanca götürür bu.

* Giyotin gibi bir inanç. Onun kadar ağır, onun kadar hafif.

* Kendini sonsuz küçültmek ya da sonsuz küçük olmak.Birincisi mükemmelik yani eylemsizliktir; İkincisi başlangıç yani eylemdir.

* Bu dünya için koşumlarını takınman gülünç.

* Sonsuzluk yolunda nasıl böylesine kolayca ilerleyebildiğine hayret eden birisi vardı; gerçekte hızla bayır aşağı yuvarlanıyordu.

* Her şey bir aldatmacadır: En az yanılmaya bakmak, normal ölçüler içinde kalmak, en aşırının peşinden gitmek...


Referanslar : Wikipedi, Türkforum, ZevkliForum, Ekşi Sözlük, Aforizmalar


6 Haziran 2011 Pazartesi

Amélie Nothomb - Kara Sohbet

Bilmezlik Dolu Bir Diyalog



Yazmanın en zor kısımlarından biri de diyalog oluşturmak. Gerçeklikten uzaklaşmadan kişilerin konuşmalarını dile getirmek çok meşakkatli bir iş. Daha önceleri okuduğum roman ya da öykülerde konuşma bölümlerinin nasıl kurgulandığına çok dikkat etmemiştim. Sanırım çoğunda diyalogların su gibi akıyor olmasından olsa gerek. O akışkanlığı sağlamak için epey kıvrak bir zekâ gerektiğinin yeni yeni farkına varıyorum. Eğer konuşma cümleleri doğru kurgulanmazsa “kimse böyle konuşmaz” eleştirisi ve okurun metinden uzaklaşması kaçınılmaz oluyor! Bizzat yazmayı deneyip, gördüm.

Haydar Ergülen geçen gün Orhan Kemal Roman Armağanı töreninde Orhan Kemal romancılığının farklılığını ortaya koyarken; onun diyalog yaratmaktaki becerisinden ve yeni dönem metinlerde bundan ne kadar uzaklaşıldığından bahsedince; üzerinde tekrar düşündüğüm bir konu haline geldi romanlardaki konuşma cümleleri.



Ve bunun üzerine Kara Sohbet’i böyle bir inceleme şeklinde okudum. Kara Sohbet birbirini hiç tanımayan iki kişinin, sınırlı bir zaman diliminde, kısıtlı bir mekânda gerçekleşen konuşmalarından oluşan bir roman. Sadece diyaloglar ile mekânı, karakterleri, zamanı, olayları hem de yüz on sayfada anlatıyor. Eski Ahit’te yer alan “Dedim ki, dedi ki…” konuşma tarzına bile atıfta bulunuyor. Tüm romanı bir buçuk saat içinde okumak mümkün, hatta bence hiç ara vermeden bitirmekte fayda var. Bir dizinin yüz kırk dakika sürdüğü düşünülürse, bu süreyi ayırmak pek zor olmasa gerek! Bir tiyatroyu izlemek ya da iki kişinin konuşmasını dinlemek gibi bir okuma bu.

Bu kapkara sohbetin olay örgüsü, kurgusu tam, neredeyse kusursuz. Yazar bununla da yetinmeyip araya Goethe’den, yazmaya, Pascal’dan, Spinoza’ya, Lu Xun’dan, Paris’in mezarlıklarına bir yolculuğa çıkarıyor. “Seç, beğen, al” aforizmalarla metnini sabitliyor.

“Yüreğine gömmek fiili, yirminci yüzyılda nereye çekersen uzayan bir ifade” sy.92

Kıran Kırana “Stupeur et Tremblements” adlı romanıyla Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü'nü de almış bir yazar Amélie Nothomb. Kırkın üzerinde kitap yazmış, bunların bir kısmını yayımlatmasa bile nerede ise her yıl yeni bir kitabı çıkıyormuş. Sadece kırk dört yaşında. Yaşamını Belçika’da geçirmesine rağmen Japonya Kobe’de doğmuş. Ailesinin diplomat olması sebebiyle Çin, New York, Bangladeş, Birmanya ve Laos’ta yaşamış. Google’da görsellerini arattığımda karşıma çıkan, siyah, kuzguni saçlı, çılgın tavırlı ve cin gibi gözleriyle, her şeyi sorgular biriyle karşılaştığımı belirtmeliyim.



Romanın haklı sebeplerle diyaloga katılmak istemeyen kişisi Jérôme Angust “şu sürüsüne bereket, önemsiz işadamlarından” biridir. Yine bir iş toplantısına gitmek üzere havaalanındadır ve uçağı rötar yaptığı için bekleyecektir. Bekleme salonunda bir kitap okumaya başlar. Textor Texel ise münasebetsizlik yapıp Jérôme Angust’un bu okumasına mani olur. Textor Texel ’e göre “Okuyan insan, yani gerçekten okuyan insan, başka bir aleme geçer.” (sy.10) Hâlbuki Jérôme buradadır! Goethe’nin adlarından birinin de Textor olduğunu anlatarak konuşmaya başlar. Textor’un “tekst” sözcüğünden, dolayısıyla Latince “dokumak” anlamına gelen "texerre" fililinden türediğini açıkladıktan sonra soluksuz devam eder. Textor bu durumda metni dokuyan kişi yani “yazar” anlamına gelmektedir. Textor Texel telaffuzu zor ismi üzerinden daha çok konuşmaya niyetlidir. Dilbilimci Gustave Guilaume’un bir sözünü hatırlatır. “Kulağa hoş gelen şeyler, ruhu da okşar.”

Jérôme Angust bu durumdan oldukça rahatsızdır. Direnmeye çalışsa, hatta yer değiştirse bile Textor Texel’den kurtulması mümkün olmaz. Textor’un densizlikleri, anlattığı hikâyelerin ürkütücülüğü, kedi maması yemeye duyduğu saplantı, işlediği cinayetler, tüm ayrıntısıyla anlattığı tecavüzü ile kimsenin ruhunu okşaması mümkünlü değildir. Tüm metin boyunca süren konuşma bıçak sırtında ilerler. Tam bir baş belası olan Textor Texel; Jérôme Angust’a duyuların en korunmasızı olan işitme duyusu vasıtasıyla saldırmaktadır. -Tıpkı şu seçim süresince yaşadığımız talihsiz durumda olduğu gibi!- Jérôme Angust kulağını kapatsa bile bu uzun süremeyecektir. Çünkü Textor Texel’in de dediği gibi “insanoğlunun bedeni, tembel hayvan gibi bazı memelilerin tersine uzun süre bu pozisyonda kalmaya uygun değildir.” Hatta İsa bile çarmıha gerildiğinde ölüm sebebi “masum” çiviler değil de kollarını havada tuttuğu içindir(!)

Jérôme Angust içine düştüğü bu çıkmazı Lu Xun’un sivrisinek söylevinden alıntı ile açıklar. “Sivrisinek ısırması zaten yeterince sinir bozucuyken, yetmezmiş gibi hayvanın kulağınızın dibinde vızıldayıp durması gibi…”

Textor Texel Hollandalı'dır. Hollandalıların bir diğer icadı olan Jansenizmi özellikle sever. Samimi bir acımazsızlığı olan bu akımın önemli temsilcilerinden biri olan Pascal’dan alıntılar yaparak Jérôme Angust’un gerçeğini ince ince dokur.

- Ah, o kahredici, yiyip bitiren suçluluk duygusu!

Romanın arkasında “Kara Sohbet'te de gerilimi giderek artırıyor, olayları muzipçe öykülüyor ve her kitabında olduğu gibi, beklenmedik bir sona ulaşıyor. Kara Sohbet, müthiş bir kara mizah diyaloğu.” yazsa da açıkçası ben öyle beklenmedik bir final göremedim. Bir anlığına bile “süprizli bir son hazırlamak” için böyle kurgulandığını düşünmedim. Yazarın yavaş yavaş bir çözülmeyi, kırılmayı anlatmak ve okuru da sarsmak istediğini tahayyül ediyorum.



Yazının başında roman için bir tiyatro metni gibi demiştim. Tiyatro Duru bu romandan uyarlama olan oyunu ile üç sezon boyunca oldukça iyi eleştiriler almış. Umarım tekrar sahnelenir de izleme fırsatı bulabilirim.


Cosmétique de l'ennemi romanından uyarlanan bir diğer oyun Fransa’da epey ses getirmiş. Engellenene kadar buyurun, buradan izleyiniz!


İyi Okumalar ve seyirler dilerim.

Gülda


Vidéo Cosmétique de l'ennemi (Amelie Nothomb) jeguy06


3 Haziran 2011 Cuma

Nazım Hikmet

Ölümün Âdil Olması İçin Hayatın Âdil Olması Lâzım!

Yonca ile el ele tutuşup gitmiştim Nazım Hikmet’in mezarına! Gözyaşlarımızı tutamamıştık Moskova'nın orta yerinde. Biz "haç görevindeymişçesine" önce huzur dolup, ardından ağırlığıyla yorgun düşmüştük dönerken.




Hiç unutmak istemeyeceğim bir gündü o gün. Metroya binip bir türlü harflerine vakıf olamadığımız kelimeleri yapbozun parçalarıymışçasına yerleştirip Sportivnaya durağında inmiştik. Acıkmıştık yine! Novodeviçye Manastırı'nın oklarını takip edip, büyükçe bir parkı elimizde pastaneden aldığımız yağlı, kötü pastaları yiyerek geçmiştik. Novodeviçye Mezarlığı'na girerken manastırın çanları da eşlik ediyordu bize. Öyle kolay olmadı mezarı bulmak. Gogol’un, Çehov’un ve nicesinin mezarlarına hayranlıkla bakakaldık öncesinde. Heykeller, kabartmalar, yazılarla bezenmişti her biri. Muhteşem bir bahçeydi, toprağın o kokusunu saymazsak eğer!






Rusya’nın tüm önemli kişilerini geçip sola dönmüştük bir başka bölümde orada bekliyordu Nazım Hikmet’in kabri. Bir hisle buluvermiştik, biraz şaşırmıştık dolayısıyla!



"Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni" demişti Nazım Hikmet "Vasiyet" şiirinde. O uzak köşede sevenleri bu dileği yerine getirmeyi denemiş. Anadolu’nun her bir yanından eklenmiş toprağı, bakır bir kabın içinde bekliyor mezarı. Kabın kenarında el oyası işlemeli mendiller…






“Irgat Osman ya da şehit Ayşe yatmıyordu” ama Ilya Ehrenburg oradaydı şükür ki! “Traktörlerle türküler geçmiyordu altbaşından mezarlığın.” Yerine manastırın çan sesleri eşlik ediyordu. Bir rakı şişesi duruyordu çoktan bitmiş, yarısı toprağın içine gömülmüş. Belli ki, gitmiş kabrin başında içmişti sevenleri.

"Rakı!!!
Bu meret öyle bir merettir ki,
acıyla içilir, tatlıyla içilir,
neşeyle içilir, ağlayarak içilir,
kavunla içilir, peynirle içilir,

İkisi beraber çok güzel içilir,
yemekle içilir, suyla içilir, susuz içilir,
sodayla içilir, şalgamla içilir...

Ama,

bir tek salakla içilmez... "



Dedim ya! öyle kalakaldık Yonca ile uzun süre. Farkında olmaksızın çoğaldık galiba…

"Hasretini, yokluğunu, sensizliği
Bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
gitgide çoğalarak
gitgide derinden işleyerek
öyle dayanılmaz oldu ki bu
seni boğabilirdim senden kurtulmak için
çünkü seni o kadar seviyorum. "


Ben 39. İstanbul Müzik Festivali açılışını kendimce Fazıl Say’ın muhteşem Nazım Hikmet Oratoryosu ile başlatmayı uygun görüyorum, buyurun sizi de beklerim.

En İçten Duygularıma,

Gülda








(*) VASİYET




Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan Beyin vurdurduğu
Irgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu
tarlalar ortamalı, kanallarda su
ne kuraklık, ne candarma korkusu
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemiştim ben
daha onlar düzülmeden
duymuştum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden
Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani....
1953, 27 Nisan




1 Haziran 2011 Çarşamba

BENİ ASLA BIRAKMA -KAZUO ISHIGURO

“Neden kaçmıyorsunuz? Nedir bu kabullenmişlik ve varolanı değiştirmeye çabalamaktan kaçmak ve olduğu gibi kabullenmek, haydi kaçın, en azından deneyin…”

Bu sözleri kitabın sonuna gelmeye yakın bir noktada içim sıkıntı, üzüntü ve burukluk duyarak söylediğimde ben de Kathy’nin yanında Norfolk’taydım ve onun “Çöpleri, dallara takılmış sallanan naylon parçalarını, tel örgülere takılmış tuhaf şeylerin oluşturduğu hattı düşünüyorken ve gözlerini kısıp çocukluğundan bu yana kaybettiği her şeyin buraya sürüklendiğini hayal edişine, şimdi Norfolk’ta hepsinin önünde duruşuna” tanıklık ettim. Sonra da arabasına dönüp nerede olması gerekiyorsa oraya doğru gitmek için yola çıkışının arkasından bakakaldım.

Kathy’nin buruk hikâyesi nerede ve ne zaman başlamıştı ve niye hiç müdahil olamamıştım, niye kendimi Kathy ve arkadaşları Ruth veya Tommy’nin yerine koyamamıştım?

Bunu yapamamıştım çünkü Kathy daha hikâyesinin başında buna izin vermemişti: “Benim adım Kathy H. Otuz bir yaşımdayım ve on bir yıldan uzun süredir bakıcıyım.” diyerek araya hiçbir aracıyı ve anlatıcıyı sokmayacağının ve bundan sonra hikâyenin kendi hafızasında kalan olaylara ve izlenimlere dayanacağı çok açıktı.

Değişken, güvenilmez ve bu yüzden de yanıltıcı olabilecek kendi yaşanmışlıklarına…Ki zaten Kathy bunu; “Aradan çok uzun zaman geçti, bu yüzden bazı şeyleri yanlış hatırlıyor olabilirim elbette..” diyerek tevsik de ediyordu.



Anladım ki;Ishiguro bir kez daha hikâye kahramanı ile benim arama bir set çekiyor ve onun dünyasına uzaktan bir seyirci, bir dinleyici olmamı istiyordu. Tıpkı Günden Kalanlar da ve Değişen Dünyada Bir Sanatçı da olduğu gibi…

Hailsham’deki Esrar Perdesi

Kathy’nin hikâyesinin çok uzaklarda olmayan bir zaman diliminde geçtiğini, Hailsham denilen bir okuldan mezun olduğunu, Hailsham’ı “bir zamanlar geçmişe gömmeye” çalıştığı dönemler olsa da artık bu konuda direnmeyi bıraktığını, Hailsham lafını duymanın bile insanları yeteri kadar germeye yettiğini öğreniyoruz ilk sayfalarda.

Bu bulanık ve güvenilmez geçmişe ait parçalarda Hailsham kadar Ruth ve Tommy adında iki arkadaşı ile de tanışıyoruz Kathy’nin; onların bağışçı olduğunu, Kathy’nin de sırasıyla ikisinin bakıcısı olduğunu öğrensek de hikâyede daha anlatılmayan ve acıtıcı bir gerçekliğin izlerini takip etmeye başlıyorsunuz.

Hailsham’de kurulu, dış dünyayla bağlantısı kopuk ancak pek çok açıdan iyi bir eğitim veren bu okulda öğrencilerinin küçüklüklerinden beri “özel” , “farklı” olduklarını öğreten “gözetmen” olarak çağrılan öğretmenler eşliğinde bir yaşam sürüyorlar.



Bu yaşam gerçek hayata atılacakları ve hayatta bulunmalarına yönelik amacı gerçekleştirecekleri ana kadar da Kulübelerde sürüyor. Bu amacın ne olduğunu çözümlemek Kathy’nin anlatımından dolayı pek mümkün olmuyor, hep bilinen ama asla açıkça söylenmeyen bir gerçekliğin parçalarını yavaş yavaş birleştiriyorsunuz. Hikâyenin başından beri beni okurken saran tedirginliğin üzerindeki tül perdesi aydınlanınca bir soğuk temas sırtınızdan aşağıya iniveriyor.

Gerçekten Hailsham’deki çocuklar gerçeği bilmiyorlar mıydı? “Şimdi geriye baktığımda, bu olay gerçekleştiğinde kendimiz hakkında bir şeyler bildiğimiz yaşta olduğumuzu görüyorum- kim olduğumuzu, gözetmenlerimizden ve dışarıdaki insanlardan farklı olduğumuzu biliyorduk- ama bunun ne anlama geldiğini henüz sindirememiştik”.

Bu konuda ise Tommy :” Gözetmenler bütün yıllar boyunca onlara neyi ne zaman söyleyeceklerini hep dikkatle ve bilerek zamanladıkları;yani onların her zaman verilen en son bilgileri anlamayacak kadar genç oldukları” yönünde bir teori ileri sürüyor.



Gerçeği Haykıran Gözetmen Lucy

Tüm bu bilinir bilinmezlik, anlatılmış anlatılmamışlık arasında Hailsham’deki herkes hayatlarının nasıl bir yol çizeceği konusunda bir fikir sahibi olsa da gene de çocukluğun ve ergenliğin verdiği heyacan ve umutla bazı planlar kurmaktan ve hayal etmekten kendilerini alamadıklarını gören ve kandırılmalarına katlanamayan Gözetmen Lucy :

“….Doğru düzgün bir hayat yaşayacaksanız bilmeniz gerekir. Hiçbiriniz Amerika’ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı olmayacaksınız. Geçen gün bazılarınızın planladığı gibi, hiçbiriniz süper marketlerde çalışmayacaksınız. Hayatlarınız sizin için önceden kararlaştırıldı. Yetişkin olacaksınız ve sizler yaşlanmadan, hatta orta yaşa gelmeden, hayati organlarınızı bağışlamaya başlayacaksınız. Her biriniz bu nedenle yaratıldınız….”

Diye gerçeği adeta haykırıyor çocukların yüzlerine bir gün…

Gerçek Dünyaya Tutunma Çabası: Satışlar ve Takaslar

Hikâyenin bu can alıcı noktası ilk kez bu kadar açık yüzüme vurulduktan sonra Hailsham’deki okul günlerindeki bazı olayların anlamı hafsılamda başka bir anlama bürünüverdi birden. Hem de çok acıtıcı bir şekilde. Bunlardan biri Satışlar. Ayda bir kez dışarıdan gelen kamyonette bulunan eşyalar okulda satışa çıkıyor ve çocuklar beğendiklerini alabiliyorlar.

Kathy bu konuda:” Satışlar bizim için önemliydi, çünkü bu sayede elimize dışarıdan bir şeyler geçiyordu….Şimdi geriye baktığımda o kadar heyacanlanmamızı komik buluyorum, çünkü Satışlar’da çoğunlukla hayal kırıklığı yaşardık. Özel sayılacak bir şey genellikle bulunmazdı, kuponlarımızı yıpranmaya yüz tutmuş ya da kırılmış şeylerin yerine aynılarını almaya harcardık. Ama sanırım şu önemliydi; hepimiz Satışlar’da özel bir şey bulmuştuk geçmişte; bir ceket, bir saat, hiç kullanılmayan ama gururla yatağımızın yanına yerleştirdiğimiz bir makas. Hepimiz bir zamanlar böyle bir eşya bulmuştuk Satışlar’da, bu nedenle ne kadar tersini göstermeye çalışsak da, eskiden hissettiğimiz umudu ya da yaşadığımız heyecanı üzerimizden silkip atamıyorduk.” diye anlatıyordu o günleri.

O an Hailsham’in çocukları nasıl dış dünyadan kopuk tuttuklarını, Hailsham’in dışındaki heryerin onlar için bir fantezi dünyası olduğunu ve o dış dünya ile ilgili sadece söylentilerden ve neyin olup olamayacağına dair edinilen bilgilerden ibaret bulunduğunu anlıyorsunuz. Dış dünya hem bir endişe kaynağı hem de merak konusu…
Diğer bir rutin uygulama da yılda dört kez gerçekleşen Takas ki bunda öğrenciler kendi yarattığı şeyleri sergiliyor böylelikle kendi kişisel eşya koleksiyonlarını oluşturabiliyor, yarattıkları ile değerlendiriliyorlar.



Bu yaratılanlardan en beğenilenleri Galeri’de sergileniyor ve gün gelince Madame denilen bir kişi tarafından satın alınıyor. Madame’in kim olduğu, neden her sene Galeri’den öğrencilerin yarattıklarını alıp götürdüğü konusu tam olarak bir esrar perdesi olarak hikâyenin sonuna kadar inik kalıyor. Kathy Takaslar için “…Şimdi şunu da görebiliyorum; Takaslar çok ince bir şekilde hepimizi etkiliyordu. Bir düşünün, kendi özel hazineniz olabilecek şeyleri üretmek için birbirinize bağlı olmak; bu ilişkilerinizi mutlaka etkileyecektir.” Diyor.

Bebeğim Beni Asla Bırakma…

Hailsham’deki çocuklardan korkan ve mesafeli duran Madame’ı günlerden bir gün şahit olduğu bir şey büründüğü zırhtan bir an sıyrılmasına ve ağlamasına sebebiyet veriyor. Kathy’nin Karanlıktan Sonra Şarkılar adlı bir albümde Beni Asla Bırakma adlı şarkı ve sonrasında yaşananlardır bunun sebebi. Ki bu sebep içinde bir gerçekliği de barındırmaktadır.

Bu gerçeklik Hailsham’deki hiçbir çocuğun bir bebeğe sahip olamayacağıdır. Ama bunu her kız çocuğu içgüdüsel bir biçimde hayal etmektedir. Kathy de o kız çocuklarından biridir:

“Bu şarkıyı bunca özel kılan neydi? Aslında sözlerini pek dinlemezdim; tek beklediğim yer: “Bebeğim, bebeğim beni asla bırakma…” diye devam eden bölümdü. Dinlerken çocuğu olmayan bir kadın hayal ederdim, bütün hayatı boyunca çocuk istemiş bir kadın. Sonra bir mucize eseri kadının bebeği olur.Bebeğini kucağında sıkı sıkı tutar ve yürürken şarkı söyler:”Bebeğim, beni asla bırakma” Hem çok mutlu olduğu , hem de başına bir şey gelmesinden korktuğu için; bebeği hastalanacak ya da elinden alınacak diye. O zamanlar bile bu yorumun doğru olmayacağını düşünürdüm, şarkının diğer sözlerine uymuyordu bu yorum. Ama beni ilgilendiren bu değildi. Şarkı benim söylediğim şey hakkındaydı ve ben onu tekrar tekrar dinlerdim, kendi başıma, her fırsatta.”

İşte yine öyle günlerden birinde Kathy olduğu yerde şarkının ritmine uygun biçimde salınıyor ve kucağında bir bebek tutuyormuş gibi yaparken ve bu sefer sanki bir bebekmiş gibi bir yastığı göğsüme bastırdığı bir anda odada yalnız olmadığını hisseder:

“Gözlerimi açtığımda karşımda, odanın kapısında Madame duruyordu. Kapı aralıktı ama Madame eşiğe bile gelmemişti. Koridorda, kımıltısız ayakta duruyordu, benim içerde ne yaptığımı görmek için başını hafifçe yana eğmişti. Tuhaf olan şu ki ağlıyordu. Beni hayal dünyasından çıkaran ses, belki de onun hıçkırıklarının sesiydi.”

Kaçınılmaz Sona Doğru Çoğalan Düşüncelerim

Her bir çocuğun organlarını bağışlayarak yavaş yavaş tükenişe doğru yol almadan önce hazin sonlarından önceki son duraklarında Ruth, Kathy ve Tommy bir arada yaşamaya başlarlar Kulübeler denilen yerlerde.

Kathy’nin hikâyesinde en baştan beri Tommy ve Kathy arasında- Kathy’nin anlatımlarından yola çıkılarak- “arkadaşlıktan öte” durumun sanki Ruth tarafından baltalandığı hissiyatına zaman zaman kapıldım. Okulda başlayan ve Kulübeler’de devam eden Ruth ve Tommy aşkı bir zaman sonra ayrılıkla sonuçlansa da aşklarını yaşamak için artık çok geç kalmış Kathy ve Tommy’nin Kulübelerde yayılmış ve arkadaşları Chrissee’nin söylediği bir söylencenin peşine düşmekten başka şansları kalmaması beni çok hüzünlendirdi:

“Birbirine gerçekten âşık bir kız ve bir erkek varsa, yani bu iki kişi gerçekten âşıksa ve bu konuda başkalarını ikna edebiliyorlarsa, o zaman Hailsham’ı yönetenler bu işi halledebiliyorlarmış.”

Bunun doğruluğunu öğrenmek için Kath ve Tommy’nin kısa süren çabası ve beni bir an için umutlandırmıştı okurken. Aşk her şeyin üstesinden gelebilir miydi gerçekten? Gerçekten bu çocukların da birer ruhları oldukları, bir iç dünyaları bulunduğunu gösterebilirler miydi? Kopyalandıkları modellerinin sadece suretlerinden öte seven, âşık olan, nefret eden, gördükleri, duydukları ve hissettikleri değerler ve şeyler doğrultusunda yaratıcı olabilenm bireyler olduklarını kanıtlarlarsa, bir şansları olabilir miydi?

O anda Ishiguro’nun bilimin geldiği noktalarda ahlak ve erdem sorgulamalarının ötesinde inceden inceye sevginin ve aşkın korunması gereken değerlerden olduğunu anlatmak istediğini düşündüm. Ishiguro, insan nedir, insanı insan yapan nedir sorularına cevap arıyor veya benim düşünmemi istiyordu. Sevginin korunması gereken bir değer olduğuna işaret ediyordu.



Beni Asla Bırakma en başında da dediğim gibi ben de sonlara doğru bir isyan etme isteği uyandırdı. Daha fazla mücadele etme, hayatımızın akşını değiştirmek için beklemekten daha fazlasını yapmak varken ve her şeyi olduğu gibi kabullenişi açıkçası kabullenmek istemedim. Umuda ne olmuştu? Bir anlık parlamadan mı ibaretti sadece? Yoksa insanlar çoktan umut etmeyi bıraktılar mı?diye düşündüm.

Ishiguro kitabın başında ve sonra da sonunda yer alan iki paragrafla bana bir şeyi daha gösterdi. Her ne kadar Ruth ve Tommy tükenmiş olsa ve Kath’in de tükenmek için az bir süresi kalsa da Hailsham’de geçen günleri, bir başka deyişle çocukluk günleri güzeldi. Geleceği olamasa da hatta geleceği kendisinden çalınmış olsa da çocukluk günleri hala taze ve kendine has bir mutluluğu resmediyordu. Kath ise bunu bakıcılık yaptığı ve tükenmek üzere olan bir klonun ona Hailsham’i anlattırması esnasında vardığı sonuçtan çıkarıyordum.

“Kendi geçmişini hatırlamayı hiç istemiyordu. Onun yerine , Hailsham hakkında bir şey duymak istiyordu…Hailsham’i sadece duymak değil, hatırlamak istiyordu; sanki kendi çocukluğu orada geçmiş gibi…İşte o zaman anladım, gerçekten anladım ki, biz çok şanslıydık; Tommy, Ruth , ben ve Hailsham’den gelen diğer herkes.”

İnsanın aklına Edip Cansever geliyor değil mi? Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk… Hiçbir yere gitmiyor…

Çocukluğumuzun ve Umudun
Bizi Asla Bırakmaması Dileğiyle…
Sevgiler
Billur


İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails