11 Şubat 2010 Perşembe

SARDUVAN-FAİK BAYSAL

Orhan Kemal Roman Ödülü almış kitapları seçerken Sarduvan ‘ın kitabın bazı bölümlerinin sakıncalı bulunmuş olması ve neredeyse ilk yayımlandığı tarihten 50 yıl sonra basılmasının ertesi senesi ödül alması benim onu listeme dahil etme sebebim oldu. Faik Baysal ile ilgili tek bilgim Kitap Fuarlarında Can Yayınları’nın sergilendiği alanda kitaplarını görmüş olmaktan ileri gitmiyordu.



Kitabı okumadan önce Faik Baysal hakkında biraz ön bilgi topladığımda öğrendim ki aramızdan 2002 yılında ayrılmış. 1922 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Baysal Fransız kültürü çerçevesinde yetişiyor; ilk ve orta öğrenimini Saint Joseph Lisesi’nde tamamlamasının ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitiriyor. Sonra da öğretmenlik ve çevirmenlik yapıyor.
1936 yılında Gündüz dergisinde ilk şiirlerini yayınlayan Baysal 1943 yılından sonra Varlık dergisinde yazmış. Eserlerinin ana temasını dedesinin yanında Adapazarı’nda geçirdiği dönemlere ilişkin yıllar ve bu yıllar içinde karşılaştığı fakir, umutsuz ve yalnız insanlar oluşturmuş.

Sarduvan , Rezil Dünya (1955), Drina da Son Gün (1972), Ateşi Yakanlar (1992), Voli adlı(1993)romanlarının yanı sıra 1968-1969 yıllarında sait Faik Armağanı alan Sancı Meydanı , Babasının Oğlu(1977), Nuni (1985), Militan (1986), Tota (1991), Güller Kanıyordu (1992), İlgaz Teyze Öldü (1993), Elleri Sesimin Rengindeydi (1998), Terlikler (1998) ve İlk Defa (1957), Uyyy (1986), Beyaz Şiirler (1996), Ayın Ucunda (1994)adlı şiir kitapları 80 yıllık hayatına sığdırdığı eserler.



Bu kadar eser vermiş bir yazarı tanımamış olmaktan ötürü biraz utanç duyarken Ahmet Miskioğlu’nun Ocak-Şubat 2003 yılında Türk Dili’nde yazmış olduğu bir yazı ile biraz yüreğime –kendi cahilliğime kılıf bulabildiğim için- su serpildi:

"Kırklı yıllarda, önceki dönemlerden ayrımlı, yerleşik şiir anlayışını yıkan çok değişik şiirler yayımlıyordu. Ben, onun şiirlerini okurken değişikliğe şaşar ve ondan hiç kimsenin söz açmamasına daha çok şaşardım. Sonra kendi kendime yorumladım. Faik Baysal yalnız bir adamdır, arkadaşı, gönüldaşı pek yoktur, bu yüzden buluşlarını da kimse görmek istemiyor diyordum. Öbürleri ise sile sık birbirlerini pohpohlayarak dikkat çekebiliyorlardı.(...) Faik Baysal da hakkı yenmiş yazarlardan biridir. Bir gün, gerçek, bilimsel tutumlu ve sezgisi güçlü yazarlar yetişecek, bütün yanlışlar düzeltilecek. Buna inanıyorum. Haksız ünlülerle hakkı yenmiş ünsüzler arasındaki ölçülü denge bulunacaktır. Sürekli olarak yenilik ardında koşma, yalın bir anlatım ve topluma değer verme eğilimi içinde şiir¬ler yayımlayan Faik Baysal, başarılı romanlar, öyküler de yazdı; çok sayıda çeviri yaptı yayımladı. Kuşku yoktur ki çevresini, kuşağını, çağını etkilemiş ve kendisi de onlardan etkilenmiştir."



Sarduvan’ın Hikâyesi

Sarduvan ‘ın, içindeki kahramanlar ve onların hikâyesinden önce bir kitap olarak kendine ait bir hikâyesi var. Sarduvan ilk olarak 1944 yılında yayımlanmış ancak romanı okuması için ilk bırakılan yayınevi sahibi “bazı kısımları çıkarması, biraz parfüm bir avuç da İstanbul kadını serpiştirmesi şartı ile basmayı teklif etmiş ancak Baysal bunu reddetmiş. Sonradan bazı dostlarının yardımı ve özellikle Oktay Akbal, Celalettin Ezine ve Selmin Evrim’in destekleri ile romanını bastırmayı başarmış ve gelip evinden kendisini alıp götürmelerini beklemiş ama korktuğu şey başına gelmemiş.

Dile kolay Faik Baysal bu kitabı 19 yaşında yazdığı zaman sene 1944…Düşünüyorum da… İsmet Paşalı tek parti dönemi yılları, CHP’nin eleştirilmesinin neredeyse kanunen yasak olmasının arzulandığı, Faik Baysal’ın deyimiyle değil karakolların muhtarlıkların önünden geçmeye korkulan yıllar… Türkçülük akımının doruk noktasına vardığı ve ufaktan bir darbe aldığı, en önemlisi savaşa girmesek bile girmiş kadar etkilendiğimiz İkinci Dünya Savaşı dönemi. Yol vergisi yılları, fakirlik ve sefalet diz boyu…



Orada Ruhu Kavrulan Biri Var Sarduvan’da…

Hikâyemiz, hayatını değiştirmek ve biraz paralanıp serserilikten ve sefaletten uzaklaşmak isteyen ve Halvet Ağa’nın kızı Yasemin’e kavuşmayı arzulayan ve en önemlisi Kavruk Efendi olmak isteyen Kavruk’un altın aramak için Serdivan adlı köye gelişi ile başlıyor… Kavruk Sarduvan adını tercih ediyor çünkü Serdivan’dan daha hoş, daha cana yakın geliyor kulağına.

Ancak Serdivan hoş karşılamaz bizim Kavruk’u… Değil altın yiyecek bir dilim ekmek bile bulamıyor sonunda ve tüm savaşımlarına rağmen fırından ekmek çalmaya karar verir ve bir güzel dayak yer. Bu dayaktan sonra bahtı açılır gibi olur Kavruk’un Tulum Hamis ile karşılaşır ve nasıl olduğunu anlamadan Tulum Hamis bunu bağlı bahçeli evine götürür çok işler yapacakları vaatleri ile…Ancak bir gece odasına girer ve…Anlaşılır ki niyet başka…

Yoluna devam eder bizim Kavruk, avare dolaşır, baldırı çıplaklığına lanetler yağdırır. Çalışmak ister ama iş yok… Olan iş de adamı eşek yerine koymakla eş değer nitelikte. Ama yılmaz Kavruk, eşek olur sonunda. Bir yatırda karşılaştığı burnu olmayan (sanırım cüzamdan olsa gerek) Meram Ağa’nın karısının peşine takılır ve onların kurumuş bostanı canlasın diye dolaplarını eşeklerinin yerine çevirmeye başlaması konusunda anlaşırlar. Bu anlaşma uyarınca yiyecek ve yatacak yer de Ağa’dan gelecektir. Ötesi de var parasını alınca hayallerine kavuşacaktır:

“… Kavruk Efendim olacaktım artık. Tümünden iyisi buydu…Bütün Sarduvan’da hatırım altın akçe gibi geçecek, sözüm muska muska taşınacak kulaklarda, sarımsak ekiminde bile ne düşündüğüm sorulacaktı benim de. Ara sıra kalın kalın değil de kaba kaba öksürecek, gözlerimi bir noktaya dikip aptal aptal gülecek ya da yalanacaktım iki laf arasında. Herkes bu halimden yararlanıp gülüşümü türlü anlama yoracak, birbirlerine ‘Aman aman, Kavruk Efendi kıs kıs güldü. Ne akıllı adam, ne güzel adam yahu şu ‘diyeceklerdi…”

Sonra Kavruk utanır bu düşüncelerinden ve kendine gelir Kavruk Efendi olmayı biraz öteler, hayallerine gem vurur ve elde ettiği şeylerle yetinmeye karar verir:

“…Çalışacaktım, canımı dişime takıp gece gündüz çalışacaktım. Samanlıklarda, ahırlarda böceklerle, sıçanlarla birlikte yatmayacaktım artık geceleri….Otuz gün katlanacaktım artık buna. Kavruk Efendi olmasam bile her gün sıcak bir çorba içmek, yumuşacık bir yatakta yatmak, kemiklerimin sızısını unutmak az şey miydi? Ben de dünyayı yutmaya kalkıyorum yahu. İnsan yedikçe yiyen, yedikçe doymayan bir hayvandı. Başka türlü ağa olmak, paşa olmak olanaksızdı… Kavruk Efendi olacaktım elbette. Bu daha sonraki işti. Şimdi ben bir eşektim daha…”

Ama gelgelim bizim Kavruk’un adı sanı gibi şansı da kavruktur; Meram Ağa uzun süre oyalar onu , en sonunda da karısının zorla Kavruk’un koynuna girdiğinin ertesi gecesi Meram Ağa’nın paralarını çaldığı iftirası ile karşılaşır ve Muhtar’ın adamı olan ama hiçbir resmi sıfatı bulunmayan Keko tarafından hapsedilir ve ölesiye falakaya yatırılır. Bu olaydan ötürü çok sarsılan Kavruk sonraları hep Meram Ağa’yı arar ama bir türlü bulamaz.



Bir süre etrafta aç ve işsiz dolanan Kavruk sonunda köyün Karadeniz aşkı ile yanıp tutuşan kahvecisi ile takılmaya başlar, birlikte Karadeniz’de yaşama hayalleri kurarlar. Ancak bu hayal bir talihsizlik sonucu gerçekleşmez. Kavruk bu sefer de bir ayağı topal Bulama ile sefil yaşamının içinde debelenmeye devam eder. Ancak şansları yaver gider ve köyün kasabı olan Rahmet’in evine sığınırlar. Rahmet’in de işleri yeni muhtar oluveren Kofur ile bozuştuğu için kötüdür ama yuvarlanıp gitmektedirler.
Ama Kavruk gene talihsizliklerle karşılaşır. Rahmet’in çocuğunu Kofur’un atı tepmiş ve kangren olmuştur. Köyün imamı olacak İmam Cerziz arada sırada okumaya gelip, paraları cebe indirmekte ve doktor çağrılmasına da engel olmaktadır. Tek söylediği Rahmet’in şarap içtiği için çocuğun hastalandığıdır! Kavruk’un Rahmet’in evinde kurduğu düzen felaketlerin yaşanması ile son bulur. Bulama da Rahmet’in evine sığınan köyün orospusu Eda ile kaçmıştır. Asla Kavruk Efendi olamayacağını düşünmeye başlayan Kavruk’un yolu bu sefer de Keko ile kesişir.

Sonunda bu işin böyle sürüp gitmeyeceğine karar veren, insanların namussuzluğundan, çalıp çırptığı halde ağa, paşa olmasından, ahlak kumkuması kesilen ve taşlayarak genç kızları öldürenlerden, sadakatten yoksun kadın ve erkeklerden, eşeklerle kurulan cinsel ilişkilere şahit olmaktan, bir eşek olmaktan, çok şeyler yapacağına inanılan ama bir türlü gelmeyen kaymakam efsanesinden bunalan Kavruk sonunda Keko ile bir karar alır. Ancak bu kararın acı sonuçlarından Kavruk şans eseri kurtulur. Bu sefer yollara Abut ile koyulur: İkisinin de ortak bir düşmanı olduklarını öğrenirler: Meram Ağa.

Kavruk’un Abut ile macerası da çok acı bir şekilde son bulur ancak daha da şaşırtıcı/acı olanı Abut ile yolları ayrılan Kavruk’un karşısına Meram Ağa’nın çıkmasıdır; Meram Ağa bir köyde çok namuslu olduğundan ötürü muhtar seçilmiş ve Hacı Üveyz olmuştur… Kavruk tüm umutlarını kaybettiğini hisseder ,acıları ve yeni bir yoldaş bulana kadar yalnızlığı ile baş başadır.



Romanda tüm gerçeklikleri en net biçimleri ile buluyorsunuz karşınızda…Sefalet, aşağılanma, iktidarı ve gücü elinde bulunduranların acımasızlığı, bağnazlık, cahillik, körü körüne inanç, açlığın yarattığı hayvani duygular ve durumlar hiç sakınılmadan anlatılmış. Romanda klasik anlamda bir roman kurgusu bulunmuyor. Başka bir deyişle roman kural olarak bir sona ulaşmıyor. Belirli bir olay kurgusu zaman ve mekâna bağlı olarak ele alınmamış. Romanda asıl ve devamlılığı olan tek kahramanımız Kavruk.

Diğer kahramanların romana dahil olmaları sanki Kavruk’un yüzyüze geldiği çirkeflikleri ve kötülükleri anlatmak için bir araç… Her ne kadar serseri, zavallı, cahil ve bir eşek olmaya bile razı olsa bile aslında Kavruk’un içinde iyilik olduğunu, erdemli olmak için çabaladığını ve belirli bir ahlaki seviyeye sahip olduğunu görüyorsunuz. Ama nedense her şey hüsranla son buluyor. Bu ezilmiş ve hayvan konumunda bir yaşam süren veya sonunda yaşamları bu noktaya gelen roman kişileri için hiçbir umut yok. Bunu da Faik Baysal Meram Ağa’nın Hacı Üveyz olarak karşımıza çıkması ve Kavruk’un hiçbir zaman Kavruk Efendi olamayacağını anlaması ile gösteriyor.

Faik Baysal’ın kullandığı dil, özellikle yaptığı benzetmeler ve tasvirler çok hoşuma gitti. 19 yaşında yazılmış bir eser için çok iyi olduğunu düşünüyorum, yalın, gözlemlerin çok iyi yansıtıldığı ve insanın içini parçalayan gerçekliklerin çok olağan olarak verildiği bir roman. Belki karakterler ve sürekli kötülüklerin olması ve her şeyin hüsranla sonuçlanması biraz abartılı gelebilir ama zaten Faik Baysal’ın bu romanı neden yazdığına ilişkin görüşlerini okuduğunuzda romanın bütününde görülen bazı eksikliklikler görmezden gelinebilir diye düşünüyorum:

“…Ben bu romanı sadece aydınsız bir toplumu ve üstünde arsızca tepinen bu insanları bir sömürü düzeninin utanç verici belgeleri olarak göstermek için yazmadım. O dönemde edebiyatımız, birkaç kişinin dışında, büyük gazeteler ve yayınevleri, bazı kadın ve erkek tefrikacıların işgalindeydi… Bu yazarların ele aldıkları konuların içeriği hep aynıydı. Büyükada’da melodramatik aşk sahneleri, Boğaziçi’nde bir yalıda geçen ve genç kızların yüreklerini hoplatan hasta bir romantizmin ürünü olan sevda masalları, varlıklı bir erkek ve veremli bir kadın,…yabancı dil bilen çok namuslu ve özveri sahibi bir hanımefendi…bol göz yaşı. Ben Sarduvan’ı daha çok bu rezilliği sarsmak, okuyucuya uyarıda bulunmak, biraz abartılı olsa da insanımızın gerçek dramını gözlerin önüne sermek, edebiyatımızı saçmasapan kitapları ile haklı afyon tutmuş gibi uyutan tefrikacıların gerçek yüzlerini ortaya koymak için yazdım…

Genç Okurlarım, size sesleniyorum. Sarduvan’ı okuyun. İğrenseniz, kokusuna burnunuz dayanmasa da, içinde parfüm ve bir avuç İstanbul kadını bulamazsanız da okuyun. Söven, tüküren, sümküren, tutsak olduğumuz birtakım ahlak kurallarını ve garibanlığımızı alnımıza kader olarak yapıştıran geleneklerimizi bir yana itiveren bu insanlar gerçekte biziz… ”


Sevgiler
Bu Noktada Diyecek Lafı Biten
Billur

6 yorum:

Leylak Dalı dedi ki...

O kadar uzun bir zaman önce okumuştum ki kitabı tamamen unutmuşum konusunu. Sayenizde tekrar hatırladım, teşekkürler. Aynı sıralarda bir de "Nuni" yi okumuştum Faik Baysal'dan. Herkesin adını duyduğu bir yazar değil, tanıtmanız çok iyi olmuş.
Sevgiler, tekrar teşekkürler...

billur dedi ki...

Sevgili Leylak Dalı;

Öncelikle yorumunuz için ben teşekkür ederim. Sarduvan insanı biraz inciten ve içini buruk bir ruh haline sokan bir kitap ama dediğim gibi bir ilk roman için ve yazıldığı dönem ele alındığında gerçekten sarsıcı bir eser.

Kırmızı Sardunya adlı eserinin de mutlaka okunması gereken uzun hikayelerden biri olduğunu okudum ve okumaya karar verdim. Fırsat olursa onu da yazarım.

Sevgiler
Billur

Ayşe dedi ki...

Ahmet Miskinoğlu'nun Faik Baysal hakkında yazdığını okurken bir an Ayn Rand kitabı geldi aklıma. En çok okunanlar listesine nasıl planlı belli başlı yazarların (hiçbir sanatsal değeri olmasada) kitaplarının sokulduğu. İyi olmıyanların kuvvetli bir reklam ile nasıl önemli yerlere geltirildi etc... Ah Roark Vah Roark.

Faik Baysal'ın neden romanı yazdığı yazısı çok hoştu saol paylaştığın için :

'' ...içinde parfüm ve bir avuç İstanbul kadını bulamazsanız da okuyun.... ''

Gulda dedi ki...

Billur’um;

Yazını okurken çok büyük bir utanç ve üzüntü duydum. 50 yılda ulaştığımızın iki ileri bir geri’den öteye gidememiş olmasına ise söyleyecek söz bulamıyorum. Bu arada "köylü milletin efendisi" değil miydi?

Dün seninle kitap ile ilgili konuştuğumda sen, yol vergisinden bahsedince, sabah ben de babamı aradım. Kendisini TC sınırları içerisindeki, tüm yollarda sorumlu sandığı için, bir şekilde beni aydınlatır diye düşündüm. Sabah epey anlattı, akşam konuşuruz diyerek kapattık. Ben de bu yorumu yapmadan önce kendisini tekrar aradım…

Telefonu açan annem benimle konuşurken oldukça tutuk davrandı, ben konuşmaya devam ederken, pes edip “kızım Aşk-ı Memnu’yu izliyorum” diyerek telefonu babama verdi. Babamın da çok gergin olduğu konuşmalarından hissediliyordu. “Babacığım Yol Vergisi konusuna gelelim” dediğimde ise; “kızım, o da vergi mi, asıl bir de koyun vergisi vardı ama şu an Fener gol yiyor, ilk geldiğimde size hepsini anlatırım” diyerek telefonu kapattı. Anladığım kadarı ile Perşembe akşamı telefon etmek için uygun bir akşam değilmiş…

Aslında babamla konuşurken, devlet yolları yapmak için insanları köle gibi kullanmış vs diyecekken savunmam; “Boğaziçi’nde bir yalıda geçen ve genç kızların yüreklerini hoplatan hasta bir romantizmin ürünü olan sevda masalı ve fenerli bir bahçe de geçen başka bir mücadele” sebebi ile yarım kaldı.

Acaba Faik Baysal; Halit Ziya, Yakup Kadri ve Reşat Nuri’den bahsediyor olabilir mi? Çok merak ettim, 1940 öncesi Türk Romanı araştırması yapalım mı?

Çok okumamız lazım, çok…

Okumak istediğim bir yeni kitap için de teşekkürler Billur

Peyman dedi ki...

Ben de hiç Faik Baysal okumamış biri olarak bir kere daha okumadığım nice yazarımızın olmasına hayıflandım.
Faik Baysal'ın edebiyatta klişeleri bozmak istemesini minnetle karşılıyorum ve ebeveynleri ile yaşayan bendeniz bir gün birilerinin çıkıp klişelerden üretilen klişe dizilere bir dur demesini diliyorum.

billur dedi ki...

Sevgili Gülda;

Sanırım bu iş sonunda eğer -les mi ales mi ne girmeye cesaret edebilirsem- edebiyat yükseklisansı ile bitecek gibi geliyor bana.

Yakup Kadri ne kadar doğru bilemiyorum ama asıl Kerime Nadir olabilir mi? Samanyolu, Hıçkırık vb....

Yol vergisi 1952 yılında kaldırılmış diye en son öğrendim. Bu arada TBMM'ye Bekar Vergisi alınması gibi bir teklif getirilmiş zamanında.

Sevgiler
Billur

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails