
Gözlerimi kapadığım,
Sessizliğe gömüldüğüm,
Kendimden geçtiğim,
Kanatlarımı açtığım,
Kendimi sildiğim,
Yalnızca nefesimi duyduğum,
An
Varlığımı Hissettiğim Andır!...

Varsayım Olarak “Sahilde Kafka Ve Başka Romanları Üzerinden” Haruki Murakami Ve Bunun Üzerinden Sahilde Kafka
—Nasıl romanın kendisi kadar karışık bir başlık olmuş mu?
Murakami, 12 Ocak 1949 yılında Japonya Kyoto’da doğmuş. Öncelikle, astroloji, reenkarnasyon ve benzeri alanlarla hiçbir ilgisinin olmadığını bu kadar net bir şekilde ve sürekli tekrarlamış olmasını büyük bir memnuniyetle karşılıyorum. (Yunan tragedyaları, felsefe, mantık, Şintoizm ve bilincinin karmaşık labirentleri haricinde bir de bunlar üzerinden onu anlamaya çalışmaya nefesim yetmezdi açıkçası.) Dolayısı ile doğduğu gün ve ayı ansiklopedik, yılı ise özellikle belirtmeye kararlıyım
Yıla dönüyorum:
Etiketlemek gerekirse baby boom (1946–1964 arası doğmuş nesil için kullanılır) kuşağı çocuklarından biri Murakami. “Etiketlemeyi sadece bir yere otursun diye yaptığımı biliyorum ve bunu da X Kuşağı çocuğu olmama bağlıyorum.” Kuşağımın üzerimde yarattığı neden, nasıl soruları üzerinden büyük bir kuşkuculuk içinde Murakami’yi anlamayı deniyorum. Murakami’nin en çok 20- 30 lu yaşlardaki kişilerce çok büyük bir keyifle okunduğunu da gördüğümde; aslında bir kaç yüzyıl sonra dünyaya gelip Murakami’yi okuyacak nesli de için için kıskanıyorum. Başka bir zamanın ben’i olarak Murakami’yi; Binbir Gece Masalları’nın, Genji Hikâyeleri’nin içinde bahsi geçen farklılığı olduğu şekliyle kabullendiğim gibi ya da nasıl “Ejderhalar var mı yok mu” sorusu ile ilgilenmeyip; kadim dili konuşan ejderhaları renk, ırk ve yaşlarına göre sınıflandırabildiğim gibi bu berraklıkla okuyabilmek istiyorum.
Sihirli bir lambadan cin çıkıyorsa sadece o lambadan cin çıkıyor o kadar.
—Çıkar mı?
—Çıkar.
—Yeşil renkli ejderhalar uysal mıdır?
—Evet, sadece ürkütmeniz gerekir.
Burada bir varsayım devreye giriyor: Aslında Murakami’de, sadece yazdığı kadarını söylüyor. Tüm bu kitapları, yüzyıllar sonra da okunacak o büyük masallardan biri olacağının habercisi. Dolayısı ile “kendini tekrar ediyor, her romanı birbirine benziyor” eleştirilerinin cevabı da burada yatıyor: Murakami, gelecek nesillere “Binbir Gece Masalları” ya da “Genji Öyküleri” gibi bir külliyat bırakmayı deniyor. O yüzden her yeni roman da, eski romanı ile benzer bir tad yaratıyor. Tüm eleştirmenler silinip gittiğinde ortada sadece Murakami kalacak.
Murakami romanlarını “olan olmuştur” mantığı ile kabul edip, hoşgörü içinde okumayı deniyorum. Bir noktaya kadar bunu başarsam bile, aklımı çelen yine romanın bir başka sayfasında sıralanan cümleler oluyor. Murakami üslubu ile çomak sokuyor.
Kafka Tamura kendisi bizzat, isminin Kafka olma sebebinin “Franz Kafka romanlarını çok sevmesi” olduğunu söylüyor. Murakami de benzer bir ifadeyi roman sonrası verdiği röportajları ile teyit ediyor. Romanı bir kaç kez okuduğunuzda oturacak diyor. Peki, ben niye bu varsayımı yeterince makul bulamıyorum:
Ben Murakami romanlarına, kuşağımın kuşkucu ve güvensizlik üzerine kurulu özellikleri gereği, onun anlattığının ötesinde – o da bunu benden iyi biliyor ve sürekli bir parmak bal çalıyor- anlam katmaya çalışıyorum. Onun bilinç akışının yönünü tespit etmeye uğraşıyorum. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Üç Küçük Domuz Hikâyesi’nin romanın içinde olma sebebinin başka bir şey olduğunu düşünmeyi deniyorum. “Ahh ben, doyumsuz, tatminsiz ve kendini fazla akıllı bulan bir kuşağın temsilcisiyim ne de olsa...” Kırmızı Başlıklı Kız hikâyesinin haksızlığa uğrayanın kurt olduğunu anlatan bir sürü başka kitap okumuşum, bir sürü ejderha tanıyorum, bir şeye ederinden fazla bir başka değer vermemeye programlanmışım. Tutku içinde, onun berrak olarak sunduğu gerçekleri görmezden gelerek, Murakami’nin de buna alet olması için ipucu topluyorum. Bu tür okuma şekli ile Murakami romanları, tanrıların savaşına benziyor:
Ben ah ben kül yutmam!.. Haruki Murakami’de bunu biliyor, bu yüzden beni ve onu okuyan milyonlarca kişinin üzerine uskumru, sardalye ve sülük yağdırıyor. –gerçi burada varsayım sayısı birden fazla hale geldi ama toparlama formüllerinden birini/birkaçını sunmayı deneyeceğim.-
“Gökten sardalyeler yağabilir, hem de çok lezzetli, mangaları da yakalım...” mantığına kendimi kaptırmışken; (Nakata da bir şekilde balık ve sülük yağdırmış olmasını sadece izliyor), bir aşama sonrasında, bunu serbest iradesi ile yapmadığını kabullenip “gökten keskin bıçaklar, bombalar” yağdırabilecek olmasının endişesini taşıyor. Bu endişe beraberinde, şimdiye kadar yaşananları düşündürüyor: “Yoksa bu okuduğum 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya’ya yağan atom bombaları ile ilgili bir roman mı? Ya da Murakami ciddi ciddi savaş eleştirisi mi yapıyor?” Bu açıklama sonrası o sardalyelerin lezzeti de kalmıyor. Gökten uskumrular, sardalyeler ve sülüklerle beraber metaforlar da yağmağa başlıyor. İlk ve ona bağlı gelişen varsayımlar yerinden bir anda oynuyor... Roman bir anda masal olmaktan çıkıyor son derece ciddi bir gerçekliği yüzümüze vuruyor. Peki, gökten bombalar yağıyor bir anda yüz binlerce insan ölüyor, nesiller boyu sürecek bir iç salgın baş gösterebiliyor ve çaresizce bunu kabullenmişken, gökten yağan balıklar mı gerçeküstü olan?
Ben bir varsayım ortaya sundum. Murakami bir masal yazmış dedim. Sonra da Murakami’nin yazdığı masalı çürütebilecek bir anti tez ortaya attım. Bunu yapan devlet, tanrı, Buda olabilir ama bir şekilde gökten atom bombası ve fırtına yağıyorsa balık da yağabilir dedim. Sonuçta geldiğim –aslında varamadığım- nokta ise;
Nakata şemsiyesini açtığında gökten tüm bunlar yağdı mı?
Yağdı. .
Gökten asit yağdı
Gökten bombalar yağdı
Gökten uçaklar binaların üzerine yağdı
Depremler yerle bir ettti
Sârin gazı havaya salındı.
Yüzlerce yıl sonra bu romanı okuyacak nesil için İkinci Dünya Savaşı’da, Nakata’nın şemsiyesi açınca olanlar da aynı “gerçekliğin kabı” içinde yer alacak. Yazdığı her şeyin bu kuşağa ilişkin olarak muamma olduğunu söyleyebilirim. Yapbozun bilerek ve isteyerek koymadığı parçalarının ise bir kaç yüzyıl sonra yerine oturabilecek şekilde tasarlanmış olduğuna inanıyorum.
Neyse, Murakami; İkinci Dünya Savaşını görmemiş ama savaşın sonrasının tüm kalıntılarını bizzat yaşamış nesilden –ben onu anlatacaktım-. Türkiye savaşa bir fiil katılmamış olsa bile bu savaşın etkilerini çok ciddi yaşamış bir ülke. Ben savaşın bireye etkisini daha iyi anlamak için en yakın örneklerime bakıyorum. Anneme, dayıma, ailemin diğer büyüklerine... Bir de Japonya’yı düşünmek lazım – lütfen Amerikan filmlerindeki hali ile değil de biraz daha farklı bir perspektiften. Mesela annemin biriktirme ve her şeyi fazla fazla alıp stoklama halinin o zamanı yaşamakla ilintili olduğuna inanıyorum. Bu örnekler çoğaltılabilir eğer yazarsanız, son derece açık bir bilicininiz ve sihirli bir yaratma yeteneğiniz varsa bu biriktirmeyi Masumiyet Müzesi’ni yazmaya dönüştürebilirsiniz. Ve eğer bu savaşın en masumundan en kirlisine yaşandığı bir ülkenin benzer yeteneklerine sahip bir yazarı iseniz Haruki Murakami olursunuz.
Murakami gençliğini Ashiya, Hyōgo’da geçirdi. (Ashiya, Osaka ve Kobe’nin ortasında yer alan bir şehir olduğunu ve 17 Ocak 1995 tarihli Kobe depreminden oldukça büyük yaralar alarak çıktığını belirtmek isterim. Yazarın 2000 yılında yayımlanan After the Quake adlı kitabı Kobe depremi ile bağlantılı altı kısa öyküden oluşur.)
Baba Figürü:
Murakami’nin babası Budist bir din rahibin oğlu, annesi de Osaka’lı bir tüccarın kızıdır. Her ikisi de Japon Edebiyatı öğretmendir ve Murakami’ye sürekli Japon Edebiyatından bahsederler. Bu baskı Murakami’yi küçük yaşta Batı edebiyatına tutkusuna taşır. Dickens, Çehov, Dostoyevski, Flaubert okuduğu gibi Amerikan ucuz dedektiflik romanları ve bilim kurguya ilgi duyar. Kurt Vonnegut, Richard Brautigan, Truman Capote gibi çağdaş amerikan edebiyatının yazarları ile tanışır. Kendisi de birçok röportajında ailesinin Japon Edebiyatına olan tutkusunun onu Batı edebiyatına yaklaştırdığını söyler.
Bir kısım Murakami romanlarının içinde yer alan baba figürü son derece göze batar. Şöyle evladını sarıp koruyan gözeten bir baba figürü ile karşılaşmadığımı söyleyebilirim. Sahilde Kafka’da Kafka Tamura, babası ve onun kehanetinden kaçar, onu yok eder. Nagata çocukluğunda aile içi şiddete maruz kalmıştır. Oşima anne ve babasını çok sevdiğini söyler ama ondan öteye bir bilgi vermez. Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde baba figürü kayın peder olarak ortaya çıkar. Toru Okada, karısı Kumiko’nun babasından ve babasının düşünme yapısından nefret eder. Büyük bir kavga sonrası bir daha konuşmama kararı alır.
Murakami’nin kısa öyküsünden uyarlanan Tony Takitani filminde babası ona bir Amerikan ismi verdiği için tüm çocukluğu ve gençliği yalnızlık içinde geçmiş bir kişinin hikâyesi anlatılır.
Orhan Pamuk, romanlarındaki bütün Hasan’ların kötü olma sebebinin, "çocukken kendi yaşıtı Hasan adlı bir çocuk sapanla gözünü altından yaralaması" olduğunu yazmış. (Orhan Pamuk Manzaradan Parçalar) Onun o çocuktan intikamını böyle alması gibi Murakami’de babasından bu şekilde intikam alıyor olabilir mi? Ancak röportajlarında da sıkça dile getirdiği gibi babasına aynı zamanda çok derin bir sevgi besliyor. Babasının İkinci Dünya Savaşı ile ilgili aklındaki, unutulmaması gerekenleri yerleştirdiği çekmeceye özenle koyduğu bilgileri oradan alıp kullandığını söylüyor. Onun verdiği bilgilerle İkinci Dünya Savaşının acısını anlatabiliyor.
Caz
On dört yaşındayken izlediği Art Blakey konserinden sonra ise çok iyi bir caz dinleyicisi olan Murakami, on dokuz yaşında bavulunda batı edebiyatı kitapları ile Tokyo’ya üniversite okumak için taşınır. İlk işi bir kayıt stüdyosundadır. Böylece müziğe bilhassa batı müziğine olan hayranlığı artar. Üniversite hayatını film arşivlerini tarayıp, müzik dinlemekle de geçirir. Eşi Yoko ile 1971 yılında bir Caz kulübü açar. Kulüp bir süre sonra kapansa da şu an evinde 1000 den fazla Caz kaydı olduğu söylenmektedir.
Kitaplarının isimlerine bakınca;
“Norwegian Wood” (İmkânsızın Şarkısı) Beatles’in bir şarkısı,
'The Wind-up Bird Chronicle” (Zemberekkuşu'nun Güncesi) Rossini'nin bir opera uvertürü, “Bird as Prophet” Robert Schuman’ın bir eseri,
“The Bird-Catcher” Mozart’ın Sihirli Flüt operasındaki bir karakter,
“Dance, Dance, Dance” The Dells’in bir şarkısı,
“South of the Border, West of the Sun” Nat King Cole’un muhteşem şarkısı “West of the Sun”
Müziğin Murakami için önemi aşikârdır. Romanlarında sürekli bir melodiyi aradığını da söylemektedir.
Kadınlar:
Bu arada Beatles hayranı Murakami’nin eşinin adının Yoko olduğunu söylemiştim değil mi?
22 yaşında evlendiği Yoko Takahashi ile 39 yıldır beraber. Bu beraberliği savaşa benzetse bile Murakami romanlarındaki kadın karakterler romanlarına denge ve gizem katıyor. Kadın karakterler ikinci planda görünse bile kilit roller oynuyor.
Kediler:
Murakami ve Yoko Takahashi nin açtığı Caz kulübün adı Peter Cat. (1949–1964 yılları arasında Britanya Pasaport Dairesi'nde çalışan Peter isimli kedinin kadrolu personel olduğunu ve yılda 6,5 sterlin ücret aldığını biliyor muydunuz?) Zaten herkesin bildiği bir başka gerçek de Murakami’nin kedileri çok sevdiği. Sevmekle yetinmeyip kitaplarına çeşit çeşit kedi yerleştirmeye bayılıyor. Kediler de tıpkı müzik gibi romanın diğer karakterleri oluyor. Sahilde Kafka’da kediler hakkında ayrıca neredeyse ansiklopedik bilgi var. Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde Toru Okada karısının çok değer verdiği Noburu Vataya adlı kediyi aramak için bir kuyunun dibine iniyor. Yaban Koyununun İzinde’de Ringa isimli bir başka kedi Koyun Adam’ı bulma görevinde eşlik ediyor. Bir kısa öyküsünün adı İnsan Yiyen Kediler’miş. -Murakama’nin kısa öykülerini hiç okuma şansım olmadı ama sıkça da ödül aldığını ve okuyanların bir türlü dilinden düşmediğini söyleyebilirim.
Beyzbol:
Caz ve kedi sever Murakami’nin bir diğer tutkusu da Beyzbol. Sahilde Kafka’yı okumuş olanlar zaten yakınen görmüştür. Karakterlerden Hoşino (ismi Chunichi Dragons’un teknik direktörü ile aynıdır) beyzbol tutkunudur. Olanların mantığını anlayabilmek için sürekli beyzboldan örnekler verir.
1978 yılında Murakami Jingu Stadyumunda Yakult Swallows ve Hiroshima Carp arasında oynanan maçta John David "Skip" Hilton’un yaptığı sayı sonrasında ilk romanı kafasında şekillendirmiş ve o akşam yazmaya başlamıştır.
Yazarlık Serüveni:
İlk romanı Hear the Wind Sing (Kaze no uta o kike) ile Gunzou Shinjin Sho (Gunzo Yeni Yazar) ödülünü kazandı. Bu kitap 1981 yılında Kazuki Ōmori tarafından sinemaya uyarlandı. Yönetmenler Haruki Murakami roman ve öykülerini sinemaya ve tiyatroya uyarlamak konusunda epey hevesli. Sofia Coppola’da Lost in Translation’un senaryosunu yazarken Murakami kitaplarından esinlendiğini söylemiştir.
Murakami taşınmayı çok seviyor. Kedilerse yer değiştirmeyi hiç sevmez. Demek ki Murakami bir kedi değil… Barını taşıyor, evini taşıyor ve en sonunda 1981 yılında barı kapatarak kendisini tamamen yazma işine veriyor. Ancak yine de taşınmaya devam ediyor.
Acayip Hikâyeler Yazan Sağlıklı Adam:
Bir nokta da sigarayı bırakarak sağlıklı bir yaşam sürmeye karar veriyor. Yazarken gününü nasıl planladığı sorulduğunda;
“Sabat 4:00 de kalktığını, saat 5:00 de yazmaya başladığını, altı saat çalıştıktan sonra, 10 km koştuğunu ya da 1500 m yüzdüğünü, geri döndükten sonra kitap okuduğunu ve müzik dinledikten sonra akşam 21:00 de uyuduğunu” anlatmıştır.
Taşınmaya devam ediyor ve eşi Yoko ile bir süreliğine Güney Avrupa’ya yerleşiyor/geziyor. Murakami Yunan tragedyaları ve mitoloji konusunda epey araştırma yapıyor. Bu coğrafya onu özellikle etkiliyor. Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde kayıp kediyi bulmak için yardımı istenen Allen Ginsberg gibi ruh suyunu içmek ve bedenini arındırmak için üç yılını Malta’da geçiren ve geri döndüğünde ismini Malta diye değiştiren bedensel zerrecikler danışmanı bir kadın var. Kız kardesinin adı da Girit Kano…
Sahilde Kafka sırtını birçok tragedya ve felsefeye dayıyor.
1987 yılında Norwegian Wood (İmkânsızın Şarkısı) yayımlandığında bir anda Japonya’nın hakkında en çok konuşulan yazarı haline geliyor. Bu ilgiden bunaldığında da –ne de olsa yalnız kalmayı seven biri olduğunu sıklıkla dile getiriyor- ülkeden ayrılıyor. Bu ayrılış sonrası Japonya’da gazetelerde “Murakami Japonya’dan kaçtı” başlıklı haberler çıkıyor. Bir benzerini Orhan Pamuk ve bizim gazetelerimizde de yaşadığımız için nasıl olabileceğine dair epey fikir edinebiliriz.
Murakami ise önceleri ülkesinden uzakta yaşamayı tercih etse bile köklerinin Japonya’da olduğunu ve bir Japon yazar olmak istediğini anlıyor. Kafka Tamura’nın nereye giderse gitsin kendisinden kaçamadığı gibi Murakami’de nereye giderse gitsin ülkesinden uzağa gidemediğin söylüyor.
Çevirileri:
Roman yazmadığı zamanlarda da çeviri yapmakla uğraşıyor. En sevdiği kitaplar arasında olup romanlarında da sıklıkla bahsi geçen The Catcher in the Rye (Gönülçelen) ve The Great Gatsby’nin de içnde olduğu onlarca kitabı Japonca’ya çeviriyor.:
C. D. B. Bryan - The Great Dethriffe
Truman Capote - A Christmas Memory, One Christmas, Breakfast at Tiffany's, I Remember Grandpa, Children on Their Birthdays
Raymond Carver - All Works of Raymond Carver
Raymond Chandler - Farewell, My Lovely, The Long Goodbye
Bill Crow - Jazz Anecdotes, From Birdland to Broadway
Terry Farish - The Cat Who Liked Potato Soup
F. Scott Fitzgerald - My Lost City, The Great Gatsby
Jim Fusilli - The Beach Boys' Pet Sounds
Mikal Gilmore - Shot in the Heart
Mark Helprin - Swan Lake
John Irving - Setting Free the Bears
Ursula K. Le Guin - Catwings, Catwings Return, Wonderful Alexander and the Catwings, Jane on her Own
Tim O'Brien - The Nuclear Age, The Things They Carried, July, July
Grace Paley - Enormous Changes at the Last Minute, The Little Disturbances of Man
J. D. Salinger - The Catcher in the Rye
Mark Strand - Mr. and Mrs. Baby and Other Stories
Paul Theroux - World's End and Other Stories
Chris Van Allsburg - The Polar Express, The Wretched Stone, The Mysteries of Harris Burdick, Ben's Dream, Two Bad Ants, The Sweetest Fig, The Window's Broom, The Stranger, The Wreck of the Zephyer, The Garden of Abdul Gasazi
(*)http://en.wikipedia.org/wiki/Haruki_Murakami
Orhan Pamuk:
Bunun doğru olup olmadığından emin değilim ama “Rivayet odur ki Orhan Pamuk’un batılı olmayan yazarlar arasında en kıskandığı –ben beğendiği demeyi tercih ederim- yazar Haruki Murakami” imiş. Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel’i aldığı sene aday gösterilen bir diğer yazar da Haruki Murakami idi. Konu ile ilgili birçok kişi Murakami’ nin ödülü alacağına inanıyordu. Hâlâ Avrupa’da Orhan Pamuk ve Haruki Murakami karşılaştırılması sıkça yapılıyor.
Orhan Pamuk mu, Haruki Murakami mi tartışmasını ben yapamam. Çünkü Orhan Pamuk’un romanlarda kullandığı sembollerin çoğunu, anlattığı coğrafyayı tanıyorum. Benim için Orhan Pamuk romanlarında karşıma çıkan sorularla, bir batılının soruları arasında çok ciddi farklar var. Bunu daha iyi görebilmek için biri Türk biri Hollandalı iki kişinin Orhan Pamuk ile başlayıp Haruki Murakami’nin Sahilde Kafka’sı üzerine devam eden mektuplaşmasını da buradan okuyabilirsiniz. Benim için bunu okumak çok keyifli idi, tavsiye ederim.
Nobel Alan Başka Bir Yazar Kenzaburo Oe:
Japon diline yeni bir edebi soluk getirmeyi deneyen, 1994’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, Japonya’nın sanatsal alanda verilen en büyük ödülü “Kültür Nişanı”nı, reddedebilen Japonya’nın yaşayan en büyük yazarı kabul edilen Kenzaburo Oe ile Haruki Murakami arasında da belirli çekişmeler olduğu sıklıkla söyleniyor. Ancak Kenzaburo Oe (Wind-up Bird Chronicle) Zemberekkuşunun Güncesi’ni Yomiuri Edebiyat Ödülü’ne layık gören jüride yer alan yazarlardan biridir.
Kenzaburo Oe ile yapılan röportajda:
“Haruki Murakami ve Banana Yoshimoto gibi yazarları kendinize rakip görüyor musunuz?
Murakami, yalın Japon üslubuyla yazıyor. Yabancı dillere çevrildi. Özellikle ABD, İngiltere ve Çin’de geniş bir okur kitlesi var. Yukio Mishima ve benden farklı olarak Murakami, kendine uluslararası edebiyat sahnesinde bir yer edindi.
Bu Japon edebiyatı için bir ilk. Benim yazılarım okunuyor, ama Japonya’da bile belli bir okur kitlemin oluştuğuna emin değilim. Bu bir yarış değil, ama daha fazla kitabımın İngilizce, Fransızca ve Almanca’ya çevrilmesini ve o ülkelerde bir okur kitlemin oluşmasını isterim. Geniş bir kitleye hitap etmiyorum, ama insanlara ulaşmak istiyorum. İnsanlara edebiyatı ve beni derinden etkileyen felsefeyi anlatmak istiyorum. Hayatım boyunca edebiyat okumuş bir insan olarak, önemli bulduğum yazarlarla bağlantı kurmayı ümit ederdim. İlk tercihim Edward Said olurdu, özellikle son dönem kitapları. Eğer dinlemiyor gibi görünüyorsam, Said’i düşünüyorumdur. Said’in fikirleri benim çalışmalarımın önemli bir parçası oldu. Japon dilinde yeni ifadeler, yeni fikirler yaratmama yardımcı oldu.”
Kulaklar:
“Sağlıklı” ve “entelektüel” her birey gibi Murakami’nin de fetişleri olduğunu düşünüyorum: Karakterlerinin limonlu şeker yemeleri, ütü yapma takıntılarını bir yana koyarsak bile hiç bir yazarın romanlarında bu derece kulaklardan bahsettiğini görmemiştim. Yaban Koyununun İzinde’nin başkahramanı bir kulak mankeni ile beraberdir. Kızın kulakları o kadar güzeldir ki; defalarca anlatılır.
Sahilde Kafka’da kulak tasvirleri sürekli göze çarpmaktadır. Sakura’nın kulakları sivridir.
Kulak memelerinde sallanan metal küpeler, hareket ettikçe parlayıp insanın gözünü alır. Bir sahnede, Saeki Hanım sağ kulağının yarısı saçlarının arasından çıkmış olarak tarif edilir. Kafka Tamura’nın parmakları Saeki Hanım’ın narin kulaklarına dokunur. Nakata’nın eğitim hayatında karşılaştığı zorba çocuklar onun tek kulağının memesini ezmiştir...
Sahilde Kafka:
Bu kitabı zamana yayarak satır satır okumak gerekiyor. Murakami de romanın birden fazla kere okunması tavsiye ediyor. Ben de bunu ikinci okuyuşumda anladım, bir süre sonra tekrar okumaya kararlıyım. Romanda Kafka Tamura Sahilde Kafka plağını anlatıyor. Benim için bu bölüm –bir metafor- Sahilde Kafka romanı için hissettiklerime çok benziyor:
“Uyumun ne şekilde sağlandığı bir dinlemeyle anlaşılacak türden değildi. İlk duyduğumda, dürüst olarak karmaşık duygulara kapıldım. Biraz abartılı olacak, ama içimde ihanete uğradığım hissi bile uyanıverdi. O tınıdaki ani nüans, zihnimi sarmış, dengesini bozmuştu. Sanki hiç ummadığım bir anda, bir yerlerden soğuk bir rüzgâr esmiş gibi. Fakat nakarat kısmı bitince baştaki güzel melodi tekrar sahneye çıkıyor, dinleyeni içine çekip yeniden uyumlu ve sıcak dünyasına götürüyordu.” (sy.319)
Her Romanın Bir Sonucu Olması Gerekli mi?
Saeki Hanım yıldırımlar çarpıp hayatta kalan insanlarla ilgili röportajlar yapar ve bunu küçük bir yayın evi basar. Ancak kitap fazla satmaz, çünkü Saeki Hanım röportajlardan bir sonuç çıkarmamıştır ve insanlar sonucu olmayan kitapları okumaktan hoşlanmazlar.
Sahilde Kafka’nın da birden fazla sonucu ve oldukça fazla soru işareti vardır. Sonuçta; “Haddinden uzun düşünmek, hiç düşünmemiş olmaktan farksızdır.” derlermiş.
Ben de romanı haddinden fazla düşünmüş olabilirim. Bu sebeple de bir özetini yapmak istemiyorum. Bunu yapmaya kalkarsam; Jim Jarmusch’un muhteşem filmi Coffee and Cigarettes filmindeki gibi “aslında” diye başlayan bölümlerim olur. Dolayısı ile bu romanı seven herkes başka “aslında” çıkartabilir.
Sahilde Kafka henüz sinemaya uyarlanmadı ama Steppenwolf Theatre Company tarafından sahnelenmektedir. Oyunun yönetmeni Tony Ödüllü Frank Galati’ dir. Oyunu izleme fırsatımızın olması çok imkânlı görünmese de oyuncuların performanslarından fotoğraflar belki bir ip ucu verir:
İşte okuyacağınız bu yazı romanın kabının içindeki her şeydir. Bir tek kabın kendisi yok...
Kim Kimdir?
Her Benliğe Lâzım Karga:
Edebiyat dünyasının en makul en aklı başında alter egolarından biri (alt benlik ya da iç ses ya da ne demeyi uygun görürseniz...) Karga olmalı...
Daha kitabın en başından itibaren hem bize hem de Kafka Tamura’ya yol göstermekte, bununla yetinmeyip olayı özetlemekte ve sonrasında da nasıl davranılmasına dair öğüt vermektedir.
Yeri gelir Kafka Tamura’nın ebeveyni olur. “Dünyanın en sert on beş yaşındaki delikanlısı olacaktın unuttun mu?” (sy.74) diye hatırlatma yapar, “Şimdiye kadar her gün erken kalkar, sağlam bir kahvaltı yapardın. Artık öyle olmayacak. Yalnızca verilenlerle yetinerek yaşamak zorundasın.” (sy.74) diye onu sirkeler.
“Şu haline bak! Bu kadar kan nereden bulaştı üzerine? Sen ne yaptın? … Vücudunda yara yok. Sol omzundaki sancı dışında, acı denebilecek bir şeyin de yok. O yüzden, üzerine bulaşan kan, senin kanın değil. Başka bir insandan akan kan.” (sy.99) olduğunu sorgular. Böylece okur da; bu benzersiz rüyadan uyandığında kilit noktalarından birini hatırlayabilir.
“Haydi, eyleme geç bakalım. Yapman gereken tek şey var. Gidebileceğin tek yer var. O yerin neresi olduğunu, sen de biliyor olmalısın.” (sy.100) diyende Kafka Tamura’nın iç sesidir.
Romanın bir yerinde Kafka’nın Çek dilinde Karga demek olduğunu öğreniriz. İşte bu noktadan itibaren kimin Kafka kimin Karga olduğu iyice birbirine karışıp dursa da Karga romanın en gerçekçi karakterlerinden biridir. Sağ olsun, arada sırada bir özet geçerek durumu tekrar hatırlatır.
Bir kısım Sahilde Kafka eleştirisinde ortaya atılan hususlardan biri de Kafka’nın Çek dilindeki karşılığının; Karga’dan (Crow) ziyade karga benzeri küçük bir kuş olduğu (Jackdaw) yönündedir. Bunu, diğer dillerde okuyan okurlar için; bu derece önemli bir ayrıntı olarak görüp “şık olmayan bir pusula gibi” nitelemek mümkün olabilir ama benim dilimde bunu zaten “Kargadan başka kuş tanımam” şeklinde görmezden gelebilirim. Ayrıca, google’dan Karga (Crow) ve Küçük Karga (Jackdaw) resimlerine çok dikkatlice baktığımda çok uzak olmayan bir akrabalık yakaladığımı belirtmeliyim. Tavsiye ederim... Açıkcası bu kitapla ilgili olarak en az düşündüğüm konu Kafka’nın; “Crow” mu, yoksa “Jackdaw” mı olduğudur. Ve bunu Murakami’nin bir hatasını yakaladım şeklinde yapmanın da romandan ve yazarından ziyade söyleyenin ciddiyetini azalttığına inanıyorum. Bu tıpkı Masumiyet Müzesi’nin ilk cümlesi ile ilgili yapılan akıl almaz yorumlar tadında.
Uyuyan bir kertenkelenin üstüne parıldıyor Ay,
Küçük balıklar yağan göklerden.
Pencerenin dışında askerler var
Bıçaklarla kendilerini öldüren.
Kafka sahilde bir sandalyede oturuyor
Anlaşılan, dünyayı döndüren sarkacı düşünmekte.
Kalbin ne zaman kapalı ise
Yerinden oynamayan Sfenksin gölgesi
Düşlerini delen bir bıçağa dönüşmekte.
Boğulan kızın parmakları
Giriş taşını ve daha fazlasını arıyor.
Mavi elbisesinin ucunu kaldırıp
Sahildeki Kafka’ya bakıyor
Ünlü Kedi Katili Johnny Walker: Nam-ı Diğer Kedi Avcısı:
Önce Koiçi Tamura’da bıraktığım yerden devam etmek isterim. Bu varsayımda; bir şekilde ölüp –cehennemin hangi katmanına gideceğini dâhi umursamadan ölüp giden Koiçi Tamura’nın bedeninde sıkışıp kalan Johnny Walker’ın acilen başka bir beden bulması gerekir. Koiçi Tamura bir yolunu bulup ondan kurtulmuştur ama kendisi, acilen başka bir somut kütleye ihtiyaç duymaktadır. Bir şekilde Nakata’yı yönlendirebilse bile Nakata’nın da bedenine giremez. Belki bu şey onca yıldan sonra Nakata’nın kabına sığamamaktadır. –Sanırım şemsiyesine sığınır, oradan da sülüklere geçer- Bir fırsatını bulup Nakata’nın içine girmesi gerekir. Ama aslen; Koiçi Tamura ile beraber ölenlerin dünyasındaki Limbo’da beklemek zorundadır. Orada Karga ya da bizim on beşlik sert delikanlı ile de savaşsa bile ondan kurtulmak için daha fazlasına ihtiyaç vardır.
Kehanet/lanet gerçekleştiği için de Varlık ve Hiçlik’in tüm bekçileri tetiktedir. Bunu fırsat bilerek ondan kurtulmanın yolları gösterilir.
Bir İçki Markası Olarak Johnny Walker
Murakami’nin bazı kitaplarında karakterler o kadar çok içki ve bilhassa viski içer ki, okuyan, onların içtiklerinden sarhoş olabilir. -Aslında epey içki içen biri olarak itiraf ediyorum; Murakami’nin başka bir roman kahramanının sağlığından endişe etmiş ve onun biraz fazla içtiğini düşünmüştüm.-
Murakami Peter Cat adlı Caz barın sahibi iken çok ama çok fazla içki ve sigara içiyormuş. Sonra bir şekilde sigarayı bırakıp, içkiyi makul seviyelere indirip kendi değimi ile “çok sağlıklı” bir hayata geçmiş.
-Bir maraton koşucusundan da bu beklenirdi zaten...
Sahilde Kafka’da Hoşino’nun ve Sada’nın içtiği bir kaç birayı saymazsak; içkiyi sadece Johnny Walker ile hatırlatıyor Murakami. Romanın karakterlerinin içtiği çay çeşitleri, hatta nasıl kupalarda içtikleri, kahveye kaç kaşık şeker koydukları, kaçar tane Light Pepsi tükettikleri listelense, bu listenin epey uzun olacağı söylenebilir. Bu yüzden de “artık sağlık opsesyonlu ve romanları milyonlarca kişi tarafından okunan bir kişi olarak” bir misyon edinip tüm kötülüğü Johnny Walker’de toplayarak bir bilinç yaratmaya çalışıyor olabilir diye düşünüyorum.
—İçecekseniz; buğday çayı var, papatya, dargeling çayı var. Bitki çayları var!
İçki bizim dilimizde bütün kötülüklerin anası iken; Murakami’nin dilinde/kitapta -varsayımsal olarak- Kafka Tamura’nın babası olarak Johnny Walker’da şekil buluyor, Dünyanın gittiği hâli, tüm acıları, savaşlara sebep olanları bir yana bırakırsak eğer...
Bir Baba Olarak (?) Johnny Walker:
Hem Murakami’nin öz yaşam öyküsünde hem de Koiçi Tamura karakterinde anlattığım gibi, bahsi geçen Johnny Walker’in Kafka Tamura’nın babası olarak görmem bu yüzyılda mümkün değildir. Ruhunu şeytana sattığı için dünyanın en güzel, en derinlikli eserlerine imza atsa, Murakami net bir şekilde Johnny Walker Kafka Tamura’nın babasıdır diye yazsa bile buna yaklaşamadığımı söylemeliyim. Belki on yıl sonra bu romanı tekrar okuduğumda farklı hisler edinebilirim ama şu an tüm anlatılanlar benim bu günümün varsayımları sonuçta... Dolayısı ile iddia ettiğim Johnny Walker’ın bir babadan daha öte bir şey olduğudur...
Bir Babadan Daha Derin Bir Kavram Olarak Johnny Walker:
Johnny Walker, kedileri canlı canlı kesip ruhlarını toplayarak bir kaval yapar. –Bu arada, eskiden kedileri yakalayıp derisinden şamisen çalgısına tel çıkarırlarmış, iyi ki artık şamisen pek de popüler bir çalgı değilmiş.- Daha büyük kavallar yaparak en sonunda, tüm kavalları toplayıp, başlı başına sistem oluşturan o özel kavalı da yapmayı başarmıştır. Kedilere acısa bile, yapmaya çalıştığı; iyi-kötü, merhamet- nefret gibi fani dünyanın standartlarını aşan bir uğraştır. Sistemi belirleyen bir sistemdir bahsettiği. Fırsatını yakaladığı an
Romanda bahsi geçen Johnny Walker zorbanın tekidir: “Zorbalığın hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu zorbalıktan kimse kaçamaz. Bunu lütfen unutmayınız.” (sy.115) "Dünyaca ünlü” viski markası Johnny Walker logosu karakteri gibi süslü ve cazibelidir, kes-yağıştır resim parçası gibi karanlığın ortasında dururken, onun kılığı ve ismini izinsiz kullanır. –Nakata’nın da dediği gibi hatırlamak için bir isim gereklidir.- Girdiği beden ise onu unutulmaz kılar. Markanın sloganının “1820’de Doğdu – Halen Güçleniyor” olduğunu hatırlatırım.
Öyle ananas ve kavun gibi şeylerle uğraşmaz. Kedi kafası toplar, kedileri öldürüp onların ruhlarını biriktirir. Bunlarla bir kaval yapar, sonra da kavalı çalıp daha büyük ruhları toplayarak, daha da büyük kavallar yapar. Belki de en sonunda tüm evreni toplayacak bir kaval yapması mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde yaşamaktan sıkılmış, yorulmuştur. Kendi çemberinin içine hapsolmuş durumdadır. Bu yüzden de Nakata’nın onu öldürmesini ister, ona yalvarır, tehdit eder, Nakata’yı etkileyip kendisini öldürtmeyi başarır. “Ünlü kedi katili Johnny Walker’ın sözlüğünde tereddütlere yer yoktur.” (sy.206)
Murakami’yi anlamaya çalışmaktan beyni patates püresine dönmüş biri olarak kitabın bazı verdiği bilgileri de tekrar sorguladığımı itiraf etmeliyim. Zaten ortalıkta bir sürü varsayımın olduğu ve ancak çürütülünceye kadar varsayım olarak kabul edilebileceği de ısrarla belirtilmişti. İşte bir varsayım daha:
Anlatılana göre Koiçi Tamura; Johnny Walker kılığına girip, Nakata’ya kendini öldürttü. -Ev aynı ev, ölü bulunan Koiçi Tamura vs vs...- Ama onun kanı; Nakata’nın yerine Kafka Tamura’ya bulaştı. Bu durumda aslında Kafka Tamura aslında babasını öldürdü, Nakata bunu yapan somut bir kütleden öteye geçemedi. Kitapta somut kütleye ihtiyacı olan iki karakter var biri bir kavram olan Albay Sanders diğeri de, iyi ile kötünün ötesinde varlık ile yokluğun arasındaki kapıdan geçmeye çalışan iradeden başka bir şeyi olmayan bir şey.
“Bu bir savaş. Savaş bir kez başladığında, durdurmak çok zor olur. Kılıçlar kınından çekilmişse eğer, kan akıtmak kaçınılmazdır...”
Şimdiki varsayımımı bilimsel olarak kanıtlamak imkânsız olduğu gibi bir sav olarak ortaya atmak bile insanı gülünç bir duruma düşürebilse bile ben Johnny Walker ile İngiltere arasındaki tuhaf bir benzerlik taşıdığını düşünüyorum. Aslında Murakami’nin baba kavramının diğer romanlarındaki baba karakterlerinin babadan ziyade devlete daha yakın görüyorum. Bu romanda da İngiltere’ nin –aslında dünya’nın- en önemli şairi William Shakespeare’den dizeler okuyan, İngiltere’nin –aslında dünya’nın- en önemli viski markası kılığında dolaşan Johnnr Walker benzer bir tad bırakıyor.. Ve nedense tüm kedi toplama, sistem kurma, yayılmacı anlayışı, iyilik ve kötülükten bağımsız oluşu, ürkütücülüğü İngiltere anımsatıyor.
Yoksa Johnny Walker Hades olmasın?
Tüm bunları bir yana bırakırsak Johnny Walker cennetten kovulan şeytanın ta kendisidir. Daha Japon vari bir uslupla söyleyecek olursam şeytani bir ruh taşır. Korkunç bir tanrı olan Hades’i andırır.
Chunichi Dragons Teknik Direktörü ile Aynı İsme Sahip, “Kaderin Somut Kütlesi” Hoşino:
Atkuyruğu yaptığı saçları, kulağında küpesi, Hawaii gömleği, başından çıkartmadığı Chunichi Dragons şapkası, sürekli içtiği Marlboro marka sigarası ile romanın en net karakterlerinden biridir. Sokakta görsem hemen tanıyabilirim. Gölgesi de tamdır, eskiden beri kavgacı bir yapısı varken, bunun hiç bir şeyi çözmediğini öğrenmiştir. Son derece sakin kalabilir. Beyzbolla çok ilgilidir. Yemek yemeyi, kadınlarla sevişmeyi sever, fırsat buldukça bir Pachinko merkezinde oyun oynar, makinelerle uğraşmayı sever, bağnazlık derecesinde inançlı biridir. Bağlanmak ve sorumluluk almaktan hoşlanmadığı da doğrudur.
Gifu’da bir dağ köyünde büyümüştür. Beş erkek kardeşin üçüncüsüdür, babasından çok dayak yemiştir, ancak bu onda bir travma yaratmamıştır. -Bayan Setsuko Okamoçi taşrada yaşayan eğitimsiz ailelerinin çocuklarının da şiddete maruz kaldığını ancak, bu şiddetin tonunun Nakata’da olduğu gibi ağır bir travma yaratmadığını neyse ki söylemişti.- Ortaokula kadar düzgün bir öğrenci iken lise de kötü arkadaşlar edinip, haytalık yapıp durmuştur. Lise sonrası orduya yazılmış, tank kullanıcısı olmak istemesine rağmen yeterlilik sınavını geçemediği için ancak büyük ikmal kamyonu kullanabilmiştir. Üç yıl sonra ordudan ayrılıp bir taşımacılık şirketinde tır şoförlüğü yapmaya başlar.
Okuma yazma bilse bile elinden düşürmediği Manga’lar haricinde hiç kitap okumaz. Biraz eğitimsizdir. Biraz mı? Dostu(muz) Amerika’nın gelip Japonya’yı işgal etmiş, kocaman bombalar yağdırmış olabileceğine bir türlü inanmak istemez. –Koskoca Japon ordusu da mı çalışanlara bunları anlatmamış bu kısmı hiç anlamak istemedim açıkçası.-
“Eğer Nakata’yı ifade eden bomboş sözcüğü ise, kendisi için daha aşağılarda bir sözcük seçmeliydi.” (sy.451)
En fırtınalı günlerinde polislerle başı derde girdiğinde bile dedesi onu almaya gelirmiş. Dedesi ona asla vaaz vermeye kalkmadığı gibi her zaman ona destek olmaya özen gösterirmiş. Ancak Hoşino bir kez bile dedesine teşekkür etmediği gibi, onun ölümünden sonra bir kere bile memleketine dönmemiş. Aynı zamanda karşısına çıkan tüm kadınlar da ona iyi davranmış olsa bile bir şekilde Hoşina onları bırakmıştır. Bir şekilde sorumluluk alması gereken her durumda sıvışması gerektiğine inanmıştır.
Hoşino Nakata ile karşılaştığı andan itibaren yaşamı çok değişir. Değişmesi de gerekmektedir aslında: Nede olsa uzun zamandır yerinden oynamış bir yaşam sürmektedir. Hayatta bazı taşların yerine oturması gerektiğini de öğrenecektir...
Hoşino, Nakata ile ilk karşılaştıklarında ona yardım eder, onu hiç teşekkür etmediği dedesine benzetir. Birlikte geçirdikleri on günlük süre boyunca uzun mesafeli bir jet treninin deneme sürüşüne çıkmış gibi hisseder. Havadan yağan sülükler, Albay Sanders ile tuhaf ilişkisi, Hegel’den bahseden fahişe, tapınaktan arakladığı giriş taşı, farklı tür müzik ve filmler onu değiştirmeye başlar. Nakata’dan hiç bıkmadığı gibi kendini sorgulamaya başlar. O güne kadar yaptığı birçok şey ona anlamsız gelir. Kedince bir adalet anlayışı olduğu için de bundan sonra da Nakata’yı korumayı görev edinir.
Bir varsayım olarak Hoşino Nakata’nın 20 li yaşlardaki hali gibidir. Aslında tam olarak olmasa bile bir benzerlik vardır. Nakata’ya gerçeklik katan bir unsur gibidir demek daha doğru olabilir. Anlatması biraz zor ama deneyeceğim:
Nakata’nın okuma yazmayı, BMW’yi bilmemesi, anıları olmaması son derece şaşırtıcıdır. Üstüne üstlük kedilerle, taşlarla konuşur, gökten sardalyeler, uskumrular yağdırır. Bu ve buna benzer birçok örnek Nakata’yı inandırıcı olmaktan uzaklaştırıp; yeterince düşünemediği için mutludur, sadece anı yaşayan bir masal kahramanına dönüştürür.
Hoşino ise çevrede görebileceğimiz birçoklarına benzer bir haldedir. Hoşino Nakata’dan farklı olarak belki birçok şey biliyor olabilir ama okuma yazması olmasına rağmen hiçbir şey okumaması, 2. Dünya Savaşı hakkında hiçbir şey bilmemesi, burnunun düşeceğine, çarpılacağına inanması bizim kolayca kabul edeceğimiz gerçeklerdir. Mutsuz değildir, çünkü sadece anı yaşar. Yeri geldiğinde Hoşino’nun da kedilerle konuşması, Albay Sanders ile karşılaşması; aslında aralarında çok da bir fark olmadığını destekler.
Murakami bu iki karakteri yan yana getirerek, çok ciddi bir mesaj vermek istemektedir. Ne yaparsak yapalım, solucandan bir adım öteye gidemiyorduk değil mi?
Muhabbet Tellalı Albay Sanders, Kızmasın Anladım O Bir Kavram: (Gelmişin, Geçmişin Ve Geçişin Efendisi)
Johnnie Walker’lı bölümleri okumak ne kadar güç ve rahatsız edici ise, Albay Sanders’in olduğu bölümler bir o kadar keyifli ve unutulmazdı. Romanda Albay Sanders ile ilk karşılaşmamda gece yarısını çoktan geçirmişti ve ben uzun süre güldüm. Sabah hâlâ onun seslenmesi kulaklarımda idi. “Hoşinocuğum! Hoşinocuğum!"
Hoşino aklı giriş taşını nasıl bulacağında, halde dudağının kenarına kıstırdığı Marlboro sigarası ile bir sokaktan diğerine, bir caddeden öbür caddeye amaçsızca ilerlerken bembeyaz saçlı, beyaz keçi sakallı, gözlüklü, beyaz gömleğinin üzerine siyah dar bir kravat takmış, boyu ancak 1.50 olan ve yaşına göre oldukça çevik hareket eden bir adam Hoşino’ya seslenir.
Hoşino Albay Sanders’in kim olduğunu hemen anlamıştır. Koskoca kızarmış tavuktaki dünyaca ünlü bir adamın Takamatsu’nun arka sokaklarında ne işi vardır? Üstüne üstlük Hoşino’ya “çok güzel kızlar var” demektedir.
Sırf telif ücreti bile banka hesabına akan, Amerika’da bir villada keyif çatması gereken bu adamın muhabbet tellalı olmasını anlayamayan Hoşino üsteler. Bunun üzerine Albay Sanders Amerika’nın Japonya’nın üzerine atom bombaları attığını bilmeyen cehaletteki Hoşino’ya “Dünyada perspektif diye bir şey vardır” (sy.363) der.
Murakami Hoşino gibi bizim de bunun konu ile olan ilgisini anlayacağımızı bildiğinden; Hoşino’nun –pardon bizim- anlayabileceğimiz şekilde izah eder:
“Senin anlayacağını sanmıyorum, ama perspektif sayesinde dünyada üç boyutlu derinlik olduğu anlaşılabilir. Her şeyin dümdüz olmasını istiyorsan, üç boyutlu bir bakışla bakman gerekir dünyaya.” (sy.363) şeklinde son derede Kafkaesk bir aforizma yaratır. -Bir süre sonra Murakami Aforizmalar kitabının çıkması kaçınılmazdır.-
Anlaşılan Albay Sanders Hoşino’nun aradığı “sert ve yuvarlak” taşı bulabilmek için yardıma gelmiştir. Lâzım olduğunda ortaya çıkan beyaz tavşan (Alis Harikalar Diyarında) gibidir. Hoşino’yu ikna edebilmek için on dokuz yaşında taş gibi güzel bir kızın özel servisini sunar. Hoşino’yu aklı iyice karışmış bir halde bir tapınağın bahçesine götürür. Albay Sanders değişik bir adamdır, son derece eğlenceli ve anlaşılır metaforlarla durumu izah eder, komik cevaplar verir:
“Evcil geyik misin ki tapınak bahçesinde iş tutasın.” (sy.378)
“Arabalardan örnek verirsek, altında dört çeker, yüklen turboya, ver eline vites kolunu, geldin mi köşeye değiştir bakalım vitesi. Geç solama şeridine bas, bas, bas... Evvet, sayın seyirciler Hoşino bitiş çizgisini son hızla geçiyor.” (sy.379)
Taş gibi kızla üç posta iş tutan Hoşino geri döndüğünde aynı zamanda “Benlik ve nesnenin geçişkenliği, karşılıklı değişim” konusunda bilgi sahibi olmuştur. Dolayısı ile hâlâ Albay Sanders’in orada ne işi olduğunu aklı almasa bile Albay Sanders’in bahsettiği “Dışavurum” kavramını anlar:
“Dışavurum, gündelik bağların tamamını kopartmak demektir. Dışavurum olmayan bir yaşamın anlamı yoktur. Yalnız, gözlemci kalma mantığından, eylemci olma mantığına sıçramak gerekir.” (sy.383)
Albay Sanders sonunda Hoşino’nun ısrarlı sorularından yorulur ve sadece Albay Sanders kılığında dolaştığını itiraf eder. Aslında adı, şekli olmayan bir şeydir. Metafiziksel, kavramsal bir nesnedir, her şekle girebilir ama somut bir kütlesi yoktur. Dolayısı ile (Disney telif hakları konusunda ısrarlı olduğundan ve Miki Fare’nin kadın bulması pek hoş karşılanmayacağından) kapitalist dünyanın akılda kalan sembollerinden bir diğeri olan Albay Sanders kılığında dolaşmayı tercih etmiştir.
Karakteri, duyguları yoktur. İnsanlardan farklı bir yüreği vardır. İnsanın iyi ve kötü yargılarını dinlemez ve onlara uymaz. İyinin ve kötünün ötesinde, tarafsız bir varlıktır. Konulara pragmatik yaklaşır. İşi işlevleri tam anlamıyla işe yarar hale getirmektir.
“Şu an geçici olarak insan kılığındayım, ama ne Tanrı’yım ne de Buda. Zaten, duygularım olmadığı için, yüreğim diğer insanlardan farklı hareket eder.” (sy.395)
İki dünya arasındaki ilişkinin karşılıklı düzende kalmasını sağlar. Ufak tefek kaymalar olsa da görevi; şimdiki zamanın öncesini geçmişe, şimdiki zaman sonrasının ise geleceğe getirmektir.
“Sürdürülebilir bilginin tespit aşamasının atlanması diyebilirim, ama iş buraya gelecek olursa, konu iyice uzar. Zaten, nasıl olsa sen de anlamazsın, beni sinir edersin. Ezcümle, söylemek istediğim, her konuya durup dururken burnumu sokmam. Fakat bütçe dengesi bozulursa, sorunumuz var demektir.” (sy.397)
Albay Sanders ne Tanrı ne de Buda olmadığını söylerken ruhani bir mesaj taşıdığı da son derece nettir. Tanrıların habercisi Hermes’in yeni dünya’da şekil almış hali gibidir. Hermes; ölülerin ruhlarını yeraltına götürür, yolunu şaşıran yolculara kılavuzluk eder. Hermes’in de tarafsızlığı onu iyilerin de, kumarbazların ya da hırsızların da koruyucusu yapar. Roma mitolojisinde; “gelmişin, geçmişin ve geçişin efendisi” olarak adlandırılır. Albay Sanders’de kendini anlatırken aynı işleri yaptığını açıklar.
Bir İç/Dış Ses Olarak “Gölgesi Kendisinden Daha Kibirli” Oşima:
Öncelikle Karga’ nın, Sakura’nın bulunmadığı birçok ortamda okura ve Kafka Tamura’ya eşlik eder. Hem bizim hem de onun anlamadığı kimi önemli hususta bir pusula gibi yönü gösterir. Bu yüzden de cinsiyeti belirsizdir. Kendi değimi ile psikolojik olarak cinsel özürlü, eşcinsel ve özel hayatı asosyal renklerle dolu biridir. Belki de Kafka Tamura’nın hiç doğmamış abi/ablasıdır.
Saeki Hanım ile Oşima’nın annesi gençliklerinde arkadaştır. Ve bu sayede Oşima Komura Kütüphanesi’ninde Saeki Hanım’ ın geri dönmesi ile bir iş bulup, kütüphanenin bir parçası olur. Hemofili hastalığı yüzünden düzenli olarak Hiroşima’ya gitmek ve arada sırada Koçi’de ki kulübesine kapandığı zamanlar dışında şehirden hiç çıkamaz. Kahve içmeyi de çok sever:. “Sanki bir yerlere küçük bir işaret koyuyormuş gibi yalnızca bir gıdım şeker ekliyordu. Krema istemiyordu. Bunun en keyif verici kahve içme şekli olduğunu söylemişti.” Sy.307)
Ortaokulu zar zor bitirmiş olsa bile, oldukça eğitimlidir. Bir varsayım olarak Oşima kitabın diğer bir karakterleri, Siyam Kedisi Mimi ile benzerlik taşıyor. Bu varsayımı kendi kendine de yok edebilecek bir sürü etkili çürütücü de kitapta varken – kendisi de Puccini operalarına konu olan fırtınalı aşklardan birini yaşamadığını, böylece benzetme yapılmaması gerektiğinin altını çizerek ret ederken- bile yine de Oşima bir kedi olsa idi Mimi olurdu herhalde diyerek bu sonu belirsiz labirente başka bir kanal açmaktan da fütursuzca zevk alıyorum. Bazen bazı kitapların sonsuz bir yeniden değerlendirme, değiştirme, uyarlama ve bağlı kalma gücü vardır hatırlatırım!
Bedeni kadın, ama bilinci tamamen erkektir.
Çoğu zaman; parmakları arasında ucu sivriltilmiş, tepesinde silgi olan sarı bir kurşunkalem vardır. Bir tür anlatıcı rolü üstlenmiştir. Anlatıcıdan öte bir tür bellek işlevi de görür. Yoksa Saeki Hanım, romanın sonunda ona elinden hiç düşürmediği ve tüm anılarını kayıt ettiği Mont Blanc kalemini neden vasiyet etsin?
Bir de Yunan Tragedya’larında ki koro gibi seslenir: “Kulak ver, bu metaforu anlamaya çalış... İstiridye gibi tüm dikkatinle.” (sy.468)
Kafka Tamura’nın gözünden: “Eski zaman evlerinde resmedilmiş adamları andırıyordu.” (sy.160)
Tüm bunları bir yana bırakırsak Hoşino’nun dediği gibi: “François Truffaut’nn siyah beyaz filmlerinde rastlanılabilecek bir tipi var.” (sy.522)
Hem erkek hem de kadın olarak tek bir vücutta yaşayan, Aphrodite ile Hermes'in çocuğu Hermaphrodite’i anımsatır.
İyi, Erdemli, Rüyalarda İradeyi Teslim Edecek Kadar Güzel Sakura:
Sakura’nın yüz hatları biraz farklı idi, belki de orantısızdı. Geniş bir alnı, küçük yuvarlak bir burnu, çillerle kaplanmış yanakları vardı. Hemen fark edilebilecek bir şekilde, yüzünü tamamlayan sivri ve güzel kulaklarını – Murakami sayesinde yakında bir kısmımız kulak fetişisti olabiliriz- olgun meyve şeklinde küpelerle süslerdi. Onu tarif etmek gerekirse aslında “Gelişigüzel karalanmış bir resim gibiydi.” (sy.30)
Kafka Tamura için gerçek dünyada yaşayan, gerçek havayı soluyan, gerçekliği olan bir dili konuşan ve bu sayede de Kafka Tamura’nın gerçeklikle bağlantısını sağlayan kişidir. Yirmi bir yaşındadır, düzenli bir sevgilisi olduğundan bahseder ve son derece sağ duyuludur. Kafka Tamura’ya “Ben senin ablanım, sen de benim kardeşimsin. Aramızda kan bağı olmasa bile, abla kardeşiz. Aramızda bir aile bağı var.” (sy.516) şeklinde nasihatte bulunur. Onu korur ve kollar. Parmakları da doğuştan yeteneklidir.
Kafka Tamura’nın ifadesi ile “Üzerine sessiz bir yağmur yağan uçsuz bucaksız bir denizi” hatırlatır. Kafka Tamura “güvertede tek başına bir denizci, o ise deniz” dir. (sy.35)
Kehanetin/lanetin diğer ucunda durur. Zaten Kafka Tamura’nın da babasının bahsettiği, Kafka Tamura’nın çocukken plajda resim çektirdiği ve annesinin kendi yerine onu yanında götürmeyi tercih ettiği “abla” zaten evlat edinilmiştir.
Tüm bunca gerçekliğine rağmen, Sakura Beatles’in Norwegian Wood şarkısındaki kız gibidir. Ona odasını gezdiren, kalmasını isteyen, gece yarısına kadar lafladığı, sabah işe gitmesi gereken kızdır. Tıpkı diğer kuş Karga gibi öğütler verir, azarlar ve yol gösterir...
Norwegian Wood
I once had a girl, or should I say, she once had me.
She showed me her room, isn't it good, Norwegian wood?
She asked me to stay and she told me to sit anywhere,
So I looked around and I noticed there wasn't a chair.
I sat on a rug, biding my time, drinking her wine.
We talked until two and then she said, "It's time for bed."
She told me she worked in the morning and started to laugh.
I told her I didn't and crawled off to sleep in the bath.
And when I awoke I was alone, this bird had flown.
So I lit a fire, isn't it good, Norwegian wood.
Kediler:
Biliyorsunuz değil mi? “Çok farklı insanlar olduğu gibi kediler de çok farklıdır.” (sy.70) Ayrıca; “Uzayın kendisi de, başlı başına kocaman bir Kara kedi kargocusudur.” (sy.400)
Romanda ismi ve karakterleri belirtilmiş bir çok kedi olduğu gibi, Komura Kütüphanesi’nin çevresinde de oldukça fazla kedi vardır.
Memnuniyetsiz Kara Kedi Otsuka: Kitapta karşılaştığımız ilk kedidir. Çok uzun zaman önce bir adı varmış ancak bir yerden sonra gereksiz hale geldiği için unutmuş. Nakata’nın kediyi daha sonra anımsayabilmesi için ona bir isim vermesi gerekir ve adını Otsuka koyar.
Kayıp Kedi Susam: Bir yaşında alacalı erkek kedidir. Nogata 3. sokak’ta Bay Koizumi’nin evinde yaşamaktadır. Kahverengi pire tasması takar.
Hırpalanmış Kedi Kavamura: Kahverengi çizgili ne dediği anlaşılamayan bir kedidir. Henüz küçükken bahçede oynayan bir çocuk bisikleti ile çarpmış ve bu çarpma sonrası kafasını olanca hızıyla bir yere vurmuştur. O gün bu gündür doğru dürüst konuşamaz, söz dağarcığı bir hayli kısıtlıdır. Nakata onunla konuşmayı rüzgârlı bir havada ırmağın iki kıyısında karşılıklı konuşmaya çalışmaya benzetir. Sanırım bir sürü insan da Nakata ile konuşmayı aynı şekilde tarif edebilirdi.
Siyam Kedisi Mimi “Tıpkı La Boheme’deki Mimi gibi”: Çevredeki abuk sabuk kedilerle konuşmaktan sinir küpü haline gelmiştir. Nakata ile konuşmak, dünyasının genişletir. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var: “Siyam kedilerinin yüreğinin üstüne hiç bir şey olamaz. Tadında kaliteyi hissedersin. İsviçre çikolatası gibi.” (sy.208)
Merdivende Oturan Siyah Beyaz Alacalı Kedi: Kafka Tamura, Sakura’nın dairesinden ayrıldığında merdivende bu kediyle karşılaşır ve onu sever. Uzunca bir süre merdivende yanında oturup o özlediğim teması doyasıya tadar. Kedi severler bu hissi eminim çok iyi anlayacaklardır.
Kulağı Kesik Siyah Beyaz Kedi: En sevdiği yiyecek kurutulmuş balıktır. Nakata’nın ona Okava adını takmasını umursamaz. Nakata ona kurutulmuş balık verdiğinde ona borçlandığını ister, yalamak ister, ancak kayıp kedi Susam ile ilgili bilgi vermekten çekinir. Nakata’yı tehlikelere karşı uyarır.
Zayıf Kara Kedi: Nakata bu kediyi şimşekler hakkında uyarmak ister. Ancak Nakata artık kedilerle konuşabilme yeteneğini yitirmiştir. Zayıf kara kedi, oralı bile olmadan mağrur yürüyüşüyle binanın gölgesinde gözden kaybolur. Nakata ona bir isim bile takamaz. Bu yüzden de onun Hoşino ile ile kibir yüklü ses tonu ile konuşan kara kedi ile aynı olup olmadığını net olarak söyleyemem. Açıkçası Bendeniz, Nakata’dan farksızım. Bir adı olmayınca anımsamakta/anlamlandırabilmekte güçlük çekerim.
Kibirli Kara Kedi Tonton: Hoşino giriş taşını nasıl kapatacağını düşünürken beliriverir. Şişmanlamaya özen gösterir ve kolesterolü artmasın diye yediklerine dikkat eder. Hoşino’nun kedi ile konuşabilmesinin sebebi o anda dünyaların sınırında olmaları ve ortak bir kullanabilmeleridir. Kendi değimi ile son derece normal bir kedidir. Sadece Hoşino’nun tek başına büyük bir sıkıntı ile kalmasına gönlü razı olmaz ve bir pati vermiş olmak ister.
Onun da dediği gibi;
Sonuçta; “Kediler her şeyi bilirler köpeklerden farklıyızdır.” (sy.625)
Köpekler:
Kocaman Kapkara Şeytani Köpek: Bir buzağıyı andıran, kulakları bıçak ucu gibi sivri tasması olmayan bir köpektir. Son derece ürkütücüdür, sokaktaki insanları son derece tedirgin etmektedir. Bakışları keskin, yüzü ifadesizdir, kıpkırmızı bir dili ve dişlerinin arasında et parçaları vardır. Nam-ı diğer Johnnie Walker’ın köpeğidir. Johnnie Walker köpeğin içine girerek onun vasıtası ile talimatlarını Nakata’ya iletebilmektedir. Son derece sadıktır. Cehennemin kapısını bekleyen Hell Hound’lardan biridir.
Bir Labrador: Romandaki ilk köpekle Nakata’nın Kedi Susam’ı ararken bir boş arsaya gitmesi ile karşılaşırız. Genç bir adam, boynunda kırmızı bir bandana takılı kocaman bir labrador köpek ile boş arsanın ön tarafından geçer ve kedi Otsuka’ya bir bakış fırlatır. Sonra da bu labradorun konu ile ilgisini anlamak mümkün olmaz.
Romanda Oşima Kafka Tamura’ya Anton Çehov’un o ünlü sözünü hatırlatır: “Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir” Dolayısı ile tüm roman boyunca ben bu labradorun önemi olacağını düşündüm. Ancak kırmızı bandanalı labrador’un romana katkısının ne olduğunu bulamadım.
Resimdeki Köpek: O küçük odanın içinde süs namına bir şey yoktur. Sadece duvarda Saeki Hanım’ın bakmaya doyamadığı yağlı boya bir resim asılıdır. Resimde bir çocuk vardır. Tıpkı Kafka Tamura’ya benzeyen, belki de onun on iki yaşındaki halini andıran... Çocuk bir iskemleye oturmuştur ve yanında siyah bir Alman kurt köpeği sanki çocuğu korurmuşçasına resmedilmiştir.
Metafor olarak düşünecek olursam; resmin içindeki tüm karakterler çok önemlidir ve romanın diğer gölgesi silik karakteri resmin içine yerleştiği gibi Saeki Hanım’da resminde olmalıdır. Bu yüzden de bu Alman kurt köpeği de resimdeki çocuğa büyük bir sadakatle bağlı olan Saeki Hanım olmalıdır.
Uyuyan Kertenkeleler:
Saeki Hanım çok ama çok genç yaşında bir şiir yazar ve besteler.
“Uyuyan bir kertenkelenin üstüne parıldıyor Ay” der.
Ve romanın en hüzünlü bölümlerinden birinde Nakata; “Uzaklardaki bir kapının kapısını açıp oradaki duvarda iki hoş akordun kertenkele gibi yapışmış, uyumakta olduğunu gördü. O kertenkeleye usulca dokundu. Onların huzur dolu uykusunu parmakları ile hissedebiliyordu. Hafif bir rüzgâr esiyordu” (sy.549)
Kafka Tamura Saeki Hanım’a o iki akordu nasıl yazdığını sorar. Nakata Saeki hanım’a dokunduğunda anılarına kavuşur. Onun vasıtası ile aşkı,
Kadere Yardım Eden/Teslim Olan Yedek Oyuncular:
Bir Başka Genç: “Aşk ve Suçlulukla Kaplanmış Bir Güçsüzlükle Bayan Setsuko Okamoçi”
Aslında bilgili ve sorumluluk duygusu gelişmiş biridir. İyi bir eğitmendir ve çocukların derinlerde sakladığı gizli dertlerini anlamaya ve yardımcı olmaya çalışır. Yüz hatları düzgün, ufak tefek bir kadındır. 7 Kasım 1944 günü Tastepe’de olaylara şahit olan ve okura anlatan kişidir. Olayın nasıl geliştiğini ilk onun ağzından dinlesek bile konu ile ilgili gizlediği şeyler vardır. O gün orada yaşadıklarının ağırlığı sürekli arkasından gelir. Bunu açıklamak, anlatması uzun sürecek olsa da, daha da önemlisi bir rüyayı anlatmak gibi çok zor olsa bile, bu suçluluk duygusu ile yaşama devam etmek istemez ve anlatmayı dener...
1945 yılında Filipinler’deki Luzon Savaşı’nda eşi öldüğünde tek göz yaşı dökemez, sadece derin bir güçsüzlük duygusu hisseder. Derin bir rüyada gibidir. Çünkü bunun haberi ona; çocukların o anlaşılamaz toplu uykusu öncesinde rüyasında bildirilmiştir. Ve o gün, o ormanda ruhunun bir parçası kalır.
Hiç anısı olmadığı için, Nakata’dan bu karakterin yaşadıklarının gerçekten var olup olmadığını doğrulamak mümkün değildir. Böyle birinin varlığı/anlattıkları;1986 yılında kamuoyuna açılan “Bilgi Alma Yasası” doğrultusunda ABD Devlet Arşivi’nde, bazı şahitlerle ve bir mektup vasıtası ile kanıtlanmıştır (!)
Setsuko Okamoçi gerçek mi, değil mi sorularından öte başka bir soru işareti daha yaratır... Gerçekte Nakata’nın mı, yoksa Kafka Tamura’nın mı sınıf öğretmenidir?
Ağırbaşlı İki Hanımefendi:
Nakata’nın Nakano semtinden hiç çıkmadığını öğrendiklerinde her ikisi de çok şaşırmış ancak ona yardım etmek istemişlerdir. Bu yüzden de Nakata’yı ofislerinin bulunduğu binaya kadar götürüp, Togeguçi ile tanıştırırlar, parası olup olmadığını sorarlar, Nagata’ya yolluk olarak pirinç köftesi paketi ile çikolata verirler. Romanda bir kere daha görünmeseler bile, Nagata onlar için, hep güzel şeylerle karşılaşmaları için dua etme sözü vermiştir.
Aslında bu iki kadının Ağırbaşlı İki Hanımefendi olduğuna dair bir kanıt yoktur. Hatta Togeguçi onlarla konuşurken biraz ürkektir. Onların Christina ile Frieda ile benzer bir halleri olmasa bile Nagata’da ki derinden yalnızlık duygusunu görmüş olabilirler. Bu roman bende Ağırbaşlı İki Hanımefendi romanını tekrar okuma isteği uyandırdı.
Hegel’i Tavsiye Eden Taş Gibi Kız:
Memeleri dolgun, teni pürüzsüz, belinin kıvrımı şahane, taş gibi kızdır, üstelik gerçek kütlesi olan bir seks makinesidir... Albay Sanders’in işlevleri işler hale getirmek için Hoşino’ya verdiği bir tür rüşvettir.
Hoşino’nun o güne kadar ne gördüğü, ne de duyduğu biçimde -Beethoven ve François Truffaut’a atfen- sanat icra edercesine oral seks yaparken bir yandan da Henri Bergson’ın Madde ve Bellek adlı yapıtından alıntılar yapar:
“Gerçek şimdiki an, geleceği yiyip bitiren geçmişin ele avuca sığmaz ilerleyişidir. İşin gerçeği, her türlü duyu, belleğin parçalarından başka bir şey değildir.” (sy.380)
Hoşino’nun boşalmasını geciktirmek için Hegel’den ve Hegel’in “benlik algılaması” kavramından bahseder. Hoşino/okur; kızla üç posta attıktan sonra; benlik ve nesnenin geçişkenliği, karşılıklı değişimi konusunda epey bilgi edinir.
Togeguçi:
Nagata’yı Yokohama’ya kadar götüren kişidir, beyaz gömleğinin üzerine çizgili kravat takmıştır. Tokyo- Nagoya otobanında ilerlerken Togeguçi başta çekingen davransa da açık konuşabilmeyi çok özlemiştir. Bir süre sonra da Nagata’ya tüm hayat hikâyesini anlatır. Togeguçi, “düzenli bir yaşam arzuladığı halde, kendi dışında gelişen sorunlara bulaşarak sıkıntılar yaşayan, zavallı bir genç adam” (sy.263) dır. Franz Kafka’nın Bay K’sı gibi...
Zemberek Kuşu’nun Güncesinde bir bej puanlı kravat üzerinden epey bir felsefe yapıldığı için kravatlı bu beyin çok önemli bir role bürüneceği hissine kapılmıştım ancak Togeguçi Bey romanda kilit bir rol oynamadığı gibi, felsefi olarak bizi aydınlatmayı dâhi denemedi. Yine de Togeguçi Bey, Nakata’nın çok iyi bir karakter tahlilcisi olduğuna işaret eder.
Hagita Bey:
Kırk yaşlarında, iri yarı bir adamdır. Düzenli bir hayat yaşıyor gibi görünenleri tekinsiz bulan ve farklı insanları sever bir düşünce yapısına sahiptir. Nakata’nın bu halinden hoşlanıp onu, Fucikava’ya kadar götürmeye karar verir. Taze balık taşıyan bir adama göre son derece derin “şahsi” düşüncelere sahiptir. Nakata’ya/okura önemli bilgiler verir:
1. Şahsi düşünce sahibi olmakla akıllı olmak arasında pek alaka yoktur.
2. Bağıl unsurlar üst üste gelince anlam dediğimiz şey ortaya çıkar. Önemli olan bu anlamların doğal olup olmamasıdır.
3. Proletarya: canla başla çalışıp, alın teri dökerek çalışanlardır. Para babaları da koltuklarından kalkmadan, vücutlarını milim kıpırdatmadan sağa sola emirler vererek çalışanların sırtından para kazananlardır.
4. Vali dediğim genelde para babalarının köpeğidir.
5. Dünya değişim içindedir. Her sabah saati geldiğinde hava aydınlanır ve uyanan aynı kişi de değildir. Kim para babası, kim proletarya da değiştiği gibi, enformasyon devrimi ile sınırlar kaybolmaya başlamıştır. Artık, iyi olan ile kötü olanın ne olduğu bile belli değildir.
6. Kendi sağını ve solunu bile ayırt edebilmek başlı başına bir başarıdır.
7. Birine Yılan balığı ısmarlamak kendini çok iyi hissettirir.
Bu karakteri benzetebileceğim o kadar çok roman kahramanı var ki... Keşke Murakami biraz daha bilgi verse idi.
Sada:
Oşima’nın ağabeyidir. Bir birlerine hiç benzemeseler bile araları çok iyidir. İki kardeşin az sayıda ortak noktalarından biri, güç toplamak için gittikleri o dağ kulübesidir. Sada Koçi sahillerinde yaşar, iri yapılı az konuşan, suratsız, bronz tenli biracı bir adamdır. “No fear” tişörtü ile Kafka Tamura’yı kulübeden alıp gerçekliğe taşıyabilecek sakinliğe ve güce sahiptir. O da Kafka Tamura gibi ormanın derinliklerine inip askerlerle bile karşılaşmıştır. Bundan da son derece normal bir durummuş gibi bahsedebilecek kadar olanları sindirebilmiştir. Schubert ve Wagner’i birbirinden ayırt edemese bile edemese, doğanın gücüne karşı durabilecek derinliğe sahiptir. Sörf malzemeleri dükkânı vardır ve Kafka Tamura’yı beraber sörf yapmaya davet eder. O da uzun süre Tokyo’da kalıp sonra da Şikoku’ya dönenlerden bir diğeridir.
Sada’da Saeki Hanım gibi doğduğu ve öleceği yerin önemini bilen biridir. Romana bu şekli ile baktığımda Murakami’nin Japonya’ya olan bağlılığını, tutkusunu ve vazgeçemezliğinin bir öyküsü de önemli bir husus olarak yer alır.
Ev Sevdiği Müzisyen Pierre Fournier Olan Kahveci Adam:
Her ne kadar Hoşino Bey bilmese de kahvenin işletmecisi Eğitim Bakanlığı bürokratlarındandır. Emekli olup memleketi Takayamatsu’ya geri dönerek –bu romanda herkes şekilde başladığı yere geri dönüyor o ayrı- klasik müzik çalınan ve güzel kahve yapılan bu kahvehaneyi işletmeye başlamıştır. Sunduğu kahvenin çekirdeklerini kendi kavurur, Hoşino’yu Beethoven, Haydn ile tanıştırır.
Hoşino, tüm eğitimi boyunca 2.Dünya Savaşı hakkında küçücükte olsa bir bilgi edinemez ama eski eğitim bakanlığı bürokratının işini bırakıp geri döndükten sonraki yaşamında ondan çok önemli bilgiler edinir. Kendi Milli Eğitim Bakanımızı düşününce; sanırım Murakami bu karakterle kendi ülkesinde hakkında çok konuşulacak türden bir ironi yapıyor olmalı.
Ve Diğerleri:
Doktor Nakasava:
Tastepe olayından sonra çocuklarınla karşılaşan ilk doktordur. Doktordan ziyade bir çiftlik kâhyasını andırsa da hafızası güçlü ve keskin bakışlı biridir. Çocukların durumu için hissettiğini açıklar:
“Tuhaf bir ifade olabilir belki, ama sıradan bir insanın görmemesi gereken bir şeyi, yanlışlık sonucu görmüşüm gibi bir hisse kapılmıştım.” (sy.38)
Askeri Doktor Toyama:
Yüzbaşı rütbesi almış olmasına rağmen, doktorluğun gerekliğini yerine getirmeye çalışan, gerçekçi ve başarılı bir doktor olarak istisnaidir. Nesnel ve somut olarak temel bilgiyi sağlamaya çalışan biri olarak çocukların zehirli gaza maruz kalabileceğini söylese bile Japonya’nın Yamanaşi İli’inde böyle bir tesis olmadığını söylemiştir!
Tokyo İmparatorluk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Profesörü Şigenori Tsukayama:
Çoğu Japon’dan farklı olarak ikircikli ifadelere hiç başvurmaz ve gerçekler ile varsayımları kesin olarak birbirinden ayırır bir yapısı vardır. Malum savaştan önce; Stanford Üniversitesi’nde çalışma yapmıştır ve İngilizceyi çok iyi konuşabilmektedir. Ordunun emri üzerine 1944 yılında Tastepe’de olan ve çocukları etkileyen olaylar üzerine çalışma yapması için çocukları tetkik etmeye başlamıştır. Bu “çok özel durum” karşısında bilimsel sonuç yerine, kendi sistemleri ile benzerlik taşıyan, taşımadığı noktada da pragmatik kazanım bekleyen ordu ile beraber üç kişilik ekibi ile olayı araştırmaya çalışmıştır. Konu ile ilgili türlü varsayımlarda bulunmuş ve kendi kendine de çürütmüştür. –Kendimi bir tür Şigenori Tsukayama gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim.-
Genji Hikâyesi’nden de, yaşayan ruhlardan da bahseden ilk karakterdir. Dolayısı ile romanın en temel bilgilerini bilimsel olarak irdelememizi sağlar.
İki Kurşun Asker:
Biri uzun boyludur, metal çerçeveli gözlük takar, neşeli biridir. Diğeri ise kısa boylu, geniş omuzlu ve sağlam yapılıdır, aksi biri izlenimi yaratır. Her ikisi de çok gençtir. Kafka Tamura, ormanın derinliklerine girme cesareti topladığında; 2. Dünya Savaşı öncesinde, ölmeye ya da öldürmeye katlanamadıkları için zamanın dışına çıkan iki imparatorluk askeri ile karşılaşır. Yaşlanmamış oldukları gibi aynı kıyafetlerle dolaşmakta ve yaşamamışlardır.
Cennetin kapısını bekleyen melek gibi, paralel evrenin kapısında dururlar.
Kütüphanede Beliren İki Feminist Hanımefendi:
Romanın bir yerinde Sakura Kafka, Tamua ile konuştuğunda ona sorar: “ Şu an sen gerçeklikten uzak bir yerde, gerçeklikten bağı kopuk insanlar arasında mısın?” (sy.387) Tahminen cevap evet benzeridir. Murakami, bu yarattığı büyülü gerçekliğin kabı içinde çok alışkanlık yaratacak bir dünya kurmuştur. Yarattığı metaforlar ile gerçekler, büyülü gerçekler vasıtası ile daha da belirir. İşte tüm bu kurgunun içinde beni en rahatsız eden –unutmayın bilememezlik ve önyargı da rahatsız edebilir- bu iki feminist hanımefendi olmuştur:
Bu kadınların ne sebeple kitapta yer aldığını çözemedim. Eğer bu kadınlar Oşima’nın gerçek kimliğini açığa çıkartmak için kullanılmışsa, bence hiç gerek yoktu, Oşima bunu herkes kendi yarısını arar bölümünü tekrar hatırlatıp anlatabilirdi. Eğer Japonya’da kadın’ın konumunu ironik bir şekilde anlatmak için kullanılmışsa biraz ucuz olmuş. Feminizm’in düştüğü çıkmazla harmanlamak için eklenmişse; yavan kaçmış. Dolayısı ile bu bölüm kitabın tüm ahengini bozuyordu diyebilirim. Tahminen, bu kadınlar da yine başka bir romandan çıkıp gelmişlerse bile benim içim –şimdilik- bununla kaldı.
Bir Obje; Sahilde Kafka Resmi:
Resim arka planında kumsal, ufuk çizgisi, gökyüzü ve bulutlar vardır. Sahilde bir çocuk iskemlesine oturmuş şekilde resmedilmiştir. Kafka Tamura’ya miras kalır.