13 Mart 2013 Çarşamba

MEKTUBUN AVCUMDA


Bir metropol insanının, Pera gibi, sabahın erken saatlerinden akşamın kör karanlığına kadar aktiviteden aktiviteye koşabilme imkânı sunan yaşam alanının olması ne büyük şanstır.

Haliç’in sabahın nemiyle puslanmış buğulu manzarasını seyrederek yapacağınız mükellef bir kahvaltının ardından, yavaş yavaş hayat bulmaya başlamış Pera’da ister bir kitapçıda oyalanın, ister birkaç sergi veya müze gezin, daha önce hiç girmediğiniz, ama sizi bir Avrupa şehrinin Rönesans atmosferine taşıyan gizemli sokaklarını arşınlayın, yeni keşiflerde bulunun.

Pazar sabahı önceliği Emre’nin basketi olduğundan bizim kahvaltıyla başlayan bir Pera programı yapmamız okul kapanıncaya kadar imkânsız görünüyor. Günün erken saatleri veya gün ortası fark etmez. Önemli olan keyif aldığım bir nefesin, bir kalp atışının bana eşlik ediyor olması.

İlk durak Pera Müzesi…

20 yüzyılın en başarılı moda fotoğrafçılarından sayılan Nickolas Muray’in siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarından oluşan serginin, daha çok moda fotoğrafçılığına ilgi duyanların ilgisini çekeceğinden kuşkum yok.

Nickolas Muray, bir Amerikan dergisinde yayınlanan ilk renkli fotoğrafla reklamcılık alanında tarihe geçmiş. Olimpiyat şampiyonu bir eskrimci, pilot ve kadın tutkunu…

Sergide en çok dikkati çeken, 10 yıl süreyle aşk yaşadığı Frida Kahlo’nun ve kocası Diego Rivera’nın sanatçı tarafından çekilmiş fotoğrafları. Muray o kadar âşıkmış ki Frida’ya, 1939 yılında Frida ve Diego boşandıklarında Muray, Frida’nın kendisi ile evleneceğini düşünmüş, ancak Frida, Muray’in sevgilisi kalmasını istediğini söyleyerek evlilik teklifini reddetmiş.

Frida’nın fotoğrafları o kadar çoktu ki, insan ister istemez Muray’in Frida’ya olan aşkını sorgulamaya başlıyor. Muray, Frida’nın hangi özelliğine âşık olmuş olabilir?

Muray’in çektiği, Frida ve Rivera’nın yaşamlarından kısa bir kesitin aktarıldığı film gösterimi vardı. Filmde Frida’nın Rivera’ya gösterdği ufak aşk fısıltıları yer alıyordu. Onun ellerine kondurduğu küçük öpücükler, saçını okşaması… Ama bunları yaparken, kameraya öyle bir bakış atıyordu ki, bu hareketleriyle aslında Muray’e kur yaptığını, onu kıskandırmaya, hatta çıldırtmaya çalıştığını hissettim. Sanırım Frida marjinalliğinin yanı sıra ateşli bir âşıktı da.

Pera Müzesi’ndeki bir diğer sergi ise Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi’nden Bir Seçki olan Çöl ve Deniz Arasında adlı sergi idi. Cezayir, Filistin, Fas, Libya, Lübnan, Mısır, Suriye, Tunus ve Ürdün’den sanatçıların yapıtlarının yer aldığı sergide birkaç eserin evimin çeşitli yerlerinde olmasını arzulamadım değil.
 

Laila Shawa’nın İmkânsız Rüya adlı tablosu, canlı renklerinin yanı sıra, aslında Arap kadınlarının dramatik ve zor hayatlarının tuvale yansıması. İsteyip de yapamadıklarının, önlerindeki koca duvarların imgelemesi…
 

Benim Abdülcanbaz çizimlerine benzettiğim Hussein Madi’nin Nü adlı tablosu da yine beğendiğim eserlerdendi. Geometrik keskin yapısı ve renkleri ile cezbetti beni.
 
Ege’de bir yazlık evim olsa mutlaka salonumun bir duvarına asmak isteyeceğim bir başka eser de Nizar Sabour’un en sevdiğim renk olan mavi ve tonlarında hazırladığı tablosuydu.


Bazı eserler Batı’nın etkisinde kalındığını çok net gözler önüne seriyordu. Picasso’nun, Matisse’in yansımalarını görebiliyorsunuz. Ama Arap sanatçıları tanımak, anlayabilmek adına serginin görülmesinde fayda var.

Sergi bitişinde yüksek tavanlı, aydınlık ve sıcak ahşabın ağırlık kazandığı kocaman salonuyla Pera Müzesi cafesinde soluklanıp, bir fincan sıcak içecek eşliğinde derin bir sohpete daldık.

Rahatlığıyla bizi adeta içine çeken koltuklardan ayrılma vaktimiz geldiğinde, dışarıda bekleyen soğuğa karşı donanmıştık.

Film 17:30’da başlayacaktı. Midemizin sesine kulak verip, filmin bitişine kadar bekleyemeyeceğimize kani olaraktan Şimşek Karadeniz Pide Salonu’nun yolunu tuttuk. Tereyağı kokulu ince dilimler halinde kesilmiş çıtır kenarlı pidelerle karnımızı doyurduk.

Bir etkinlikten diğerine savrulduğumuz bugün sırada Kelebeğin Rüyası vardı.
 
Şiirle yıkandık diyebilirim. Hiç tanımadığım Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatlarından içeri başımı uzattım. “Şiiri anlamayan, hayatı anlamaz” sözlerinden yola çıkarak, içine girdim şiirlerinin.

Daha sonra filmi izleyen annem ve babam, filmin konusunun, onların gençlik yıllarında çok fazla işlenen bir konu olduğuna parmak bastılar. Düşününce onlara hak verdim. Az duymadık veremli gencin ölüm temalı filmlerinden anekdotlar, izledik de hatta. Ama burada şöyle bir fark var ki, geçmişin veremli karakterleri Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ kadar rollerini benimsemiş, özümsemiş, rollerinin hakkını verebilmek için veremin can yoldaşı zayıflığı, bakımsızlığı ön plana çıkarmak için zayıflamayı seçmek yerine aşırı kiloları ile kamera karşısına geçmişlerdi.

Genç oyuncular rollerinin hakkını vermişlerdi. Hiçbir yapaylık sezinlemedim.

Belçim Bilgin’in rolüne “kart” kaçtığı yazılmıştı birkaç yorumda. Ben buna katılmıyorum. Şu anda kırklı yaşlarında olan tanıdıklarınızın ebeveynlerinin lise çağlarında çekilmiş fotoğraflarına baktığınızda anlarsınız ne demek istediğimi. Ya da böyle bir mukayese imkânı olmayanlar için açıklayayım; o dönemin gençleri bizim aynı yaşlarımıza göre çok daha olgunlarmış. Hem fiziksel, hem de beyinsel olarak. Belki de sebebi şu anda aynı yaşlarda olan gençlere göre çok daha az maddi imkânlara sahip olmaları, sahip olduklarının değerini bilmeleri, daha çok hissederek yaşamalarıdır. Hani derler ya acı insanı yoğurur diye, işte budur aynı zamanda erkenden olgunlaşmanın sebebi.

O dönem insanlarının olgunluğunu Rüştü Onur’un anısına hazırlanan, ön sözünü Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı Mektubun Avcumda adlı kitapta da net bir şekilde görebiliyorsunuz.
 
Kitap, Rüştü Onur’un eşi olan Mediha’ya evleninceye kadar yazdığı mektuplardan, Rüştü Onur hakkında yazar ve şairlerin söylediği sözlerden ve tabii şiirlerinden oluşuyor. Filmin ardından kitabı okumak, şairi daha iyi tanımak, anlamak adına çok faydalı oldu.

Mektuplarında hastalığı sebebiyle yaşadığı acıları, Mediha’ya duyduğu aşkı, zaman zaman çaresizliğini, yaşadıklarından olgunlaşmış naif, âşık, içi dışı bir, kararlı bir adamın satırlarını okuyabiliyorsunuz.

Kitabı bir nefeste okudum, ama filmi de Amerikan sinemasını aratmayacak nitelikteki çekimleri, ses kalitesi ile 138 dakika sürmesine rağmen zorlanmadan izledim.

Filmde, kendisini yazmaya adayanlar için en idealinin her daim bir not defteri bulundurmak ve her ne olursa olsun, aklına ne, nasıl gelirse gelsin mutlaka not almak, yazmak gerektiğini, aşkın bazen her şeyin üstünde olduğunu, babaların çocuklarından hep başarı hikâyeleri duymak istediklerini, dostluğun,  paylaşmak, fedakârlık olduğunu hatırlıyoruz.

Ve tabii aşkın, şiirin bahanesi olduğunu da...

Peyman

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails