KİTAP : BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU'YA
YAZAR : DİDO SOTİRİYU
SUNUCU : AYSUN
TARİH : 31 OCAK 2014
MEKAN :BÜYÜKADA PRINCESS HOTEL
KATILANLAR :AYSUN, AYŞEN,AYŞE, BİLGEN, BELKIS, BİLGEN, GÜLDA, YONCA, NUR ,REYHAN, ÖZLEM
Dido Sotiriyu
Vikipedi,
Dido Sotiriyu (alternativ yazılış: Dido Sotiriu; Yunanca: Διδώ Σωτηρίου, Türkce: Dido Sotiroğlu, d. 18 Şubat 1909 - ö. 23 Eylül 2004), Yunan kadın yazar.
Asıl adı Dido Sotiriu olan yazar, 1909 yılında Aydın'da doğdu. Sol görüşlü
ve militan kişilikli Sotiriu, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde
ön saflarda yer almış bir kadın yazardı. Çocuk yılları Aydın'da geçti. 1922 yılında 13 yaşındayken Yunanistan'a amcasının yanına göç etmek zorunda kaldı. Ailesi
daha sonra göçtü. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin
kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi. Ailesinin karşı çıkmasına
karşın öğretim üyesi oldu. Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında
yeraltı basınında önemli görevler aldı. 1986'da Livaneli ve Teodorakis'in
girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer aldı.
Aydın'daki çocukluk günlerini anlatan Matomena Homata (Kanlı Topraklar - Benden
Selam Söyle Anadolu'ya adlı (çeviren Atilla Tokatlı) kitabıyla 1982
yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü kazandı.
"Anılar garip,
kötülüğü bastırıyor ve şeylerin tadını koruyor. Hepimizi Küçük Asya toprağı
sevgiyle doğurdu. Bu sevgiyi kendimiz ve çocuklarımız için korumalıyız."
Muhtemelen soyadı türkçe Sotiroğlu türemiştir.
Kitapları
·
Ölüler Bekler
·
Elektra
·
Buyruk Beloyannis'in Öyküsü
·
Yalazalar İçinde (otobiyografik roman)
·
Küçükasya Bozgunu ve Emperyalizmin Ortadoğu Stratejisi
Benden Selam Söyle Anadoluya
·
1962 de yayınlanan,Yunanistan’da 50 nin üzerinde baskı
yapan, dünyada 10 dile çevrilen ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’, özgün adıyla
‘Kanlı Topraklar’ (Matomena Homata) 1970′li yıllarda Türkiye’de en çok okunan romanlardan
biridir.
1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü’nü alan bu kitap, kökleri Türkiye’de olan, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye’den göç etmek zorunda kalan ünlü Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun en önemli ve etkileyici kitabıdır.
Dido Sotiriyu, gazeteci yazar Zeynep Oral’a Atina’da “Bir tek düşman vardır: Düşman , ne Türklerdir , ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlar” diyen yazar, kendisini şöyle tanıtıyor:
1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü’nü alan bu kitap, kökleri Türkiye’de olan, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye’den göç etmek zorunda kalan ünlü Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun en önemli ve etkileyici kitabıdır.
Dido Sotiriyu, gazeteci yazar Zeynep Oral’a Atina’da “Bir tek düşman vardır: Düşman , ne Türklerdir , ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlar” diyen yazar, kendisini şöyle tanıtıyor:
“Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle birlikte doğduğum Aydın ilinde yaşadım. 1922 yılında Anadolu’dan ayrılarak Yunanistan’a amcamların yanına gelmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü. İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan kitap yazma arzusu içimde çığ gibi büyüyordu. ’1962 yılında Benden Selam Söyle Anadolu’ya’ adlı kitabım yayımlandı. Son yıllarda best-seller olan bu kitaba gösterilen ilgi, değerinin yeni anlaşıldığını ortaya koyuyor. Bence bu kitap ilk kez gerçekleri ortaya atıyor. Kitapta geçenler tamamen tarafsız bir gözle yazıldı. Kitabımın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’den birçok yazar ve okurumdan tebrik telgrafları aldım.
KİTAPTAN KISACA
Ege’de yüzyıllardır birlikte yaşayan Rum ve Türk halkları 1. Paylaşım
Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kendilerini savaşın orta yerinde bulur. O güne
kadar komşu olan, acılarını, sevinçlerini paylaşan, birbirinin geleneklerine,
değerlerine saygıyla yaklaşan bu iki halk emperyalizmin körüklemesiyle
birbirini düşman görmeye başlar.
Kitabın kahramanı Manoli Aksiyotis’in yaşam öyküsü anlatılırken halkları birbirine düşman edenin emperyalizm olduğu tarafsız bir gözle anlatılıyor. Manoli 1. Paylaşım Savaşı’nın sonunda Yunanlıların Anadolu’yu işgal etmesiyle Yunan üniforması altında Türklere karşı savaşa katılıyor. Daha sonra kaçarak Yunanistan’a dönüp mülteci olarak yaşamını sürdürüyor.
Manoli Aksiyotis’in yaşam öyküsü Türk ve Rum halklarının birlikte yaşadığı günlerin anlatımıyla başlıyor. Manoli,
Kitabın kahramanı Manoli Aksiyotis’in yaşam öyküsü anlatılırken halkları birbirine düşman edenin emperyalizm olduğu tarafsız bir gözle anlatılıyor. Manoli 1. Paylaşım Savaşı’nın sonunda Yunanlıların Anadolu’yu işgal etmesiyle Yunan üniforması altında Türklere karşı savaşa katılıyor. Daha sonra kaçarak Yunanistan’a dönüp mülteci olarak yaşamını sürdürüyor.
Manoli Aksiyotis’in yaşam öyküsü Türk ve Rum halklarının birlikte yaşadığı günlerin anlatımıyla başlıyor. Manoli,
·
“1914′e gelinceye kadar köyde adam öldürüldüğü
işitilmiş şey değildi. Sadece bir kere, o da dilberin güzel gözleri için ve
tanıklar önünde olmak üzere, iki delikanlı mertçe vuruşmuşlardı” diyor. Ve iki
halkın geleneklerini, aynı toprak parçası üzerinde kardeşçe yaşayışlarını,
aralarındaki dostluk ve dayanışmayı, ortak yaşamlarının kaynaşmasını anlatıyor.
·
… Her Allahın günü, dağlardan akın akın Türk köylüleri inerdi pazarımıza. Odun, kömür, kümes hayvanı, kaymak, yumurta, peynir, sözün kısası Anadolu’nun zenginliğini yapan ne varsa satar; ihtiyaçlarını bizim dükkanlardan alıp akşama dönerlerdi. Kimisi dostlarının evinde misafir kalırdı; bizimle birlikte yer, bizimle birlikte yatarlardı. Türk köylerine kocabaş hayvan, at veya süt almaya gittikleri zaman bizimkiler de oradaki dostlarının evinde ağırlanırdı. Ve dağ yollarında karşılaştığımız vakit, kocaman selamünaleykümler çekerdik karşılıklı…”
… Her Allahın günü, dağlardan akın akın Türk köylüleri inerdi pazarımıza. Odun, kömür, kümes hayvanı, kaymak, yumurta, peynir, sözün kısası Anadolu’nun zenginliğini yapan ne varsa satar; ihtiyaçlarını bizim dükkanlardan alıp akşama dönerlerdi. Kimisi dostlarının evinde misafir kalırdı; bizimle birlikte yer, bizimle birlikte yatarlardı. Türk köylerine kocabaş hayvan, at veya süt almaya gittikleri zaman bizimkiler de oradaki dostlarının evinde ağırlanırdı. Ve dağ yollarında karşılaştığımız vakit, kocaman selamünaleykümler çekerdik karşılıklı…”
• Şevket’in bana karşı beslediği güven, bir
olaydan sonra daha da pekişerek arttı. Çoğu Türk köyleri gibi onun köyü de
olabildiğine geriydi; doktorun ve öğretmenin ne olduğunu bile bilmezdi zavallılar.
Birisi hastalandığı vakit, yakınları civar kasabasındaki şöhretli bir müzzine
danışmak için üç saat yol tepmek zorundaydılar
• Bana bir mum yak... Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar
• Bana bir mum yak... Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar
Türk ve Rum halklarının bu kardeşçe yaşamı 1. Paylaşım Savaşı’nın başlamasıyla birlikte aniden değişiyor.
Yunanistan, Rusya-Fransa-İngiliz emperyalistlerinin müttefiki olarak; Osmanlı İmparatorluğu, Almanya, Avustralya’ya karşı savaşa girer ve 1914′te Anadolu’yu işgale başlar. Osmanlı topraklarında yaşayan halklar arasında düşmanlık tohumları ekilir. O dönem Ortadoğu’da Türkler’in yoğun yaşadığı bölgelerden başlanarak dağıtılan şovenist broşürlerden birinde şöyle yazar:
·
“Eğer biz Türkler açsak ve ızdırap çekiyorsak, bunun
bütün sebebi servetlerimizi ve ticaretimizi ellerinde tutan gavurlardır.
Kardeşçe geçinmek size ne kazandırıyor? Siz samimi olarak onlara sevgi ve
servetinizi ikram ediyorsunuz…” Bu satırları yazan bir Türk değildir. Bunları
yazan yabancı sermayenin temsilcisi Deutsche Palestine Bank (Filistin Alman
Bankası) yetkilileridir. Osmanlı’nın müttefiki olan Almanlar 1. Paylaşım Savaşı
başlamadan önce Türkiye’yi denetim ve izlemeye almışlardır.”
Manoli o günleri şöyle anlatıyor:
·
“Harpten çok önce memlekete bir Alman ‘uzmanları’
akını başlamıştı; tüccar, asker, polis, arkeolog, sosyolog, iktisatçı, doktor,
rahip, öğretmen kisvesi altında durumu incelemeye, bizim aslımızı, geçmişimizi
ve halimizi, istidat ve servetlerimizi öğrenmeye geliyorlardı. Hepsi de aynı
ürkütücü sonuca vardılar: Biz şeytan zekalı Rumlarla Ermeniler, burada
fazlaydık; … uyuyan bir Türkiye’de haddinden fazla kilit noktası tutuyorduk
elimizde…”
·
“Türkiye, Almanya’nın tarafında yer alır almaz, kıyı
bölgelerinde oturan Rumlar da sistematik şekilde topraksızlaştırılmaya
başlanmıştı. Birkaç saat içinde iç bölgelere göç etmek zorunda kaldılar.”
Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla birlikte başta Avrupa halkları olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde halklar birbirine düşman edildi. Savaş tüm vahşetiyle sürüyordu.”
Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla birlikte başta Avrupa halkları olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde halklar birbirine düşman edildi. Savaş tüm vahşetiyle sürüyordu.”
Bir Türk köylüsü olan Manoli’nin arkadaşı Şevket, Türk köylerinde Rumlara karşı yürütülen karşı-propagandayı Manoli’nin annesine şöyle anlatıyor:
·
“Başlangıçta, demiş Şevket, kimseyi zehirleyemediler.
‘Haydi canım diyordu köylüler, bunlara mı inanacağız, kendi gözlerimize mi?
Rumlarla yıllardan beri dostluk içinde yaşadık biz. Aramıza niye kin sokalım?’
Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır amma, yalan söz de kuzuyu kurda döndürür.
İnsan dediğin zayıf mahluk. Köye gelenler de bizim menfaatimizin sizleri
ortadan yok etmekte olduğunu söylüyorlardı. ‘Gavurlar ortadan kalkınca,
arazileriyle malları bizim olacak’ diyorlardı. Hadi bakalım.”
1. Paylaşım Savaşı’nın sonunda Osmanlı İmparatorluğu yenilmişti. İtilaf devletleri tarafından ülke işgal edilmişti. İngiliz ve Fransız emperyalizmi Yunanistan’ı kendi çıkarları için kullanarak Anadolu’ya saldırttılar. Bu kez Yunanlılar Anadolu topraklarında Türk halklarının canını ve malını istiyordu. Bu süreçte Yunan üniforması giyerek savaşa katılan Manoli o günleri şöyle anlatıyor:
·
“… Ve bir an olsun jandarmalar bizim evlerimize
girdiği vakit duyduğumuz dehşeti hatırlayamıyorduk. Oysa daha dün bu yüzden
Türklere hayvan diyorduk biz. Savaş barbar silahlarını bizim ellerimize
vermişti şimdi; kuvvet bizim tarafımızdaydı, efendi bizdik…”
Manoli aynı zamanda yaşanılanlar karşısında nedeni ve niçini sürekli
kendisine soran, yanıtını bulmaya çalışan bir askerdir. Yine kendisi gibi asker
olan Giritli Mikita Drossakis’le tanışması yaşamında önemli bir dönüm noktası
olur. Drossakis sakıncalı bir askerdir. Komünisttir. Önce söylediklerine
inanmaz Drossakis’in. Ama söylediklerinin doğru çıkması, Manoli’yi kendisine
daha fazla bağlar.
·
“Drossakis’in mantığı her seferinde bende bir yankı
buluyordu ama, bir türlü cesaret edip de dinleyemiyordum o yankıyı; dehşete
kapılıp kaçıyordum hemen. Çünkü, Drossakis savaşın nedenlerini, neden burada
bulunduklarını sürekli anlatmakta ve önyargılarını kırmaya çalışmaktadır. Kafasını
biraz olsun çalıştırmak zahmetine katlanmayıp da omuz silkenler, aslında büyük
bir suç işliyor. Ve sen, Aksiyotis, sen daha da suçlusun. Sanıyor musun ki
tarihi yapanlar hükümet adamlarıyla generallerdir! Gözlerini yumar, kulaklarını
tıkarsın, ama onların uçuruma doğru ittikleri bir tekerlek olup çıkarsın. Ama
sen böyle aciz bir alet değilsin ki Manoli, halksın sen, halk! Ve olayları
değiştirebilmek için anlamak zorundasın.”
Lefter, Drossakis’in Girit’ten arkadaşıdır. Zengin bir ailedendir. O da
aynı tümendedir. Sosyalizme inanır, ama mücadeleye kayıtsızdır. Fakat diğer
yandan, Drossakis’i sever ve saygı duyar:
·
İlle de bize ikrar verdirecek, ille de sosyalist
yapacak bizi. Ama gene de gıpta ediyorum ona vallahi, İnandığı şey için ölmeye
hazır çünkü. Ne der bu biliyor musun? Devrimcinin fedakarlığı der bir kahramanlık değildir, bir
zorunluluktur, hayatın bir emridir devrimcinin fedakarlığı. Devrimciysen, niçin
ölürsün biliyor musun? Hayatı sevdiğin için, her an başkaldırmak üzere içinde
uyuklayan yılanı, büyük egoisti, beni öldürdüğün ve kendini halk kitlelerinin
yerine koyduğun için. Tarih sahnesinde şimdi halklar ilerlemekte ve…”
Ve savaş biter. Yunanlılar yenilir. Manoli’nin kimseciği kalmamıştır.
Binlercesi gibi o da topraklarını terkeder. Gözleri dolu dolu, bir sandalla
uzaklaşırken yurdundan, kendi kendisiyle konuşmaya başlar.
·
“Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun…
Ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyor
Şevket? Ah Şevket; Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik,
paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!
Ve sen Kör Mehmet’in damadı. Hele
sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve
işte ağlıyorum… Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir
kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!… Anayurduna selam söyle benden,
Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık
diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin
belasını versin…”
2004 Eylül Dido Sotiriyu Anma
Toplantısı
1909 yılında Aydın’da
doğan ve 2004 yılında Atina’da 95 yaşında yaşama veda eden “Benden Selam Söyle
Anadolu’ya” adlı kitabın yazarı Dido Sotiriyu ölümünün 1. yıldönümünde
Selçuk-Şirince köyünde anıldı. Etkinliklerle ilgili dostumuz İskender Özsoy’un
3 Kasım 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan ayrıntılı haberi
aşağıdadır.
Anadolu’dan Sotiriyu’ya selâm
İSKENDER ÖZSOY
Benden Selâm Söyle Anadolu’ya adlı kitabın yazarı Aydın doğumlu Dido Sotiriyu, birinci ölüm yıldönümünde Selçuk’un Şirince Köyü’nde anıldı.
Lozan Mübadilleri Vakfı (LMV), Midilli’deki Ege’de Birarada Var Olma ve İletişim Derneği, merkezi İzmir’de olan Barış ve İletişim Derneği, Selçuk Belediyesi ve Şirince Muhtarlığı’nın ortaklaşa düzenlediği etkinlikte Sotiriyu’nun yaşamı ve yapıtları tartışıldı, yaşamının anlatıldığı belgesel gösterildi.
24 Eylül 2004 tarihinde Atina’da akciğer yetmezliğinden ölen Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü sahibi Dido Sotiriyu’yu anma etkinliği LMV Başkan Yardımcısı Müfide Pekin’in sunuş konuşmasıyla başladı.
SADECE GEÇMİŞİ BELGELEMEDİ
Etkinlikte ilk konuşmayı yapan Selçuk Belediye Başkanı Vefa Ülgür, “Dido sadece geçmişi belgelemedi, yaşadı da. O aynı zamanda emperyalizmle de savaştı. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum” derken, Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven Sotiriyu’nun yaşamında önemli yer tutuğunu söyledi.
Özgüven şöyle konuştu:
“1980’li yıllarda Atina’da düzenlenen bir panelde konuşuyordum. Konuşma sırasında Bir ara salona giren bir grup sözümü kesti, bana sataştı. Saldırganlara yanıt vermeye hazırlanırken Dido eliyle ağzımı kapatarak, ‘sen Türkiye’ye geri döneceksin. Ben onlara yanıt veririm’ dedi. Ve topluluğa dönerek ‘küçük faşistler çabuk burayı terk edin’ diye bağırdı. Bir sessizlik oldu ve topluluk arkasına bakmadan salondan çıktı gitti. O an Dido’nun büyüklüğünü anladım. O Türk-Yunan dostluğu için büyük çabalar saf sarf etmiş bir yazardır.”
Özgüven konuşmasından sonra etkinliği konuşmacılarından Sotiriyu’nun yakını yazar Alki Zei’ye Dikili’deki Olof Palme Barış Anıtı’nın maketini hediye etti.
Etkiliğin Midilli’den gelen konuklarından Ege’de Birarada Var Olma ve İletişim Derneği Başkanı Yorgos Papaporfiriyu, Dido’nun acılar çektiğini söyledi, “ama buna rağmen o iki ülke arasında dostluk ve barış köprüleri kurmak için uğraştı, bunu da yapıtlarına yansıttı” dedi.
Bu konuşmalardan sonra Thomas Bolkenhol ve Erman Okay tarafından çekilen Dido Sotiriyu belgeseli “Anıların Tadı” gösterildi.
PANEL DÜZENLENDİ
Belgesel gösteriminden sonra Sotiriyu’nun yaşamının ve romanlarının değerlendirildiği panele geçildi. Panele konuşmacı olarak Sotiriyu’nun yakını yazar Alki Zei, Midillili öğretmen Vasiliki Kurvanin ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr Ayşe Lahur Kırtunç katıldı.
Zei, anma toplantısıyla Sotiriyu’nun Türk ve Yunan halklarının bir araya gelme isteğinin yerine getirildiğini vurguladı.
Yengesi Dido’yu sekiz yaşında tanıdığını söyleyen Zei, onunla ilgili olarak şunları anlattı:
“Dido Sotiriyu amcamın eşiydi. Onu ilk gördüğümde kıskandım. Amcamın koluna girmişti. Göğsünde bir demet yasemin vardı. Amcam ‘işte yengeniz’ dedi. Merhabalaştık. Eve kadar hep o konuştu. Çok kısa zamanda kalbimizi kazandı. Artık o hepimizin yengesiydi. Kimsenin bizim gibi yengesi yoktu. Başından beresini hiç eksik etmezdi. Çocukluğumuz güzel geçti onunla. Sonra işgal, iç savaş ve açlık günleri başladı. Cunta dönemindeki sıkıntıları da beraber yaşadık.Yatakta arkasına yastık koyar, dizlerinin üstündeki tahtada yazılarını yazardı. Yatağının üzeri kağıtlarla dolardı. Devamlı sigara içer ve yanında kocaman bir kupada kahvesi olurdu.”
ZORLUKLARLA GEÇEN BİR YAŞAM
Midilli öğretmen Vasiliki Kurbaniu şöyle konuştu:
“Sotiriyu çocukluğunda beri çok zorluklar çekti. Daha sonra savaş ve göç acılarını yaşadı. Zamanla acıları ve sıkıntıları yoğunlaştı.Yunanistan’da işgali, iç savaşı ve cuntayı yaşadı. Yaşadıklarını eserlerine yansıttı. Yaşadıkları yaratıcılığı artırdı. Hep barış için çalıştı. 1922’de Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalan Dido’yu hep doğduğu topraklar besledi, büyüttü. Onun Benden Selâm Söyleyin Anadolu’ya adlı eseri önemli bir eserdir. Onun eserlerindeki kahramanlar halktır.”
BİR KARŞI DURUŞ
Konuşmasına göçmenlerin her iki ülkede de derin sıkıntılar yaşadıklarını altını çizerek başlayan Kırtunç şöyle dedi:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rumlar göçmen kimliğinin vurgulanması ihtiyacını hissetti. Bu noktada Dido Sotiriyu önemli bir isimdir. Onun, Rumların Küçük Asya Felâketi diye tanımladığı 1922’in 40. yılında yayımlanan Benden Selam Söyle Anadolu’ya’sı önemli bir eserdir ve milliyetçiliğe karşı duruştur. Kitapta etnik farklılıkların aşılabileceği, ancak sınıf farklıklarının aşılamayacağı vurgulanır. Sotiriyu bu eseriyle aynı zamanda Yunan resmi tarihine cesaretle karşı çıkar.”
Etkinlikte LMV’nin hazırladığı Dido'nun hayatıyla ve eserleriyle ilgili bir küçük sergi açıldı, yazdığı kitaplar tanıtıldı.
Etkinlikteki konuşmalar Müfide Pekin ve Tanaş Çımbis tarafından Türkçe ve Yunancaya çevrildi. (CUMHURİYET/ 3 KASIM 2005)
Anadolu’dan Sotiriyu’ya selâm
İSKENDER ÖZSOY
Benden Selâm Söyle Anadolu’ya adlı kitabın yazarı Aydın doğumlu Dido Sotiriyu, birinci ölüm yıldönümünde Selçuk’un Şirince Köyü’nde anıldı.
Lozan Mübadilleri Vakfı (LMV), Midilli’deki Ege’de Birarada Var Olma ve İletişim Derneği, merkezi İzmir’de olan Barış ve İletişim Derneği, Selçuk Belediyesi ve Şirince Muhtarlığı’nın ortaklaşa düzenlediği etkinlikte Sotiriyu’nun yaşamı ve yapıtları tartışıldı, yaşamının anlatıldığı belgesel gösterildi.
24 Eylül 2004 tarihinde Atina’da akciğer yetmezliğinden ölen Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü sahibi Dido Sotiriyu’yu anma etkinliği LMV Başkan Yardımcısı Müfide Pekin’in sunuş konuşmasıyla başladı.
SADECE GEÇMİŞİ BELGELEMEDİ
Etkinlikte ilk konuşmayı yapan Selçuk Belediye Başkanı Vefa Ülgür, “Dido sadece geçmişi belgelemedi, yaşadı da. O aynı zamanda emperyalizmle de savaştı. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum” derken, Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven Sotiriyu’nun yaşamında önemli yer tutuğunu söyledi.
Özgüven şöyle konuştu:
“1980’li yıllarda Atina’da düzenlenen bir panelde konuşuyordum. Konuşma sırasında Bir ara salona giren bir grup sözümü kesti, bana sataştı. Saldırganlara yanıt vermeye hazırlanırken Dido eliyle ağzımı kapatarak, ‘sen Türkiye’ye geri döneceksin. Ben onlara yanıt veririm’ dedi. Ve topluluğa dönerek ‘küçük faşistler çabuk burayı terk edin’ diye bağırdı. Bir sessizlik oldu ve topluluk arkasına bakmadan salondan çıktı gitti. O an Dido’nun büyüklüğünü anladım. O Türk-Yunan dostluğu için büyük çabalar saf sarf etmiş bir yazardır.”
Özgüven konuşmasından sonra etkinliği konuşmacılarından Sotiriyu’nun yakını yazar Alki Zei’ye Dikili’deki Olof Palme Barış Anıtı’nın maketini hediye etti.
Etkiliğin Midilli’den gelen konuklarından Ege’de Birarada Var Olma ve İletişim Derneği Başkanı Yorgos Papaporfiriyu, Dido’nun acılar çektiğini söyledi, “ama buna rağmen o iki ülke arasında dostluk ve barış köprüleri kurmak için uğraştı, bunu da yapıtlarına yansıttı” dedi.
Bu konuşmalardan sonra Thomas Bolkenhol ve Erman Okay tarafından çekilen Dido Sotiriyu belgeseli “Anıların Tadı” gösterildi.
PANEL DÜZENLENDİ
Belgesel gösteriminden sonra Sotiriyu’nun yaşamının ve romanlarının değerlendirildiği panele geçildi. Panele konuşmacı olarak Sotiriyu’nun yakını yazar Alki Zei, Midillili öğretmen Vasiliki Kurvanin ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr Ayşe Lahur Kırtunç katıldı.
Zei, anma toplantısıyla Sotiriyu’nun Türk ve Yunan halklarının bir araya gelme isteğinin yerine getirildiğini vurguladı.
Yengesi Dido’yu sekiz yaşında tanıdığını söyleyen Zei, onunla ilgili olarak şunları anlattı:
“Dido Sotiriyu amcamın eşiydi. Onu ilk gördüğümde kıskandım. Amcamın koluna girmişti. Göğsünde bir demet yasemin vardı. Amcam ‘işte yengeniz’ dedi. Merhabalaştık. Eve kadar hep o konuştu. Çok kısa zamanda kalbimizi kazandı. Artık o hepimizin yengesiydi. Kimsenin bizim gibi yengesi yoktu. Başından beresini hiç eksik etmezdi. Çocukluğumuz güzel geçti onunla. Sonra işgal, iç savaş ve açlık günleri başladı. Cunta dönemindeki sıkıntıları da beraber yaşadık.Yatakta arkasına yastık koyar, dizlerinin üstündeki tahtada yazılarını yazardı. Yatağının üzeri kağıtlarla dolardı. Devamlı sigara içer ve yanında kocaman bir kupada kahvesi olurdu.”
ZORLUKLARLA GEÇEN BİR YAŞAM
Midilli öğretmen Vasiliki Kurbaniu şöyle konuştu:
“Sotiriyu çocukluğunda beri çok zorluklar çekti. Daha sonra savaş ve göç acılarını yaşadı. Zamanla acıları ve sıkıntıları yoğunlaştı.Yunanistan’da işgali, iç savaşı ve cuntayı yaşadı. Yaşadıklarını eserlerine yansıttı. Yaşadıkları yaratıcılığı artırdı. Hep barış için çalıştı. 1922’de Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalan Dido’yu hep doğduğu topraklar besledi, büyüttü. Onun Benden Selâm Söyleyin Anadolu’ya adlı eseri önemli bir eserdir. Onun eserlerindeki kahramanlar halktır.”
BİR KARŞI DURUŞ
Konuşmasına göçmenlerin her iki ülkede de derin sıkıntılar yaşadıklarını altını çizerek başlayan Kırtunç şöyle dedi:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rumlar göçmen kimliğinin vurgulanması ihtiyacını hissetti. Bu noktada Dido Sotiriyu önemli bir isimdir. Onun, Rumların Küçük Asya Felâketi diye tanımladığı 1922’in 40. yılında yayımlanan Benden Selam Söyle Anadolu’ya’sı önemli bir eserdir ve milliyetçiliğe karşı duruştur. Kitapta etnik farklılıkların aşılabileceği, ancak sınıf farklıklarının aşılamayacağı vurgulanır. Sotiriyu bu eseriyle aynı zamanda Yunan resmi tarihine cesaretle karşı çıkar.”
Etkinlikte LMV’nin hazırladığı Dido'nun hayatıyla ve eserleriyle ilgili bir küçük sergi açıldı, yazdığı kitaplar tanıtıldı.
Etkinlikteki konuşmalar Müfide Pekin ve Tanaş Çımbis tarafından Türkçe ve Yunancaya çevrildi. (CUMHURİYET/ 3 KASIM 2005)
Abdi İpekçi
]İlköğrenimini
gördükten sonra Galatasaray Lisesini bitirdi. Sonra bir müddet Hukuk Fakültesine devam
etti. Yeni Sabah, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres Gazetesi gibi çeşitli
gazetelerde spor muhabiri, sayfa sekreteri ve yazı işleri müdürü olarak
çalıştı. Ali Naci Karacan'ın çıkardığı Milliyet Gazetesinin yazı işleri
müdürü (1954), bir süre sonra da genel yayın müdürü oldu.
1961 senesinden öldürüldüğü 1 Şubat 1979 tarihine kadar aynı gazetenin
başyazarlığını da yürüten Abdi İpekçi, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Basın Enstitüsü Başkanlığı, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Uluslararası Basın Enstitüsünün ikinci
başkanlığı, Basın Şeref Divanı genel sekreterliği gibi vazifelerde bulundu.
Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve
bütünlüğünü savundu.
Abdi İpekçi Barış Ve Dostluk ödülü
Abdi ipekçi'nin anısı için Türkiye'de ve Yunanistan'da ortak bir çalışma
çerçevesinde iki yılda bir verilmekte olan ödül. Yunanlı mühendis ve yazar
Andreas Politakis'in Milliyet gazetesiyle işbirliği sonucu uygulamaya konuldu.
Türk ve yunan halklarını düşün ve sanat yoluyla birbirine yaklaştırmak, kültür
ve sanat zenginliklerini kaynaştırarak iki ulus arasında kalıcı bir barışı
sağlamak amacını güder. Ödül törenleri bir dönem Atina'da, ertesi dönem
İstanbul'da düzenlenir.
ŞİRİNCE
VİKİ PEDİ
Özgün adı olan Kırkınca'nın efsanevi bir çağda dağlara vuran kırk kişiye
atfen verildiği rivayet edilir. Rum telaffuzunda Kirkice, Kirkince ve nihayet
Çirkince gibi biçimler alan bu ad, Cumhuriyet'in ilk yıllarında dönemin İzmir
valisi Kazım Dirik'in
talimatıyla Şirince şeklinde resmileştirilmiştir. 2012 itibariyle nüfusu 536
kişidir.
19. yüzyılda, özellikle ihracata yönelik incir üretimiyle ünlü, 1800 haneli
bir Rum kasabasıydı.
1923'te Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sonucu
Rumların ayrılmasıyla (çoğu Katerini'nin Nea Efesos köyüne
yerleşmiştir), Kavala'nın Müştiyan (Moustheni) ve Somokol (Domatia) köylerinden gelen mübadillerle iskân edilmiştir.
Köyün evvelce bağ, incir, zeytinciliğe dayalı olan ekonomisi, bir tütün
bölgesinden gelen yeni sakinlerinin elinde bir süre sekteye uğramış, ancak son
yıllarda artan turistik önemine paralel olarak, bu sektörler yeniden gelişmeye
başlamıştır. Bağcılık ve zeytinciliğin yanı sıra, şeftali, incir, elma, ceviz
ve kiraz yetiştirilir. 1950'li yıllarda 2000-3000 civarında iken sonradan 700'e
kadar düşen köy nüfusu, 1990'lı yıllardan itibaren turizmin gelişmesiyle
birlikte tekrar yükseliş eğilimi içine girmiştir. Köyde halen bazı Rum evleri
pansiyon olarak hizmet vermektedir.
Köy içinde harap durumda olan iki Rum kilisesi bulunmaktadır.
Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele - Benzerlikler ve Farklar
| ||||
|
Dr. Herkül. Millas’ın ‘Yeniden
Kurulan Yaşamlar’ Sempozyumundaki konuşmanın metnidir (7-8 Kasım 2003,
İstanbul)
Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele
-
Benzerlikler ve Farklar
1998 yılında Oxford’ta gerçekleşen
ve Nüfus Mübadelesi’ni işleyen bir sempozyumda ‘Türk edebiyatı ve mübadele’
konulu bir bildiri sunmuştum. Bu sempozyumun tutanakları 2003 yılında
yayınlandı (Hirschon). Aradan geçen beş yılda bu ‘edebiyat’ alanında epey yol
alındı, yeni gelişmeler yaşandı ve bazı sorulara yanıtlar bulundu. Bu
yazı bir yerde o eski bildirinin bir özeti olacak, ama ayrıca a) hem oldukça
genel bir biçimde Yunan edebiyatına hem de b) Türk edebiyatında son yıllarda
görülen bazı eğilimlere değineceğim.
Edebiyat ve mübadele konusuna ilk
göze çarpan Türk ve Yunan edebiyatının ve özellikle romanlarının birkaç
açıdan farklar sergilediğidir. Bu farklara değinmeden önce yanlış bir
anlamaya yer vermemek için konunun edebiyat olduğu, doğrudan insan
duyarlılıklarının olmadığıdır. Konumuz mübadeleye tabi tutulan insanların
duyguları ve duyarlılıkları değildir. Evlerinden ve yurtlarından olan
insanlar her halde aynı yada benzer duyguları yaşamışlardı. Mübadele denen
olayın farklı biçimleri de oldu: kimileri daha düzenli değiş tokuşa tabi
tutuldular, kimileri apar topar ve öldürülme tehdidi altında yurtlarını
bırakmak durumunda kaldılar. Konumuz bu farklı deneyimler de değildir;
yazımda görünen farklardır; bu değiş tokuşun, bu ‘trampanın’, bu takasın
edebiyata yansıma biçimindeki farklardır. İki ülkenin
edebiyatında görülen ‘benzerlikler’ ise bu mübadele dramını
yaşayanların insan olarak ortak yanlarının doğal ve beklenen bir belirtisi
olarak algılanmalıdır.
Yunan Romanı ve Mübadele
Mübadeleden hemen sonra
Yunanistan’da olayla ilgili bir sıra roman ve kısa öykü yayımlandı. Akla
hemen İ. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis, daha sonra F. Kontoglou, D.
Sotiriou, L. Nakou, P. Prevelakis, Y. Theotokas, N. Kazantzakis, M. Loudemis
ve nihayet yetmişli ve seksenli yıllardan sonra Ch. Samouilidis, T.
Athanasyadis, A. Nenedakis, Anzel Kurtyan, Y. Andreadis, ve son yıllarda M.
Veinoglou, Katerina Zarokosta gibi yazarlar anımsatılabilir. Bu
yazarların bir kısmı mübadeleyi yaşamış kimselerdi. Romanları anı yada bir
sözlü tarih anlamı da taşımaktadır. Anlatıları mübadillerin Anadolu’daki
yaşamları ve, daha sınırlı olarak, yerleştikleri Yunanistan’daki yaşamla
ilgilidir.
Yunanistan’da bu alandaki ilgi
yalnız edebiyatla sınırlı kalmamıştır. Onlarca romanın yanı sıra,
araştırmalar ve anı kitapları da yayınlanmıştır. Yunan toplumu içinde konuya
ilgi duyulmuş, mübadiller geride bıraktıkları memleketleri ve kültürlerini
anımsatan pek çok dernek kurmuştur. Canlı tarih araştırmaları yürütmüş ve
mübadillerin anılarını, ama kültürlerini yaşatmaya yönelik bir çaba göstermiş
olan Küçük Asya Araştırmalar Merkezi de bu çerçevede görülebilir.
Genel olarak baktığımızda, mübadele
olayının hemen edebiyata yansımış ve uzun süre edebi yazımın gündeminde
kalmış olduğunu ve son yıllara kadar da, aralıklı ve azalmakta olan bir
sıklıkla da olsa, bu konunun yazarların ilgisini çekmiş olduğunu görüyoruz.
Konuya en başta el atan yazarlar (örneğin İ. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis
gibi yazarlar) gerçekçi diyebileceğimiz anlatımla ‘yaşadıkları’ mübadeleyi
anlattılar. Yani ‘görgü şahidi’ gibi yazdılar. Sonraki yazarlar, olayla doğrudan
ilişkileri sınırlandığı oranda daha soyut, dolaylı, zaman zaman sembolik,
hatta masalımsı ve nostaljik bir anlatıma yönelmişlerdir. Özellikle ikinci ve
üçüncü kuşak yazarlarda bu özellikler daha belirgindir.
Bu romanlarda genellikle mübadele
öncesi yaşam anlatılmaktadır. Olayların geçtiği yerler daha çok Anadolu ve
İstanbul’dur; daha az oranda da mübadele sonrası Yunanistan’dır. Bu çok geniş
çerçeve, romanlarda Doğu/Batı yada Orası/Burası yada Bırakılan/Gelinen yöre
olarak anlatılsa da, yine de her iki yan bir arada ele alınmakta, her iki
taraf iç içedir ve her taraf ötekine dayanarak anlam kazanmaktadır.
Bütün düz yazı örneklerinde ‘geride
bırakılanın’ ne olduğuna baktığımızda egemen öğe ‘ülke’ ve ‘topraklar’
değildir, gerçek yada hayali bir dar çevre ve ‘ev’dir, bir mahalledir. Yunan edebiyatında ‘ev’ kavramının özel bir yeri olduğunu
sanıyorum. Kendi devleti ve özerkliği olmadan yüzyıllarca yaşamış bir cemaat
olan Ortodoksların/Grekofon, örneğin Müslüman/Türkofon cemaatlere göre,
devletle ve devlet sınırlarıyla ilişkili bir memleket/yurt/vatan kavramı
geliştirmediklerini görüyoruz. Bundan dolayı söz konusu Yunan romanlarında
- olayın seyrine, anlatılan öyküye baktığımızda - mübadele de ulusal
bir dramdan çok kişisel ve aile dramı olarak ele alınır. Bu romanlarda
‘ulusal çerçeve’ göze batmaz: orduların başarı ve başarısızlıkları, yurdun
durumu, siyasi gelişmeler anlatının eksenini oluşturmaz, gündeme pek gelmez;
kişilerin dramları temel konudur.
Türk edebiyatıyla kıyaslandığında
mübadeleyle ilgili Yunan romanlarında olaylara bakma biçimi Ömer Seyfettin,
Halide Edip, Yakup Kadri, ve daha sonraları, Kemal Tahir, Halikarnas
Balıkçısı ve Atilla İlhan gibi yazarların yapıtlarındaki ‘ulus’ ve ‘vatan’
problematiğini bulamayız. Türk romanlarında olaylar genel bir
ulusal çerçeve içinde yer alır. Kahramanlar bu çerçevenin içinde yerlerini
alırlar ve anlam kazanırlar. Yunan romanlarında öyküler kişilerin
öyküleridir; özellikle ‘görgü şahidi’ yazarların yapıtlarında. Genel bir
ulusal çerçeve varsa, bu dolaylı olarak görülür. Tipik örnekler Venezis,
Doukas, Mirivilis, Sotiriou’dur. Türk romanları daha çok Yunan
edebiyatında mübadele konusunda tipik örnek oluşturmayan Kazantzakis’in
yaklaşımına benzer: romanda temel öğe biz-onlar çatışmasıdır.
Yunan edebiyatında mübadele olayı
bir ‘son’ olarak anlatılır. Türk edebiyatında - ve genel
olarak Türk tarih yazıcılığında da - İstiklal Savaşının sonu ve dolaylı
olarak nüfus mübadelesi de - bir ‘başlangıcın’ işaretidir; hatta
sevindirici ve umutlu bir başlangıcın işareti. Bu başlangıç yeni bir
siyasi rejimle ilgilidir. Bu siyasi değişiklik topluma yeni ve daha mutlu bir
geleceği vaat ediyordu. Yunan tarafında aynı dönem kuşkusuz acılı, nostaljik
ve bazen eleştirel bir biçimde ele alınan bir ‘son’dur. Romanlarda
yapılanların yanlış olduğu gündeme gelir. 20inci yüzyılın yirmili yılları bir
başlangıç değil, yeni bir geleceğin değil, olsa olsa yeni bir durumun
işaretidir. Olay ‘Küçük Asya Felaketi’ adını alan bir yenilgiyle
ilişkilidir.
Bu yenilgiyle ilgili acılı süreç,
yoksulluk, evden sürgün edilmek, hastalıklarla ve ölümle iç içe olan dönem,
genel olarak Ortodoksların hayat görüşüne pek yabancı değildi. Melankolik,
hatta mazoşist mitoslar Rum cemaatinin bilinen motiflerindendir. Başka bir
çalışmamda İsa’nın acılı ve trajik sonuyla paralel sunulan Ortodoks/Rum
cemaatinin mitoslarını anlatmıştım. Küçük Asya felaketi bu bağlamda Yunan
halkının kolaylıkla kavram olarak algılayabileceği bir olaydır: eskiden de
tekrarlanmış olan bir trajedidir. Hıristiyanların ezilip acı çekmesi yada Bizans’ın
yok olmasıyla Ortodoks cemaatin koruyucu siyasi desteğini kaybedip ikinci
sınıf cemaat olması gibi bir felaketti. Venezis açık bir biçimde Yunanlıların
cemaat olarak kimliklerini bu acılara dayandırdıklarını anlatır. Bu felaket
konusunun bu denli sık ele alınması belki de bu ‘aşinalıkla’ da ilgilidir.
Bu bağlamda ‘Türk’ motifi de ulusal
mitosa ters düşmemektedir. Çağdaş, Yunan söyleminde ve edebiyatında, yani
ulusçu dönemde, ‘Türk’, esaretle ve dolayısıyla acıyla ilişkili algılanan bir
motiftir. Genel olarak ‘felaketsiz’ dönemler Türk’ün egemen olmadığı
dönemdir; felaket ise Öteki’nin varlığını duyurduğu dönemdir. ‘Birlikte
mutlu yaşadık’ motifi ise ancak Türk egemenliğinin sarsıldığı ve kendini
duyuramadığı dönemle yada Rumların en azından ekonomik olarak egemen
oldukları dönem ve konjonktürle ilgilidir; örneğin
1919-1921 yıllarında İzmir’de‘Öteki’ siyasal olarak üstün yada eşit
durumda bulunduğu dönemler için - her iki yanda da - ‘birlikte iyi yaşadık’
denmemektedir
.
İlk dönem mübadele romanlarının
yazıldığı dönem, milliyetçi ideolojinden başka Marksizm’den de
etkilenmiştir. Bu bağlamda Yunan romanlarında mübadele dönemi sınıfsal bir
çerçeve içinde de ele alınmıştır. Hemen hemen bütün Yunanlı yazarlar doğrudan
yada dolaylı olarak sınıfsal ve ‘enternasyonal’ bir yaklaşım da dile
getirmişlerdir. Bu iki yaklaşımın klasik örnekleri olarak Mirivilis,
Kazantzakis ve Dido Sotiriu anımsatılabilir. Bundan dolayı Yunan romanlarında
‘emperyalist’ güçler sık sık Öteki olarak resmedilir. Kimi zaman Batılı güçler
‘felaketin’ sorumlusu olarak sergilenirler. Ancak sınıfsal yaklaşımla ulusal
yaklaşım iç içe bulunmakta, bazen aradaki ayırım çizgisini görmek kolay
olmamaktadır.
Türk Romanı ve Mübadele - Suskunluk dönemi
Türk romanına baktığımızda Yunan
romanına göre en çarpıcı farkın mübadeleden hemen sonra bu olayın edebiyata
yansımamış olmasıdır. Bu konuda hemen hemen tam bir sessizlik vardır.
Özellikle 1923’ten 1960’lara kadar, yani yaklaşık kırk yıl, bir iki romanda
bir iki cümleden fazla bir şey bulamıyoruz. İlginçtir, Faik Baysal’ın
Sarduvan adlı romanı (1944) şu cümlelerle başlar:
‘Sarduvan eski bir Rum kasabası.
Yaşlıların dediğine göre yakın zamana kadar da burada Rumlar otururmuş.
Yıllar önce bu Rumların bazıları küp küp altınlarını toprağa gömerek yabancı ülkelere
kaçmışlar, bazıları da yalancıktan da olsa Müslüman olup oldukları yerlerde
kalmışlardır. Ama benim size anlatmak istediğim bunlar değil.’
Gerçekten de hem bu romanda hem de
bu dönemin başka romanlarında konudan kaçınılmaktadır.
Örneğin Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı
(1928) romanında konuyla ilgili bir iki cümle buluyoruz: ‘Rumların İzmir’den
gitmesi iyi oldu, izi kalmasın bunların!’ anlamında kısaca birkaç cümle
yalnız. Yakup Kadri’nin Panorama’sında (1953) giden Rumlardan söz
edilmiyor ama Balkanlar’dan Türkiye’ye gelen ve yerleşen mübadilleri
bulabiliyoruz. Ancak gelenler dalavereci ve antipatiktirler; Yanyanlı Fazlı
Bey halkı sömüren, sevilmeyen, Rumca konuşan olumsuz bir tiptir. Reşat Nuri
Güntekin insanlara çok farklı bakmakta. Ateş Gecesi’nde (1942) dolaylı olarak
giden Rumlardan söz edilmekte. Yazar bu insanlardan sevgi ve özlemle söz
eder. Nihayet Sabahattin Ali ‘Çirkince’ (1947) adlı kısa öyküsünde ‘devlete’
ve ‘düzene’ bir tür eleştiri yönelterek Türkiye’ye yerleşen mübadillere
sağlıklı yaklaşılmadığını, bu insanların zor durumda kaldıklarını
anlatmaktadır.
Mübadeleden sonraki yaklaşık kırk
yıl içinde bu seyrek ve kısa göndermeler dışında Türk edebiyatında göç ve
nüfus değişimi olayı pek ele alınmaz. 1960’tan sonra kimi Marksist yazarlar konuya
dolaylı da olsa değindiklerini görüyoruz. Ama mübadeleyi temel konu hatta
‘önemli bir olay’ olarak ele alan yapıt 1980lere kadar bile henüz yoktur.
Örneğin Zaven Biberyan’ın Yalnızlar
adlı romanında (1965) azınlık üyelerini kastederek ‘bunlar hâlâ yurt dışına
gönderilmedi mi?’ diye hayretini ve tedirginliğini dile getiren cahil bir
‘milliyetçiyi’ görüyoruz. Hasan İzzettin Dinamo’nun Ateş Yılları’nda (1968)
ve Savaş ve Açlar’ında (1968) Anadolu’dan gidenlerin geride bıraktıkları
toprakların nasıl ‘çıkarcılar’ tarafından yağmalandıklarını kısaca okuyoruz.
Bu romanlarda mübadelenin yanlış bir uygulama olduğu da ima edilir. Kemal
Tahir de Kurt Kanunu’nda (1969) haksız toprak dağıtımından söz eder. Yusuf
Atılgan’nın Anayurt Oteli’nde (1973) dolaylı olarak öldürülen Rumlar kısaca
gündeme gelir.
‘Suskunluğun’ yorumu
1980den ve hele 1990dan sonra
‘mübadele’ konusunda bir hareketlenme görülür. (Bu arada Yunanistan’da
tersine bu konu artık eski önemini yitirmektedir) Tarih ve Toplum dergisi
gibi yayın organlarında konu ele alınır. Tarih Vakfı bu konuda bir sergi
düzenler (1997). Mübadillerin karşılıklı ziyaretleri gözlenir, Yunanca’dan bu
konuda çeviriler yayınlanır, sözlü tarihçilik alanında, geç de kalınmış olsa
eksikliklerin giderilmesi yönünde önemli adımlar atılır. Nihayet
1999-2000 yıllarında Lozan Mübadilleri Vakfı’nın kurulması ile ortaya konuya
sahip çıkan bir kurum çıkacak ve bu alandaki çalışmalar daha sistemli ve
eşgüdümlü olmaya başlayacak.
Edebiyat ve özellikle romanlar
alanında büyük atılım 1990lardan sonra görülür. 1980lerde mübadele ve göç
hâlâ yazarların temel konusu değildir. Fikret Otyam’ın Pavli Kardeş’inde
(1985) giden Rumlardan söz edilir (gittikleri için ‘hain’ de ilan edilerek).
Salim Şengil Savrulup Gidenler’de (Öyküler, 1987) farklı bir
yaklaşımla aynı ayrılışı hüzünlü anar. Mario Levi En Güzel Aşk
Hikayemiz (1992) ve Madam Floridis Dönmeyebilir (1990) İstanbul Rumlarının
göçünü ve Mehmet Eroğlu Yürek Sürgünü’nünde (1994) Sakız’a eski
dostları görmeye giden Türklerden yine özlemli bir dille söz eder.
1990 ortalarından sonra gözlenen
‘mübadele romanları’ patlamasına geçmeden o ana kadar gözlenen ‘suskunluk’
dönemine bir açıklama getirmeye çalışmak sonraki romanları daha iyi
anlamamıza yardımcı olacağından da yararlı olabilir. Bu alanda Yunan
edebiyatıyla kıyaslamalar da yararlı olabilir.
‘Bırakılan topraklar’ konusu da,
yukarıda gördüğümüz gibi Yunan edebiyatından farklı olarak, yaklaşık 1995
yılına kadar Türk edebiyatında pek işlenmedi. Bir iki istisna vardır: Necati
Cumalı (örneğin Yağmurlar ve Topraklar, 1973; Makedonya, 1976) ve dolaylı
olarak Reşat Nuri Güntekin gibi yazarlar geride kalan ‘ortak’ Türk-Rum yaşam
konusunu işlemişlerdir (Akşam Güneşi, 1926; Ateş Gecesi, 1942). Yine Yunan
örneğinden farklı olarak, geride bırakılan toprakların eski isimlerinin önüne
‘yeni’ sıfatını ekleyerek yeni köyler/mahalleler kurmak uygulaması da
pek görülmez. Yunan tarafı ‘kayıp vatanlar’ dedikleri kentleri, köyleri ve
hele baba evleri konusunda daha fazla ‘kayıt düşmüşlerdir’. Bu farkın ve Türk
tarafında görülen suskunlukların nedenleri farlı olabilir:
1- Yunan tarafı için mübadele ve göç
bir yenilginin sonucuydu; Türk tarafı için bir zaferin sonucu. Belki bu
yenilgi/zafer çağrışımları olayı Yunan tarafı için daha trajik ve önemli
kılmıştır. Ayrıca Yunan romanında Yunanistan’ı terk eden Müslüman
mübadillerden fazla söz edilmez. Bunu yapan romanlar sınırlıdır; Loudemis’in
ve Nenedakis’in birer romanı ve Venezis’in bir iki öyküsü anımsatılabilir.
Türk edebiyatında ülkeyi terk eden Rumlara daha çok rastlıyoruz. Bu farkın
bir nedeni Osmanlı/Türk toplumu içinde vatandaşlığa bağlı sivil (etnik
olmayan) yurttaşlık anlayışının Yunanistan’a göre daha yaygın olmaması
olabilir. Başka bir nedeni ‘kaybedilene’ kıyılan değerle ilişkili olabilir.
2- Yunanistan’a göç eden nüfusun
sayısı fazlaydı. Yunanistan’a göç 1.2-1.5 milyon kadardır; Türkiye’ye
gelenler 450 bin. Yunanistan’a yerleşenler mevcut nüfusun % 20’si iken
Türkiye’de bu oran % 3.8. Ama her iki ülke için de ‘ayrılan’ nüfus %10 dur.
3- Türkiye’ye göç kontrollü bir
uygulama sonucu olmuştur. Rum nüfus özellikle Batı Anadolu’dan mübadeleden
önce zoraki ve büyük bir kargaşa içinde kaçmıştır ve kaçırtılmıştır. Bu
nedenle de Yunan tarafında olay daha dramatik algılanmış olabilir.
4- Türk tarafı daha önce de Balkan
Savaşı nedeniyle göç olayını yaşamış olduğundan belki söz konusu 1923 göçü en
büyük dram sayılmamıştı. Türk tarafı bu konuda daha ‘deneyimliydi’ denebilir.
5- Türk mübadillerin çoğu köylüydü
ve ortalama okuma yazma düzeyleri, oran olarak kentli nüfusu daha kabarık
olan Rumlara kıyasla daha düşük olmuş olabilir. Aralarından yazarların
çıkmamış olma olanağı da göz önüne alınmalıdır.
6- Mübadele yıllarının hemen
sonrasında Türkiye’de Misaki Milli sınırları dışındaki Türklerle ilgilenmek
hoş karşılanmıyordu; İttihatçı bir sapma sayılıyordu. ‘Dış Türkler’ konusu
tabuydu ve bu tür konular desteklenmiyor, hatta bu tür yaklaşımlara kem gözle
bakılırdı. Bu konular siyasal olarak sakıncalıydı. Bu yıllarda Anadoluluk
temeli üzerinde bir ulusal kimlik oluşturulmaya girilmişti. ‘Çeşitlilik’,
farklı kimlikler, çok seslilik devletçe hoş karşılanmıyordu. Zaten verilen
örneklerden de anlaşılacağı gibi mübadele konusuna değinen yazarların hemen
hepsi devletle ‘kavgalı’ olan ‘solcu’ yazarlardı.
1995 yılına kadar mübadele konusunun
Türk romanına içerik olarak nasıl yansıdığına baktığımızda ise üç temel
yaklaşım görürüz:
1- Gidenler yabancıydı, gittikleri
iyi oldu. Millet olarak daha homojen olduk, milli devlet güçlendi. Gelenler
de pek bizden sayılmaz; aralarınca zaten Rumca konuşuyorlar. Bu grup yazar
genelde mübadeleyi olumlu ve yararlı sayıyor. Aka Gündüz’ün, Yakup Kadri’nin,
Fikret Otyam’ın yukarıda verilen metinleri buna örnek sayılabilir. Bu
yapıtlarda roman kahramanları etnik bir çerçeve içinde hareket etmekte ve
stereotipler olarak biz/onlar biçiminde gösterilmektedirler.
2- Mübadele olayına karşı çıkmadan
uygulanışını ve toplumsal sonuçlarını eleştiren yazarlar. (Örneğin,
Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Tahir). Bu yazarlar, olayı
yermeseler de, kabul etmiş görünmekte ama devlet uygulanışını yermektedirler.
3- ‘Rumlar bizim yurttaşımızdı ya da
evlerinden ve topraklarından
zorla kovulan masum insanlardı, mübadele kötü
bir çözümdü ve mutsuzluk getiren bir olaydı’ diyenler. (Örneğin, Reşat Nuri
Güntekin, Zaven Biberyan, Yusuf Atılgan, Salim Şengil, Mario Levi, Mehmet
Eroğlu). Bu söylemin temel ekseni insancıl açıdır ve amaç bu drama
katılanların insan yanını vurgulamaktır.
Mübadelenin Türk romanında işlenmesi
ve ‘Ulusal’ Paradigma
1990larda ve hele 2000 yılından
sonra birkaç roman ilk kez nüfus mübadelesini ve halkların
ulusal-sınırlar-arası göçünü ayrıntılı olarak ele alır. Burada kısaca
‘mübadele romanları’ diyeceğimiz bu romanların her birini ayrı ayrı ele
almaya ve incelemeye değerdir. Her birinin özgün yanları var. Her biri
yazarın kişisel dünyasını ve algılamalarını sergilemekte ve bir olayın nasıl farklı
okunuşları olduğunu göstermektedir. Ancak burada olaya daha küresel
yaklaşılacak, genel eğilimler gösterilecek ve romanlar ‘örnek’ olarak
kullanılacaktır.
Mübadele ve göç olayı Türk
edebiyatında, genel olarak Türk söyleminde (örneğin okul kitaplarında, tarih
yazımında, sanatta vb. olduğu gibi) ‘Öteki’ konusunda görülen eğilimleri
göstermiştir: farklı paradigmaların izlenmesi sonucunda oldukça farklı
yorumlar ve değerlendirmeler sergilemiştir (Millas 1991, 1994, 1998, 2000,
2000b, s. 201-243, 2001, 2002). Yazarların bir bölümü Türk ve Yunanları
ilgilendiren bu tarihi olaylara ‘ulusçu’ anlayışa uyum göstererek başka bir
bölümü ise ulusçu anlayışı yadsıyarak bakmışlardır.[10]
Burada ‘uyum’ bir paradigmaya uyum
anlamındadır; çağdaş ulus gerçeğini ulusçu anlayışa uygun bir biçimde
kavramak ve bu anlayışı metin içinde yeniden üretme anlamındadır. Farklı yolu
seçenler, değişik ‘oranlarda’ da olsa ulusçu görüş açısından ayrılanlardır.
Farkın anlaşılır olması için dünyamızda ve hele Balkanlarda son bir iki
yüzyılın bir ideolojisi olan ulusçuluğun tarihselliğinin ve konjonktürel
yanının anlaşılması gerekmektedir. Bu anlaşılmadığı durumlarda – söz konusu
romanlarda da görüldüğü gibi – ulusçu dünya görüşü yeniden üretilmektedir.
Buna göre romanlarda belli bir söylem ağırlık kazanmaktadır. Genelde
ulusçu paradigmanın romanlarda da yansıyan yanları şunlar:
1- Olaylar insan yada cemaat
dramından çok bir ‘uluslar’ kavgası olarak algılanmaktadır. Tasnif ve
sınıflamalar ‘ulus gerçeği’ temelinde yapılmaktadır. Başka türlü söylersek,
olayların çerçevesini uluslar belirlenmektedir. Uluslar daha geniş bir
ideolojik konjonktürün sonucu değildirler, hareket noktasıdırlar, olayların
eksenidirler. Kahramanlar genellikle bir ulusun üyeleri olarak resmedilmekte,
bu sınıflamaya girmeyen kimselere pek rastlanmamaktadır. Ulus kategorisine
dahil edilmeyen kimseler ‘ne idiği belirsiz’ kimseler olarak resmedildi.
2- Uluslar (ve ulusçuluk) başlangıcı
ve dolayısıyla sonu da olacak bir tarihsel fenomen olarak değil, ‘ebedi’
değerler olarak anlatılmaktadır. Bu anlayışın ilk sonucu olarak Türklerin ve
Yunanlıların (ve öteki ‘ulusların’) tarihi çok eski sayılmaktadır. Türk-Yunan
ilişkileri Bizans dönemine, Selçuklulara, Osmanlılara dek gerilere
götürülmektedir. Binlerce yılla yada yüzyıllarla anlatılan ‘ulus’ gündeme
gelmektedir.
3- Bunlarla ilişkili olarak
ulusların bir ‘değişmezliği’ söz konusu olmaktadır. Ulusal ‘karakter’ gibi
bir şey ulusların ‘eskiliği’ ile birlikte bulunmaktadır. Bugünü anlatmak için
sürekli geçmişe gönderme yapılmakta, bugünü anlamak için ‘ecdada’, ‘tarihe’ -
tam olarak söylemek gerekirse, ‘ecdadımıza’, ‘ecdatlarına’ ve ‘tarihimize’,
‘tarihlerine’ – bakma gereği görülmektedir. Kişiler kişiliklerini bu ulusçu
kategoriler içinden sağlamaktadırlar. Giderek kişiler daha az saydam ve daha
çok ‘öngörülebilir’ olmaktadırlar. Öngörülebilirlikleri aslında roman
kahramanlarının artık ulusal stereotiplere dönüşmüş olduklarının kanıtıdır.
4- Nihayet bu tür romanlarda, kaçınılmaz
olarak, biz/onlar karşıtlığı ön plana geçmekte - ve kişiler değil – ve
ulusların ‘temsilcileri’ bazı Türkler ve Yunanlılar karşımıza çıkmaktadırlar.
Kimlik olarak ‘bize’, yani yazara daha yakın olanlar, genellikle daha olumlu
kimselerdir, ‘Ötekiler’, şu yada bu biçimde, biraz yada çok kusurludurlar.
Kusurlu olmayanlar Ötekiler ise genellikle ‘bizim’ ne denli olumlu olduğumuzu
dile getirmek için kullanılırlar. Ayrıca mübadele romanlarında, karmaşık
dil/din/köken konuları içerdiğinden ulusçu paradigmayı izleyen metinlerde
kahramanların ‘ulusal kimliğini’ kanıtlama kaygısı da oldukça sık gündeme gelmektedir.
Her ‘ulusçu’ metinde bu öğelerin
hepsi bir arada yer almazsa da genellikle çoğu doğrudan yada dolaylı olarak
vardır. Dikkat edilmesi gereken, yukarıda özetlediğim ve temelde bir ulusal
kimlik sorunu oluşturan çerçevenin, kulağa hoş gelen siyasal yada romantik
söylemle karıştırılmamasıdır. Ulusçu paradigma, ‘barış’, ‘kardeşlik’
söylemini beri etmez. Her ikisi de aynı metinde yan yana ve çelişki oluşturmadan
var olabilir. Ulusçu paradigma bir sınıflandırma ve değerlendirme açısı
oluşturur; bu ideolojiye bağlı kimseler ille de saldırgan ve barışa ve
dostluğa karşı kimseler olmaları şart değildir. Hatta Türk-Yunan
ilişkilerinin düzelmeye yüz tuttuğu, devlet ve hükümetler düzeyinde
yumuşamanın görüldüğü 2000 yılından sonra ister ulusçu ister ulusçu olmasın
hemen herkesin ‘aşırılıklardan’ kaçındığı gözlenmektedir. Artık saldırgan
dilden ve sıfatlardan kaçınılmaktadır. Ancak bu ulusçu ideolojinin aşıldığı anlamına
gelmemelidir.
Bu tür mübadele romanlarından bir
iki örneğe bakalım.
Ahmet Yorulmaz’ın Savaşın Çocukları
(1997) mübadeleyi anlatan bir üçlemenin ilk kitabı. Bu romanda ulusal
egemenlik ve ulusal kimlik temel bir motiftir. Yazar bazı siyasi görüşleri
vurgular. Örneğin a) Antik Yunanlılar ve bugünkü Yunanlılar Türkiye
topraklarına karşı ‘yayılmacı’ emeller beslerler, b) Girit Türkler tarafından
Venediklerden alındığından ve Yunanlılar sonra geldiğinden Yunanlıların
Girit’te hakları yoktur (s.32), c) Giritli Müslümanlar dillerini unutmuş
gerçek Türk’türler (s.12), d) Anadolu anayurttur ve Girit yalnız ‘yurt’tur,
dolayısıyla Girit’i terk eden Türklerin özlem duyması gerekmez (s. 134) gibi
tezler sürekli gündeme gelir, gerekli gereksiz tekrarlanır. Bu romanı
izleyen yazarın Kuşaklar (1999) ve Girit’ten Cunda’ya (2003) adlı romanlarda
da aynı motifler işlenir.
Kuşaklar’da Yunanlılar Türklere ‘beş
yüz yıldır’ kinleri olan bir ‘ulus’ olarak anlatılır (s. 206). Ama aynı
zamanda ‘barış’ diler Hasan ve bağnaz Yunanlıya seslenir: ‘İstanbul’a
Konstandinopolis demekte direniyorsunuz.... Bu böyle sürer giderse, savaşlar
nasıl son bulur, barışı nasıl kurarız, nasıl kucaklaşırız? Hadi söyle
bana...’ Ancak Hasan’a aşık olan Marigo stereotip bir Yunanlı gibi kesin konuşur:
‘Şu barış dediğin şeyle senin beynini yıkamışlar’ (s. 206). Mübadele
konusu açıldığında ise ‘suç’ Yunan tarafına yüklenir: Rumlar Anadolu’da mutlu
yaşardı, ama ihanet etmişler, yabancılara kucak açmışlar, dolayısıyla suç
Türk devletinde olamaz, kovulmaları onların hain davranışlarından dolayı
gerçekleşmiştir, der Hasan. Mübadele en sonunda ‘Rum hainlerin kovulması’
olarak sergilenir. Marigo’nun Yunan ulusunun ‘karakterini’ ele veren şu
sözleri ilginç:
‘Biz Yunanlılar tarih tarih olalı
hep yayılmacı olmuşuzdur... Yunan yayılmacılığının hem simgesi, hem öncüsü
diyasporadır, yani buradan giden soydaşları - ki onlara kolan da denir-
vaktinin geldiğini sanarak ayaklanmıştı... Biz ulus olarak
yayılmacılıktan asla vazgeçmeyeceğiz, böyle sürüp gidecek bu işler.
Farkındasındır belki, kişisel olarak ben de aynı inançtayım! Biz ölürüz de
yayılmacılıktan dönmeyiz!’ (s. 200).
Hasan Marigo’ya barışın ne denli iyi
bir şey olduğunu anlatmaya çalışır ama okuyucu, bu tür konuşmaların tekrarı
sonucunda Yunanlıların pek iflah olamayacak bir ulus olduklarını anlar.
Girit’ten Cunda’ya adlı romanda
Giritli Türklerin ‘genetik olarak kesinlikle Türk’ oldukları anlatılır
(s.91). Rumların Türkleri Girit’ten ‘sürmenin zevkini yaşadıklarını’ (s.105),
Rumların ‘bağnazlığı’, ‘yayılmacılığı’, ‘haksızlığı’, ‘kinleri’ yeniden
gündeme gelir (s.106). Türk tarafının eksiklikleri yoktur. Nihayet bu
Türk-Yunan karşıtlığının çok, ama çok eski olduğu ilginç bir tarihi tezle
anlatılmaktadır: Önce Yunanlılar Çin’e kadar dayandılar. Türkler onları
‘adalara dek püskürttü’. Sonra Yunanlılar Anadolu’nun ortasına kadar gitti.
Ve Mustafa Kemal Yunanlıları ‘gerisin geriye gönderdi’. Yani 2300 yıllık
Türk-Yunan ilişkileri tarihinden söz edilmektedir. Yunan politikacıları ise
bu ‘gel git’ olayını istismar edip koltuklarını sağlıyorlar (s.87). İki
ulusun ilişkileri ve mübadele – ve her yanın sorumluluk oranı - bu tür bir
söylem içinde sunulur.
Ahmet Coral’ın İzmir, 13 Eylül 1922
adlı romanı da (2003) ‘iyi niyetle’ yazılmış ama ulusçu paradigma
sınırlarının içinde kalmış bir yapıt. Arada ‘ulusların dost olmaları’,
‘güvensizliğin pompalanmamasının’ gereği yazılır (s.220) ama barışa
engel olanların ‘Ötekiler’ olduğu da roman boyunca ‘pompalanır’. Yunanlı
roman kahramanı yüzyıllar içinde değişmeyen ve sürekli olarak Türk’e karşı
saldırgan davranan, bağnaz ve ‘ulusçu’ kimse/kimseler olarak sergilenir. Bu
insan, Roma ve Bizans dönemlerinden bugüne dek Megali İdea adına hep Türk’e
saldırmaktadır, simgesel olarak bir süreklilik sergileyen, hep aynı kalan ve
500, 1821, 1912, 1921 yıllarında karşımıza sorun olarak çıkan Yunanlıdır.
Türk tarafı ise olgunluk örneği ve mutluluk kaynağıdır. İzmir yangınını
izleyen mübadele ve göç de bu çerçevede ve haklılık/haksızlık temelinde, ve
hangi tarafın ‘haklı’ olduğu konusunda okuyucunun aklında pek kuşku
kalmayacak biçimde yorumlanmaktadır. Bu yapıtta kişiler yok olmakta, ulusal
stereotipler ve simgeler halinde ortaya çıkmaktadırlar.
Yunan Bağımsızlık Savaşının yorumu
tipiktir (s.58). Rumlar ‘Türk egemenliğinde bolluk ve refah içinde mutlu
yaşamaktadırlar’. Ama bazı ‘aklı başında olmayan’ Rumlar Sakız Adasında küçük
Türk garnizonuna saldırır. ‘İçlerinde biriken ‘Osmanlıya baş kaldırılmaz,
fare aslana kükreyemez!’ saplantısının yıkıldığını görmenin şehvetiyle ...
ağız dolusu küfrediyor ve asırlar boyu biriktirdikleri tüm kini tüfeklerinin
namlularından kusuyorlardı’. ‘Türk’ donanması yetişince ‘bizim sarhoş,
bitirim, hırsız, korsan ve çapulculardan oluşan kahramanlar alayımız da daha
ilk ‘Türkler geliyor!’ sözü edildiğinde, adanın içlerine doğru çil yavrusu
gibi dağıldı’. Türk askerler çok farklıydı. Kızıl türbanlarıyla hareket
halinde bir gelincik tarlası gibiydiler, ilerlediler, başlarında haşmetli bir
süvari vardı. Yunanlıların teslim olmasını ister. Ama Rumlar ‘Türklerin
tarihleri boyunca teslim olanları hep bağışladıklarını’ bilen bir ihtiyar
Rum’u dinlemediler, ‘galiz küfürlerle’ kurşun sıktılar Türklere. Sonunca bir
Rum’un anlattıklarına göre Rumlar yenildi. ‘Efendimiz İsa’nın inançlı
fahişesinin adıyla vaftiz edilmiş yaşlı Bayan Madelene, köyün başında Golyat
gibi palabıyıklı Türkleri görünce donuna doldurmuş ve köyün gizli girişini
gösterivermiş!’
Romanın temel kahramanlarından stereotip
Yunanlı bu olaylar yaşanırken küçük bir çocuktur. Milliyetçi bir Yunanlının
‘bakir umududur’. ‘Türkleri en nihayet dünya yüzünden silecek, o lanetli ırkı
cehennemin en alt katmanlarına sürecek olan Grek idealinin simgesisin sen!’
der genç çocuğa. ‘Biraz sonra göreceklerinin içinde amansız bir kin birikimi
sağlayacağına inanıyorum. Bu kin, Türkleri yok etmek ülküsü adına kat
edeceğin yollarda rehberin olsun. Sen XII. Konstantinos olacaksın.’ vs.
Sonunda genç çocuk Megali İdea idealine inanır ve – sembolik bir biçimde –
romanın içinde, hiç değişmeden bugüne dek sürekli olarak karşımıza çıkar.
Bu Yunanlı İzmir yangınında da
karşımıza çıkar. Olanları bu adam anlatır (s.191-204). Mübadelenin ilk
perdesini oluşturan Rumların kaçışının anlatışı da romanda oldukça ilginç.
Ermeniler İzmir’in yanmasında oldukça sorumludur; çünkü ‘pabucu Türklere
pahalıya satmak isterler’. Türkler tellallarla Ermenilerin ‘mallarıyla
kentten ayrılabileceklerini duyuruyorlar’ (nereye gidecekleri romanda
açıklanmıyor) ama onlar her nedense direniyor; ve ‘felaketin davetçisi’
oluyorlar. Sonunda yangın çıkar. Rumlar denize doğru kaçar, ‘rıhtım boyunca
istif’ olurlar, ateş ile deniz arasında sıkışırlar. Anlaşılan tepelere doğru
kaçmak akıllarına gelmemiş. Ve bu ateş yüzünden denize düşerler ve çoğu ölür.
Okuyucunun anladığı bu olayın bir panik olayı olduğu, Rumların birbirini
ezdiği, hatta olayın İzmir’in alınışından dört gün sonra olduğudur. Bu arada,
duyulduğuna göre, başka kentlerde ‘işgal sırasında iyice bilenmiş olan Türk
halk, Rum evlerine saldırıyor, mallarını talan edilmesine direnenleri de
dövüyormuş. Tabi bunlar arasında ölenler de varmış’.
Bu romanlarda, yukarıda
sıraladığımız ulusçu paradigma söyleminin bütün özellilerini görebiliyoruz:
olaylar iki karşıt ulusun kavgası biçiminde anlatılmakta, ulusal özellikler
yüzyıllarca aynı kalmakta, yani ulusal süreklilik temel sayılmakta, kişiler
ulusal stereotipler olarak davranmakta ve ‘bizim taraf’, eninde sonunda daha
olumlu olandır. Sürekli olarak Ötekinin bize kin beslediği ve saldırgan
olduğu tekrarlanmaktadır. Yazarların iki düzeyde hareket ettiğini
varsayabiliriz. Bilinç düzeyinde ‘güvensizliğin pompalanmamasından’
yanadırlar; bilinç altı ise güvensizliği yeniden üretmektedir. 1915-1925
yıllarında yaşanan nüfus mübadelesi ve zorunlu göçler de bu bağlamda belli
bir ‘anlam’, meşruiyet ve ‘haklılık’ kazanmaktadır: ‘ulusların ilişkileri
böyle olduğuna göre çözüm de aynen bu olmalıydı’.
Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan
Ağlıyor Baksana ve onun davamı olan Karıncanın Su İçtiği ve Tanyeri Horozları
şimdilik üçü yayınlanan dört romanlık bir sıradır (Genel adı Bir Ada
Hikayesi 1,2 ve 3 - 1998, 2002, 2003). Bu romanları hem birinci ciltteki
görüşlerle öteki ciltler arasında farklı yaklaşımlar sergilediğinden hem de
çizilen çerçeve öteki Türk romanlarından farklılık gösterdiğinden yorumlamak
ve sınıflandırmak kolay değildir.
Bu romanlar ‘mübadele’ olayını ele
almaktadır. Birinci ciltte hayali bir adada yaşayan ve Türkçe konuşan
Rumlardan söz edilmekte, sonraki romanlarda ada somut olmakta (Cunta) ve
Rumlar Yunanca konuşurlar. Ayrıca ikinci ve üçüncü romanda Yunanistan’dan
göçen Müslümanlar da görülmektedir. Mübadele hiç kimsenin istemediği olumsuz
bir olaydır. Devletle ilişkili kurumlar ve kimseler ‘sorumlu’ gösterilir ve
olumsuz davranışlar genellikle onlardan kaynaklanır. Bu açıdan bakıldığında
mübadeleye eleştirel yaklaşıldığı söylenebilir.
Ancak ‘ulus’ kavramına verilen
anlama baktığımızda ulusçu mitoslar öncelik kazanmaktadır. Rumlar, Çerkezler,
Kürtler vb. ‘üç bin – beş bin yıllık’ bir tarihsel süreklilik içinde
anlatılırlar (örneğin s. 1/50, 267). Devlete bağlılık ve devlet ordusunda
savaşmak erdenli bir davranıştır, ‘anlamsız’ Sarıkamış seferinde olsa
bile (s. 1/58). Özellikle ‘askere’ ve ‘üste’ saygı ve bağlılık ‘iyi
yurttaş’ hatta ‘yurttaş’ sayılmanın şartı gibi sergilenir (s. 1/74). Simgesel
olarak Rum/Kürt/Çerkez ilişkileri etnik bir boyut edinir. Kişiler bu grup
kategorileri içine yerleştirilir ve ele alınır.
İkinci ciltte mübadelenin dramı
sergilenir, acılar anlatılır, bu göçün neden uygulandığı sorulur; ama yanıt
pek belli değildir (s. 2/479). Yine de ‘Ötekine’ karşı olanların paranoyası
açıkça gösterilir; bir kaymakam şöyle bağırır bir ara:‘Onlar çocuk değil, her
biri bir canavardır. Şu koca memleketi onlar yaktılar, yıktılar, köyleri,
kasabaları talan ettiler. İnsanları öldürüp küçük kızların ırzlarına
geçtiler. Onlar Ermenidir, onlr Kürttür, onlar Yezidi, onlar Keldani, onlar
Çingene, onlar yetmiş iki milletin veledi ninalarıdır. Dört kitapta onların
katli vaciptir’ (s. 2/160).
Üçüncü romanda mübadelenin ‘ruhu’ da
eleştirilir. İki devlet, Türkiye ile Yunanistan, göçü ve mübadeleyi zorla
halka kabul ettirirler (s. 3/288).
Bu romanda kesin bir Rum ve Yunan
ayırımı vardır. Rumlar ‘bizden’ sayılır çünkü ‘vatanı’ sevmekteler, askerlik yapmaktalar
ve Yunana karşı savaşmaktadırlar. Yunanı da pek sevmemektedirler. Romantik ve
duygusal yaklaşım kendini roman boyunca duyurur: roman kahramanı kaçıp
Yunanistan’dan gerisin geriye gelir evine. Türkiye’de yaşar yeniden. Mübadele
hoş olmayan bir olay olarak sergilenir: acılara neden olan bir olaydır.
Çağdaş ‘göç romanları’
1990lı yıllarda ama özellikle 2003
yılında, yani nüfus mübadelesinin 80inci yılında yayınlanan birkaç romanda
göçün anlatımında ‘çağdaş’ bir yaklaşım görülmektedir. Yunan romanlarıyla
kıyaslandıklarında bu yapıtlarda bir eksiklik görülür: Türk yazarlar 1930
kuşağından farklı olarak bu olayların görgü şahitleri değildir, bundan dolayı
da anlatım daha soyut, genellemelere daha fazla dayalı ve daha duygusaldır.
Belki daha az ‘gerçekçidir’ bile denebilir. Ama buna karşılık, göç olayını
yaşayanların yazdığı romanlara kıyasla son 5-10 yılda roman yazanların önemli
bir ‘avantajı’ var: ulusçu ideolojiye ve yaşanan olaylara zamanın sağladığı
bir mesafeden bakabilmişlerdir. Yaklaşımları hem daha soğukkanlı hem daha
tarafsızdır. En önemlisi de, artık son on yıllarda ulusçuluğun ne olduğunu
anlatan önemli araştırmalar yayınlanmış olduğundan ve tarihçilik ve siyaset
bilimi alanında atılan büyük adımların sonucu olarak, yalnız olayların anlatılmasıyla
yetinilmemekte ‘çağdaş’ yorumlar da edebi metnin içinde sezilir olmaktadır.
1930larda yazılan romanların perde
arkasında bulunan ahlaki/kuramsal temel Marksizm yada insancıl anlayıştı.
Örneğin Dido Sotiriu’nun yorumunda ‘suçlu’, halkları birbirine düşüren Büyük
Güçlerdir, yani Kapitalizmdir. Venezis’te olayların acıklı yanını
görüyoruz, üzüntüyü ve pişmanlığın duygusunu yaşıyoruz; ama romanlarda
‘yorum’ kıtlığı, hatta yer yer ulusçuluğun kendisi bile seziliyor.
Kimi yazar kötü insanları yada
‘fanatikleri’ gündeme getirdiler. Türk tarafında ‘kötü yöneticiler’
mübadillerin çektiklerinin baş nedenidir. Kimi zaman sorun, soyut bir biçimde
‘düzendir’. Ulusçuluğun ne olduğu yazarlar tarafından anlaşılmadığını seziyor
okuyucu. Aslında bu romanlar yazıldığında böyle bir ‘eksiklikleri’ yoktu,
çünkü o yıllarda ‘ulusçuluğun’ eleştirisi de henüz olgunlaşmamıştı.[13] Bugün, çağdaş gelişmeleri
izleyen bir okuyucu 1930ların açıklamalarıyla yetinememekte, o yılların
ilerici açıklamaları sayılan ‘sınıfsal’ açıklamalarında artık bir ‘eksiklik’
hissetmektedir; ulusçuluğun eleştirisini aramaktadır.
Bu yazının elverdiği sınırlar
içinde, bu ‘çağdaş’ anlatımdan birkaç örnekle yetinelim. Feride
Çiçekoğlu’nun Suyun Öte Yanı (1992) göç olayını anlatan ilk romanlardan
sayılabilir. Rum ve Türklerin göçü romanda önemli bir konudur. Cunda da
Giritli Türkler görülür, daha geç dönemlerde ayrılan İstanbul Rumları ve
Yunanistan’a kaçmayı düşünen siyasi Türk göçmen adayları... Hepsi aynı sert,
kaba, hoşgörüsüz anlayışın kurbanlarıdır. Devlet politikaları eleştirilir.
Örneğin Rumca konuşmak yasaktır Giritlilere Cunda’da: onlardan zorla sanki
bir kimlik ‘alınmak’ istenmektedir. Rum evlerinde ise eskiden kalan kan
izleri vardır. Vahşeti suskunlukla geçiştirmez yazar; belli ki geçmişle ve
kimliğiyle hesaplaşabilmiştir, çağdaş yorumunu yapmıştır. Bu romanla yeni bir
yol açılır gibidir. Mübadele başka bir boyutuyla artık gündemdedir.
Son yıllarda, her zaman temel konu
bu olmasa da, Türkiye’yi terk eden İstanbul Rumlarından söz eden birçok roman
yayınlandı. Barış Balcıoğlu’nun Çayınızı Türkçe mi Alırsınız? (1996), Oya
Baydar’ın Hiçbiryer’e Dönüş (1998), Yiğit Okur’un Hulki Bey ve
Arkadaşları(1999), Sergun Ağar’ın Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı
(2001), Rıdvan Akar’ın Bir Irkçının İhaneti (2002) – ve okuyamadığım için
anmadığım ve bu yüzden yazarlarından burada özür dilediğim daha nice roman –
bu tür romanlardan sayılır. Bu yapıtlarda ‘empathy’yi, yani olayları Ötekinin
gözünden görebilme ve duyarlılıklarını paylaşabilme yeteneğini derinden
duyuyoruz. Balcıoğlu’nun romanında ‘bizim’ ön yargılarımız ve tabularımızla
sağlıklı bir biçimde gülünebiliyor.
Y. Okur’un romanında Türk
milliyetçiliği en sert biçimde eleştiriliyor. Ağar ve Akar farklı ulusların
yakınlığını vurguluyorlar. Baydar yaşadığı kişisel ‘göç’ ile Ötekine daha
yakın oluyor. Bu tür romanlar başka türlü bir ‘göçten’ söz ettiklerinden ve
mübadele ile doğrudan ilişkili olmadıklarından burada ele alınmayacaktır;
ancak ulusçuluğa artık edebiyatta nasıl farklı yaklaşıldığını göstermek
açısından hatırlatılmalarını yararlı saydım.
Son yıllarda, hepsi mübadeleyi
doğrudan anlatmasalar da bu olayla ilişkili olan ve yeni bir ‘tür’
sayılabilecek romanlar yayınlanmaktadır. Balkanlardan Türkiye’ye gerçekleşen
göçlerden önceki – ve ‘oradaki’ - yaşamı (da) anlatan ve hepsi 2003 yılında
yayınlanmış olan beş romana herhalde ‘muhacirler romanı’ diyebiliriz. Bu
romanlar Türkiye’de gerçekleşen kültürel bir devrimin kanıtı sayılabilir.
Okunduklarında neden bu güne dek ‘geride bırakılan vatanlar’ konusunun
işlenmemiş olduğu konusunda ip uçları vermektedirler. ‘Terk edilen vatanlar’
konusu Türk edebiyatında çok az işlenmiştir. Yukarıda da andığım gibi, Reşat
Nuri Güntekin’in 1926’da yazdığı ve Rodos’u anlatan Akşam Güneşi ile Necati
Cumalı’nın 1976 ve 1995 yıllarında yayınladığı Makedonya 1900 ve Viran
Dağlar bu tür kitapların çok az örneklerinde üçü sayılabilir.
Ama bu 2003 tarihli
romanlar eskiyi anlatmaktan da başka (hepsi aynı biçimde ve oranda olmasa da)
üç özellik daha taşırlar: A) Bir kimlik beyanı gibidirler. Bugüne dek açığa
çıkmamış yada pek duyurulmak istenmemiş bir kimlik romanlarda belli oluyor.
Bu kimlik ‘muhacir’, ‘oralı’ yada bir dil, yöre, sınıf, din/mezhep kimliği
olabiliyor. B) Zaman zaman bir şikayet, sitem hatta protesto havası
taşıyorlar. ‘Devletin’, ‘toplumun’ hoşgörüsüzlüğü ve haksız davranışları yer
yer çarpıcı bir dille anlatılıyor. C) Kimi romanlarda ulusçu yaklaşımlar
eleştiriliyor, kimi zaman da açıkca ulusçuluk suçlanıyor.
Selçuk Erez’in Makriköy’e Dönüş
romanı bir ailenin hayatını anlatır. ‘Balkanlılık’ metinde her sayfada
kendini duyuruyor. İnsanların serüveni, etnik farklar abartılmadan öne
çıkıyor. Her ne kadar Cumhuriyet Türkiye’sinin resmi kimlik söylemi en fazla
bu romanda duyuruluyorsa da, somut olayların akışı anlatıya farklı bir hava
veriyor. Somut insanların öyküleri soyut ve hayali ulus ideolojisini yeniden
üretmekte yetersiz kalıyor. Sonunda ‘insan’ öyküleri okuyoruz; kaynaşmış
Türkler, Rumların ve başkalarının öykülerini (s. 93, 131, 144-147 vb).
Ayten Aygen’in Rumeli Benimdi romanı
farklı okuyuşlara açık. Rumeli ayanlarının öyküsüdür; yazarın aile yaşamıdır.
Kimlik beyanı yalnız kitabın başlığından belli olmuyor, günlük yaşamın
ayrıntılarında sürekli gündemde. Kimliğin bir yanı da ‘Osmanlılık’ ve Bektaşi
ve Melami geleneğidir. Kıvanç duyulan bir geçmiştir bu. Roman bir protesto
romanı olarak da okunabilir. Hemen hemen bütün aile erkekleri ‘devlet’
tarafında, ‘Osmanlı’ tarafından katledilir. Bu ayanlar devlete sadık
kalmakla, hayatlarını ve servetlerini seve seve Osmanlıya bağışlamakla
birlikte kimileri zehirlenir, kimileri ipe çekilir, linç edilir, Bektaşiler
kıyıma tabi tutulur:
‘Arkasından, dergâhı ateşe verdiler.
Yanan binadan can havliyle dışarı fırlayan Bektaşileri bir bir bıçaklayıp
katlediyorlardı... Rumeli’de on üç beyi asmışlar, halk kedere boğulmuş...
Beyler, gerçekten de kendi ayanlıklarında sorgusuz sualsiz katledilmişlerdi’
(s. 153-154).
Travma romanıdır bu yapı. Trajik bir
aile öyküsünün mezar taşı...
Yunanistan’dan mübadele sonucunda
Türkiye’ye gelen ve yerleşen Bektaşilerin şikayetleri Ali Ezger Özyürek’in
Muhacirler romanında Cumhuriyet dönemine yönelir; kimlikleri kıvançla
açıklanır:
‘Muhacirlerin bir avantajı da Avrupa
topraklarından gelmiş olmaktı. Kendilerini Avrupalı olarak tanımlamak onlar
için daha ileri bir uygarlık ve görgü düzeyinde bulunmak anlamına
geliyordu... geri üretim koşullarında yaşayan yerli nüfusa göre oldukça ileri
bir aşamadaydılar’ (s. 174).
Ama devlet ve toplum Bektaşilerin
haklarını tanımaz:
‘Memlekette görece daha özgür iken,
buraya geldikleri ilk yıllarda muhacirler yoksulluğun yanı sıra korkudan uzun
süre yol toplantılarını yapamadılar. Yaptıklarında da çok gizli koşullarda,
köyün girişlerine nöbetçi koyarak yapabildiler... Cumhuriyet laikliği
yerleştirmek için her türlü tarikat faaliyetine karşı hoşgörüsüzdü’
(s.173).
‘(Anadolu’daki) insanların dışarıdan
gelenleri, yabancıları sevdiği söylenemez. Daha önce Ermenilere ve Rumlara
karşı var olan önyargılar, olumsuz düşünceler şimdi muhacirlere karşı da
alttan altta getiriliyor... Tedirgin, huzursuz ve çatışmalı geçiyor
yaşamları’ (s. 153, 154).
Muhacirlerin kıyaslamalar yeni
vatanlarının aleyhinedir:
‘Farklı coğrafyalardan
gelmişlerdi.Gelenekleri, inançları, dilleri hatta fiziksel görünüşleri
farklıydı... Ne kadar isteseler de bu toprakların geleneklerine
uyamazlardı... Onlar daha önce yaşadıkları yerde de kimseyle didişmemişlerdi’
(s.177).
Anadolu’ya uyum sağlamaya çalışan
ama bu arada çok acı çeken muhacirlerin serüvenini anlatan romanda ulusçuluğa
karşı da bir söylem geliştirilir. Bu ideoloji Balkanlarda yeşermeye
başlamadan önce barış içinde yaşayanlar zamanla birbirine saldırmaya
başlar.
‘Köyler yakılıyor, yağmalanıyor,
çoluk çocuk kadın demeden insanlar öldürülüyordu. Sonra bu kötülükleri
yapanlar, vatan, millet, yüce idealler uğruna cinayet işleyip, kan dökenler
bir anda çaresiz, can korkusuna düşmüş zavallı insanlar haline geliyorlardı’
(s.66).Yalnız ‘Öteki’ değil, ulusçuluğa inanmış herkes suçludur: ‘Estirilen
milliyetçi rüzgarlar, önyargılar, yaşananların acımasızlığı insanları
akıldışı eylemlere yöneltebiliyordu’ (s.89).
Ulusçu ideolojiye daha da sert
eleştiriler Zeliha Midilli’nin Bir Balkan Şarkısı - Saranda adlı ve
mübadele öncesinde Arnavutluk'ta yaşayan Bektaşilerin öyküsünü anlatan romanda
görülür. ‘Milliyet esası üzerinde’ kurulacak devletlerin kaçınılmaz olarak
bir göç dalgası yaratacağı anlatılır romanda, ‘en çok kafamı bozan da,
yaptıkları kepazeliğe ulvi kılıflar bulmalarıdır’ der roman kahramanı. Ve
tabu bir konuya geçilir:
‘Ezelden beri sevemedim şu vatan
tabirini. Memleket sözünü şahsen daha sempatik bulurum. Vatan bana
zahiri memleket ise batini bir mevhum gibi gelir. Vatan kendini bizden üstün
bir mertebe koyar ve icabederse onun için ölmemizi emreder. Memleket ise
kendini bizim altımızda bir mevkiye yerleştirip, onun için ölmemizi değil,
üzerinde yaşamamızı ister... Ama insanoğlunun vatanı vardır, o da bütün
toprakların üstüdür, yani insanoğlunun vatanı dünyadır’ (s. 281,282).
Ulusal bağımsızlık anlayışı da
oldukça heretik bu anlatışta:
‘Hür olmanın kendi devletine sahip
olmakla alakası yoktur... Ben beni idare edenlerin milliyetine önem vermem.
Kim, vazifenin bütün icaplarına sahipse o ifa etsin. Mühim olan benim burada
mesut, rahat, müreffeh, istibdattan uzak ve fikren hür bir hayat idame
ettirmem’ (s.140).
Bu tür bir söylem Türk romanında
yenidir. Türkiye’nin de değişmekte olduğunun kanıtıdır. Eleştiri ‘ulvi’
sayılan ideolojilere ve tabulara da yöneltilmektedir. Bu söylemin temelinde
siyasal görüşten başka bir felsefe ve bir kimlik de yatmaktadır. Bir yanda
20inci yüzyıl başlarında Arnavutların kendi dillerinde eğitim yapmaları
şikayet olarak sürekli hatırlatılır, öte yanda Bektaşilerin yaşam ve
düşüncelerini gündeme getirilir:
‘Dergâh memleketin diğer
taraflarındaki tekkeler gibi Sarandalılar için de hakiki bir hürriyet diyarı
(idi)... İnsanlar hangi dine, cinsiyete ve zümreye mensup olurlarsa olsunlar,
herhangi bir tefrike tabi tutulmadan tekkenin kapısından bir hürriyet ve muhabbet
alemine girer gibi giriyorlardı’(s.160).
Romanda anlatılan bu ortamda
insanlar da – göçler başlamadan önce – gerçekten ‘kardeştirler’. Din bile ‘o
eski yıllarda’ insanları birbirinden ayırmaz:
‘Devran’ın her Pazar kilisedeki
ayine iştirak etmesi gibi, (arkadaşı Papaz Kostas da) zaman zaman tekkedeki
ayinlere iştirak ederdi. Zaten Bektaşilerin çoğu kiliseye giderler, hatta
gittiklerinde yanlarında umumiyetle haç da taşırlardı’ (s. 96).
Derviş Devran romanlarda karşılamaya
pek alışmadığımız görüşleri dile getirir:
‘Allah Müslümanlıkta,
Hıristiyanlıkta, Yahudilikte yahut başka dinlerde değildir... Allah’ı bulmak
için içinize bakın. O oradadır’ (s.178).
Bu göç ve muhacir romanlarında son
zamanlara kadar yasaklanmış, bastırılmış, yada ortaya çıkmaları pek
istenmemiş bazı ‘kimliklerin’ seslerini duyuyoruz. Alışageldiğimiz ‘resmi’
görüşler olmadıkları belli. Yunanistan’da da, kimlik alanında olmasa da,
ulusçuluğun eleştirisi açısından, artık uluslararası ilişkilere farklı
yaklaşılmaktadır. Ulusçu paradigmanın dışında başka bir anlatı oluşmaktadır.
Konumuzla daha yakından ilgili iki romana bu ‘okuyuşu’ bitirmek
istiyorum.
Thanasis Valtinos’un Andreas Kordopati’nin Öyküler Derlemesi
- 2 (Sinaksari Adrea Kordopaki - 2) (2000) ve Kemal Anadolu’un Büyük Ayrılık
(2003) adlı romanları.
Her iki roman da doğrudan mübadeleyi hazırlayan
olaylarla ilgilidirler. Her ikisi de ‘Ötekini’ eleştirmeyi bir yana bırakıp
olayları doğuran anlayışa ışık tutmaya çalışmıştır. Bu yolda ‘biz’ sayılan
tarafı eleştirmeyi çok doğal saymıştır. Yazarlar kendi uluslarının ve
ordularının neden olduğu vahşeti ilk kez dile getirmiştir. Bu konuda samimi
ve hele cesur davranmıştır.
Olaya ne romantik bir beraberliğin
sonu olarak, ne ‘Öteki’nin’ neden olduğu bir vahşet olarak, ne milli ve
sevindirici yada üzücü bir olay olarak, yani tek yanlı bir olay olarak ele
almamışlardır. Ama ne de genel çerçevesi belli olmayan somut ama zamandan ve
yöre gerçeğinden kopmuş bir olaylar zinciri olarak yazmışlardır
romanlarını. ‘Neden’ olarak da suçu başkalarına yüklemek istememişlerdir:
suçlu emperyalistler, yabancılar, kötü yöneticiler değildir; ne de bu konuda
suskunluk vardır. Suç zamanın bir ideolojisindedir, milliyetçiliktedir. Bunda
yazarlar uzlaşmış bulunmaktadır. Ancak ulusçuluk soyut bir kavram olarak kendi
başına etkisizdir hatta anlamsızdır. Milliyetçiliğe inanmış insanlar araç
olarak eyleme geçmedikçe milliyetçilik diye bir şey zaten yoktur.
Bu iki yazar mübadele denen bu insan
değiş tokuşunun, trampasının, alış verişinin nedeni olarak zamanın ideolojisi
milliyetçiliği, ve bunu yaparken özellikle daha yakından tanıdıkları kendi
halklarını işaret etmişlerdir. Her iki yazar da çağdaş tarih yorumlarından ve
hele milliyetçiliğin tarihinden haberdar oldukları hemen belli oluyor. Bu
bilgi birikimini ve yaklaşımı daha erken bir dönemde beklememiz gerçekçi
olamazdı; çünkü milliyetçiliğin çağdaş eleştirisi de yenidir. Yirmi otuz yıl
önce milliyetçilik derken ‘yurt sevgisi’ anlaşılıyordu. Ancak son yıllarda
milliyetçiliğin bir ruh hali de olduğu ve pek sağlıklı olmadığı da dile
getirilmektedir.Thanasis Valtinos’un romanında Yunan vahşeti örnekleri
okuyoruz:
‘(Kırk kadar Türk kadını Sakarya
kıyılarında saklanıyordu.) Ama zavallıları canlı yaktılar bizimkiler. Büyük
bir evde bir arada yemek yiyorlardı. Bir sürü aşağılık kimse gitti, kadınlara
yapacaklarını yaptıktan sonra evi ateşe verdi; dışarı çıkmamaları için
kapıları da kapatarak’ (s. 195).
Kemal Anadol’un bu romandan da bir
iki cümlesini aktarıyorum:
‘Evvela koyu bir milliyetçilik
şırınga ettiler. Bizim Rumlar ile Ermeniler Dünya Harbi’nde bunu doruk
noktasına çıkardılar. Tehlikeli bir silah bu milliyetçilik. Hemen karşıtını
doğuruyor. Jön Türkler de zaten hazırdı buna! Megali İdea mı? Karşısında
Turan, Kızılelma! İsyan mı? Al sana tehcir! (s.517).‘Çağın tarihini yazacak
olanlar, milliyetçiliğin insanlığa, veremden, vebadan, koleradan da çok zarar
verdiğini tespit edecekler... Çünkü milliyetçilik, bulaşıcı, tehlikeli ve
ölümcül bir hastalıktır. Ve azı çoğu yoktur bu hastalığın! Az olması
tehlikesini azaltmaz’ (520).
Ve Kaptan Petridis konuşuyor:
‘Karşılıklı kan döktük...
Milliyetçilik yüzünden! Bize, karşı sahillerden bulaştı bu hastalık. Bizden
de Türklere!’ (s. 547).
Türk ve Yunan ‘Göç
Romanları’
‘Mübadele’ ve ‘muhacirler’
romanlarını da içeren ve ‘göç romanları’ diyebileceğimiz yapıtlar
Yunanistan’da ve Türkiye’de farklı aşamalardan geçtiler. Yunanlı yazarlar
büyük oranda mübadeleyi ve göçü bizzat yaşamış kimselerdi; etkileri
yaşamlarında doğrudan hissedilmişti. Bu romanların büyük bölümü ‘sözlü
tarihi’ anımsatır. Bu yüzden Türk romanlarına göre daha ‘gerçekçi’ yazı
türünü anımsatırlar. Türk ‘göç romanları’ büyük oranda ikinci ve üçüncü kuşak
yapıtlarıdır; anlatılanlar bu yüzden daha simgesel, nostaljik ve daha
soyuttur.
İki ülkede mübadele/muhacirlik/göç
olayı farklı dönemlerde kaleme alınmıştır. Göç Yunanistan’da 1930larda önemli
bir konu sayılırken, Türkiye’de 1990lardan sonra ilgi odağı olur.
Türkiye’deki bu gecikme, tek neden bu olmasa da temelde siyasal nedenler
yüzünden olmuştur. Ama bu ‘gecikme’ Türk romanına bir avantaj sağlamaktadır.
Yunanlı yazarlar kendileri olayın öznesi olduklarında olaya mesafeli
yaklaşamamışlardır. ‘Nedenleri’ açıklama konusunda yetersiz kalmışlardır. Bu
eksikliğin ikinci bir nedeni, göç olayının, aslında bir ‘etnik arındırma’
olayı olduğu ve ulusçu (milliyetçi) ideolojinin bir ürünü olduğu da 1930’da
anlaşılamazdı. Ulusal ideolojiye eleştiri son yirmi yılda, özellikle akademik
alanda ivme kazanmıştır. Çağdaş Türk ‘göç romanı’ hem olaya daha mesafeli
olduğundan hem de bu bilgi birikimini kullanabildiğinden, göç olayının, Yunan
romanının sağlayamadığı bir boyutunu tamamlamaktadır.
Ancak ulusçuluğun eleştirisi günümüz
Yunan romanında var olmadığı anlamı da çıkarılmamalıdır. Ancak Yunan
romanında bu eleştiri ‘başka’ konuları işleyerek yapılmakta, kamu oyunu
o denli ilgilendirmeyen ‘göç’ olayı içinden dile getirilmemektedir. Yine de,
yukarıda gösterildiği gibi, 1922leri gündeme getirerek yazılan romanlarda
ulusçuluğa karşı çıkılmaktadır.
Doğal olarak gelişmeler burada
özetlendiği biçimde ‘basit’ de değildir. Türk romanı göç olayına farklı
biçimlerde yaklaşmıştır. Kimi yazarlar resmi ve ulusçu tarih anlatımından
kop(a)mamıştır. Bu metinlerde geçmişe kişilerin açısından bakıl(a)mamıştır.
Devletin yerleştirmeye çalıştığı yeni ‘vatan’ bilinci bu yapıtlara da yansır:
kimi zaman ‘terk edilen vatanlar’ bir suskunlukla bütünüyle var olmamış
sayılarak, kimi zaman da ‘anavatan Anadolu’nun’ yüceliği, terk edilen
topraklara göre aşırı abartılarak.
Çağdaş Türk ‘göç romanları’ yalnız
ulusçuluğu eleştirmek ve bu inancın gerçek yüzünü sergilemekle kalmamıştır.
Ülkede yaşanan yeni özgürlük ortamında bastırılan kimi yöre, dil, inanç,
etnik vb. kimliklerini de gündeme getirmiştir. Bunu suskunlukla geçiştirilmiş
‘göç’ olayı kapsamında, bir tarihsellik, ‘bellek’, aile yaşamı anlatma
kapsamında yapmıştır. Doğal olarak bu kimlik arayışları Türkiye özgü bir
gelişme de değildir; son on yıllarda bütün dünyada görülen bir ‘uyanışın’ bir
bölümü de sayılabilir.
‘Göç romanlarının’ geleceğini
öngörmek kolay değildir. Ama bu geleceğin, bir yanda tarihle ve ulusal
kimlikle bir arayış içinde, genel olarak kişilerin kimlik arayışlarıyla,
siyasal eleştiriyle, geçmişte reddedilmiş bir gerçeklikle, öte yanda estetik
arayışlarla ilişkili olacağını ve okuyucuya yeni ve doyurucu yapıtlarla sunan
bir yönde olacağını beklemek gerçekçi bir öngörü sayılabilir.
[2] Türkçe ve Yunanca dışında yazılmış
edebiyat metinlerine burada yer verilmemiştir. Örneğin İngilizce yazılmış
olan ve Girit ‘mübadelesini’ konu edinen Nicholas Stavroulakis’in Lavender
Seller adlı yapıtı (Türkçe çevirisi Lâvanta Lâvanta) burada konu
edilmeyecektir.
[3] Edebiyat tarihi bağlamında romanlar
ve romancılar ele alınırken ‘ulusal bir dramdan’ söz edilmesi farklı bir
olaydır. Burada ‘kişisel ve aile dramı’ derken romanlardaki olaylar
zincirinden söz ediyorum.
[4] Edebi metin analizi karmaşık ve
farklı yorumlara açık bir işlemdir. ‘Ulusal’ boyutun göreceli eksikliği
farklı da yorumlanabilir. Mübadelenin ulusal bir dram olduğunun, bilinçsiz
olarak, kabul edilmek istenmiyor olması da olanaklıdır.
[5] Bu konuda bknz: H. Millas, Türk
Romanı ve Öteki, Sabancı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 338-341; ve Ayvalık ve
Venezis, Yunan Edebiyatında Türk İmajı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998.
[6] Doğal olarak Türk ulusal
söylemindeki ‘birlikte mutlu yaşadık’ söylemi de Müslüman/Osmanlı/Türk
egemenliğinin tam sağlandığı dönemlerle ilişkilidir; Yunan egemenliğinin
hatta siyasi eşitliğinin gündeme geldiği sürelerde ‘birlikte mutlu
yaşıyorduk’ denmez, bu dönem böyle anlaşılmaz. Böyle dönemler ‘sorunlu’
dönemlerdir.
[7] Örneğin, ‘Onlar, yani
emperyalistler olmasaydı, yenmiştik, savaşmamıştık, mübadele olmazdı, acısız
olurdu’, söylemi tipiktir. Buradaki antiemperyalist söylem milli hedefler
adına kullanılmaktadır.
[8] Bu konuda bknz: H. Millas, Türk
Romanı ve Öteki, İstanbul: Sabancı, 2000. Mübadeleden söz eden ve gözümden
kaçmış romanların bulunması muhtemeldir. Ancak genel eğilim, yani suskunluk,
bellidir.
[9] Kayıp ‘vatanlar’ dendiğini
ama ‘vatan’dan söz edilmediğine dikkati çekerim. Milliyetçi ideolojide
siyasal ağırlıkla ‘vatan’ kavramı egemendir. Bu sözcüğün çoğul olarak
kullanışı pek görülmez; kullanıldığında ise vurgulanan farklı bir anlamdır:
kayıp yöreler, köyler, mahalleler, evler, ‘memleket’tir. Bu konuya aşağıda
yeniden değinilecektir.
[10] Bu
yazıda ulus/ulusçuluk ve millet/milliyetçilik sözcükleri eş anlamlı olarak ve
İngilizce’de natıon/nationalism anlamında kullanılmıştır.
[13]
20inci yüzyılın ortalarına kadar ulusçuluğun eleştirisi ile anlaşılan
saldırgan, savaştan yana söylem ve davranışlardı. 1960-1980 yıllarından sonra
ulusçuluğun yeni bir ideoloji olduğu, barışçı da olsa belli kimlik yaratarak
insanların dünya görüşünü biçimlendirdiği anlaşılınca ulusçuluğun eleştirisi
de köklü değişmelere uğradı: artık eksikliklerden söz edilmiyor, bu
ideolojinin tarihsel rolündeki sakatlıklarından söz ediliyor, ideolojinin
kendisi sorgulanıyor, geçmişi bir bütün olarak ve gerekliliği tartışmaya açılıyor.
[14]
Mübadele yüzünden ‘uzak kalmış’ Öteki ile yakınlığı vurgulayan ama mübadele
ile doğrudan ilgili olmadıkları için burada ele alınmayacak olan ve son
yıllarda yayınlanan romanlar çoktur. Örnek olarak G. Korat’ın, B. Umar’ın, A.
Ümit’in romanları anımsatılabilir. Ayrıca roman olmadıkları için buraya dahil
edilmeyen ama mübadeleyi bir öykü gibi anlatan ‘anılar’ da var; örneğin İ.
Özsoy, O. Türker, K. Yalçın’ın yapıtları. Bu çalışmalar da ‘empathy’yi
duyuran yapıtlardır. Tarihsel çalışmalar sınıfına giren ve mübadeleye
‘çağdaş’ bir açıdan yaklaşan kitaplar da bu çalışmanın kapsamına
girmemektedir; örneğin, K. Arı, P. Erbil, M.A. Gökaçtı’nın kitapları. (Bütün
bu kitaplar için aşağıdaki Kaynakça bakınız).
Kaynakça
Ağar, Sergun. (2002)
(2001). Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı. (İstanbul: Can).
Aka Gündüz. (1928). Dikmen
Yıldızı (İstanbul: Semih Lütfi).
Akar, Rıdvan. (2002). Bir
Irkçının İhaneti. (İstanbul:Doğan Kitap)
Aladağ, Ertuğrul. (1987). Sekene,
Türkleşmiş Rumlar / Dönmeler (İstanbul: Belge & Marenostrum).
Anadol, Kemal. (1988). Karşı
Yaka Memleket, Bir Ayrılık Romanı (İstanbul:Milliyet).
----(2003). Büyük Ayrılık
(İstanbul:Doğan Kitap).
Arı, Kemal. (1995). Büyük
Mübadele, Türkiye’ye Zorunlu Göç. (İstanbul: Tarih Vakfı).
Atılgan, Yusuf. (1974)
(1973). Anayurt Oteli (Ankara: Bilgi).
Aygen, Ayten. (2003). Rumeli
Benimdi (İstanbul: Remzi).
Bağcıoğlu, Barış.
(1996). Çayınızı Türkçe mi Alırsınız? (İstanbul: İletişim).
Baydar, Oya.
(1998). Hiçbiryer’e Dönüş, (İstanbul: Can).
Baykurt, Fakir. (1960). ‘Cevizlideki
Kilise’, in Efkâr Tepesi (İstanbul: Remzi).
Baysal, Faik. (1972)
(1944). Sarduvan (İstanbul: Tel).
Biberyan, Zaven.
(1966). Yalnızlar (İstanbul: Öncü).
Coral, Mehmet. (2003). İzmir,
13 Eylül 1922. (İstanbul: Doğan Kitap)
Cumalı, Necati. (1986) (1976).
Makedonya 1900 (İstanbul: Makedonya).
---------- (1998) (1995). Viran
Dağlar (İstanbul: Cumhuriyet Kitap Kulübü).
Çiçekoğlu, Feride.
(1992). Suyun Öteki Yanı (İstanbul: Can).
Dinamo, Hassan İzzettin.
(1968). Ateş Yılları (İstanbul: Yalçın).
---------- (1969). Savaş ve
Açlar (İstanbul: May).
Erbil, Pervin.
(2001). Anadolu’ya Ağlıyordu Niobe, Tüm Yönleriyle Rum Tehciri ve
Tehcirin Tarihsel Kaynakları (İstanbul: Sorun Yayınları).
Erez, Selçuk.
(2003). Makriköy’e Dönüş (İstanbul: Doğan).
Eroğlu, Mehmet. (1994). Yürek
Sürgünü (İstanbul: Can).
Gökaçtı, Mehmet Ali.
(2003). Nüfus Mübadelesi, Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi (İstanbul:
İletişim).
Güntekin, Reşat Nuri. (1970)
(1942). Ateş Gecesi (İstanbul: İnkılâp & Aka).
---- (1970)(1926). Akşam
Güneşi. (İstanbul: İnkilap ve Aka).
Hirschon, Reneé.
(edit)(2003). Crossing the Aegean, (New York, Oxford: Berghahn Books).
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (1987)
(1953-1954). Panorama (İstanbul: İletişim).
Korat, Gürsel. (1994). Zaman Yeli.
(İstanbul: İletişim).
---- (1999). GüvercinAğıt.
(İstanbul: İletişim).
Levi, Mario. (1990). Madam
Floridis Dönmeyebilir (İstanbul: Afa).
---------- (1992). En Güzel Aşk
Hikayemiz (İstanbul: Afa).
Midilli, Zeliha. (2003). Bir
Balkan Şarkısı, Saranda (İstanbul: Kelebek).
Millas, Herkül. (1991 İlkbahar).
‘History Textbooks in Greece and Turkey’, History Workshop
dergisi, S. 31, Londra.
---- (1994). Yunan Ulusunun
Doğuşu, (İstanbul: İletişim Yay).
---- (1998).‘Türk Ders Kitaplarında
Yunanlılar: Bütünleştirici bir Yaklaşım’, Tarih Öğretimi ve Tarihte
‘Öteki’ Sorunu,(İstanbul:Tarih Vakfı Yurt Yay).
---- (1998b). Ayvalık ve
Venezis, Türk Edebiyatında Türk İmajı, (İstanbul:İletişim).
---- (2000 Bahar).‘Greek-Turkish
Conflict and Arsonist Firemen’, New Perspectives on Turkey, S. 22, İstanbul.
---- (2000b). Türk Romanı ve
‘Öteki-Ulusal Kimlikte Yunan İmajı,(İstanbul: Sabancı Üni. Yay.).
---- (2001). Εικόνες
Ελλήνων-Τούρκων - σχολικά βιβλία, ιστοριογραφία, λογοτεχνία και εθνικάστερεότυπα, (Yunanlıların
ve Türklerin İmajları-Okul Kitapları, Tarih Yazıcılığı, Edebiyatta Etnik
Stereotipler), (Atina: Aleksandria).
---- (2000). ‘Non-Muslim Minorities
in the Historiography of Republican Turkey: The Greek Case’, The
Ottomans and the Balkans: A Discussion of Historiography, derl. Fikret Adanır
ve Suraiya Faroqhi, (Leiden: Brill).
Okur, Yiğit.
(2002)(1999). Hulki Bey ve Arkadaşları. (İstanbul: Can).
Otyam, Fikret. (1985). Pavli Kardeş
(İstanbul: Kaynak).
Özsoy, İskender. (2003). İki
Vatan Yorgunları (İstanbul: 2003).
Özyürek, Ali Ezger.
(2003). Muhacirler (Bitmeyen Göç) (2003).
Sabahattin Ali. (1975) (1947).
‘Çirkince’, Sırça Köşk adlı yapıtta (İstanbul: Bilgi).
Şengil, Selim. (1983). ‘Karagedik’
in Savrulup Gidenler, (İstanbul: Can). (İlk yayını 1980’de Es Be
Süleyman, Es adlı kitapta).
Tahir, Kemal. (1969) Kurt
Kanunu. (İstanbul: Bilgi).
Türker, Orhan. (1998). Osmanlı
İstanbul'undan Bir Köşe. (İstanbul: Sel).
Umar, Bilge. (2003). Börklüce.
(İstanbul: İnkılap).
Ümit, Ahmet. (2003). Beyoğlu
Rapsodisi. (İstanbul: Doğan Kitap).
Yalçın, Kemal. (1998). Emanet
Çeyiz, Mübadele İnsanları. (İstanbul: Doğan Kitap).
Yaşar Kemal. (1998). Fırat Suyu Kan
Akıyor Baksana (İstanbul: Adam).
----. (2003a)(2002). Karıncanın Su
İçtiği - Bir Ada Hikayesi 2. (İstanbul: Adam).
----.(2003b)(2002). Tanyeri
Horozları - Bir Ada Hikayesi 3. (İstanbul: Adam).
Yorulmaz, Ahmet. (1998)
(1997). Savaşın Çocukları (İstanbul: Belge).
----.(2002)(1999). Kuşaklar, ya
da Ayvalık Yaşantısı. (İstanbul: Remzi).
----.(2003). Girit’ten Cunda’ya
ya da Aşkın Anatomisi.(İstanbul: Remzi).
|
Herkül Millas
Vikipedi
1940'da Ankara'da doğdu. Ortaokul ve liseyi Robert
Kolej'de okuduktan sonra gene Robert
Kolej'de inşaat mühendisliği eğitimi aldı.
Gençliğinde atletizmde Türkiye birincilikleri vardır. TİP üyesi olmuş, 1971 yılında Yunanistan'a
yerleşmiştir. Mühendis olarak dünyanın çeşitli yerlerinde çalışmıştır.
1990-1995 yıllarında Ankara Üniversitesi'nde
Yunanca bölümünün kuruluşuna önayak olmuştur. Türkçe ve Yunanca yayımlanan altı
kitabında Türk-Yunan ilişkilerini ve özellikle karşılıklı algılamaları
işlemiştir.
Aynı konudaki makaleleri Almanya, Fransa ve İngiltere'de yayımlanmıştır. Doktora çalışması "öteki" ve ulusal
kimlikler üzerinedir. İki ülkenin edebiyatından karşılıklı çevirileri yirmi
cildi aşmaktadır. İki kez Abdi İpekçi Barış
Ödülü'nü almıştır. Halen Rodos'taki Ege Üniversitesi'nde Türk edebiyatı ve kültürü
konularında dersler vermektedir. Ayrıca haftada bir Zaman gazetesinde Türk-Yunan İlişkileri ve Türkiye gündemi hakkında
yorumlar yazmaktadır.
Türkiye-Yunanistan nüfus
mübadelesi
Mübadele
döneminin Türk-Yunan ilişkilerini tasvir eden bir karikatür
Türkiye-Yunanistan
Nüfus Mübadelesi veya Değişimi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye ve Yunanistan'ın kendi ülkelerinin
yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen
addır. Bu uygulamaya Lozan Antlaşması sırasında karar verildiği için kısaca
Lozan Mübadelesi de denir. Göçe tabi tutulan kişilere ise mübâdil denir.
Mübadele ile
1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu'dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç
etmek zorunda kalmıştır.[ Mübadele kapsamına giren kişiler ile mübadele kapsamına girmeyen kişiler
arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değil din olduğu için Rum
denilenlerin arasında, Türkçe'den başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hıristiyan Gagavuzlar ile Karamanlı Ortodokslar, Yunanistan'dan gelen Müslümanların arasında da Türklerin yanında Drama,
Kavala, Karacaova ve Kesriye'den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Patriyotlar ve kendi dilleriyle konuşan Arnavutlar da bulunmuşlardır.
Türkiye-Yunanistan
nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise
sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır
Mübadelede Drama, Girit, Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya'dan Türkiye'ye gelen nüfus Doğu Trakya ve Batı Anadolu'da Rum azınlığın
ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişlerdir. Mübadillerin yoğun olarak
iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi.
18. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı
İmparatorluğu’nun yönetiminden çıkan topraklardaki sivil halk, sürekli savaşlar
nedeniyle doğdukları toprakları kitleler halinde terk etmek zorunda kalmıştır.
1821 Mora Ayaklanması, 1856 Kırım Savaşı, 1864 Rus- Kafkas Savaşı, 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı ( 93 Harbi), 1896-1897 Girit Ayaklanmaları, 1912-1913 Balkan
Savaşları, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1919-1922 Türk-Yunan Savaşı sonucu
meydana gelen kitlesel göçler, belleklerde derin izler bırakmıştır.
Bu kitlesel göçlerin en önemlilerinden birisi hiç kuşkusuz 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunanistan Hükümeti arasında Lozan’da imzalanan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ile gerçekleşen zorunlu göç uygulamasıdır.
Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinin tarihi süreci irdelenmeden “Mübadelenin’’ nedenlerini, boyutlarını ve sonuçlarını kavramak olanaksızdır.
1800’lü yılların başından itibaren Balkanlar’da Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmalar başlamıştır. 1821 yılında meydana gelen Mora Ayaklanması, 1830 yılında “Yunan Krallığı” adlı bağımsız bir devletin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Bu süreçte Osmanlı uyruğu binlerce Müslüman ve Rum Ortodoks katliama uğramıştır.
6 Nisan 1826’da III. Yunan Meclisi, Osmanlı hükümetine barış teklif etmiş ve Türklerin Yunanistan’da ikamet edemeyeceklerini bildirmiştir.
22 Mart 1829’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Londra’da imzalanan bir protokolle, Yunanistan’daki Müslüman halk ile Osmanlı İmpara-torluğu’ndaki Ortodoks Rumların karşılıklı göçü teklif edilmiştir. İlk kez mübadele konusuna değinen bu protokol, 14 Eylül 1829’da Edirne Antlaşması ile Babıali tarafından da kabul edilmiştir.
Yeni Yunan Krallığı sınırları içinde kalan topraklarda, ayaklanma öncesi 90.000 civarında Müslüman yaşamaktaydı. Çatışmalar bittikten sonra sağ kalan Müslümanların bir kısmı Anadolu’ya, bir kısmı o dönemde Osmanlı Devleti’nin yönetiminde olan Selanik ve civarına göç etmişlerdir. Yunanistan’dan ilk kitlesel göç bu süreçte yaşanmıştır.
İkinci kitlesel göç dalgası ise 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonrasında Teselya Bölgesi’nin Yunanistan sınırlarına katılmasından sonra yaşanmıştır. Bölgenin Yunanistan egemenliğine girmesinden sonra Teselya Bölgesi Müslümanlarının büyük çoğunluğu İmparatorluğun elinde kalan topraklara göç etmek zorunda kalmıştır.
Bir diğer önemli kitlesel göç dalgası da 1896-1897 Girit Ayaklanmaları sırasında yaşanmıştır. 40.000 Giritli Müslüman, o dönemde Osmanlı egemenliğinde olan başta Rodos olmak üzere On iki Ada’ya, Lübnan, Suriye ve Libya gibi Arap ülkelerine ve Anadolu’ya göç etmişlerdir.
En büyük kitlesel göç hareketlerinden biri de halk arasında “Balkan Bozgunu” olarak adlandırılan Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştır.
1912-1913 yıllarında meydana gelen Balkan Savaşları sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Trakya hariç Rumeli’deki toprakları Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan devletleri arasında paylaşılmıştır. Ege Makedonya’sı, Girit, Midilli, Limni ve Sakız Adaları Yunanistan sınırlarına katılmıştır.
Bu kitlesel göçlerin en önemlilerinden birisi hiç kuşkusuz 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunanistan Hükümeti arasında Lozan’da imzalanan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ile gerçekleşen zorunlu göç uygulamasıdır.
Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinin tarihi süreci irdelenmeden “Mübadelenin’’ nedenlerini, boyutlarını ve sonuçlarını kavramak olanaksızdır.
1800’lü yılların başından itibaren Balkanlar’da Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmalar başlamıştır. 1821 yılında meydana gelen Mora Ayaklanması, 1830 yılında “Yunan Krallığı” adlı bağımsız bir devletin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Bu süreçte Osmanlı uyruğu binlerce Müslüman ve Rum Ortodoks katliama uğramıştır.
6 Nisan 1826’da III. Yunan Meclisi, Osmanlı hükümetine barış teklif etmiş ve Türklerin Yunanistan’da ikamet edemeyeceklerini bildirmiştir.
22 Mart 1829’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Londra’da imzalanan bir protokolle, Yunanistan’daki Müslüman halk ile Osmanlı İmpara-torluğu’ndaki Ortodoks Rumların karşılıklı göçü teklif edilmiştir. İlk kez mübadele konusuna değinen bu protokol, 14 Eylül 1829’da Edirne Antlaşması ile Babıali tarafından da kabul edilmiştir.
Yeni Yunan Krallığı sınırları içinde kalan topraklarda, ayaklanma öncesi 90.000 civarında Müslüman yaşamaktaydı. Çatışmalar bittikten sonra sağ kalan Müslümanların bir kısmı Anadolu’ya, bir kısmı o dönemde Osmanlı Devleti’nin yönetiminde olan Selanik ve civarına göç etmişlerdir. Yunanistan’dan ilk kitlesel göç bu süreçte yaşanmıştır.
İkinci kitlesel göç dalgası ise 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonrasında Teselya Bölgesi’nin Yunanistan sınırlarına katılmasından sonra yaşanmıştır. Bölgenin Yunanistan egemenliğine girmesinden sonra Teselya Bölgesi Müslümanlarının büyük çoğunluğu İmparatorluğun elinde kalan topraklara göç etmek zorunda kalmıştır.
Bir diğer önemli kitlesel göç dalgası da 1896-1897 Girit Ayaklanmaları sırasında yaşanmıştır. 40.000 Giritli Müslüman, o dönemde Osmanlı egemenliğinde olan başta Rodos olmak üzere On iki Ada’ya, Lübnan, Suriye ve Libya gibi Arap ülkelerine ve Anadolu’ya göç etmişlerdir.
En büyük kitlesel göç hareketlerinden biri de halk arasında “Balkan Bozgunu” olarak adlandırılan Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştır.
1912-1913 yıllarında meydana gelen Balkan Savaşları sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Trakya hariç Rumeli’deki toprakları Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan devletleri arasında paylaşılmıştır. Ege Makedonya’sı, Girit, Midilli, Limni ve Sakız Adaları Yunanistan sınırlarına katılmıştır.
Bu savaşlar sırasında bir milyonun üzerinde sivil Müslüman halk, doğdukları toprakları terk ederek İmparatorluğun elinde kalan topraklara sığınmak için göç etmiştir. Bunların yarısı göç yollarında, kıyımdan, açlıktan ve hastalıktan yaşamını yitirmiştir. Sağ kalıp Türkiye’ye sığınanların 200.000 kadarı Yunan Krallığı’nın sınırlarına yeni katılan toprakları terk edenlerdi.
Balkanlar’da yeni kurulan devletler çağın ulusçuluk anlayışı gereği tek
dinli, tek soylu homojen bir ulus yaratmak amacıyla Müslümanları göçe
zorlamışlardı. Aynı politika İttihat ve Terakki yönetimince Osmanlı Devleti’nin
elinde kalan topraklarda da uygulandı. 1913 yılında Bulgaristan hükümeti ile
sınır boylarındaki halkı kapsayan sınırlı bir mübadele anlaşması yapıldı.
Ardından, 1914 yılında Ege sahillerindeki ve Trakya’daki Rumlar göçe zorlandı.
Doğu Trakya’dan 100.000, Ege sahillerinden 200.000 civarında Rum ülkeyi terk
etti.
Her iki devletin sivil halka karşı uyguladıkları bu sürgün politikalarına son verilmesi için diplomatik kanallardan çözüm yolları arandı. Sonunda Yunan hükümeti ile İttihat ve Terakki yönetimi arasında Rumeli’deki Müslümanlarla Ege Bölgesi’ndeki Rum Ortodoksların mübadelesi için ön görüşmeler başladı. Ancak araya Birinci Dünya Savaşı’nın girmesi üzerine görüşmeler kesildi.
1914 yılında başlayıp 1918 yılında sona eren Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki yönetimi Almanya’nın safında yer aldı ve bu savaştan yenik çıktı. Sevr Antlaşması’na dayanarak galip devletlerin kararı ve koruması altında Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktı. İzmir’den başlayarak bütün Ege Bölgesini işgal etti. Bölgede yaşayan Osmanlı uyruklu Rumları askere aldı. Bölgedeki Müslüman sivil halkın bir kısmı evlerini, köylerini, kasabalarını terk ederek Anadolu’nun işgal altında olmayan bölgelerine sığındı.
Ege Bölgesinde işgale karşı yerel silahlı direniş grupları oluşmaya
başladı. Milis kuvvetleri bir çeşit gerilla savaşı başlattı. Mustafa Kemal
önderliğinde örgütlenen milli kuvvetler Türkiye’nin paylaşılmasını ön gören
Sevr Antlaşması’nı tanımadıklarını ilan edip direnme kararı aldılar.
1922 yılının Eylül ayına kadar sürecek olan Türk-Yunan Savaşı başladı. Savaşı kaybeden Yunan Ordusu geri çekilirken güzergâhı üzerindeki kasabaları, köyleri yakarak, bölgenin ileri gelen kişilerini de tutsak alarak Anadolu’yu terk etti.
Türklerin zulüm yapacağından korkan Rum Ortodoks dininden sivil halk da ordunun peşinden yollara düştü ve İzmir, İstanbul gibi liman kentlerine yığıldı. Halk, bulabildiği gemilerle adalara ve karşı kıyıya sığındı. Çoğunluğu 9 Eylül 1922 tarihi ile Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı 11 Ekim 1922 tarihi arasında olmak üzere bir ay içinde yaklaşık 650.000 kişi ülkeyi terk etti.
1922 yılının Eylül ayına kadar sürecek olan Türk-Yunan Savaşı başladı. Savaşı kaybeden Yunan Ordusu geri çekilirken güzergâhı üzerindeki kasabaları, köyleri yakarak, bölgenin ileri gelen kişilerini de tutsak alarak Anadolu’yu terk etti.
Türklerin zulüm yapacağından korkan Rum Ortodoks dininden sivil halk da ordunun peşinden yollara düştü ve İzmir, İstanbul gibi liman kentlerine yığıldı. Halk, bulabildiği gemilerle adalara ve karşı kıyıya sığındı. Çoğunluğu 9 Eylül 1922 tarihi ile Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı 11 Ekim 1922 tarihi arasında olmak üzere bir ay içinde yaklaşık 650.000 kişi ülkeyi terk etti.
Mudanya
Mütarekesi hükümleri gereğince Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı boşaltması
üzerine Doğu Trakya’dan da yaklaşık 200.000 Rum Ortodoks Yunanistan’a göç etti.
1922 yılının sonuna dek Türkiye’yi terk eden Rum Ortodoksların sayısı
1.000.000’u aştı. Türkiye’den giden Rum Ortodoks mülteciler, Yunanistan
nüfusunu beşte bir oranında artırdı. Yunan Ordusu’nun “Küçük Asya” macerası
büyük bir felaketle sonuçlanmıştı. Bu bozgun, Yunanistan’da moral bozukluğuna
ve iç karışıklıklara yol açtı. Toplumun belleğinde “Küçük Asya Felaketi” olarak
derin izler bıraktı.
İsviçre’nin Lozan kentinde 20 Kasım 1922 tarihinde toplanan Barış Konferansı başladığında Yunanistan’ın bütün kentlerinde sefalet kol geziyordu. Mültecilerin sağlık, beslenme ve barınma sorunları acil çözüm bekliyordu. Ayrıca her iki devletin elinde savaş tutsakları vardı. Yunan Ordusu Anadolu’yu terk ederken sivil halktan ileri gelenleri de beraberinde götürmüştü. Türkiye’nin elinde de Anadolu’nun iç bölgelerinde tutulan gözaltına alınmış Rum Ortodoks siviller vardı.
Konferansta öncelikle tutsakların değişimi ve mülteciler konusu ele alındı.
Konferansın 1 Aralık 1922 tarihli oturumunda Milletler Cemiyeti adına mültecilerin sorunları ile ilgilenmek üzere görevlendirilen Dr. Fridtjof Nansen bir sunum yaptı. Dr. Nansen; “Milletler Cemiyeti Meclisince yüz binlerce göçmenin durumuyla uğraşmak ve onlara maddi yardım yapmak üzere Ekim başlarında İstanbul’a gönderildiğini, burada 4 büyük devletin İstanbul’daki temsilcilerinden azınlıkların mübadelesini sağlamak üzere bir anlaşma yapılmasını gerçekleştirmek amacıyla Türk ve Yunan hükümetleri arasında bir görüşme kapısı açmaya çalışmasını isteyen bir çağrı aldığını, böyle bir mübadeleyi kesin bir barış antlaşması yapılmasını beklemeksizin hemen uygulanmasının gerekli olduğu yolunda bir görüşü dile getirdiklerini, bunun üzerine Yunan hükümetinin rızasını almış bulunduğunu Türk hükümeti ile de ilerleme sağlandığını söylemiştir. Devamında şunu eklemiştir: ‘’Eğer bir çalışma yapılacaksa hemen yapmak ve bir an önce yürürlüğe koymak gerektiğini ifade etmiştir.”
Mübadele konusu bir alt komisyonda ayrıntıları ile tartışıldıktan sonra, Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Rum Ortodoksların zorunlu mübadelesine karar verildi. 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan Hükümeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında “Yunan ve Türk Ahalinin Mübadelesine ilişkin Sözleşme ve Protokol” imzalandı.Mübadele her iki tarafın da çıkarına uygundu. Mübadeleyle her iki ülke hem kendi azınlıklarından kurtuluyor, hem de terk edilen ve edilecek olan toprakları işleyecek taze işgücüne kavuşmuş oluyorlardı.
Bu sözleşmenin birinci maddesi, “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesine girişilecektir.” Hükmünü getirmiştir. Sözleşmenin ikinci maddesi, İstanbul’da oturan Rum’lar ile Batı Trakya’da oturan Müslüman’ları kapsam dışı bırakmıştır.
Mübadele sözleşmesinin imzalanmasından sonra, 1. madde uyarınca
Yunanistan’a giden Ortodoks Rumların sayısı yaklaşık 190.000, Yunanistan’dan
Türkiye’ye gelen Müslümanların sayısı da yaklaşık 490.000 kişidir.
Sözleşmenin üçüncü maddesiyle, “Karşılıklı olarak Rum ve Türk nüfusu mübadele edilecek olan toprakları 18 Ekim 1912 tarihinden sonra bırakıp gitmiş olan Rumlar ve Müslümanlar, birinci maddede öngörülen mübadelenin kapsamına girer sayılacaklardır” hükmü getirilmiştir.
18 Ekim 1912 Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı Balkan Savaşı’na katıldığı tarihtir. Sözleşmenin üçüncü maddesi, Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanistan’ı terk eden Müslümanlar ile Balkan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’yi terk eden Rumları da kapsamına almıştır. Bu maddeyle mülteciler sorunu da çözümlenmiş oluyordu.
Zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca “mübadele”, mübadeleyle gelen kişilere de “mübadil” denmektedir.
Mübadele kapsamına girmek demek, ilgili hükümetlerin mübadillerin geride bıraktıkları taşınmaz mallarının karşılığı olarak eşdeğerde mal verme yükümlülüğünü üstlenmeleri demektir. Ne yazık ki, hem gidenler, hem de gelenler bu konuda mağdur olmuşlardır. Büyük çoğunluk bıraktıklarının karşılığını alamamıştır. Aynı dine mensup olmalarına karşın farklı kültürden gelmeleri, bazılarının geldikleri ülkenin dilini konuşamamaları, iklim şartları, ekonomik ve sosyal konumlarının değişmesi gibi nedenlerle mübadiller her iki ülkede de uzun süre uyum güçlüğü çekmişlerdir.
Rum Ortodoks mübadillerin yaşadığı dram gerek Yunanistan’da gerekse Yunanistan dışında; tarihçiler, sosyal bilimciler, sanat tarihçileri, mimarlar, edebiyatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzikologlar tarafından incelenmiş ve bu konuda sayısız eser verilmiştir. Yunanistan’da konu üzerine araştırma yapan enstitüler, döneme ilişkin objelerin ve belgelerin sergilendiği müzeler kurulmuş, anıtlar dikilmiştir.
Türkiye’de ise yakın zamana kadar mübadele konusuna birkaç tarihçi ve sosyal bilimcinin dışında pek eğilen olmamıştır. Sözleşmenin ikinci maddesi, İstanbul’da oturan Rum’lar ile Batı Trakya’da oturan Müslüman’ları kapsam dışı bırakmıştır. Mübadele sözleşmesinin imzalanmasından sonra, 1. madde uyarınca Yunanistan’a giden Ortodoks Rumların sayısı yaklaşık 190.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslümanların sayısı da yaklaşık 490.000 kişidir. Sözleşmenin üçüncü maddesiyle, “Karşılıklı olarak Rum ve Türk nüfusu mübadele edilecek olan toprakları 18 Ekim 1912 tarihinden sonra bırakıp gitmiş olan Rumlar ve Müslümanlar, birinci maddede öngörülen mübadelenin kapsamına girer sayılacaklardır” hükmü getirilmiştir. 18 Ekim 1912 Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı Balkan Savaşı’na katıldığı tarihtir.
Sözleşmenin üçüncü maddesi, Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanistan’ı terk eden Müslümanlar ile Balkan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’yi terk eden Rumları da kapsamına almıştır. Bu maddeyle mülteciler sorunu da çözümlenmiş oluyordu. Zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca “mübadele”, mübadeleyle gelen kişilere de “mübadil” denmektedir. Mübadele kapsamına girmek demek, ilgili hükümetlerin mübadillerin geride bıraktıkları taşınmaz mallarının karşılığı olarak eşdeğerde mal verme yükümlülüğünü üstlenmeleri demektir. Ne yazık ki, hem gidenler, hem de gelenler bu konuda mağdur olmuşlardır
Sözleşmenin üçüncü maddesiyle, “Karşılıklı olarak Rum ve Türk nüfusu mübadele edilecek olan toprakları 18 Ekim 1912 tarihinden sonra bırakıp gitmiş olan Rumlar ve Müslümanlar, birinci maddede öngörülen mübadelenin kapsamına girer sayılacaklardır” hükmü getirilmiştir.
18 Ekim 1912 Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı Balkan Savaşı’na katıldığı tarihtir. Sözleşmenin üçüncü maddesi, Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanistan’ı terk eden Müslümanlar ile Balkan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’yi terk eden Rumları da kapsamına almıştır. Bu maddeyle mülteciler sorunu da çözümlenmiş oluyordu.
Zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca “mübadele”, mübadeleyle gelen kişilere de “mübadil” denmektedir.
Mübadele kapsamına girmek demek, ilgili hükümetlerin mübadillerin geride bıraktıkları taşınmaz mallarının karşılığı olarak eşdeğerde mal verme yükümlülüğünü üstlenmeleri demektir. Ne yazık ki, hem gidenler, hem de gelenler bu konuda mağdur olmuşlardır. Büyük çoğunluk bıraktıklarının karşılığını alamamıştır. Aynı dine mensup olmalarına karşın farklı kültürden gelmeleri, bazılarının geldikleri ülkenin dilini konuşamamaları, iklim şartları, ekonomik ve sosyal konumlarının değişmesi gibi nedenlerle mübadiller her iki ülkede de uzun süre uyum güçlüğü çekmişlerdir.
Rum Ortodoks mübadillerin yaşadığı dram gerek Yunanistan’da gerekse Yunanistan dışında; tarihçiler, sosyal bilimciler, sanat tarihçileri, mimarlar, edebiyatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzikologlar tarafından incelenmiş ve bu konuda sayısız eser verilmiştir. Yunanistan’da konu üzerine araştırma yapan enstitüler, döneme ilişkin objelerin ve belgelerin sergilendiği müzeler kurulmuş, anıtlar dikilmiştir.
Türkiye’de ise yakın zamana kadar mübadele konusuna birkaç tarihçi ve sosyal bilimcinin dışında pek eğilen olmamıştır. Sözleşmenin ikinci maddesi, İstanbul’da oturan Rum’lar ile Batı Trakya’da oturan Müslüman’ları kapsam dışı bırakmıştır. Mübadele sözleşmesinin imzalanmasından sonra, 1. madde uyarınca Yunanistan’a giden Ortodoks Rumların sayısı yaklaşık 190.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslümanların sayısı da yaklaşık 490.000 kişidir. Sözleşmenin üçüncü maddesiyle, “Karşılıklı olarak Rum ve Türk nüfusu mübadele edilecek olan toprakları 18 Ekim 1912 tarihinden sonra bırakıp gitmiş olan Rumlar ve Müslümanlar, birinci maddede öngörülen mübadelenin kapsamına girer sayılacaklardır” hükmü getirilmiştir. 18 Ekim 1912 Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı Balkan Savaşı’na katıldığı tarihtir.
Sözleşmenin üçüncü maddesi, Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanistan’ı terk eden Müslümanlar ile Balkan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’yi terk eden Rumları da kapsamına almıştır. Bu maddeyle mülteciler sorunu da çözümlenmiş oluyordu. Zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca “mübadele”, mübadeleyle gelen kişilere de “mübadil” denmektedir. Mübadele kapsamına girmek demek, ilgili hükümetlerin mübadillerin geride bıraktıkları taşınmaz mallarının karşılığı olarak eşdeğerde mal verme yükümlülüğünü üstlenmeleri demektir. Ne yazık ki, hem gidenler, hem de gelenler bu konuda mağdur olmuşlardır
Büyük
çoğunluk bıraktıklarının karşılığını alamamıştır. Aynı dine mensup olmalarına
karşın farklı kültürden gelmeleri, bazılarının geldikleri ülkenin dilini
konuşamamaları, iklim şartları, ekonomik ve sosyal konumlarının değişmesi gibi
nedenlerle mübadiller her iki ülkede de uzun süre uyum güçlüğü çekmişlerdir.
Rum Ortodoks mübadillerin yaşadığı dram gerek Yunanistan’da gerekse Yunanistan
dışında; tarihçiler, sosyal bilimciler, sanat tarihçileri, mimarlar,
edebiyatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzikologlar tarafından incelenmiş ve
bu konuda sayısız eser verilmiştir. Yunanistan’da konu üzerine araştırma yapan
enstitüler, döneme ilişkin objelerin ve belgelerin sergilendiği müzeler
kurulmuş, anıtlar dikilmiştir. Türkiye’de ise yakın zamana ka dar mübadele
konusuna birkaç tarihçi ve sosyal bilimcinin dışında pek eğilen olmamıştır.