30 Temmuz 2009 Perşembe

YAVAŞ ADAM - J.M. COETZEE

Ilk defa okuduğum bir yazar Coetzee.

Geçenlerde blog’a Delibes’in Duo Des Flores adlı eserinin videosunu eklediğimde bahsetmiştim. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okudum kitabı.

Sade üslubu, karakterlerin tasviri, insan ruhunun dehlizlerini anlatımındaki başarı nedeniyle diğer romanlarını da okumaya karar verdim.


1940 yılında Güney Afrika’nın Cape Town kentinde doğan Coetzee, ailesi 17. y.y’da Güney Afrika’ya gelen ilk Hollandalı göçmenlerdenmiş. Cape Town Üniversitesi’nde matematik ve İngilizce okuduktan sonra 1960’ların başında Londra’ya taşınmış. Bir süre IBM firmasında bilgisayar programcısı olarak çalışmış.

İlk yıllarını 1997 yılında yayımlanan kitabı Boyhood’da, Londra’da geçirdiği dönemle ilgili tecrübelerini de 2002 yılında yayımlanan Youth adlı kitabında anlatmış.

Doktorasını Teksas Üniversitesi’nde yapmış, 1971 yılına kadar New York Eyalet Üniversitesi’nde İngilizce ve Edebiyat dersleri vermiş.

1971 yılında ABD’de kalıcı oturma izni için başvurmuş, ancak Vietnam Savaşı karşıtı protesto faaliyetlerinde adı geçtiğinden bu talebi reddedilmiş.

Sonrasında Güney Afrika’ya dönen Coetzee Cape Town Üniversitesinde ders vermeye başlamış.

2002 yılında emekli olduktan sonra Avustralya’nın Adelaide bölgesine yerleşmiş, 2006yılında Avustralya vatandaşı olmuş.

İki uzun öyküden oluşan ilk romanı Dusklands’de Vietnam’daki Amerikalılar ile Güney Afrika’daki Hollandalı yerleşmeciler arasındaki koşutlukları irdelemiş. Barbarları beklerken adlı romanı, 1980’de Güney Afrika’daki saygın Central News Agency Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş. İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülü’nü ise 1983’te Michael K. Nasıl Yaşadı? adlı romanıyla, 1999’da da Utanç adlı eseri ile iki kez almış.

Coetzee, 2003’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulunmuş.


Yavaş Adam, 60 yaşlarında fotoğrafçı Paul Rayment’ın bisiklet kazası ile başlıyor.

Annesi, babası ve kardeşi ölmüş, eşinden boşandıktan sonra da tek başına yaşamaya başlayan Paul Rayment, kasvetli olarak nitelendirilen büyük siyah mobilyalarla döşenmiş evinde, kendi dağınık dünyasında, ölümünden sonra devlet kütüphanesine bağışlamayı düşündüğü Fauchery orijinal fotoğraf koleksiyonu ve kitapları ile yaşamaktadır.

PR (yazar kitapta da Paul Rayment’ı sık sık bu şekilde adlandırıyor), araba kullanmaz, hep bisiklete biner. Bilgisayarı sadece yazılarını yazmak için kullanır, internete bağlanmak için, search yapmak için veya chatleşmek için kullanmaz. Fotoğraflarını karanlık odada tabetmeyi tercih eder, dijital baskı ise orijinal fotoğraf baskıcılığına yapılan en büyük haksızlıklardan biridir onun için.

Wayne Blight’ın arabasıyla bisikletine çarpmasından sonra bir bacağını dizden itibaren kaybeden PR, hayatının geri kalanını birilerine bağımlı olarak geçirmek durumunda kalmasıyla birlikte sakin kişiliğini de yitirir.

Sosyal hizmetler görevlisi Bayan Putts’un ısrarlarıyla birkaç başarısız bakıcı tecrübesinden sonra, Avustralya’ya Hırvatistan’dan göçmüş olan Marijana doğru kişi olarak PR’a bakmaya başlar.

Marijana evli ve 3 çocuk annesidir.

Yalnızlığa ve kısıtlı harekete mahkum olan Paul, Marijana’ya tutkuyla bağlanır. Onu bir gün bile görmese, evin içinde hareketleri ile yarattığı enerjiyi özlediğini fark eder. Üstelik Marijana’nın fotoğrafını gösterdiği oğlu Drago’yu da hiç sahip olamadığı oğlu yerine koymaya başlar.

Tutkusuna yenik düşmeye başladığı noktada ise, Coetzee’nin daha önceki eserlerinde de ana karakterlerden biri olan yazar Elizabeth Costello çıkar ortaya.

Paul’un akıl hocalığını, yol göstericiliğini üstlenir Costello bu romanda.

Paul, Marijana ve ailesini kanatları altına alıp, hiç doğmamış oğlu yerine koyduğu Drago’nun okul masraflarını üstlenmek ister.

Marijana ve ailesi ise Paul’ün bu ilgisinden rahatsızlık duymaya başlar ve aileyi parçalamaya çalıştığına inanırlar. Marijana, Paul’ün evine gidişlerini seyrekleştirir.

Elizabeth Costello, iki yaşlı insan olarak çok fazla ömürlerinin kalmadığını, son yıllarını yalnızlık içinde geçirmek yerine birbirlerine sırtlarını dayayarak güven içinde geçirmeyi teklif eder.

Kitabı okurken Paul Rayment’ın yalnız yaşlılığını düşündüm. Kendisine bakmaktaki acizliğini, hareketlerindeki kısıtlanmayı, yaşlılığın getirdiği vücut kokusunu anlatışını…

Henüz kendimi konumlandıramadım, daha yapacak çok şeyim olduğundan, oğlumu büyütmek zorunda olduğumdan bilinçaltımın derinliklerine itelediğim bir konu. Ama gözümün önündeki canlı örneklerini, annemi ve babamı düşündüm. Onları gözledim. Koltukta ağrıyan uzuvlarını çaresizce ovalarken, bazen Emre ile yarışacak kadar çocukça davranırken, artık eski enerjilerinin tükenmesi ile hafif kırgın isyanlarını dile getirirken…

Sanırım aşağıdaki satırlar, dile getirilmese bile tüm yaşlıların kafasında yer eden düşünceleri yeterince açıklıyor.

Paul Rayment : “Çocuklarının senin için bir şeyler yapmalarının vakti gelmedi mi?”

Elizabeth Costello: “Çocuklarım çok uzaktalar Paul, engin denizin ötesindeler. Ama sorunun cevabı hayır, çocuklarıma yük olmayı asla istemem. Olmazsa huzurevine giderim. Gerçi orada bana istediğim gibi bakmazlar korkarım.”

Paul Rayment: “Nasıl bir bakım istiyorsun ki? ‘Sevgiyle bakılmak’ mı?

Elizabeth Costello: “Evet, bu zamanda gerçekten zor bulunan bir şey, sevgiyle bakılmak. İnsan sadece iyi bir bakıcıyla yetinmek zorunda kalabiliyor.”

Peyman

28 Temmuz 2009 Salı

AĞIR ÖLÜM - PABLO NERUDA



Geçen hafta Radikal Kitap Ekinde de okuyunca tekrar hatırladığım bu muhteşem şiiri tatil süresince ablamın kulağına fısıldadıktan sonra sizinle de paylaşmak istedim.


Sevgiler

Bağımlılıklarına bağımlı Gülda

Ağır ölüm
Ağır ağır ölür
Alışkanlığının kölesi olanlar
Her gün aynı yoldan yürüyenler,
Giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler
Tanımadıklarıyla konuşmayanlar,
Ağır ağır ölür
Tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar
Beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
Gözleri ışıldatan esnemeyi gülümsemeye çeviren
Ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği
Küt küt attıran bir demet duygu yerine
İ harfinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler
Ağır ağır ölür
İşlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da
Bu durumu tersine çevirmeyenler
Bir düşü gerçekleştirmek adına
Kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar
Hayatlarında bir kez bile
Mantıklı bir öğüdün dışına çıkmamış olanlar
Ağır ağır ölür
Yolculuğa çıkmayanlar
Okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler,
Gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür
Özsaygısını ağır ağır yok ederler
Kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler
Ne kadar şanssız oldukları
Ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar
Daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
Bilmedikleri işler hakkında soru sormayanlar,
Bildikleri sorular hakkındaki soruları yanıtlamayanlar,
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden
Anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak
Yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır uğraştırır bizi
Muhteşem bir mutluluğun kapısına

Pablo Neruda (1904 - 1973)
Çeviren: İsmail Aksoy

DİNO BUZZATİ -TATAR ÇÖLÜ


Artık ben " Tatar Çölü'nü Okuyanlar" tarafındayım zira bir rivayete göre kimileri "bu ayrımı Mehmet Eroğlu yapıyor" diyor) insanlar Tatar Çölü'nü okuyanlar ve okumayanlar diye ikiye ayrılıyormuş.Benim okumayanlar tarafından ayrılıp öbür tarafa dahil olmama Gülda'nın bir kaç ay önce Mehmet Eroğlu'nun Okuma Listesi'ni bloga girmesi vesile oldu. Ben de bu listeyi takip edip orada önerilen her kitabı okumaya karar verdiğimde listenin başında Dino Buzzati'nin Tatar Çölü adlı romanı olduğunu gördüm.El mahkum kitabı aldım ve Datça tatilimde okumaya karar verdim. Daha önce hiç Dino Buzzati okumamıştım ve kütüphanemde de sadece "Öylesine Bir Aşk" adlı romanı olduğunu gördüm ama ben 20 yüzyılın başyapıtlarından biri olan Tatar Çölü'nü okuyacaktım. Kaytarma olmazdı.

Peki kimdi bu Dino Buzzati? Dino Buzzati Traverso'nun 1906'da doğmuş olduğunu ve 1972yılında da öldüğünü ve İtalyan romancı öykü yazarı ressam şair ve gazeteci olduğunu öğrendim. 1933 yılında ilk romanı “Barnabo della Montagne” (Dağların Barnabosu) yayımlanmış ve hemen arkasından Corriere dele sera tarafından Filistin'e gönderilmiş.


İkinci romanı “Il Seecreto del Bosco Vecchio” (Eski Korunun Gizemi) 1935'te, 1940 Haziran'ında da başyapıtı Il deserto dei Tartari (Tatar Çölü) yayımlanmış. Üç yıl bir savaş gemiside görev yaptıktan sonra savaş sonunda Tatar Çölü büyük ilgi görüyor ve Buzzati'yi bir anda İtalya'nın önde gelen yazarlarından birine dönüştürüyor. Uluslar arası başarısı ise Tatar Çölü'nün “Le Desert des Tartares” adıyla 1949 yılında Fransa'da basılmasından sonra gerçekleşiyor ve kısa sürede 20'den fazla dile çevrilmesine neden oluyor. 1953 yılında en başarılı oyunu olarak kabul edilen “ Un caso clinico” (Klinik Bir Vaka) gösteriliyor. Bu oyun 3 yıl sonra Albert Camus tarafından adapte edilerek Fransa'da gösteriliyor ve büyük başarı sağlıyor.

1963 yılında beşinci ve son romanı olan “Un amore” (Bir Aşk) yayımlanıyor. Buzzati 1958 yılında toplama öykülerinin yer aldığı kitapla İtalya'nın en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Strega Ödülü'nü; 1970 yılında da Ay'a ayak basan ilk insan hakkında kaleme aldığı makalesiyle de Mario Massai Ödülü'nü alıyor.Tatar Çölü aynı zamanda filme de alınmış.


Tatar Çölü'nün kahramanı Giovanni Drogo....Kitap onun Bastiani Kalesi'ne atanması ile başlıyor ve kaderin ağlarını onun için nasıl ördüğünü düşünürken aslında kendisinin kaderin ağlarını örmesine nasıl katkıda bulunduğuna trajikomik bir şekilde tanıklık ediyorsunuz.

İşin başında Drogo'nun kaleyi ilk andan itibaren terk etme isteğini, hatta bunun için çabaladığını (ya da çabaladığı izlenimini ediniyorsunuz) düşünüyorsunuz ancak giderek kaleye alıştığını,ilk başta yadırgadığı herşeyin zamanla kendisi için olağan bir hal alıp sıradanlaştığını ancak bunları değiştirmek için de hiçbir şekilde (ama ciddi bir şekilde ve değişiklik meydana getirecek bir biçimde) harekete geçmediğini görüyorsunuz. Ancak bunun farkına varmadığını, varmamak için de mantıklı hiçbir gerekçe olmamasına rağmen -gerçekliğinden bile emin olmadığı- bir söylentiyi nasıl umuda dönüştürdüğünü acı bir şekilde izliyorsunuz.


Drogo hayatı elinden akıp gider ve alışkanlıklarının yarattığı o güvenli ve hareketsiz dünyada ilerlerken hayatının fırsatını elde etmeyi umud ediyor.... Ve Bekliyor....Hepimizin beklediği gibi...(kimi zaman bir adamı, bir kadını,kariyerimizin parlak hale gelmesini ki çoğumuz içinde bulunduğumuz o işten nefret eder hale gelmişken) Bu fırsatın doğmasını ve umutlarının gerçek olmasını....Bir gün Düşman gelecek ve o kahraman olma fırsatını elde edecek...Kimdir bu düşman? Kuzeyden gelecek olan Tatarlar... Tatar Çölü'nden gelecek olan saldırı....Halbuki böyle bir şeyi umud etmek için herhangi bir tek geçerli bir nedeni bile yoktur. Tam tersine Drogo başkaları tarafından yaratılan bir umudun gerçekleşmesini dilemektedir ve kendi dünyası ve hayatı için bir şey ümit etmekten bile aciz duruma düşmüş ve başkalarının umuduna sığınmıştır adeta.

Hep bekler...Önünde uzun bir zaman vardır..... Gerçekten var mıdır bu zaman? Yoksa istediği değişimin ve mucizenin bir türlü olmaması ve hayatının değişmemesi nedeni ile uzun zaman dilimleri var gibi mi gelmektedir ona? Bazen şüpheye kapılır... Başka seçenekleri olduğunu hatırlar...O seçeneklerin ardından gitmek için adım atar ama yabnacılaşmış hisseder ve yine kalesine geri döner...Endişe duyar ama beklemeye devam eder...Değişim yaratmak ister ama kendi yarattığı girdaba kapılıp gider..Değişimi yaratmayı, beklemeyi sona erdirmeyi istediğini hatta çaba gösterdiğini kendi kendine düşünür ama kader sanki hep engel olur... ya da bu kader bahanesine sığınır...Sonunda yitip gider...Ancak yitip giderken bile hala mucizenin olacağına dair küçük bir kırıntı taşımaktadır...


Tatar Çölü zamanın durduğu Datça kıyılarında bana yaşamak, yaşama tutunmak ancak bunları gerçekleştirmek için çabalamak ve cesaret göstermek gerektiğini hatırlattı. Hepimiz hergün ilk gençlik yıllarının ardından aynı şeyleri yapıyoruz, kendimizi bir sürü bağımlılık ve alışkanlıklardan ibaret bir kalenin arkasında gizleniyoruz...Bu kalenin dışından gelecek her türlü "saldırı" (değişiklik) için hazırlıklıyız...Hiçkimsenin ve hiçbir şeyin bu kaleyi yıkmasına izin vermek istemiyoruz....Ama belki de kendimizi hapsediyoruz alışkanlıklarımızdan örülü sıradan dünyamızın kısır döngüsüne....Ancak içimizde de hep bu sırdanlıktan şikayet ediyoruz...Değişmesini umud ediyor...Bu umudun gerçekleşmesi için de bekliyoruz....Aslında hiçbir şey yapmadan bekliyoruz...Çünkü gereken yeterli cesareti gösteremiyoruz bir türlü...Sonra da bahanelerimize sığınıyoruz...Kaderci oluyoruz.. Kendimize acıyor ve "bu da benim yazgım" işte diyoruz...Değiştiremeyeceğimizi düşünüyoruz...

Ancak çaba göstermek gerekiyor...Güçlü bir şekilde, bahaneler bulmadan....Yoksa önümde uzun bir zaman var dediğiniz andan itibaren her an geçmişe kayıp gidiyor ve bir süre sonra hevesiniz de ölüyor..Hevesimizi, özellikle yaşam hevesimizi canlı tutmalıyız...

Bazı zamanlar hayatımı düşünürüm ve çocukluk yıllarımla 28 yaşına kadar dönem hala canlıdır ve sonrasının nasıl geçtiğini bir türlü çözümleyemem...Şimdi kırklı yaşlara azıcık kalmışken etrafıma şaşkınlık içinde bakmaktayım. 28 ila 38 arasında ne oldu? İlk gençlik yıllarım nasılda aklımda ve taze.....Ama sonrasında çok şey olmasına rağmen zaman akıp gitmiş....Bir şuursuzluk sarmış bedenimi ve ruhumu ...Sonra Dino Buzzati'nin şu satırları bana cevap verdi ve sarsıldım:

O zamana değin, çocukken insana sonsuz gibi görünen bir yolda yılların yavaş yavaş ve hafifçe geçtiği, böylece hiç kimsenin akıp gittiklerinin ayırdına varmadığı bir yolda, hep ilk gençliğinin kaygısızlığıyla ilerlemişti. İnsan bu yolda, sakin sakin, çevresine merakla bakarak ilerlerdi, aceleye gerçekten hiç gerek yoktu, ne arkanızda sizi sıkıştıran, ne de tabii, bekleyen hiç kimse bulunmazdı, arkadaşlarınız da kaygısız oynamak için sık sık durarak ilerlerdi. Evlerinin kapısından büyükler size dostça selam verir ve suçortaklığı dolu gülüşlerle ufku gösterirlerdi; böylece yürek yiğitçe ve tatlı arzularla çarpmaya başlar ve insan kendisini az ötede bekleyen harikulade şeylerin umudunu tadar; gerçi o şeyler henüz uzaktadır ama bir gün onlara ulaşılacağı kesin, tartışmasız bir biçimde kesindir.

Daha çok yol var mıdır? Yoo, şu ilerdeki nehri geçmek, şu yeşil tepeleri aşmak yeterlidir. Belki de varmışızdır bile. Şu ağaçlar, şu kırlar, şu beyaz ev belki de bizim aradığımız şeylerdir. Bir an bunun doğru olduğuna inanıp, orada durmak isteriz. Sonra, kulağımıza ilerde daha iyisinin olduğu çalınır ve tasasız bri biçimde yeniden yola koyuluruz.
İnsan böylelikle umut dolu, kendi yolunda gider durur; günler uzun ve sakindir, güneş yukarıda gökyüzünde parlamakta ve akşam bastığında üzülerek yok olmaya yüz tutmaktadır.

Ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasında bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. İşte o zaman bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırtına varırız; güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydığını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince yolun zorunlu son bulacağını anlarız."

PEKİ BEN BU YOLUN NERESİNDEYİM? PEKİ SİZ NEREDESİNİZ? DÖNÜŞÜN OLANAKSIZ OLDUĞU YERE DAHA ÇOK VAR MI? YOKSA BİR ŞEYLER DEĞİŞTİ Mİ FARKINA VARAMADAN? YA DA DEĞİŞTİ DE BEN HALA FARKINA VARMAK MI İSTEMİYORUM....ACABA ŞİMDİ HEMEN DURDUĞUM NOKTADAN HAREKET ETSEM....UMUDUN YANINDA HAREKETE DE GEÇSEM...ÇABA GÖSTERSEM....SAPLANIP KALDIĞIM VE DEĞİŞMESİNİ UMDUĞUM VR BEKLEDİĞİM HAYATIMDAKİ BAZI ŞEYLER İÇİN ELİMDEN GELENİN EN İYİSİNİ YAPSAM....BENİM İÇİN UMUT VAR MI? BEKLEYEN DEĞİL DE BEKLENİLEN OLSAM....KALEMİ TERK ETSEM....SİZLER BANA EŞLİK EDER MİSİNİZ? HAYDİ UZATIN ELİNİZİ....

YOKSA KORKUYOR MUSUNUZ? SİZİN BİLE OLMAYAN HAYALLER İÇİN BEKLEYECEK MİSİNİZ ? YOKSA ALIŞKANLIKLARINIZDAN KOPAMAYACAĞINIZI DÜŞÜNÜYOR VE BUNA MI İNANIYORSUNUZ? HAYDİ TUTUNALIM BİRBİRİMİZE YOKSA SONRA NE OLACAK BİLİYOR MUSUNUZ? ARKAMIZA DÖNECEK VE KAPANMIŞ KAPILARI AÇAMAYACAĞIZ BİR DAHA VE HİÇBİRİMİZ DİĞERİNİN HAYATINDA BEKLEDİĞİ MUCİZENİN GERÇEKLEŞMEMİŞ OLMASINI DİLEYEREK BİRBİRİMİZİ -ACI AMA GERÇEK- AVUTUR OLACAĞIZ "DAHA ÇOK ZAMAN VAR...HALA GEÇ KALMIŞ DEĞİLİZ DİYE"....

Sevgiler
Billur

24 Temmuz 2009 Cuma

Sıkılmadan İzlediğim Filmlerden 1 Kaçı



Klasik film hastalığım üniversite yıllarında başladı. Full-Time üniversiteye giderken Part-Time hep çalıştım. Sağ olsunlar ailem üniversite parasını ödüyordu, bende Part-Time işimden geçen parayla okul kitaplarımı, günlük yaşantı ve tabiî ki Klasik Sinema VHS masraflarımı çıkarıyordum. Şimdi Aycan içinden diğer ana masrafını neden söylemiyorsun diye geçiriyordur....

O içinden geçire dursun.....



Satisfied!...

Koyabileceğim o kadar çok film var ki... ama ben bunları seçtim çünkü;

1.) Çok kuvvetli kadın ve erkek oyuncular,
2.) Çok güzel sesler,
3.) Çok güzel görüntüler,
4.) Çok güzel danslar,
5.) Çok güzel dönem kostümleri,
6.) Çok güzel gerçek olaylar,
7.) Çok güzel duygular,
8.) Çok güzel erkek ve kadın ilişkileri,
9.) Çok ince esprile ve,
10.) Çok duygusal kareler.

Tez hazırlamamı beklemiyordunuz herhalde?!..

Klasik film hastasıyım deyip ola ki bunları izlemediyseniz hemen izleyin!.. Aslında hastası olmanıza gerek yok yalnızca sinema izlemeyi sevmeniz bile yeterli.

(Ayşe)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Spontane Mailler!... (2)

23.07.2009

Peyman Gruba Mail Atar:

Güneşin kızlarıııı !!!

Evet evet sizlere sesleniyorum.

Evet sizler…orada güneşin altında fütursuzca uzanmış, bedenlerinizi güneşin yakıcı ışınlarına adamış, saçlarınızdan sıyrılıp, bardaktaki bol buzlu, naneli mojitoyu es geçerek göbeğinize damlayan bir damla deniz suyu ile irkilen siz güneşin kızları…



Bizler, bembeyaz fildişi tenleri ile henüz denize ayak serçe parmaklarını bile değdirememiş, hanım hanımcık kıyafetleri ile ofislerinde masa başında harıl harıl çalışan büyük şehrin kızları…

Size imreniyor, sizi kıskanıyoruz…

Bizim için de salın kendinizi denizin derin maviliklerine, yüzün balıklarla birlikte…

Ama lütfen söyleyin en sevdiğiniz kitapları, blogda revize edelim SEVDİĞİMİZ KİTAPLARI…

BOOOOOOL YÜZMELER OSSUUUUNNN!!!

Ayşe, Peyman'a cevap yazar:

Güneşin kızlarııı !!! Sounds Good !.. But they will have age spots, we will not. They will have lines but we will not ... Now it does not sound very nice does it? Bizde Şeherli Mermer Tenli Kızlarız !... Ugh size




Evet evet sizlere sesleniyorum. Biz şeherliler burdayız no need to shout!..

Evet sizler…orada güneşin altında fütursuzca uzanmış, bedenlerinizi güneşin yakıcı ışınlarına adamış, saçlarınızdan sıyrılıp, bardaktaki bol buzlu, naneli mojitoyu es geçerek göbeğinize damlayan bir damla deniz suyu ile irkilen siz güneşin kızları… Bizler burda klimadan çıkan serin püfürüklerin altında sıcak çay veya kahvemizi yudumlarken alnımıza düşen bir tutam perçemi üfleyerek tüy misali yümüzden savuruyor ve bilgisayarımızın tuşlarına yumuşak vuruşlarla işimizi yapıyoruz . Ya siz Güneşin Kızları, şehre geldiğinizde bu yığılan işleri siz toplarken biz Şeherli Mermer Tenli Kızlar parmak uçlarımızda salına salına eteklerimiz çimenleri okşayarak yürüyeceğiz.

Bizler, bembeyaz fildişi tenleri ile henüz denize ayak serçe parmaklarını bile değdirememiş, hanım hanımcık kıyafetleri ile ofislerinde masa başında harıl harıl çalışan büyük şehrin kızları… Ahhh aslında siz bilmiyorsunuz!.... Sizleri üzmemek için böyle yazıyoruz ama aslında içten içe bu yazılanların arkasından frizbi misali minik tebessümler fırlatıyoruz biz birbirimize.

Size imreniyor, sizi kıskanıyoruz… Evet evet siz öyle düşünün!.....

Bizim için de salın kendinizi denizin derin maviliklerine, yüzün balıklarla birlikte… Aman yüzdükten sonra bol su için malum tuzlu su yaşlanmayı hızlandırıyor....

Ama lütfen söyleyin en sevdiğiniz kitapları, blogda revize edelim SEVDİĞİMİZ KİTAPLARI… TATILDEYİM AMA AKLIM ŞEHERDE - Yzr. Bilinmiyor

BOOOOOOL YÜZMELER OSSUUUUNNN!!! KÜVETİME DOLDURDUM SUYU, UZANDIM GÜZEL ŞEHERLİ HAYALLERİME!....





Billur, Ayşe'ye Cevap Yazar:

Güneşin kızlarııı !!! Sounds Good !.. But they will have age spots, we will not. They will have lines but we will not ... Now it does not sound very nice does it? Bizde Şeherli Mermer Tenli Kızlarız !... Ugh size SİZLERDE D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ OLCEK, KEMİKLERDEN ÇITIR ÇITIR SESLER GELCEK.

Evet evet sizlere sesleniyorum. Biz şeherliler burdayız no need to shout!..BİZ DE BURDAYIZ N’OLMUŞ YAĞNİ!

Evet sizler…orada güneşin altında fütursuzca uzanmış, bedenlerinizi güneşin yakıcı ışınlarına adamış, saçlarınızdan sıyrılıp, bardaktaki bol buzlu, naneli mojitoyu es geçerek göbeğinize damlayan bir damla deniz suyu ile irkilen siz güneşin kızları… Bizler burda klimadan çıkan serin püfürüklerin altında sıcak çay veya kahvemizi yudumlarken alnımıza düşen bir tutam perçemi üfleyerek tüy misali yümüzden savuruyor ve bilgisayarımızın tuşlarına yumuşak vuruşlarla işimizi yapıyoruz . Ya siz Güneşin Kızları, şehre geldiğinizde bu yığılan işleri siz toplarken biz Şeherli Mermer Tenli Kızlar parmak uçlarımızda salına salına eteklerimiz çimenleri okşayarak yürüyeceğiz. O KLİMALARDAN YAYILAN LEGİONELLE MİKROBU SİZİ HASTA ETCEK, KAS AĞRILARI, BAŞ AĞRILARI ÇEKİLMEZ OLCEK, AĞUSTOS SICAĞINDA DOLAŞACAK ÇİMEN BULUNMEYECEK Kİ AYRICANA...



Bizler, bembeyaz fildişi tenleri ile henüz denize ayak serçe parmaklarını bile değdirememiş, hanım hanımcık kıyafetleri ile ofislerinde masa başında harıl harıl çalışan büyük şehrin kızları… Ahhh aslında siz bilmiyorsunuz!.... Sizleri üzmemek için böyle yazıyoruz ama aslında içten içe bu yazılanların arkasından frizbi misali minik tebessümler fırlatıyoruz biz birbirimize. BİZLER ANLADIK FRİZBİ DERKEN BİLE BUNUN TADININ EN GÜZEL DENİZDE ÇIKTIĞINI DÜŞÜNÜYONUZ (DATÇA AKSANI)

Size imreniyor, sizi kıskanıyoruz… Evet evet siz öyle düşünün!.....TABİİ Kİ ÖYLE KISKANIYORSUNUZ.

Bizim için de salın kendinizi denizin derin maviliklerine, yüzün balıklarla birlikte… Aman yüzdükten sonra bol su için malum tuzlu su yaşlanmayı hızlandırıyor....HİÇ BİLEM YARALARI İYİLEŞTİRİYOR, TUZ VE MİNERALLER DOLAŞIMI HIZLANDIRIYOR, AYRICANA YÜZMEK KASLARI GELİŞTİRİYOR, SİZ ŞEHERLİ KIZLAR HAVUZDAKİ MİKROPLARA MAZRUZ KALIYONUZ.



Ama lütfen söyleyin en sevdiğiniz kitapları, blogda revize edelim SEVDİĞİMİZ KİTAPLARI… TATILDEYİM AMA AKLIM ŞEHERDE - Yzr. Bilinmiyor

Uzanmışım kumsala
Güneş damlar içime
Kurumuş dudaklarımda
Unutulmuş bir beste
Yaşıyorum aheste
Kapılmışım rüzgara
Savrulup gidiyorum
Şimdi çok uzaklarda
Nafile telaşlarım
Hayattan çalıyorum
Ni la bombe atomique
Un amor platonique
Umudum yarınlarda; tatildeyim
Bir elimde ayna var
Şair beni kıskanır
Yatmışım sereserpe; sahildeyim
Ooo...



Yazar Datça gülü





Ayşe, Billur'a Cevap Yazar:


Güneşin kızlarıııı !!! Sounds Good !.. But they will have age spots, we will not. They will have lines but we will not ... Now it does not sound very nice does it? Bizde Şeherli Mermer Tenli Kızlarız !... Ugh size SİZLERDE D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ OLCEK, KEMİKLERDEN ÇITIR ÇITIR SESLER GELCEK. Şeherliler D vitamini çok otantik bir şekilde alır ve ilerki yaşlardaki kemik erimesini tam önleyecek kıvamdadır. Bu mucizeye Tıp dilinde '' Amele Yanığı veya Amele Öpücüğü '' de denir.




Evet evet sizlere sesleniyorum. Biz şeherliler burdayız no need to shout!..BİZ DE BURDAYIZ N’OLMUŞ YAĞNİ! Ooooo Siz duyana kadar yarın oldu...

Evet sizler…orada güneşin altında fütursuzca uzanmış, bedenlerinizi güneşin yakıcı ışınlarına adamış, saçlarınızdan sıyrılıp, bardaktaki bol buzlu, naneli mojitoyu es geçerek göbeğinize damlayan bir damla deniz suyu ile irkilen siz güneşin kızları… Bizler burda klimadan çıkan serin püfürüklerin altında sıcak çay veya kahvemizi yudumlarken alnımıza düşen bir tutam perçemi üfleyerek tüy misali yümüzden savuruyor ve bilgisayarımızın tuşlarına yumuşak vuruşlarla işimizi yapıyoruz . Ya siz Güneşin Kızları, şehre geldiğinizde bu yığılan işleri siz toplarken biz Şeherli Mermer Tenli Kızlar parmak uçlarımızda salına salına eteklerimiz çimenleri okşayarak yürüyeceğiz. O KLİMALARDAN YAYILAN LEGİONELLE MİKROBU SİZİ HASTA ETCEK, KAS AĞRILARI, BAŞ AĞRILARI ÇEKİLMEZ OLCEK, AĞUSTOS SICAĞINDA DOLAŞACAK ÇİMEN BULUNMEYECEK Kİ AYRICANA... Güneşten yayılan UV ve
Denizden kapılan amiblerden sonra Legionelle halt etmiş. Bizler onu alır ikiye katlar hafif yağda kızartıp çerez niyetine yeriz.

Bizler, bembeyaz fildişi tenleri ile henüz denize ayak serçe parmaklarını bile değdirememiş, hanım hanımcık kıyafetleri ile ofislerinde masa başında harıl harıl çalışan büyük şehrin kızları… Ahhh aslında siz bilmiyorsunuz!.... Sizleri üzmemek için böyle yazıyoruz ama aslında içten içe bu yazılanların arkasından frizbi misali minik tebessümler fırlatıyoruz biz birbirimize. BİZLER ANLADIK FRİZBİ DERKEN BİLE BUNUN TADININ EN GÜZEL DENİZDE ÇIKTIĞINI DÜŞÜNÜYONUZ (DATÇA AKSANI) I think you should get a taste of frisby thrown at you, under the cool freeze of a city that never sleeps (American Redneck Accent)




Size imreniyor, sizi kıskanıyoruz… Evet evet siz öyle düşünün..!...TABİİ Kİ ÖYLE KISKANIYORSUNUZ. Halen öyle düşünmeye devam ediniz.

Bizim için de salın kendinizi denizin derin maviliklerine, yüzün balıklarla birlikte… Aman yüzdükten sonra bol su için malum tuzlu su yaşlanmayı hızlandırıyor....HİÇ BİLEM YARALARI İYİLEŞTİRİYOR, TUZ VE MİNERALLER DOLAŞIMI HIZLANDIRIYOR, AYRICANA YÜZMEK KASLARI GELİŞTİRİYOR, SİZ ŞEHERLİ KIZLAR HAVZUDAKİ MİKROPLARA MAZRUZ KALIYONUZ. Bir defa dedim mi Havuz? sorarım sana Güneşin Kızı. Haksızlık etme bana!.. Güneş tanrısı Ra bile bunda bana hak veriyor. Sen güneşin altında tane tane terler dökerken ve o ağır havadaki mikroplar tenine işlerken deniz ancak bunları tamir etmeye çalışıyor. Yaranın iyileşmesine , dolaşımının hızlanmasına , kaslarının gelişmesine gelene kadar bi çarem denizin gücü kalmıyor ki.




Ama lütfen söyleyin en sevdiğiniz kitapları, blogda revize edelim SEVDİĞİMİZ KİTAPLARI… TATILDEYİM AMA AKLIM ŞEHERDE - Yzr. Bilinmiyor

Uzanmışım kumsala
Güneş damlar içime
Kurumuş dudaklarımda
Unutulmuş bir beste
Yaşıyorum aheste
Kapılmışım rüzgara
Savrulup gidiyorum
Şimdi çok uzaklarda
Nafile telaşlarım
Hayattan çalıyorum
Ni la bombe atomique
Un amor platonique
Umudum yarınlarda; tatildeyim
Bir elimde ayna var
Şair beni kıskanır
Yatmışım sereserpe; sahildeyim
Ooo...

Yazar Datça gülü

This is my tired eyes,
This is my crooked smile,
This is my shapeless heart,
This is my worn out hands,

This is all that I can offer,
This is all that I can show for,
Under the Tuscan Sun,

But when I discovered the city lights,
I was reborn again,
I felt and looked like baby,



So dont hate me,
Because I am beatiful,

Come and join me!...

(Mermer Tenli City Girl)

Delibes - Lakmé - Duo des fleurs

Delibes - Lakmé - Duo des fleurs
Quarouble tarafından gönderilen video

Temmuz kitabımız İki Yeşil Susamuru'nu bitirdim. Yorumları zaten sunum gecemizde yapacağız, o yüzden şimdilik susmayı tercih ediyorum :)

Şu anda elimde J.M. Coetzee'nin Yavaş Adam adlı kitabı var. Bir arkadaşımın tavsiyesi ile okuduğum bir kitap. Güney Afrikalı Coetzee 2003 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almış. Kitabı yarıladım, ama konusu ilginç bir yöne gidiyormuş gibi bir hissiyat uyandırdı bende. Bitince yazacağım burada.

Kitabın bir paragrafında, fonda Delibes adlı ünlü Fransız opera kompozitörünün bir eserinin çaldığını yazmıştı. Ben de Delibes'i merak ettim. Netten araştırırken karşıma bilindik bir parçası çıktı. Videosunu beğendim ve sizlerin de izlemenizi istedim.

(Peyman)

16 Temmuz 2009 Perşembe

EMILIANA TORRINI KONSERİ-EMEK SİNEMASI FACİASI


Dün akşam -tabii ki Gülda ile- benim deyimimle kod adı "Fabiani" (çünkü önce soyadını bu şekilde anlamıştım ve internette de araştırınca Fabiani diye bir ayakkabı markası,bir futbolcu ve bir de porno yıldızı olduğunu öğrendim) olan Emilina Torrini'nin konserine gittik. Gülda'nın beni ikna etmesi uzun sürmedi zira artık direnecek gücüm kalmamıştı. Ben Emiliana Torrini'yi de -burasını da itiraf.com sitesine döndürdüm ama- ilk defa dinleyecektim [Kardeşim sen de herşeyi ilk defa dinliyorsun,buna rağmen amma da ahkam kesiyorsun diyenlere hiç lafım yok! Ama ne yapayım; bilmemek değil öğrenmemek ayıpmış>]

Biz iki atlı, konser akınımızın sonuncusuna doğru giderken çocuklar gibi şendik çünkü "İstanbul Modern'de konser ne kadar hoş olacak" diye düşünüyorduk ki.... Kapıdaki görevli "Konser ertelendi, Emek Sineması'nda olacak" dedi. Bu bizi yıldırdı mı? Hayır! Önce Tokyo Restaurant'ta (Peyman'ın sunum gecesinin hala hafızamızda bıraktığı tatlı anıların etkisi ile) yağlı bir yemek yedik ve konser saatine 10 dakika kala Emek Sineması'na vardık. Tabii ki yerler numaralı değildi ve İKSV'den tanıdığımız arkadaşımız Harun bize "Üst katta daha iyi yerler var" deyince ikiletmedik ve oraya doğru seğirttik ve hemen girişte bir yere oturduk.




Konser başlamıştı....Emiliana'yı göremiyorduk...Ne konuştuğunu da anlamıyorduk...Şarkılar -duyabildiklerim- güzeldi.. Sahneye beyaz bir elbise ve ÇİZME ile çıkmıştı. İkinci şarkıdan itibaren biraz sıcaklık artmıştı ama daha o dakikalarda "ısınan hava yükselir yükselince de yukarıya yakınsanız öle yazarsınız" kısmına gelmemiştik. Bir ara Emiliana Torrini de sıcaktan şikayet ederek "Bu sıcakla nasıl başediyorsunuz, birazdan eriyeceğim, bem İzlanda'dan geldim..." diyordu...

Fakat ışıklandırmanın düzensizliği, ses düzeninin kötülüğü, sürekli kendine oturacak yer bulmaya çalışanlar, sıcaktan soyunanlar, sürekli yelpazelenenler ve bu devinimin yaydığı ekstra sıcaklık bende hemen konsantrasyon eksikliği yarattı ve çantamdam çıkarıp "Mal Rejimleri" kitabımı karıştırdım. Bu esnada dinleyicilerden biri "Klima Klima!" diye çığlık atıyordu!Baktım ki Gülda da Sartre'ın yeni aldığı kitabı "Varlık ve Hiçlik' e göz atıyor.

Hala direniyoruz, dinlemeye çalışıyoruz...Ancak artık "bir varoluş mücadelesi" veriyoruz...Ya var olacağız ya da hiçliğe dahil olup yiteceğiz!!! Çünkü erime noktasına ulaşmak üzereyiz...Bakışıyoruz:"CDsini alalım ve dinleyelim" ortak kararı ile çıkıyoruz salondan...Alt kata bakıyoruz, serseri mayın gibi dolanıyoruz, biraz masaların olduğu yerde oturuyoruz, Gülda bana Emek Sineması'nda Yonca ile göz yaşı akıttığı filmden bahsediyor, ben ise "yüzyıldır gelmemişim buraya diye düşünüyorum... imzalı CDsini satın alıp ayrılıyoruz.

Hava muhalefeti nedeni ile konserin Emek Sinema'sına alınması yapılan en büyük hata oldu....Herkes konseri İstanbul Modern Sanat Müzesi'nin bahçesinde yağmura rağmen dinlerdi...Ya da eminim sahneyi ve kısmi olarak seyircileri koruyacak branda vs ile çözüm bulunabilirdi diye düşünüyorum. Ancak sanırım alt katta oturanlar daha iyi konsantre olduğundan ve ona daha yakın bulunduklarından ötürü havaya girebilmişlerdi gibime geldi..

Gelelim Emiliana Torini'ye.....Kendisi İzlandalı bir şarkıcı Yüzüklerin Efendisi: İki Kule filminin sonundaki jenerikte çalan "Gollum's Song" ile ün yaptı (bakın bunu biliyorum). Ayrıca Jungle Drum şarkısını da öneririm çok eğlenceli..




Görüp dinleyebildiğim kadarı ile çok sıcakkanlı ve sevimli bir sanatçı...Sürekli espri yapıyor ve gülümsüyordu... Bir ara şarkı sıralamasında şaşırdı ve zaman zaman orkestrasıyla arasında iletişimsizlik oldu sanırım ama bu beni kuruntum da olabilir pekala...Peki Emiliana Torini'yi bunun için suçlayabilir miyiz? Hayır! Ne yapsın..Cehennem'de şarkı söylemeye çalışıyordu.

Konser tarihimize Emek Sineması Faciası olarak geçen günün ardından CD elimizde İstiklal Caddesi'nin kalabalığına karışıp evlerimize doğru yola çıkıyoruz.....

Sevgiler
Billur

EMILIANA TORRINI (EMEK SİNEMASI)KONSERİ GÖRSEL NOTLARI:

Caz Festivali süresince en sevdiğimiz ve Leonard Cohen’in İstanbul’a gelişi ile ilgili tüm bilgilere sahip olmasına rağmen, ser verip sır vermeyen "arkadaş"ın, bize tüm iyi niyeti ile ve çaresizlik içinde tavsiye ettiği yerden sahnenin görünümü:



Konser esnasında izleyicinin; sıcaktan erimekle, konseri izlemeye çalışmak arasında kalışı esnasındaki görünümü:



Dizine kadar gelen kışlık çizmeleri ile konserde şarkı söylemeye çalışan EMILIANA TORRINI’nin görebildiğimiz son hali:




EMILIANA TORRINI konserini sıcak ve en önemlisi nefes alamamak sebebi ile terk eden izleyicinin (telif sorunu olmasın, kimse itiraz etmesin diye herhangi bir değil her daim konser fotoğraf sujesi ve benim pozlama objem olan Billur) nefes alma hali:



Sizleri yeterince neşelendiremedik ise;

Hey i’m in love
……
Hey it’s cause of you
The world is in a crazy hazy hue
My heart is beating like a jungle drum


Yes i’m in love


07.Jungle Drum - Emiliana Torrini

Gülda

14 Temmuz 2009 Salı

BRAD MEHLDAU -ÇIĞIR AÇAN CAZ PİYANİSTİ

Dün akşam Brad Mehldau'nun Cemal Reşit Rey'de verdiği (ikinci) konsere gittik, Gülda ile. İtiraf ediyorum daha önce hiç duymamıştım; Gülda'nın beni ikna etme turları yine bir zaman aldı. Ben de "ben caz piyanistleri açısından Oscar Peterson'da kaldım [ şaka şaka...Birazcık Chick Korea, Keith Jarrett dinlemişliğimiz var...Hay Allah onlar da yeni dönem sayılmaz sanırım!] ve bu 1970 doğumlu adama ulaşmam zaman alır " diye onu oyalayıp durdum ama dün akşam konserdeydim kaçınılmaz bir yazgı olarak...

Açıkçası biraz yorgun olduğum biraz da hiç dinlememişliğim nedeni ile Radiohead yorumuna kadar daha çok Brad Mehldau'nun sahnedeki hal ve tavırlarına takıldım. Bize sunduğu performanstan önce bir konser daha vermişti -Brad Mehldau Trio- ve sahneye çıktığında biraz yorgun görünüyordu, kıyafeti buruşuktu, elleri terledikçe kullandığı ve yere attığı bir siyah havlu vardı ki zaman zaman ağzını da siliyordu. Her eserin bitiminde selam verişi bende bir pederin her dua sonrasında ellerini kavuşturarak şükranlarını sunması hissini uyandırdı.


Brad Mehldau yukarıda da ifade ettiğim gibi 1970 doğumlu bir caz piyanisti ve caz eleştirmenleri tarafından 1960'lardan bu yana caz dünyasına giren en yaratıcı piyanist olarak tanımlanıyor. Bill Evans’tan etkilendiği ve onun izlerini taşıdığı ifade ediliyor ki bir röportajında buna katılmadığını ifade etmiş. Ayrıca ağır bir eroin bağımlısı olduğu bir dönem var hayatında. Dört yaşında piyano çalmaya başlıyor ve ağır bir klasik müzik eğitimi görüyor.

Brad Mehldau'nun hal ve tavırlarının yanısıra sahnedeki performansına gelince bence -işin uzmanı olmamakla birlikte- "virtüözün kendi yorumu" denilen katkıyı Brad Mehldau çalarken duymanın yanı sıra görüyorsunuz da. Sol ve sağ elini kullanış biçimi ve belki de birden çok notayı aynı anda ve paralel bir biçimde çalması nedeni ile olabilir sanki iki ayrı eliyle iki ayrı eser çalıyor hissi uyandırıyor insanda ve sonra bu iki el birbirleri ile birleşiyor, ayrışıyor ve yeniden tek bir parça haline gelip parçayı bütünlüyor. Bu evreleri görebiliyor, duyabiliyor ve hissediyorsunuz. Buna rağmen konser bittiği zaman gene de pek bir coşku içinde değildim . Hiç dinlememiş olduğum bir müzisyene -ne kadar iyi olursa olsun ve müzik aleti de piyano ise ve caz çalınıyorsa- ısınmak benim için bir anda kolay olmuyor.

Ancak eve giderken düşündüm; Brad Mehldau'yu bu kadar dinleyici, müzisyen ve yorumcu göklere çıkarıyorsa o zaman daha dikkatli dilemeli ve anlamaya çalışmalıyım dedim kendi kendime. Eve gidince internetten -özellikle Radiohead- yorumladığı eserlerden bir kaçını dinledim. Sonuç : Radiohead'in Paranoid Android ile Everything in its Right Place ve bir de When It Rains yorumu hoşuma gitti ve albümlerini alıp dinlemeye karar verdim. İlk olarak da kendisinin de ilk albümü olan "Introducing Brad Mehldau (1995)" albümünden başlamaya karar verdim...



Hepinizi gelişmelerden haberdar etmek üzere....

Sevgiler
Billur

Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı (La Guerre des fils de lumière contre les fils des ténèbres)



İKSV bu yıl inanılmaz bir çalışma içinde. Hiç durmuyor ve sürekli çok önemli etkinlikleri İstanbul’a taşıyor. Sürekli aynı şeyi tekrar ediyorum ama gerçekten bilhassa bu yıl bu koşullar altında bile imkânsız denecek işler yapıyor. Santana, Juan Diego Florez, Leonard Cohen, SMV derken şimdi de muhteşem bir tiyatro etkinliği ile karşımızda. 7 Temmuz’da masamda İKSV gönderisi içinden çıkan ön satın alma hakkı iletisini gördüğümden beri heyecanla bekliyorum.




Hamlet’i izlemeye de Londra’ya da gidebiliriz, gidemez isek çok pişmanlık duymam ama bu ay daha bitmeden bu heyecan verici tiyatro oyununu Kültür Bakanlığı'nın bu gösteri için verdiği özel izinle Rumelihisarı’nın avlusunda sergilenecek iken kaçırmak başlı başına bir üzüntü yaratır. Hem bilet alırken vize dahi istenmiyor iken.



Ünlü İsrail’li film yönetmeni Amos Gitai, Yahudi - Roma Savaşı’nı temel alarak, her savaşın kayıplarını; geçmişe, günümüze ve hatta olmayan bir zamana taşıyarak şiddeti, üzüntüyü ve yaşananların aynılığını bir tiyatro sahnesinden yorumluyor. Güzeller güzeli ünlü Fransız oyuncu Jeanne Moreau’ya (benim için Marguerite Duras'ın yaşayan sesi) Akdeniz’li birçok sanatçı eşlik ediyor. Türkiye’de sergilenecek olan bölümde ise anlatıcı rolünde Cüneyt Türel olacakmış. Cüneyt Türel’i en son Karatavuk adlı oyunda izleyip hayran kalmıştım, Rumeli Hisarı’nın büyülü atmosferinde –kaldı ki daha önce Hisar’da hiçbir gösteri izlememiştim- bu oyunla herhalde mest edecektir.

Eğer oyundan keyif alamasak dahi, başka ülkelerden sanatçıların, neyi nasıl yorumladıklarını görebilmek için bile çok güzel bir fırsat olacağını düşünüyorum. Benim ve Yonca’nın 31.07.2009 akşamına biletimiz var, sizler de gelin.



Gülda

13 Temmuz 2009 Pazartesi

İNSAN COĞRAFYASI ATLASI - Almudena Grandes


Almudena Grandes'i Lulu adlı kitabı ile tanıdım. Gülda'nın sunum gecesinde hediye ettiği İnsan Coğrafyası Atlası'nı ise kafamda soru işaretleri ile okumaya başladım.

İlk tereddütüm, arka kapağı okuduğumda, bu kitapta da erotizmin ağır bastığı yönündeydi. Hatta bunu "yazarın tarzı" olarak adlandırmış ve okuyup okumamakta kararsız kalmıştım.

Kütüphanedeki kitapların tamamını okumak gibi bir takıntıya sahip olduğum için rafta kendi haline bırakamadım, yüreğim elvermedi.


Aslında kitabın orijinalini bulup, sayfalarına bir göz gezdirmek ilk etapta yapmak istediklerimden. Gerçekten çok merak ediyorum...Orijinalinde "tırnak" içine alınmış konuşma cümleleri var mı ? Yazar hiç birbuçuk sayfalık cümle yazmış mı ?

Aynı yazım tarzına Melania G. Mazzucco'nun Vita - Hayat isimli romanında da rastlamıştım. Güney İtalya'dan Amerika'ya göç etmiş bir ailenin etrafında cereyan eden olayları anlatan kitap, yazım tarzı ile bitmek bilmeyen sıkıcı bir kitap haline dönüştü elimde.

Belki de her iki kitap için "yazım şekli" demek yanlış olur. Kuvvetle muhtemel "çeviri hatası" demekte fayda var.

Almudena Grandes bu kitabında biz kadınların içinde kopan fırtınalara değinmiş. Kararsızlığın pençesinde kıvranıp durduğumuz, ikilemler yaşadığımız, çevremizdeki insanlara adadığımız hayatımızın aslında bizim hegomonyamız altında olduğunun farkına varışımızı anlattığı çok gerçekçi bir roman.

Ana, Rosa, Fran ve Marisa bir yayın grubu bünyesinde, fasiküller halinde çıkaracakları İnsan Coğrafyası Atlası üzerinde çalışmaktadırlar. Dördü de birbirinden farklı fiziksel özelliklere ve kişiliklere sahiptirler. Ama dördü de hayatları hakkında önemli kararlar alma arifesindedirler. Geçmişlerini süzgeçten geçirirken, şimdi alacakları kararları etkileyebilecek olayları irdelerken, hata yapma endişesi ile karşı karşıya kalan dört kadın için zor bir dönemdir.

"Gözlerimi okumayı bilirdi, hep bilmiştir, ama uzattığı elini tuttuğumda niyetinin ne olduğunu kestirmeye çalışmaktan ürktüm. Bir an sonra, ayaklarımı altımda toplamış ve yüzüm yüzüne bir milimetre mesafede kucağında otururken, en son ne zaman bu biçimde kucak kucağa oturduğumuzu anımsamaya çalıştım, başlarda bunu çok sık yapardık, ama şimdi aklıma hiçbir tarih gelmiyordu. Ama o hâlâ benim gözlerimi okumaya devam ediyor, hâlâ soru sormaya bile gerek görmeden beni çözebiliyordu. Elleri bedenimin merkezinin yönetimini üstlenmiş durumdaydı, parmakları ise gizli bir klavyenin tuşlarına basarcasına hafifçe etime gömülmüştü, çok iyi bildiğim bir müziğin notalarını çalarcasına, zorlanmaksızın isteklerinin partisyonunu icra ettim, bir yandan da kocaman, derin dalgalar, iyi zamanların tatlı ve zalim hiçliğinden gelen dalgalar beni içine alıyor, yavaş yavaş dibe doğru çekip yutuyordu, benim ben olduğumdan emin olamadığım bir derinliğe değin, ama hâlâ kendimi salt duygu denizinde eritebilmeme rağmen, gözlerime yaş gelmiyor, sözcükler dudaklarımın ucunda takılıp kalıyordu, ben sensiz bir hiçim, beynimin içi sessizlikle gümbürdüyordu, ben sensiz bir hiçim ve sen olmazsan babam da yok, annem de yok, vatanım da yok, tanrım da yok..."

Roman, 2007 yılında filme uyarlanmış ve aynı yıl Toulouse Cinespana'da 2 ödül kazanmış.




Peyman

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Müzik 101


Bu aralar Indie Rock müzik ve/ya klipleri koyuyorum. Hiç merak ettiniz mi niye Indie Rock deniyor?

Kendi deneysel müziklerini yapıp, herhangi bir plak şirketinin himayesine girmeden kendi yöntemleriyle müziğini dağıtan rock müzik gruplarının tarzına verilen isimmiş. Indipendent Rock kısaca Indie Rock deniyor. Indie Rock Alternatif Rock'ın bir türü. Okumaya başlayınca insanın başı dönüyor çünkü Indie Rock’un bi de alt grupları varmış; lo-fi, post-rock, sadcore, C86, math rock, shoegazin, indie pop. Ben boşuna başlık olarak Müzik 101 demedim. Ara ara bu alt türleri yazıp örnek vereceğim.

1980 yıllarda UK başlayan ve 1900 da doruk noktasına çıkan bir akım. Bu akımı temsil eden müzisyenler kendi müzik kariyerlerini kendi çiziyor, kendi reklamlarını müzik turlarına çıkarak, ağızdan sözlü reklam yolu ile (word of mouth) (Canan Tan'ın kitabı bi an aklıma geldi!..), bağımsız veya üniversite radyolarında çalınması yolu ile yapıyorlar. Müziklerinin arka planı gitar ağırlıklıdır. Çok grup var ben size 1980 ler de Indie Rock'a yön veren The Smiths canlı performansını koyuyorum.




This Charming Man - The Smiths

(Ayşe)

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails