31 Temmuz 2010 Cumartesi

Buika ile En Son İçki ya da “El Último Trago”

Caz Festivali bitti, temmuz bitti, ben hâlâ Buika ile ilgili iki satır yazıyı bitiremedim. Havadan mı, aksiliklerden mi, yoksa anlatılamaz bir sıkıntının içine sıkışmaktan mı bilemiyorum ama tüm aya geri dönüp baktığımda; yarım kalmış ve belirsizliklerle dolu bir sürü iş, iyice sivrilen köşeler ve sakinleştiremediğim bir sinirlilik hali kaldı geriye. İç çekip, "bilemiyorum!" diyorum. Hâlbuki sadece Caz Festivali zamanı olması bile iyi gelirdi bana...

Neyse, mızıldanmayı bırakayım; Buika’ya döneyim:



Buika’nın bu şehirde hatırı sayılır bir seyirci kitlesi var. İstiklal Caddesi'nde, bir sürü kafede, radyo kanallarında sürekli onun şarkıları çalınıyor. “Şimdi beni nasıl incittiğini anlayamıyorum, o kadar aşkı/mutluluğu bana tattırdıktan sonra” diye çığlık atan bu kadına bir yerde mutlaka denk gelmişsinizdir:




Buika ''No Habra Nadie En El Mundo'' (Romi)
Yükleyen rominazin. - Diğer müzik videolarına göz atın.

Yanlış anlaşılmasın, şakır şakır İspanyolca anladığım yok. Aslında benim İspanyolca bilgim “Una Mas Cerveza Por Favor” -bir bira daha lütfen- demekten öteye geçemiyor. Ama ne zaman Buika’dan “No Habra Nadie En El Mundo” yu dinlesem boğazımda bir şeyler düğümleniyor. Evet, bu kadının ne dediğini anlamasam bile söylediği şarkılardan etkileniyorum, sesinden, çığlıklarından, kavgasından, acısından, çaresizliğinden ve gücünden. Tıpkı flâmenkonun ve fadonun bana dokunduğu gibi hissettiriyor, içimdeki tüm sevgiyi, öfkeyi ve pişmanlığı, kararlığı ve o büyük sancıyı, üç dakika içinde hatırlatıyor…

No Habra Nadie En El Mundo beni bu kadar sarsınca albümü aldım. Buika’yı ve şarkılarını araştırmaya başladım. Ekşi Sözlük’te Azuth’a sonsuz teşekkürler. Şarkıyı Türkçeye çevirmiş, eklemiş:

Sular serbest kaldıklarından beri
kaynaklarının dışında özgürce akarlar
yaseminler ağlamış
ve anlamıyorum neden senin de ağladığını kızım
neden gözlerin ıssız kalmış.
Güzel bir öğleden sonra, zeytin ağaçları altındayken hiç kimse,
hiç kimse seni nasıl sevdiğimi görmedi, nasıl sevdiğimi seni
ve şimdi zeytin ağaçları uyuyorlar, ama ben uyuyamıyorum.

Dünyada kimse yok ki derdime derman olsun.
Senin gururun sayesinde açılan yarama
şimdi beni nasıl incittiğini anlayamıyorum
o kadar aşkı bana tattırdıktan sonra

Dönüşünden sonra sana tüm şiirleri okumayı düşündüm,
Aşk hakkında ve acı çekmek hakkında olanları,
bana geri döndüğünde kızım, seni öpücüklerimle kaplayacağım
ve uçacağız yukarılara, bulutların yavaşça estiği yukarılara
dudaklarım vücudunda yavaşça akıp gidecek,
o kadar yavaş ki zaman anlamak için duracak


Önce bir şarkı, ardından albüm, diğer albümleri derken bir Buika sever olup çıktım. Ayrıca Buika’nın referansları da o kadar sağlamdı ki daha önce nasıl keşfedememiş olduğuma hayıflandım.

Buika ile bu kadar geç tanışmış olmak benim için utanç verici. Ben ki kendimce Almodovar filmlerindeki müziklerle ilgili bir araştırma yapıyorum, Mariza dinliyorum, Pat Metheny hayranıyım ve bir şekilde bir sürü kere Buika dinlemişim. Ve Buika'nın beni çarpması bir Gebze yolculuğunda trafikte sıkışmaktan ötürü radyo kaynaklı. Onca umutsuzdum ki müziği beni çok rahatlattı.

Buika'nın Referansları:


Pedro Almodóvar filmlerine müzikleri ile eşlik etmiş. (Mesela; Kika’da “Luz De Luna ile) Almodovar; film jeneriklerinde Buika’nın görünmesi ile yetinmemiş, son albümüne yazı eklemiş: -copy-paste sağ olsun-

“Şarkıları bizi kendi aşk hikayelerimizle yüz yüze bırakıyor... Ve öyle bir yere bırakıyor ki, en çok hayal kırıklıklarımız göze çarpıyor. Dahası, onu şarkı söylerken dinledikten sonra herhangi biri aynı hataları yapmaya kesin kararlı olabiliyor çünkü tutku içinde herhangi bir kural, sağduyu, tedbir ya da pişmanlığa yer yok...” Pedro Almodovar



Fado’nun son Rodriguez’i –Fado severler bu ifade tamamen kişiseldir, ön yargı duymayın: Fado benim için öncelikle Amalia Rodriguez demek- Mariza’nın son albümündeki “Pequeñas Verdades” adlı şarkıyı beraber seslendirmiş. Tüm albüm, Mariza’nın diğer şarkıları çok güzel ama bu şarkı bambaşka…



Costa Rica’nın efsanevi kadını Chavela Vargas’a ithaf ettiği bir albüm yapıp selam yollamış.



Ayrıca çırılçıplak bir kadın. Kendisini hiç sakınmadan ortaya koyabiliyor. Ailesi Ekvator Gine’sinden göçmüş İspanya’nın Mayorka’sına. Oturdukları bölgedeki tek esmer derili aile imiş, bir göçmen, farklı deriden olmanın tüm eziyetini yaşamış. Önce Çingeneler ile sonrasında Flâmenko ile tanışmış. Madrid’e yerleşip müzik yapmaya devam etmiş. Kendini sakınmasızca ifade edebilir hale gelmeden önce sahnede Tina Turner taklidi yapmaktan, eserleri kabul gördüğü şekillerde sunmaktan öteye geçemeyen bir İspanyol Çingenesi benzerinden fazlasını sunamamış.



Çalışmış, çabalamış –kişisel gelişim kitabı kalıbı gibi oldu ama- kalbini ve tüm ayrıksılığını anlatmaya başlamış. Yolu Pat Metheny –ki kendisi benim caz tanrılarımdan biridir- ile kesiştiğinde hayatı da tamamen değişmiş.



38 yaşında. Dört albüm yapmış. Nina de Fuego “Ateşin Kızı” albümü ile yılın en iyi Albümü ve En iyi Prodüksiyonu olmak üzere iki Latin Grammy ödülü almış. Yitip kaybolmak yerine, daha fazla zorlayarak –onun durumunda bu mükemmelliğe gelmek için çok içki ve sigara içti gibi hırçınlık, hayranlık ve cehalet dolu bir yorum yapıyorum, aldırmayın.- sesini ve şarkılarını başka hiçbir şeye benzemez kılarken, kendini ortaya daha da koymuş.

Burası Biraz Magazin:


Buika –esas kadın- adını bilmediğim biri -esas erkek- ile evli iken, yine adını bilmediğim –esaslı diğer kadın- bir kadına âşık oluyor ve hep beraber yaşamaya başlıyorlar. Sonra bir şekilde yürümüyor vs vs.- Biseksüel olduğunu saklamıyor ve tarihe geçecek bir cümle ile bunu ifade ediyor:

"What rule is there that two people can’t love a third person?'’


“Basit ve tartışılmayacak kadar yerleşmiş haklılıklar” dan tam da bunca sıkılmışken birinin çıkıp böylesine güçlü bir söz söylemesi nefes veriyor. Neye "evet" neye "hayır" diyeceğimizi bile anlayamaz ve hep beraber tribünlerdeki taraftarlar gibi davranırken, bu benzersiz sese ve akla sahip kadını saatlerce dinlemek istiyorum. O İspanyolca anlatsın bense onun gücünden ilham alıp “Una Mas Cerveza Por Favor” diyeyim.

20.07.2010 tarihinde Sepetçiler Kasrı’nın yine uygun bir mekân olmadığını düşünüp mızıldanmak yerine havuzun kenarında kahvemle bekliyorum Buika’yı. Evet, konserden hiç zevk almayacağım, yanımdakiler hiç susmayacak. Ama orada olmayı tercih ediyorum, kaçırmak istemiyorum onun ışıltısını. Ve tüm ışıltısı, son derece seksi ve yumuşacık hali ile bana cevap veriyor:

When you are in front of a last drink or love, you say "Can I have another one please?"

İkimiz de biliyoruz bu kadar kolay olmadığını.

Bir içki daha isterdim ama ortam müsait değildi...

Bu arada Sepetçiler Kasrı işletmesi artık belediyeye geçtiği için içki satışı yokmuş ama içki ile girmek serbestmiş(!) Tespit ettim, yanımda sağlı sollu oturan kişiler bir sürü viski ve bira içti, içtikçe daha da coşup sohbet etti. Böylece hep beraber bir konseri daha harcamış olduk. Keşke İKSV daha öngörülü davranıp konseri Açıkhava’da yapabilse imiş…

Buika’nın Sepetçiler Kasrı konserini kaçırdı iseniz çok üzülmeyin. Zaten, onca dağılan ses ve hararetli izleyici ile konserden keyif almak çok mümkün değildi.Yine de konseri kaçırdığınıza hayıflanıyorsanız 6 Ağustos 2010 da İstanbul’da Suada’da bir başka konseri var.


Tutku ve nefes alarak kalın,

Gülda

Konserden Kareler:










link


"Soledad" (Yalnızlık) - El Ultimo Trago - Concha Buika
Yükleyen ibexes. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

NİNATTA'NIN BİLEZİĞİ - Ahmet Ümit



Aşk her zaman mutluluğu getirmiyor beraberinde.

Bir yandan aşkın uçsuz bucaksız sahillerinde yalınayak yürürken, bir yandan derin uçurumlarından yuvarlanmamak için çaba sarf etmek gerekiyor.

Aşk, bir taraftan ayaklarınızı yerden keserken, diğer taraftan kalbinizi ağır taşlar altında ezebiliyor.

Bazen sonsuz bekleyişler, sessiz haykırışlar oluyor.

Tıpkı Ninatta’nın Nuvanza’ya duyduğu aşkta olduğu gibi.

Ninatta, Hititli soylu bir ailenin küçük kızı…

Nuvanza Hititli bir savaşçı. Ninatta’nın babasının arkadaşı…

Ninatta, daha ilk görüşte vuruluyor Nuvanza’ya.

Çocuk Ninatta, kendini ilk defa genç kız hissediyor. Erkekleri tanıyor ilk defa.

Ama Nuvanza Manni ile evli.

Çocukları oluyor Nuvanza ile Manni’nin; Zitiş.

Ninatta, bekleyecek Nuvanza’yı. Kaç yıl geçse de aradan, vazgeçmeyecek aşkından.

Bir gün hiç beklenmedik bir kıvılcım aralarında parlayıveriyor. Tenleri birleşiyor, yürekleri de.

Ama yollarının birleşmesi mümkün değil.

Ninatta’nın Nuvanza’yı bekleyişi, uğursuzlukları peşi sıra getiriyor. Mutsuzluklar yaşanıyor Hattuşa’da.

Tanrılar kızıyor Ninatta ile Nuvanza’ya.

Laneti bozacak, ayrı kentlere bırakılacak 12 halkalı bir bileziktir.

Bileziğin tüm halkaları bir araya geldiğinde, iki sevgili birbirine kavuşacaktır.

Sonra savaş çıkar.

Nuvanza Kadeş’te savaşmaya gider.

Ninatta için uzun ve sıkıntılı bekleyiş başlar.

------------------------------------------------------

Bundan 3.300 yıl önce Suriye topraklarında bulunan Amka ve Amurru gibi büyük ticaret yollarını ele geçirmek için mücadeleye giren Hititler ile Mısırlılar’ın arasında gerçekleşen Kadeş Savaşı’na, Hitit Kralı Muvattaliş'in Şuppiluliuma'nın siyâsetini devam ettirerek Suriye'den vazgeçmemesi, Mısır Firavunu İkinci Ramses'in Suriye'ye hâkim olma isteği sebep olmuş.



II. Ramses tahta geçince, genel olarak mimârî yönden ülkesini güzelleştirmiş. Ancak hükümdarlığının beşinci yılında tek tanrılı Mısır dininin kurucusu Akhenaton'un dul eşi Nefertiti'yle evlenmesi için gönderdiği bir Hitit prensi yolda tuzağa düşürülüp öldürülünce; Hitit Kralı Muvattaliş, Mısır'a savaş açmış. Savaş Kadeş Kalesi önlerinde yapılmış.

Tarihe, en fazla savaş arabasının kullanıldığı savaş olarak adını yazdıran Kadeş Savaşı’na Hitit ordusundan 3.000, Mısır ordusundan ise 2.000 savaş aracı katılmış.



Savaşın galibi konusunda hep bir yanılgı olmuştur. Mısırlılar, savaş sonrasında yazdıkları tabletlerde savaşı kendilerinin kazandıklarını anlatmışlar, anıt mezarlardaki saraylardaki yazılı, çizili tabletlerde Hititler’in barbar oldukları anlatılmış. Ama Hitit tabletlerinde yazılı ve çizili olanlar çözüldükten sonra, sonucun hiç de bilindiği gibi olmadığı ortaya çıkmış.

Savaşın sonunda yani M.Ö. 1280’de Mısırlılar ile Hititler arasında Kadeş Antlaşması imzalanmış.

Bu antlaşma dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski antlaşmadır. Antlaşma çivi yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadca olarak yazılmış. Ayrıca Kralın mührünün yanında Kraliçenin mührü de varmış.

Ahmet Ümit 1960 yılında yedi çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak Gaziantep’te dünyaya gelmiş. Babası kilim tüccarı, annesi terzi imiş. Bir röportajında kitaplarla bu kadar derin bağının olmasında en büyük sebebin annesi olduğunu belirtmiş. Annesi çok kitap okur ve okuduklarını çevresindekilerle paylaşırmış. Ağabeyleri Gaziantep dışına okumaya gittiklerinde kitaplarını Gaziantep’e yollarlarmış ve kitaplar evdeki bir çeyiz sandığında toplanırmış. Karl Marx ile de ilk kez bu sandık aracılığıyla tanışmış. Ama Ahmet Ümit için Karl Marx değil, sakalı olduğu için Kral Marx’mış.



İlköğreniminin ardından Gaziantep Atatürk Lisesi’ne devam etmiş. 14 yaşından itibaren sol görüşlü bir aktivist olmuş. Ülkücülerle aralarında çıkan bir kavgadan dolayı 24 arkadaşıyla birlikte Gaziantep dışına sürgün edildiği için liseyi Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde tamamlamış.

1979’da Marmara Üniversitesi’nin Kamu Yönetimi bölümünde yükseköğrenimine başlamış. Öğrencilik yıllarında tanışıp evlendiği Vildan Hanım ile evliliğinden 21 yaşında Gül adında bir kızı olmuş.

Ahmet Ümit ilk kez 11 yaşında Gaziantep’te bir yazlık sinemada seyrettiği Aşktan da Üstün adlı filmde rol alan Ingrid Bergman’a aşık olmuş. Daha sonra güzel ilk aşklar yaşamış. Eşi Vildan’la yaptığı evliliği de “bugüne kadar sürmesinden de anlaşılacağı üzere doğru kişiyle yapılmış bir evlilik” diye nitelendiriyor.

1980 darbesinin ardından “profesyonel devrimci” olarak çalışmış. 1982’de düzenlenen “Anayasaya Hayır” kampanyasına katılmış. Duvarlara afiş yapıştırırken yakalanan arkadaşları için öykü şeklinde yazdığı rapor, takma adı olan "K. Yalçın" imzası ile önce Atılım Dergisi’nde sonra Prag’da 40 dilde yayın yapan Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi’nde yer almış. Yazarlığa adımını bu rapor/öykü ile atmış. 1983 yılında üniversite öğrenimini tamamlamış.

Üyesi olduğu Türkiye Komünist Partisi (TKP) tarafından 1985’te Moskova’ya gönderilmiş. 1985-1986 yılları arasında Moskova Sosyal Bilimler Akademisi'nde eğitim görmüş. TKP tarafından komünistlik eğitimi almak için Rusya’ya gönderilen altı gencin başından geçenleri anlattığı "Kar Kokusu" (1989) adlı romanı, bu dönemde yaşandıklarından izler taşır. Moskova’da iken şiir yazmaya başlamış. 1989’da aktif politikadan ayrılmış ve Sokağın Zulası adlı şiir kitabını yayımlamış.

1990 yılında bir grup edebiyat tutkunuyla birlikte Yine Hişt adlı kültür-sanat dergisini çıkarmış. Şiir, öykü ve yazılarını Adam Sanat, Yine Hişt, Öküz ve Cumhuriyet Kitap dergileri ile Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımlamış.

1992 yılında yayınlanan ilk öykü kitabı Çıplak Ayaklıydı Gece, aynı yıl Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü'nü almış. Bu kitap Ahmet Ümit'i yazın dünyamıza tanıtan ilk kitap olma özelliğini de taşır.

Arkadaşı tiyatro yönetmeni Ali Taygun’un teşvikiyle polisiye yazmaya ağırlık veren Ahmet Ümit, 1994 yılında ATV için çekilen "Çakalların İzinde" adlı polisiye dizinin öykülerinin ve senaryosunun yazılmasına katkıda bulunmuş. Ardından da 1995'te Ahmet Ümit, çeşitli gazete ve dergilerde Franz Kafka, Dostoyevski, Patricia Highsmith, Edgar Allan Poe ve polisiye roman yazarları üzerine inceleme ve tanıtım yazıları kaleme almış.



"Bir Ses Böler Geceyi"(1994) adlı uzun hikâyesinin ardından "Masal Masal İçinde" (1995) yayımlanmış. Annesinden dinlediği masalları düzenleyip yazdığı bu kitap çeşitli özel ilköğretim okulunda ve özel kolejlerde ders kitabı olarak okutulmuş, Korece’ye çevrilmiş. Kitaplarının tümünde var olan gerilim duygusu "Sis ve Gece"(1996) adlı polisiye romanında kendisini tümüyle dışa vurmuş. "Sis ve Gece" Türkiye'de yankı uyandırmış, tartışmalara yol açmış. Yunanistan'da yayımlanarak yabancı dile çevrilen ilk Türk polisiye yapıtı unvanını kazanmış.

"Sis ve Gece"'yi "Kar Kokusu" (1998) adlı romanı, "Agatha’nın Anahtarı" (1999) adlı polisiye öykü kitabı takip etmiş. 2000’den itibaren "Patasana"(2000), "Kukla" (2002), "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir" (2002), "Beyoğlu Rapsodisi" (2003), "Aşk Köpekliktir" (2004), "Ninatta’nın Bileziği" (2006), "Kavim" (2006) adlı kitaplarını ardı ardına yayımlamış. 2007’de "İnsan Ruhunun Haritası" adlı denemesi yayımlanmış. 2008'da yayınlanan "Bab-ı Esrar"'da Şems-i Tebrizi cinayetini konu edinmiş. İstanbul hakkında çok detaylı bilgiler de içeren "İstanbul Hatırası" adlı polisiye romanı Haziran 2010'da okuyucularla buluşmuştur. Yazarın "Başkomiser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü" (2005) adlı bir de çizgi romanı vardır.



Öykülerinden yola çıkılarak Uğur Yücel tarafından Karanlıkta Koşanlar ve Cevdet Mercan tarafından Şeytan Ayrıntıda Gizlidir dizileri yapılmış, "Sis ve Gece" adlı romanı 2007 yılında Turgut Yasalar tarafından sinemaya uyarlanmıştır.



Ninatta’nın Bileziği okuduğum ilk Ahmet Ümit kitabıydı. Ve okuduğum ilk epik roman.

Roman, benim kafamda yarattığım polisiye romanların yazarı Ahmet Ümit tarzından daha farklıydı. Polisiye diyemem, ama tarihin en eski savaşlarından biri vardı.

“Ona de ki;
Tanrıların dileklerini yerine getirmemek;
Tarlayı kurutmak,
Yoksulu aç bırakmak,
Sevgiliye sırtını dönmek kadar kötüdür.
Eğer sen sevgiliye sırtını dönersen,
Tanrılar da sana sırtını döner.
Ve seni lanetler içinde bırakırlar.
Ona de ki:
Sen, beni yiğit Nuvanza’ya kavuştur,
Ben de sana mutlu bir ömür dileyeyim.
Çünkü aşıkların dileği kabul olur.”


Peyman

22 Temmuz 2010 Perşembe

LISA EKDAHL – Çocuksu Bir Ses ve Zarif Bir Siluet

Gülda Caz Festivali listesini gönderdiğinde, bir süre önce tesadüfen Dailymotion’da genç caz yorumcularını dinlerken keşfettiğim Lisa Ekdahl’ın adını görünce bu konsere gitmeliyim dedim.



Hem sesini beğendiğim bir sanatçıyı Esma Sultan gibi büyülü bir atmosferde dinlemek kulakların pasını silmekle kalmayacak, dönemine ait olmasa da caz dinleyerek beni Osmanlı’nın şaşalı zamanlarına kısa bir yolculuğa sürükleyen değişik bir tecrübe olacaktı.

Konser öncesi Ortaköy’de buluşup bir şeyler atıştıran Ayşe ve Gülben’e katıldığımda daha konsere bir buçuk saat vardı. Ben de bir kadeh kırmızı şarap ile Gülben’e eşlik ettim.



Sohbet döndü dolaştı Lisa Ekdahl’a geldi. Sesinin çocuksu tınısından bahsederken yaşı hakkında tahminde bulunmaya çalıştık. Tahmin diyorum çünkü üçümüz de konser öncesi biyografisini okumamıştık. En fazla 30 yaşındadır dedim. Ama yanılmışım. Meğer Lisa Ekdahl 39 yaşındaymış.

Konser saati yaklaştığında Esma Sultan Yalısı'na doğru yürümeye başladık.

İsveç doğumlu olan Lisa Ekdahl, caz ve bossa nova türünün başarılı yorumcularından ve aynı zamanda da ülkesinde yazdığı lirik ve şarkı sözleri ile tanınıyor. Üç kez Grammy Müzik Ödülü kazanmış.

Lisa Ekdahl ile kişisel bir diyaloğum olmadı, ama sahne performansından, edasından kuzey insanlarının biz Akdenizlilerde uyandırdığı “soğuk” intibasını teyid ederek kırdı. Evet teyid ederek, çünkü İtalya’dayken akşamları çalıştığım cafe-ristorante’de İsveçli bir kızla tanışmıştım. Marianna, bana kuzey ülkesi insanlarının soğuk oldukları önyargısını kırdıran ilk kişidir. Üstelik de ufak tefek yapısı ile tüm kuzeyliler çok iridir düşüncemi de değiştirmiştir. Lisa Ekdahl da yine tastiklemiştir. Konser esnasında oturarak kendisine eşlik eden gitarist Mathias Blomdahl ve basçı Anders Josef Zakrisson ayağa kalktıklarında ilk etapta ya müzisyenler çok uzun, ya da Lisa çok kısa diye düşündük. Meğer Lisa uzun değilmiş.



Zaten oturduğumuz kırk beşinci sıra ve önümüzdeki bizim iki katımız cüssedeki beyefendi sayesinde görüş açımız iyice daraldığından, sahnede iyice küçülmüş Lisa’yı görebilmek için dürbün götürmediğime hayıflandım.

Genç yaşına rağmen ( aramızda 2 yaş fark olmasına aldırmadan kendime de gençlik tanımlamasından pay çıkartarak :) ) 3 İngilizce ve 7 İsveçce olmak üzere toplam 10 tane albüm çıkarmış. 90’lı yılların başında ülkesinde üne kavuşan sanatçının, ülkemizde de tanınmasının en büyük pay sahibi Vem Vet adlı parçası ile pop-caz albümü “Heaven, Earth and Beyond”.

“When Did You Leave Heaven”, “Back to Earth”, “Lisa Ekdahl Sings Salvadore Poe” ve “Give Me That Slow Knowing Smile” sanatçının çıkardığı İngilizce albümler.

2009 yılında çıkan son albümü “Give Me That Slow Knowing Smile” için Lisa Ekdahl, şimdiye kadar en uzun sürede çıkardığı albüm olduğunu söylemiş. Genelde albümlerini iki ay gibi kısa bir sürede çıkartırmış.



Son albümünden One Life adlı parçasını, tabii ki Vem Vet’i, My Heart Belongs To Daddy, Now Or Never, Love For Sale gibi popüler parçaları seslendirdi. My Heart Belongs To Daddy ve Love For Sale adlı parçaları yorumlaması benim kulağıma çok hitap etmese de yumuşak sesi sizi bir salıncağa bindirip gökyüzüne uçurabilir. Ben bu parçaları Sophie Milman yorumu ile dinlemeyi seviyorum.



Konser başladı, sanıyorum dört şarkı söyledi ve beş dakika ara veriyoruz dedi. Esma Sultan’da gittiğim ilk konser olduğu için bu kadar çabuk ara vermiş olmasına anlam veremedim. Sonra ezan başladı. Ve evet sebep belliymiş dedik.

Hem bu ezan yüzünden konserin bölünmesi hem de Esma Sultan’ın konumu itibariyle çok da konsere uygun olmadığını düşünüyorum.

Tamam, mekân süper ama insanların konser öncesinde boğaz havası alıp, bu tarihi yalının terasında boğaz havasını solumaları için açılan alan, konser izlemek için oluşturulan oturmalı bölümü ince dar bir koridor haline getirmiş.



10'ar sandalyeden oluşan 48 sıranın arka sıralarında, yukarda da belirttiğim gibi, görüş alanımız daraldığından sanatçıyı gözümü kapatıp CD’den dinlermişim gibi bir moda girdim.



Ah tabii, mekân güzel, hava güzel, girer girmez sizi karşılayan içki büfelerini de hesaba katarsak, bazı müziksever konser izleyicileri kendilerini açık hava jazz club’ta sanmışlardı sanırım. Çünkü ellerinde içki bardakları, ayakta kokteyl prolonje modunda çatır çatır sohbet ediyorlardı. Arkadaşını, sevgilini, yanında her kim varsa ilk kez görmüyorsun ya da son görüşün de olmadığı malum (şutlanacak sevgili, nişanlı, eş hariç). Eh peki kardeşim ne konuşursun bu kadar? Senin diğer konser izleyicilerine saygın bu mu? Hadi biz diğer izleyicileri de bir kenara bırakalım, senin sanatçıya saygın bu mu? Neden hâlâ biz bu kadar medeni olduğumuzu iddia edip de dünya standartlarında konser izleyemiyoruz? Ya geç gelirsiniz, oturacağınız yeri bulmak için insanların önünde dolanırsınız, ya da konuşursunuz.

Bu olumsuzluklara rağmen Lisa Ekdahl çocuksu sesi ve izleyenleri Nirvana’ya ermişçesine huzura sürükleyen narin dansları ile zarif bir silüet olarak aklımda…

Diğer fotoğraflar için tıklayınız.

Peyman

21 Temmuz 2010 Çarşamba

BİR KASIRGAYA YAKALANDIM: GRACE JONES

GRACE JONES’U NASIL BİLİRSİNİZ?

Uzun bir süreden beri heyecanla beklediğim konser günü gelmişti. Konser saati gelmeden önce Ayşe, Ender, ben ve iki arkadaşımız daha buluşup yemek yediğimiz sırada sohbet konumuz “Siz Grace Jones’u nasıl bilirsiniz” çerçevesinde sürüyordu.



Hepimiz 1980’lerin ortalarında ergenliğe girmiş veya yeni çıkmış yaşlardaydık ve Grace Jones’u o yıllardan hatırlıyorduk.



Benim için Grace Jones bir James Bond filmi olan A View to a Kill adlı filmindeki gizemli ve korku salan tiplemesi ile May Day ve Conan the Destroyer filminde yılmaz savaşçı Conan’ın büyücü dostu Zula idi her zaman.



Müzikal anlamda ise her ne kadar parçayı 1981 yılında yorumlamış ve Nightclubbing adlı albümünde söylese de 1988 yapımı Frantic adlı filmin de şarkısı olan adlı Astor Piazzola’ya ait eseri yorumladığı “ I have seen that face before”, La vien Rose yorumu,Love Is the Drug”, Pull Up to the Bumper ve Slave to the Rhtym haricinde açıkçası bir dinlemişliğim/bilmişliğim yoktu kendisini.



Geçen haftalarda İstiklal Caddesi’ni ziyaret edip "Hurricane" adlı son albümünü almak istesem de bulamadım.



Sohbetimiz esnasında Studio 54 adlı disko zamanında kimbilir neler yapmıştır diye hepimiz çeşitli hayallere daldık. Kimbilir Andy Warhol ile ne çalışmalara imza atmışlardı? Ve bizim Studio 54’ün ne zaman açıldığından girip, Discorium ve Airport adlı diskolarından çıkıp konser mekânına doğru yol aldık.

GRACE JONES’A BİR ŞEY Mİ OLDU ACABA?

Konser mekânı olan Açık Hava konserin başlamasına çok az kalmasına rağmen ağzına kadar dolmamıştı. Konserin başlama saati olan 21.00 geldiğinde daha bir ses seda yoktu ancak Açık Hava yükünü almaya başlamıştı.



Etrafta Ayşe ile gözümüze çarpan çok hoş gençler vardı; tıpkı 1980’lerden kopup gelmiş gibiydiler ve yine aynı dönemlere ait gençlik filmlerinden fırlamış zarif ama ince bir erkeksilik içindeydiler.(Biraz fazla şairane oldu) Konserin havasına ve Grace Jones’a uygun olan bu gençleri görünce sevindim; bana tüm diğer konserlerde görmekten sıkıldığım tipler gibi olmayacak hissi verdiler; yemeyecek, içmeyecek ama coşacak ve dans edeceklerdi belli ki.

10 dakika… 20 dakika…30 dakika… Alkışlar Alkışlar… Hava sıcak… Sahne önü siyah bir perde ile kaplı. Kimsecikler yok daha. Ayşe’ye dönüp “ herhalde bir şey oldu Grace Jones’a “ dedim. 40. Dakikaya girerken birden yan taraftan sahneye giriş yaptığını gördük ve müzik başlayınca aniden siyah perde yere iniverdi.



Sahneye ayaksız file çorap, kadife siyah g-string bir mayo, siyah 1980’leri andıran ve yeniden moda olan uzun bol bir ceket ve başında kendi yorumundan bir miğfer şapka giymiş vaziyette asansörlü platform üzerinde arz-ı endam etti.

Ben bir süre ağzım açık izlediğimi hatırlıyorum, asansörlü platformdan inip sahneye geldiğinde sağ taraftaki sabit platforma çıktı ve orada devam etti şarkılarını söylemeye… Ender’e dönüp “Ayy..Ne şahane bir şey bu kadın!” dediğim sırada onun krem rengi ve adeta bir cadıyı andıran kostümü ile geldiğini gördüm.



Ardından aramızda hiç Jamaicalı olup olmadığını sordu ve benim çok başarılı bulduğum ve sahneyi bir baştanbaşa koşarak dans ettiği My Jamaican Guy ile devam etti gösterisine.Kendimi Afrika'da hissettim, boyalarımı yüzüme sürmüş ve dönüyor, dönüyor ve dönüyorum.

Hızını almayan Jones beklenen ve Arjantin’den esintiler getiren I have seen that face before ile devam etti ve sonra yeniden gözden kaybolduğunda ise sahne arkasından durmadan da ya garip sesler çıkardı ya da “Gimme something to suck…yes…Ooohhh. suck ı love to suck..great..diye devam edip ancak “ I liked that wine” diye heyecanımızı yarıda bıraktı…



Ayrıca Jones’un Demolition Man’i söylerken ellerine kocaman zilleri alması ve birbirine vurması, Well Well Well adlı parçasını, La Vien Rose’u söylemesi ve coşkulu dansı unutulacak gibi değildi. Bir ara annesini sevgiyle andığı bir şarkı söyleyen Jones -ki şarkının adı Williams’ Blood’dı- şarkının sonunda gittiği kulisten kalçasına bağladığı ve salladıkça ses çıkaran pullu parlak bir kumaş parçası ile çıktı, kalçasını sallarken biraz sorun yaşasa da (iyi bağlayamamış) çok hoştu.



Bir başka deyişle o boya , o vücuda çok yakışıyordu o kalça kıvırmalar. Az kaldı ben de yerimde kalkacaktım. Ama yapmadım.(Bu aralar çok usluyum) Aslında benim de öyle zilli bir kumaş parçam var her yola gelen ama Grace Jones’un ki ÇOOOOk güzeldi. Hemen edineceğim.



Dansöz kıyafetini andıran kıyafeti ile sahne aldığı anda eski kocasının Türk olduğundan ve kendisinin de sonunda onun kadar kıskanç bir hale geldiğini söyleyen Jones, ağzında biriken salyadan rahatsız olunca tükürdü ve ardından tükürmekten ve dans etmekten daha iyi yaptığı şeyler de olduğunu söyleyerek kışkırtıcı yanını da bizlere hatırlattı. Sonra belinde hulahup, kafasında kedi maskesi olduğu halde son derece sıradan bir iş yaparmış gibi hem söyledi, hem çevirdi hem gezindi...



Şovu bitirişi ise heyecan vericiydi; döner platforma çıkan Jones’un üzerinde kocaman bir pelerin vardı ve Hurricane’i söylerken üzerine hava akımı gönderilen pelerin şişiyor,,,şişiyor…havalanıyor ve Jones bir fırtına yaratıyordu. Sahneyi yoğun alkış üzerine terk ederken Türkiye’ye daha önce gelmeliydim diyordu.

Benim aklımdan ise “İşte hayat boyu yapmak istediğim şeyi bu kadın yapıyor” diye düşünüyordum. Ben ne tam bir oyuncu, ne tam bir dansçı, ne de şarkıcı olmak istiyordum. Ben de bir disko kraliçesi, bir şov kadını olmanın yıllarca hayalini kurdum. Ne oldum peki? Avukat. Pöh! Belki başka bir hayatta!



Grace Jones’a gelince… Kışkırtıcı, çılgın, uyumsuz,…Ne derseniz deyin ya da ne denirse denilmiş olsun bence o bir dönemin kraliçesiymiş ve her ne zaman isterse de öyle olabileceğini ispatladı.İhmal etmişim. Ama bence çok sıcak, coşkulu ve ŞEFKATLİ bir kadın olduğunu düşünüyorum. Evet şefkatli. Benim konser bittiğinde Grace Jones için içimde uyanan his buydu.Belki de böyle düşünen/hisseden tek kişi ben olabilirim ama (bunu söylediğim arkadaşlarım güldüler) sesinin tınısından benim algıladığım ve hissettiğim alaycı, çatlak ve şefkatli bir kadın olduğu işte!

Konserden Gülda’ya kaşla göz arası gönderdiğim iki mesaj şuydu: “Grace Jones Gerçekmiş” ve “Hurricane albümü alınmalı”. Adı gibi tüm tınıların yarattığı bir kasırgaydı bence Hurricane'den söylenen her parça… Ve bence eğer dans müziği olarak bir şey çalınacaksa Jones’un yaptığı parçalar gibi eserlerin çalınması ve böyle olması gerektiği düşüncesindeyim.


GRACE JONES LIBERTANGO
Yükleyen paradixman. - Yepyeni haber videoları

Sevgiler
Grace Jones gibi Olmak İsteyen
Billur

16 Temmuz 2010 Cuma

TONY BENNETT-IN OTHER WORDS; KALBİME DOKUNAN ADAM

Konser esnasında en romantik melodilerin havaya oradan da kalbimize doğru aktığı dakikalarda; bir kadın usulca ama biraz da heyecanla yanındaki adama:

-Moon River’ı söyler mi?
-Cık
-Peki, Fly me to the Moon’u?
-?
-AYYY! Bak söylüyor!

Kadın adamın elini tutar, en sevdiği şarkılardan biri çalmaktadır… Kadının gözleri dolar. Tony Bennett sadece gitar eşliğinde söylediği bu şarkı ile kadının kalbine dokunmuş ve onu alıp götürmüştür. Bu kadın benim ve halen yıldızların arasında dolanıyorum.



YILDIZLARA VARMADAN ÖNCE

Ender ve ben Maçka’da buluştuk ve zaman bakımından sıkışıklık yaşamamak içim Açık Hava’nın içindeki büfelerde bir şeyler yemeye karar verdik. Bu konser Ender ile benim uzun zamandan beri ilk defa birlikte yalnız gittiğimiz bir konser oldu. Mutad konser grubumuz ya bu konserle ilgilenmemiş ya da tatile gitmişlerdi. Mekâna uzun zamandan beri ilk defa yarım saat önce girdik, aklıma konser esnasında dağıtılan ama konser izlerken yiyemediğim frigo, mısır ve benzeri bir sürü pis şeyi yemeyi kafama koymuştum ancak sonuçta hiçbirini yemedim. Saat 20.00 olduğunda yerimizdeydik ve Kerem Görsev Trio sahnede yerini aldı.

Sanırım Kerem Görsev hayranı olduğu ve yıllarca dinlediği Tony Bennett’in önünden sahne almayı kendisi için büyük bir şans ve onur olarak nitelendirse de bizim –burada kötü sözler söylüyorum içimden ama yazamıyorum-seyircimiz için bunun hiçbir önemi yoktu. Sürekli bir uğultu, sürekli bir konuşma, mısır, frigo satışları, kahkahalarla etrafı çınlatanlar…



Hava kararmadan ve sahne ışıkları yanmadan kimsecikler konser olabileceğini idrak edemiyor. Tespit ettim, her konuda fikri olan ve rahmetli Aysel Gürel’in kendisi için “yakında ameliyatlara da girecek” dediği Hıncal Uluç da bir ara konuşup duruyordu ki kendisine elektronik posta göndereceğim. Sonunda Kerem Görsev eline mikrofonu aldı ve hangi parçaları çaldıklarını söylemeye başladı. Bir başka deyişle; “biz buradayız ve ben de bir müzisyenim” demeye çalıştı. O andan sonra herkes her şeyi yapmaya devam etse de parça sonlarında alkışlamaya başladı.



Gülda, buradan sana sesleniyorum ki aslında Kerem Görsev bana epey iyi geldi bu sefer. Son albümleri Diversion’dan parçalar çalan Görsev’e davulda Ferit Odman, kontrbasta Kağan Yıldız eşlik etti. Mango, Tiramisu ve One Way parçaları gerçekten çok iyiydi. Görsev ve Grubu kendi performanslarını bitirmelerinden bir parça önce “Çocukluğumdan beri hayranı olduğum Tony Benett’in önünden konseri açtığını ve şimdi de yerine oturup konseri izleyeceğini” ifade etti. Ardından 15 dakikalık bir ara oldu.



PEKİ, TONY BENNETT NEREDE?

Aranın ardından sahnede piyanoda Lee Musiker gitarda Gray Sargent, davulda Harold Jones ve kontrbasta Marshall Wood olmak üzere yerlerini aldılar. Birden sahneye hoş görünüşlü bir kadın çıktı ve şarkı söylemeye başladı. Ender ile ikimiz, bu kadına hazırlıklı olmadığımızı, Tony Bennett’in çıkmama ihtimalinin mi olduğunu bakışlarımızla birbirimize soruyor ve söylüyorduk.



Açıkçası çok şirin ve sıcak görünümlü olsa da şarkı söylemesi ve yorumları benim hoşuma gitmedi, biraz tiz bir sesi vardı benim için. Ender” Ben böyle kontenjandan çıkan birilerini dinlemek istemiyorum ki..” dedi. Ardından kendisinin Tony Bennett’in kızı Antonia Benedetto olduğunu öğrendik. Bizlere sıcak bir seyirci topluluğu olduğumuzu söyledi ve Tony Bennett Şov’a hoş geldiniz” diye çığırarak sahneyi efsaneye bıraktı.



İŞTE TONY BENNETT

Lacivet pantolon, açık limon sarısı bir ceket, açık mavi bir gömlek ve lacivert kravatıyla sahneye gelen Tony Bennett varlığı ile sahneden seyirci ile hemen sıcak bir iletişime geçebilen bir sanatçı olduğunu ilk dakikalarda gösterdi. Açık söylemek gerekirse benim Tony Bennett’a aşırı bir hayranlığım hiçbir zaman olmadı ancak bazı parçaları yorumlayışı ve günümüzdeki müzisyenlerle olan işbirliği her zaman hoşuma gidiyor.



Ancak dün gece gördüm ki Tony Bennett bazı parçaları kendine has yorumu ile söylerken kalbimizin derinliklerinde bir yerler nüfuz etmeyi başardığı için bu kadar seviliyor ve coşkuyla karşılanıyor.The Way You Look Tonight, Because of You, Smile derken Tony Bennett konserine son verip sahneden ayrıldığında kısacık bir an sonra sahneye geri döndü.



Konserin ikinci bölümü olarak nitelendirilecek olan bu kısımda birbiri ardına çok sevdiğim ama unuttuğum şarkıları birbir hatırlattı ve gerçekten büyülendim. There Will Be Never Another You, San Francisco, Stranger In Paradise, Fly Me To The Moon, Boulevard of Broken Dreams, , Shadow of Your Smile…



Sonra kızı ile Maybe This Time’daki düetleri ve dansları… Seyircinin coşkulu alkış dolu geri çağırmalarına 5-6 kez sahneye gelerek karşılık vermesi ve o yüzündeki gülümseyişi hiç eksik etmemesi görülmeye değerdi. Bob Hope ile başlayan sanat hayatına 15 Grammy ve 2 Emmy Ödülü sığdıran, Count Basie Orkestrasında ilk erkek yorumcu olarak yer alan ve aynı zamanda ressam olan Bennett’ın 84 yaşındaki bu enerjisine hayran olmamak elde değildi.

Konser boyunca neredeyse herkes eşlik etti, herkes ayakta alkışladı, Ender'in deyimiyle her ne kadar yaş ortalaması 60 da olsa, biraz naftalin de koksa -ikinci bölüm onun da çok hoşuna gitti aslında- arkalardan bir yerden içkiyi fazla kaçırmış bir dinleyinin ara sıra çığırışları da olsa -ki hayrettir seyirciler Tony Bennett çıkınca muma döndüler- konser güzeldi.

Konser bittiği zaman aklımda Fly Me To the Moon’un sözleri ve Tony Bennett’in yüzünden esik etmediği gülümsemesi vardı. Sonra düşündüm; hayat zor ama güzel, ağlayıp sızlanmanın neye faydası var? O halde “Gülümse” ya da In Other Words;


Barbra Streisand & Tony Bennett - Smile
Yükleyen val6210. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

Smile though your heart is aching
Smile, even though it's breaking
When there are clouds, in the sky, you'll get by
If you smile, through your fear and sorrow
Smile, and there'll be tomorrow
You'll see the sun come shining through
If you'll....
Light up your face with gladness
Hide every trace of sadness
Although a tear, may be ever so near,
That's the time, you must keep on trying
Smile, what's the use of crying?
You'll find that life is still worthwhile,
If you'll just....
Light up your face with gladness
Hide every trace of sadness
Although a tear, may be ever so near,
That's the time, you must keep on trying
Smile, what's the use of crying?
You'll find that life is still worthwhile,
If you'll just....
Smile

Sevgiler
Billur




Not: Kerem Görsev Trio'nun resmi tdreklam.com'dan alınmıştır.

15 Temmuz 2010 Perşembe

CHICK COREA FREEDOM BAND KONSERİ: RUHLARIMIZIN ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞTUĞU AN

Telaşlıyım. Tüm müzik cdlerimi dağıttım. Yok Yok Yok. Dolabın derinliklerine gömmüş olduğum kasetlerimi çıkardım. Yok Yok Yok. Hiçbir yerde Chick Corea ‘ya ait kaset ve cdlerimi evde bulamıyorum.



Oysa çok iyi biliyorum ki Like Minds ve Remembering Bud Powell albümlerim kesinlikle vardı zira yurtdışından almıştım yıllar önce. Bir de kasetim olacaktı: 1987 tarihli Compact Jazz-Chick Korea ve Blue Note kaseti...



Sadece manasız bir albüm buldum,COREA/HANCOCK/JARRETT/TYNER adlı albüm. Aslında çok iyi bir albümdür, kızgınlığımdan bu densizliğim. Neyse, konser öncesinde doğru dürüst bir Chick Korea dinleyemeden Gülda ile buluştuk. Ender’i Dünya Kupası maçlarına kaptırmış olduğumuzdan sadece ikimizdik. İlk söylediğim şey: “Benim Chick Corea albümlerimi biri çalmış” oldu. Gülda :” O kadar albüm varken kimse onları çalmaz” dedi. Hala kimin çalmış olabileceğini düşünüyorum.



Konser mekânı Açık Hava Sahnesi’nde yerimizi aldığımızda Gülda ile ikimiz de aynı şeyi hissediyorduk: Festival şimdi başlamıştı işte. Sahnedeki dekoru yer bulma telaşından oturana kadar pek görmemiştim. İlk defa bir dekora şahit oluyordum. Mavi bir sahne ışığı altında solda kumlar üzerinde büyük bir deniz kabuğu, sağ tarafta ise kıyıya vurmuş bir kayık bulunuyordu. Arka fonda bir teras ve tanıyamadığım bir şehirden binalar kesiti.

Deniz ve onunla ilgili her şey bana her zaman özgürlüğü çağrıştırır, yüzerken ruhum suyun içinde erir, o derin sessizliğe gömülür gider. Bu nedenle de daha baştan itibaren uzaktan bir dalga sesinin bana bu konserin çok güzel geçeceğini fısıldadığını duyar gibi oldum. Gülda su ve benzeri ihtiyaçlarımızı temin ettikten sonra yerlerimize yerleştik ve arkamızı dönüp baktığımızda Açık Hava’nın dolu olduğunu gördük. Işıklar söndü ve Chick Korea önderliğinde Freedom Band yerlerini aldı.

Chick Korea’yı anlatmanın yersiz olduğunu düşünüyorum. Her dönemini –özellikle bazı füzyon çalışmaları- sevmesem de caz tarihinde yeri doldurulamayacak işlere imza atmış en önemli caz piyanistlerinden biri. 1996 yılında katıldığı 3. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’ndeki konseri hariç her ne zaman festivale konuk olsa Chick Korea’yı dinlemeye gittim ve halen de gidiyorum.



Kenny Garrett ile ilk ciddi tanışmam Miles Davis’in Amandla adlı albümünde adını görmem ile başlar. Daha sonra Miles &Quincy (ben Quincy Jones’a hayranımdır) Live at Montreux adlı bir albümde denk geldim. Ancak kendisini kanlı canlı ilk izleyişim 6. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nde olmuştur ki kendisine olan hayranlığım o gün bugün devam etmektedir.



Açık söylemek gerekirse Christian McBride ile ilk defa bu konserde tanıştım ve kendimden utandım. Son zamanlarda ne kadar aklı havada bir dinleyici olduğum şuradan belli! Kendisinin liderlik yaptığı 8 albümün yanı sıra bende mevcut bulunan pek çok albümde yer almasına rağmen avare avare albümlere dikkat etmemişim ki bunlar arasında: Diana Krall albümleri, David Sanborn albümleri, Chick Corea’nın Bud Powell albümü ve Chris Botti var.



Ayrıca kendisi Chick Corea’nın önderlik ettiği Five Peace Band bünyesinde de yer almış. Sanırım Kenny Garrett, Chick Corea, John Mclaughlin adlarına odaklanıp hiç oralı olmamışım ki eskiden böyle değildim.



ROY HAYNES, ROY HAYNES ve İLLE DE ROY HAYNES. Beni konserde sanırım en fazla etkileyen kişi oldu. Sahnede herkes yerini aldığında önce Roy Haynes yok sandım, insan 85 yaş deyince, bir şartlandırmayla biraz da olsa kırık dökük birini bekliyor. Gülda’ya dönüp “Bu adam sence 85 yaşında mı?” dediğimi hatırlıyorum. Enerjisi, coşkusu, muzipliği ve sanki oyuncak ile oynarmışçasına, ben de elime bagetleri alsam aynı ritmi tuttururabilirmişim edası ile çalması inanılmazdı.



Kendisi yıkılmayacak bir çınar olduğunu kanıtladı. Onun Charlie Parker ve Lester Young gibi hayran olduğum müzisyenlerle çalmış ve 5 yıla yayılan bir süre boyunca Sarah Vaughan ile turneye çıkmış olmasını düşündükçe, tüylerim ürperdi. Neredeyse caz tarihinin önemli bir kısmında tüm değişikliklere, yeniliklere ve oluşumlara şahitlik etmiş ve hala sahnede ve hala capcanlı bir müzisyen.

Chick Corea Detroit News’a verdiği demeçte Roy Haynes için “Roy bebop döneminin başlangıcına bağlı. Bu, müziğin beni ilgilendiren ilk lisanı. Bu nedenle, tanıştığımızda zaten aynı dili konuştuk” diyor.


Roy Haynes - Chick Corea
Yükleyen MilousedeBastia. - Diğer müzik videolarına göz atın.

Bu arada Chick Corea aslında bir piyanist olmasına rağmen davulla da ayrı bir yakınlığı ve bağlılığı bulunuyor.Zira kendisinin 1964 ila 1966 arasında New York’ta olduğu dönemde çaldığı piyanoların çok kötü olması nedeni ile New York’ta davulcu olarak etrafta dolandığını ancak Stan Gtez ile bir gecelik bir piyano çalmasının ardından bu kariyerinin sonlandığını ancak davulun da piyano kadar bir tutku olduğunu ve evindeki stüdyosunda bir davulu bulunduğunu ifade ediyor, Vancouver Sun’dan Marke Andrews ile yaptığı söyleşide.

Konserin en güzel ve en eğlenceli anı -sanırım benle herkes aynı fikirdedir-; Roy Haynes’in yerinden kalkıp elindeki bagetlerle ritim tutarak Corea’nın yanına gitmesi bu arada Mcbride’ın Haynes’in elinden bageti kapıp davula vurmaya başlaması ve bunun ardından Corea ve Garrett’in kalkıp davulun başına toplanarak alkışlarımız eşliğinde tek bir davula yoğunlaşarak çalmaya başlamalarıydı.

Aslında bu güzelliklerin tadına varmam zaman zaman sekteye uğramadı değil zira konser boyunca arkamda DURMADAN KONUŞAN (abartmıyorum) kadın suretindeki İKİ VARLIK sayesinde zaman zaman konsantrasyon eksikliği çektim. Bu sürekli konuşan, fokurdayan dinleyici tiplemelerinin benim sağımda, solumda, önümde ve arkamda olmasını bana birilerinin ah etmiş olmasına bağlıyorum artık. Bir ara “elimdeki suyu üzerlerine dökeyim mi Gülda?” diye sordum ama 10 dakika kendime telkinde bulunarak vazgeçtim.

Ki bu vazgeçişi Chick Corea Freedom Band'in konser boyunca çaldıkları The Night Has a Thousand Eyes,Psalm, Monk's Dream, Darn That Dream, Blue Hawk , Steps adlı eserlerin benim ruhumu özgürleştirmesine ve sakileştirmesine borçluyum diye düşünüyorum.

Chick Corea Freedom Band EPK from CoreaCrew on Vimeo.




Sevgiler
Billur

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails