24 Mayıs 2011 Salı

Anasını Satayım Şu İnsanların!..

Çok Mu!.. Ağır geldi?
Bozuldun mu?

Olmayan gururun mu kırıldı?
Vah vah vah vah....

İstersen.....
Gel bir yara Bandı takayım,
Sonra da Ninni söyleyeyim,

Geçen hafta getirdiler,
Kutunun içinde.....

Ayşe abla,
Çöpe atmışlar,
Dediler....

Kıyamadım aldım,
Tam 7 tane.....

7 günlük bilemedin,
Sekiz........

Evet Sen!..
Anasını sattığımın çocuğu,
Annesinden ayırdın,

Sonra elime verdin,
Tam 7 tane 7 günlük!...

Neymiş…
Esnaf rahatsız,
O.L.U.Y.O.R.M.U.Ş !....

3 ünü kaybettik!...

Ben anne değilim ki!..
Bu eller bebek tutmadı ki,

Ben emzirmek nedir bilmem ki,
Ben anne sıcaklığı veremem ki,

Avucumun içinde ölürken,
Tek yapabildiğim,

Başını Sevmek,
Ağzına Su damlatmak,
Oldu!....

Evet S.E.N !...
Anasını Sattığımın Çocuğu,

Yolda beni göreceksin,
ErkekSen.....
Kafanı yana Çevirme!..

Çünkü ben Senin,
Gözünün içine Bakacağım,

Avazım çıktığı,
Kadar

'' Anasını Sattığımın Çocuğu ''
Diye bağıracağım!...

Evet benim Adım Ayşe,
Ve bu ismi Unutma!...






Nimir Ra

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Uçurumun Eşiğinde

Mehmet, elindeki küçük beyaz hayal hapına dikmişti gözünü. Son günlerde katıldığı bir arkadaş grubunda sunmuşlardı bu hapı. Hayatın sinsi tebessümünü kendi merceğinin dışında bıraktığı için hoşlanmıştı ondan.



Küçüktü, ama Mehmet’e yaşattığı geçici mutluluğu koskocaman hayat verememişti henüz.

Mehmet’in gözünün önüne annesinin hayali düştü birden… Buğulu gözleriyle yalvarırcasına Mehmet’e bakıyordu.

“Neden?” diyordu. “Benim sana veremediğim mutluluğu, her anlamda özgürlüğü bu küçük beyaz hapta arıyorsun.”

Annesi… Fedakâr, verici, düşünceli, yorulmak, yılmak bilmeyen annesi.

Zeliha, Denizli’nin Çivril ilçesinde elma bahçeleriyle çevrili bir evde doğdu ve büyüdü. Ailenin en büyük çocuğu idi. İlkokulu bitirdiği yaz, okulla arasında hiçbir bağ kalmamıştı. En büyük çocuk olarak sorumlulukları büyüktü. Annesi ve babası elma bahçelerinde mahsulle ilgilenirken, Zeliha evde 3 küçük kardeşine bakıyordu. Evdeki günlük işleri bittiğinde de bahçede anne ve babasına yardım ediyordu.

17 yaşına geldiğinde, komşuları Münevver Teyzelere İstanbul’dan gelen akrabaları Kemal’e istediler. İstanbul’da bir ayakkabı atölyesinde şef olarak çalışan Kemal, Zeliha için iyi bir kısmetti. Anne ve babası çok fazla deşelemeden verdiler kızlarını Kemal’e.

Evlendikleri gece Zeliha hamile kaldı. Kemal erkek çocuk istiyordu. Zeliha için ise önemli olan bebeğinin sağlıklı doğmasıydı.

Doğum arifesinde Zeliha’nın annesi ve ortanca kız kardeşi memleketten geldiler.

Kemal doğumhaneden çıkan karısının pamuk gibi bir kız çocuğu doğurduğunu duyunca ceketini alıp hastaneden çıktı. 3 gün Kemal’den hiç haber alınamadı.

Zeliha, annesinin ve kız kardeşinin yardımıyla minik kızının bakımına çabucak alıştı.

Kemal evlendikleri günden başlayarak Zeliha’ya duygusal olarak fazla yaklaşmadı, sadece kocalık haklarını talep etti. Zeliha hiçbir zaman kocasını ‘başım ağrıyor’ gibi bahanelerle yanından uzaklaştırmadı. Her zaman karılık görevlerini dört dörtlük yerine getirdi.

İlk kızları Zehra 1,5 yaşındayken, ikinci kızları Mine doğdu. Kemal bir kez daha hayal kırıklığına uğradı.

Zeliha ile hemen hemen hiçbir diyalogları kalmadı. Sabah işe gitmek için evden çıkan Kemal, geç saatlere kadar eve dönmüyor, döndüğünde ise tek kelime etmeden yataktaki yerini alıyordu.

Zeliha iki çocuğuyla neredeyse baş başa yaşadığını düşünüyordu. Kemal’in varlığı onlara sadece maddi anlamda destekti. Onu bile zaman zaman maaş alamadıklarını ileri sürerek esirgiyordu.

Eve içkili geldiği bir gece yarısı, zorla karısına sahip olmak istedi. Zeliha hiçbir zaman kocasına hayır dememişti, ama bu gece sarhoş olduğu için karılık görevini yerine getirmek istemiyordu. Kemal itirazlara kulak asmadı, karısının üzerine bir hayvan gibi abanarak bencilce kendini tatmin etti ve sızdı.

O gecenin anısına Mehmet doğdu.

Kemal karısının kendisine sonunda bir erkek evlat vermiş olmasından çok memnundu. Evde sadece oğluyla ilgileniyor, kızları ve karısıyla mecbur kalmadıkça konuşmuyordu.

Zehra ve Mine baba sevgisi nedir hiç tatmadılar. Babaları onlar için tamamıyla yabancı bir insandı.

Mehmet ise babasının evde sadece kendisine sınırlı ilgi göstermesinden kendi çocuk benliğinde büyük rahatsızlık duyuyordu. Annesinin babası tarafından horlanması Mehmet’in küçücük kalbini yaralıyordu.

4 yaşına geldiğinde babası eve haftada birkaç gece uğramaya başladı. Komşu dillerde Kemal’in bir başka kadınla birlikte olduğu dolanıyordu.

Maddi sıkıntı içinde olan Zeliha, iş aramaya başladı. 3 çocuğunu komşulara emanet edip, temizliğe gidiyor, bulabildiği yarım günlük ütü-çocuk bakımı gibi işleri kaçırmamaya çalışıyordu.

Olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Hayatın tüm yükünü omuzlamış, çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak için gece gündüz çalışır hale gelmişti.

Kemal iki üç parça eşyasını alıp evden ayrıldığında Zeliha hiç yıkılmadı. Zaten Kemal’in faydasını çoktandır görmüyordu. Aksine bir sürü kirli çamaşır getiriyor, evde olduğunda tüm dağınıklığı ile Zeliha’ya ekstra iş çıkartıyordu.

Bunca ağır sorumluluğa rağmen Zeliha bir gün olsun çocuklarını kırmadı. Kendine sabrı yoktu, ama çocuklarına hep büyük bir sabır ve anlayışla yaklaştı. Dünyanın çirkinliklerinden korumak için kendini onlara siper yaptı. Yıkılmışlığını, yılmışlığını sadece tek başına iken ortaya çıkardı. Ağladı, bağırdı ama hep yalnızken…

Sofrada beraber olduklarında o güzel gülüşüyle, hoş sohbet tavırlarıyla yer aldı çocuklarının karşısında. Arada çok uzaklara dalan gözlerinde, kocasıyla birlikte olabileceği güzel bir aileye duyduğu özlemi yansıtmamaya çalıştı çocuklarına.

Onları hiç ezdirmedi. Ezik yetişmelerini engelledi. Okusunlar istedi, çaba sarf etti okumaları için. Yemedi, yedirdi. Giymedi, giydirdi. Yılları devirdi mücadele ile.

Mehmet’in bakışları, annesinin “yapma” diye yalvaran bakışlarıyla birleşti. Suçlu hissetti kendisini.

Annesinin güçlü karakteriyle kendi karakterini mukayese etti.

Tutkularının esiri olmayacaktı. Bir küçük beyaz hapa yenilmeme kararı aldı…

Peyman

22 Mayıs 2011 Pazar

Elif - Paulo Coelho


Otelin döner kapısından içeri girer girmez, kendimi güvenlik kontrol kapısının ağzında buldum. Çantamı görevlinin önüne bıraktım. Metal dedektöründen geçip, görevlinin uzattığı çantamı aldım ve lobiye doğru yürüdüm. İlk defa kapısından adım attığım bir otel olmasına rağmen sanki yıllardır girip çıktığım bir yermiş hissine kapıldım. Kendimi burada hiç yabancı hissetmiyordum. Şaşkınlıkla lobideki lacivert-bej çizgili XVI. Louis tarzı koltukların, oymalı masif sehpaların, duvarlardaki aplikler ve tabloların, minimalist dekorasyon zevkime aykırı olsa da beni hiç rahatsız etmediğini fark ettim. Tuhaf bir şekilde mobilyalarla bütünleşmiştim.

Asansöre doğru yürürken, sabah evden çıkarken giydiğim çağla yeşili boyundan bağlı ipek gömlekle, diz üstümde biten bej rengi dar eteğim, kahverengi Louboutin topuklu ayakkabılarım ve aynı renkteki Hermes çantam yerini, belime kadar sımsıkı oturan, kolları omuzlarımdan büzgülerle dirseklerime kadar bol, dirseklerden aşağıya dar inen, belden aşağısı hafifçe kabarık, kalça kısmında ince bej rengi fistolarla zenginleştirilmiş, kabarık, bileklerime kadar inen çağla yeşili elbiseme uyan tüylü şapkama bırakmıştı. Sağ elimde minik satenden bir kese, sol elimde yine çağla yeşili, ucu bej rengi ince fisto fırfırlarla süslü şemsiyem vardı. Eldivenimin sağ tekini çıkartıp asansörün düğmesine bastım. Asansör kata indiğinde kırmızı kuyruklu ceketi, siyah pantolonu, küçük kırmızı şapkası ile asansör görevlisi iki kanatlı camekânlı kapıyı açtı. İçeri girdim. Tam kapılar kapanacak iken usta bir terzinin elinden çıktığı anlaşılan füme rengi takım elbisesi, siyah şapkası, cilalı siyah ayakkabıları ile sağ elinde siyah şemsiye taşıyan kumral bir adam elini kapıya dayamak kaydıyla bizi durdurdu. Gözlerim koyu kahverengi o çok tanıdık bir çift göz ile karşılaştığında içimi garip bir titreşim sardı. Asansörde sadece ben ve genç adam kalmıştık. Sanki bir zaman tünelindeydik. Etrafımızı altın rengi bir halka sarmıştı. Halka, başımızdan ayaklarımıza kadar inip çıkıyor ve asansörün içini gözleri kör edecek kadar parlak bir ışık kaplıyordu.

Küçük bir sarsıntı ile asansör ineceğim yemek salonunun katında durdu. Genç adamla bakışlarımız birbirine kenetlenmişti. Asansör görevlisi hafifçe öksürerek ineceğim katta durduğumuzu hatırlattı. Başım önümde, bana yol veren genç adamın yanından o erkeksi tanıdık kokusunu içime çekerek geçip asansörden indim.


“Elif anlatılamaz. Fakat büyü geleneğinde Elif iki şekilde tarif edilir. Birinci tarife göre geçmişe ve bugüne ait küçüklü büyüklü bütün noktaları içine alan Kâinat’ta bir noktadır. Elif’in gerçekleşmesi için kişinin ya da kişilerin o noktayla aynı yerde bulunması gerekir. Bu yere Küçük Elif diyoruz.”

“Büyük Elif, aralarında çok güçlü bir bağ bulunan iki veya daha fazla kişinin tesadüfen Küçük Elif’te bir araya gelmesiyle zuhur eder. İki farklı enerji birbirini tamamlayarak zincirleme bir tepkimeye yol açar. Bu iki enerji fener lambalarını yakan, pillerin içindeki zıt kutuplardır ve ışığın yanmasını sağlarlar.”




Ben kendi Elif’imi işte aynen yukarıdaki öyküde olduğu gibi tarif ederdim.

Paulo Coelho ise kendi Elif’ini, bilgelik yolundaki gelişmesini, geçmişle arasındaki hesaplaşmayı, 9.288 kilometrelik bir tren yolculuğunda yaşadığını anlatıyor.

Gizemli ustası J.’nin tavsiyesi ile Rusya’da bir tren yolculuğuna çıkan Coelho’ya bu yolculukta bir Tao ustası olan Yao, Rus yayıncısı ve Rusya’da konservatuarda okuyan başarılı keman virtüözü olan Türk kızı Hilâl eşlik ediyor.

Kitabı okumak istememde en önemli etken Coelho’nun daha önce çok beğenerek okuduğum Simyacı, Zahir ve Portobello Cadısı isimli kitapları ile Elif’te hikâyenin kahramanlarından birinin Türk kızı Hilâl olmasıydı.

Portekizce’den sonra ilk kez Türkçe’ye çevrilerek yayınlanan kitapta yazarın diğer romanlarındaki mistik öğelerle anlatıya kattığı o büyülü satırlara rastlayamamakla beraber, reenkarnasyona bakış açısını aktarması ile okurlarına kendini daha yakından tanıtmak amacına başarıyla ulaştığını düşünüyorum. Hatta daha da ötesine geçerek, eşiyle arasındaki sıkı ilmeklerle dokunmuş, karşılıklı güven ilkesine dayalı ilişkisini de yansıtmış. Hilâl ile yaşadıklarını anlatırken, eşiyle güvene dayalı bir evliliğinin olduğunu asıl kendi kendine mi hatırlatmak istiyordu, yoksa okurlarına yanlış anlaşılmaya meyil vermemek için mi evliliğinden bahsetmişti bilemiyorum.



Bir Coelho klasiği olarak bilincinde olduğumuz, ama günlük hayatın rutininde üzerine perde çekerek gizlediğimiz veya toplum tarafından bize zorla kabul ettirilmek istenen bir takım olguları da yeniden bizlere hatırlatan veya onları fark etmemize ışık tutan satırlar var.

“İnsanların olmamızı istediği kişi değiliz. Olmaya karar verdiğimiz kişiyiz. Suçu başkalarına atmak çok kolaydır. Ömrünü başkalarını suçlayarak geçirebilirsin, ama başarılarının da tökezlemelerinin de tek sorumlusu sensin. Zamanı durdurmaya uğraşsan da boşa kürek çekmiş olursun.”

Elif, beni diğer kitaplarından daha fazla etkilemedi. Belki konunun reenkarnasyona dayalı olmasıydı bu etkiyi yaratan. Çünkü ben reenkarnasyona inanıp inanmamak arasında bir noktadayım.

Rönesans dönemini sanatsal zenginliği ve o dönem giyilen kostümleri açısından ilgi çekici bulmam, Rönesans’ın büyük bir aşkla sevdiğim İtalya’da doğmuş olması, benim şimdiki hayatımda İtalyan Lisesi’nde okumam ve bir süre İtalya’da yaşamam benim reenkarnasyona bakış açımı etkilemeli mi bunu da bilemiyorum.



Peyman

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Italo Calvino - Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler

Birbirini Tekrar Eden Yirmi Mevsim

Italo Calvino'yu nasıl bilirsiniz? Garip çocuksu kahramanlar, ağaca tüneyen baronlar, var olmayan şövalyeler, kesişen yazgılar…



Son derece sade bir üslup ve keskin bir zekâ ile birleşince benzersiz hikâyelerin yaratıcısı olarak ölümsüzler listesine girmiş bir yazar Calvino. Pavese’nin sırdaşı olmanın yanı sıra, öykünün sihirbazı ve tarzıyla eşsiz kapılar aralamaktan hiç vazgeçmemiş biri. Çok uzun süredir Calvino okumamıştım, şimdilerde tüm kitaplarını okumaya heves ettim. Bir süredir öykü yazmayı deniyorum; hikâye nasıl yazılmalı dersi varsa “Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler” gerçek bir başucu kitabı olmalı. Tavsiye sahibine tekrar teşekkür etmeliyim. Her bir önerisiyle beni silkeleyip kendime getirdiğini belirtmeliyim.



Her mevsimi tekrar tekrar yaşarken olanaksız bir düşün kapılarını aralamayı deneyen ve şehre yenik düşen Marcovaldo yine de akıllanmıyor. Başka bir değişle umudunu yitirmiyor. Her bir bahar; yaza, kışa ya da güze dönüştüğünde direnmeye devam ediyor. Evde aç bilaç bekleyen çocuklar, her şeyden şikâyet eden, memnuniyetsiz eş, beceriksizce geliştirilen projeler, açlık, sefalet, işsizlik, işçilik halleri bile pes ettirmiyor.

Doğaya dönmek istiyor Marcovaldo. Yirmi kısa öykünün her birinde fabrika bacalarının, atıklarının tabiatı ve dolayısıyla insanları tükettiği küçük bir kentte sıkışmış biri olarak hayal kırıklıkları ve ümitleriyle sarsıp duruyor sürekli.



“Ayakkabısını bağlamak için eğilip daha iyi baktı: mantardı, gerçek mantardı, kentin tam orta yerinde bitiyorlardı! Çevresini saran karanlık, kalleş dünya birden gizli zenginliklerini sunuyormuş, yaşamdan hâlâ, toplu sözleşmenin saat ücreti, ek ücret, çocuk yardımı, pahalılık yardımı dışında da bir şey beklenebilirmiş gibi geldi Marcovaldo’ya.” (Bahar- Mantarlar Kentte)

Büyük beklentileri yok Marcovaldo’nun. Özlemleri var, sevdiklerini koruma ihtiyacı var. Kent endişe ve karamsarlık yayıyor üzerine. Uyuyamıyor:

"Ne olur bir kez de çalar saatin zili, yeni doğan Paolino'nun viyaklaması ya da karım Domitilla'nın öfkeli sesi yerine, kuş sesleriyle gözümü açsam…" (Yaz – Park Sırasında Bir Yaz Gecesi)

Yaratıcıdır Marcovaldo. İşe gittiği günlerden birinde göç etmekte olan bir çulluk sürüsü görür. Hayallere kapılır.

“O gece Marcovaldo düşünde, damın, ökseotuna yakalanmış, çırpınan çulluklarla dolu olduğunu gördü.” (Güz – Belediyenin Güvercini)

Kış geldiğinde ekip şefinin gözüne girip, işinde ilerlemeyi hedeflemektedir. İşyeri kapısının önündeki karı temizlemesi gerekmektedir.

“ Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş biri için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapsedildiği kafesin duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu.” (Kış – Karda Kaybolan Kent)



İyimserdir Marcovaldo aynı zamanda girişimci bir ruhu vardır. Kış sonrası romatizmaları artan Sinyor Rizieri romatizmanın arı zehriyle iyileştiğine dair bir yazı bulur gazetede .

“O günden sonra, Marcovaldo caddelerde yürürken her vızıltıya kulak kabartıyor, çevresinde uçan her böceği gözleriyle izliyordu. Sonunda kocaman karınlı, kara, sarı çizgili bir eşekarısının uçuşunu gözlerken, arının bir ağacın kovuğuna girdiğini, kovuktan başka eşekarılarının çıktıklarını gördü; bir uğultu, bir gidiş geliş, gövdenin içinde eşekarısı yuvası olduğunu gösteriyordu.” (Bahar – Eşekarılarıyla Sağaltım)

Yaz geldiğinde sigorta doktoru Marcovaldo’ya romatizmaları için bol bol kum banyosu yapmasını önerir. Ancak yaşadıkları kentte böyle bir yer yoktur. Irmağın kıyısı bile taraklar, vinçlerin çalıştığı, yüzülemez bir haldedir.

“Günlerdir kurumuş, yabancı maddelerden arınmış, incecik deniz kumu gibi açık renkli bu kum, tam Marcovaldo’nun aradığı gibi bir kumdu.” (Yaz – Güneşli, Kumlu, Uykulu Bir Cumartesi)

Niteliksiz işci Marcovaldo öğlenleri evine dönmek yerine sefertasında getirdiği yemekleri yer. Domitilla ile kavga etmek yerine bir akşam öncesinden kalmış, belki de ekşimiş, soğumuş yemekleri yemek bile iştahını artırır. Hem ev uzaktır, tramvaya binmek masraf çıkarır!

“Güzse, güneş de varsa, biraz güneş gelen bir yer seçiyordu; ağaçlardan dökülen kırmızı, parlak yaprakları da peçete diye kullanıyordu; salamların kabuklarını başıboş köpeklere atıyor, çok geçmeden köpekler arkadaş oluyorlardı; ekmek kırıntılarını ise, caddeden hiç kimsenin geçmediği bir sırada serçeler topluyordu.” (Güz – Sefertası)

Alıntılardan da gördüğünüz üzere kitabın dili son derece yalın. İtalya’da ilk yayımlandığında çocuk kitabı olarak çıkmış olduğunu da belirtmeliyim. Çocuk, büyük herkesi etkileyecek öykülerle dolu bir kitap bu. Her okunduğunda başka hisler yaratıyor, farklı bir yere dikkat çekiyor.

Ve yine kış gelir:

“Yeryüzünde soğuğun yayılmasının bin bir biçimi, bin bir yolu vardır; denizde bir at sürüsü gibi koşar, köyleri bir çekirge bulutu gibi sarar, kentlerde bir bıçağın ağzı gibi sokağı keser, ısıtılmamış evlerin aralıklarından sızar.” (Kış – Otoyoldaki Orman)



Bahar geldiğinde Sigorta doktoru çocukların temiz havaya çıkmaya ihtiyacı olduğunu söyler.

“Temiz hava yenir mi?” diye sorar çocuklardan birisi (Bahar – Temiz Hava)



Yaz gelir, güz geçer, kış gider ve kendini tekrar eder mevsimler…

Gülda

İllüstrasyonlar the-mojo-jojo.blogspot.com adlı siteden alınmıştır.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Yansımalar - 17


Devasa bir şehir şu İstanbul…

5.343 km² ‘lik bir alana sahip yüzölçümü ile nerede başlayıp, nerede bittiğini kestiremediğim, her gün bir yenisi eklenen semtleri ile günden güne kalabalıklaşan bir koca şehir.

Doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen, hâlâ bugün görmediğim, işitmediğim semtleri mevcut.

Hâlâ bugün bizlere sunduğu güzelliklerin bir kısmını yaşamamışlığım var.

Meselâ Maçka Parkı’ndaki teleferiğe binip bir tepeden diğerine geçmedim. Kadıköy’deki uçan balona binip, şehri tepeden seyretmedim. Poyrazköy’de denize girmedim.

Bir İstanbullu olarak bu şehirde yapmadığım şeylerden sadece birkaçı bunlar.

Geçen hafta konuşmuş olsaydık, Göksu deresinde hiç sandal sefası da yapmadım derdim.



Sabah uyandığımızda, günün geri kalanında bizi nelerin beklediğini bilmemek, çok güzel sürprizlerin olabileceği, geceyi sabah uyandığımızdan çok daha farklı bir ruh haliyle bitirmemiz sizce de bunu düşünürken bile içimizi bir heyecan dalgasının sarmasına sebep olmuyor mu?

Aşk-ı Memnu’nun ilk dizi uyarlamasını izlediğimde 6 yaşındaydım. Çocuk dimağımda nasıl yer ettiyse kitabı okurken Bihter’in adı geçtikçe gözümün önüne Müjde Ar geldi. Beren Saati o kareye bir türlü oturtamadım. Belki 2008 yılı yapımı olan bu uyarlamasında kitabın dışına çıkılması, yeni karakterler, dizi ile kitap dönem kıyafetlerinin birbirinden çok farklı olması buna sebepti bilmiyorum.

Firdevs Hanımın adının geçtiği bölümlerde de gözümün önüne sürekli Nebahat Çehre geliyordu. Çünkü kitapta Firdevs Hanım yaşlanmayı kabullenemeyen, hâlâ bir genç kız gibi yüreğinin aşkla çarpmasını bekleyen ve bu konuda kötü ünü olan bir karakterdi. Nebahat Çehre’yi bu role çok yakıştırmıştım. Neriman Köksal’ı ise Firdevs Hanım’la özdeşleştiremedim. “Pörsümüş etlerini sallayarak…” diyen cümlelerde evet ama… Çok acımasız bir yorum oldu belki ama kitaplarda okuduğumuz karakterlerle filmlerde o karakterleri canlandıran artistlerin birbirleriyle özdeşleşmesi önemli bir ayrıntı.

Gülden Abla Aşk-ı Memnu sunumu için mekân bilgisi verdiğinde seçilebilecek en doğru yer olduğunu düşündüm.

Göksu Marine, daha önce ailece yiyeceğimiz bir brunch için düşündüğüm ama tamamen dolu olması sebebiyle gidemediğim bir restauranttı. Şimdi düşünüyorum da oraya daha önce gitmemiş olmam, o gecenin benim için daha ayrıcalıklı olmasını sağlamıştı.

Daha önceki Anadolu Yakası’nda seçilen sunum mekânlarına giderken trafikle cebelleşmemi hatırlayınca, o gün işten biraz daha erken çıkma kararı aldım.

Gülda’nın bana yol arkadaşlığı yapması da, sunum gecesinin ta başından, onu keyifli kılmaya yardımcı olmuştu.

Göksu Marine, Anadolu Hisarı’nda benim daha önce hiç görmediğim Göksu deresinin hemen yanı başında, iç mekânla bahçeyi bir birinden ayıran boydan boya camlı, sıcak, hatta içerde bulunan şömine ile kış aylarında sıkça ziyaret etmek isteyeceğiniz bir yer.

Yemek saati için erken olduğundan birer aperatif almak için hemen dere kenarındaki masalardan birine yerleştik.

Bu arada Ayşe, kırtasiyede gördüğü ve nostalji yapmak amacıyla aldığı cicili bicili anket defterini önümüze koyarak doldurmamızı istedi.

Yavaş yavaş o akşam gelebilecek tüm kulüp üyeleri toplanmaya başlamıştı.

Anket defteri telaşı, sohbet derken Gülden Abla ile Ayşe’nin ortadan kaybolduklarını fark etmemişiz.

Az sonra içerden gelen yeşil ve mavi uzun saten elbiseleri, yüzlerini örten peçeleri, renkli şemsiyeleri ile kol kola girmiş ikiliyi karşımızda görünce hayret ve neşe nidalarıyla ayaklandık. Flaşlar patlamaya başladı.

Meğer hepimiz için elbise varmış. Teker teker içeri geçip üzerimizi değiştirdik.



Tebdili kıyafette ayrı bir neşe, ayrı bir mutluluk, ayrı bir keyif vardı.
Bir sürü poz verip o günü ölümsüzleştirdik.

Bayan kıyafetleri bittiği için Bilgen, Behlül olmak zorunda kaldı. Ama ona yakışmıştı. Çünkü giydiği kıyafete hakkını veriyordu. Kasım kasım kasılarak olmayan kaytan bıyıklarını eliyle bir sıvazlaması vardı ki görmeliydiniz.



Hepimiz giyindiğimizde iskeledeki tüllerle süslenmiş “saltanat kayığına” bindik.

Kürekçimiz fesi ve sırma işlemeli pantolon ve cepkeni içinde çok afiliydi.

Ada Sahilleri, Yangın Olur Biz Yangına Gideriz, Kara Basma İz Olur şarkıları eşliğinde aheste bir Göksu gezisi yaptık.



Adnan Bey ve efratlarının dere boyunda hangi noktada piknik yapmış olabileceklerini tahmin etmeye çalıştık. Muhtemelen dere yanından geçen otoban o zamanlar yoktu. Yerinde alabildiğine uzanan çayırlar, gölgesinde serinleyebileceğiniz ağaçlar vardı.

Bu arada Fatmagül’ün Suçu Ne dizisinin çekildiği evi gördük. Sonuçta Göksu sakinleri renkli film sahnelerine aşinaydı mutlaka. Ama bizim kadar renkli çehreler görmüşler miydi bilmiyorum.

Yaklaşık yarım saatlik bir sandal sefasından sonra restauranta geri döndük.

Oksijen açlığımızı pekiştirmişti. Hemen bizim için hazırlanan masaya geçtik ve yemeklerimizi sipariş ettik.

Yemeğimizi yerken Aycan da aramıza katılabilmişti.

Artık sunuma geçebilecektik.

Bu sunum gecesini diğerlerinden ayıran bir özellik de, sunum yaptığımız yerin, restaurantın diğer müşterilerinden ayrı bir bölümde olmamasıydı.

Masamızdan kalkıp, hemen yan tarafta bizim için hazırlanmış şömine önündeki bölümde yer alan rahat koltuklara geçtik.

Barkovizyondan sunum, şömine üzerine yansıtıldı. Başlarımıza çiçekten taçlarımızı takıp sunumu izlemeye başladık.



Dönem ve o döneme imzasını atan Fransız akımı, yazarımız, kitap karakterlerimiz Gülden Abla’nın detaylı ve titiz çalışması ile hazırladığı sunumda hepsinden bahsediliyordu.

Hani demiştim ya, kitap hem 1975’te hem de 2008’de diziye uyarlanmıştı diye, Gülden Abla o gece bize, 2011 yılındaki uyarlamasında karakterleri canlandıracak aktristleri tanıttı; Ayşe’nin Kitap Kulübü Üyeleri.

Her birimize bir karakter düşmüştü. Hepimizin birer fotoğrafı ile hazırlanan karakter görselleri çok ama çok komikti. O esnada eğlenen sadece biz değildik. Restaurantın diğer müşterileri de bizim kahkahalarımıza ortak olmuştu.



Sunumlarda yaratıcılık sınırlarımızı zorluyoruz. Belki bunu 20’li yaşlarda yapmış olsaydık, şu anda hepimizin çok daha farklı uğraşları, meslekleri olabilirdi.

Gülden Abla bizim için bir anket hazırlamıştı. Hepimizin, yüzünün görünmediği fotoğraflarından alıntılarla hazırlanan ankette hangi fotoğrafın kime ait olduğunu bulup yazdık.

Sunum kapanışını da kitabımızda geçen terimlerle, kitap karakterlerinle oluşturulan bir bulmaca ile yaptık. Bulmaca hazırlamak zor ve meşakkatli bir iştir. Açıkçası Gülden Abla bunda da hünerini gösterdi.

İşte bu sebeple seviyorum kulübümüzü; yaşadığımız ilkler oldu. Her sunum gecesinin sonunda, çok değerli bir hazineye kavuşmuş gibi gözlerimiz parıldadı. Gündüz içimizi sıkan dertlerin üzeri bir anda nasır tuttu. İçimiz mutlulukla doldu.

Gece yatağımıza uzandığımızda kendimizi günün stresinden arınmış ve daha huzurlu hissediyoruz. Ve bu huzur ertesi sabah işe giderken bile, yakamızdaki değerli taşlardan yapılmış bir iğne gibi bize farklı bir ışıltı veriyor.

Peyman

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Ute Lemper - Last Tango in Berlin

UTE HEP GÜLÜMSETİR



Bu şehirde konsere giden insan sayısı bellidir. Üç beş kişi eklenirse ne âlâ. Üstüne üstlük konser; Caz konseriyse aynı kişiler mekânı doldurur. Sanatçı yeni bir albüm çıkartmadı ya da son dönemde popülerliğini arttırmadıysa salon dolduğuna bile sevindiğimiz bir kısır döngünün içindeyiz, uzun süredir.

Ute Lemper bunu bilmiyor olmalı ki bir önceki konserinin bire bir aynısını tekrarladı. Konserin benzer olması çok sorun değil ama espriler bile aynı olunca tatsız bir his yarattı. Bilhassa 2010 yılı konser yorumlarını okuduğumda, repertuarına Charles Bukowski’yi de eklemiş olduğunu bilerek gitmiş biri olarak hayal kırıklığına uğadığımı söylemeliyim. Neyse ki yanında yedek kıyafeti varmış ve böylece geçen konser giydiği elbiseyi giymek zorunda kalmamış! Keşke bu masum yorumu da yapmasaydı.

Yine de 2000’de, 2009’da izlediğim Dün ile Yarın Arasında İstanbul konseri kadar büyüleyiciydi aslında. Benimki sadece yepyeni bir Ute Lemper görme özlemi sadece…





Last Tango in Berlin isimli projesiyle bildiğimiz, sevdiğimiz şarkıları kendine özgü üslubuyla yorumladı. Seksen küsur dakika boyunca hiç ara vermeksizin, yetmiş küsur yaşındaki bandeneon virtiözü Tito Castro ve piyanoda Vana Gierig ile mükemmel bir performans sergiledi. Konser listesinde açıklanan şarkıların tamamını söylememesine şaşırdığımı da söylemeliyim!

Ne Me Qitte Pas diyerek konseri bitirdi. Ve tekrarlıyorum: Hayır, yaşlanmamıştı!



10 Mayıs 2011 Salı

Aşk-ı Memnu - Halid Ziya Uşaklıgil



Kitap: Aşk-Memnu
Yazar: Halit Ziya Uşaklıgil
Mekan: Göksu Marina
Tarih: 09.05.2011
Sunucu: Gülden
Türü: Roman
Yayınevi: İlk Basım - Hilmi Kitapevi, Yeni Basım - Özgür Yayınevi
Katılımcılar: Aycan, Ayşe, Belkıs, Billur, Bilgen, Gülda, Peyman, Yonca, Nur





Aşk-ı Memnu (Günümüz Türkçesi ile: Yasak Aşk) , Halid Ziya Uşaklıgil'in realist-naturalist bir romanıdır.

İlk olarak 1899-1900 yıllarında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmiştir.


Aşk-ı Memnu Halit Ziya Uşaklıgil’in İstanbul’da kaleme aldığı ikinci romanıdır. Roman 1899-1900 yıllarında Servet-i Fünun dergisinde parça parça, bölüm bölüm tanımlanmıştır, 1901’de ise kitap olarak basılmıştır. Romanın dili ağır olduğu için, roman yazarı tarafından belli ölçüde sadeleştirilerek 1945 yılında yeniden yayımlanmıştır.

Aşk-ı Memnu romanı kendi içinde yirmi iki bölüme ayrılmıştır. 514 sayfaldır. Aşk-ı Memnu, Özgür Yayınları, Beşinci Basım: Ocak 2005)

KONUSU:

Aşk-ı Memnu romanı, yirmi iki yaşındaki güzel bir kızın zengin ve lüks bir hayata kavuşma hevesiyle elli yaşında ve iki çocuk sahibi bir adamla evlenmesini, zamanla sadece zengin olmanın genç bir kadını mutlu etmeye yetmediğini anlamasını, aşk, sevgi, gençlik, heyecan gibi bastırılamayan kadınlık duygularını tatmin etmek için intiharla sonuçlanan yasak bir aşka yönelmesini anlatır.


USLÜP ÖZELLİKLERİ:

Halit Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu'da da ağır bir Osmanlıca kullanır. Ağır bir dil ve üslup kullanımı, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki ana edebiyat akımı olan Servet-i Fünûn dönemi Türk edebiyatının genel özelliklerindendir.

Halit Ziya Uşaklıgil, bu dönemin diğer yazarları gibi, günlük hayatta kullanılmayan ya da nadiren kullanılan Arapça ve Farsça kelimelere Aşk-ı Memnu'da sıkça yer verir, bu bakımdan romanın kelime haznesini şiirlerin kelime haznesine yaklaştırır. Çok belirgin olmasa da, Fransızca sözdiziminin kimi özellikleri de romanda kullanılmıştır.

1920'den sonra yapılan baskılarda (özellikle 1939 baskısından itibaren) yazar kullandığı dilde bir sadeleştirme gerçekleştirmiştir.


EDEBİ ÖNEMİ:

Aşk-ı Memnu, yayınlandığı edildiği dönemde büyük ilgiyle karşılanmıştır. Halit Ziya Uşaklıgil'in en tanınan romanı olmuştur. Roman, yazarın en olgun eseri olarak kabul edilir ve Servet-i Fünûn dönemi Türk edebiyatının şaheserlerinden biri olarak değerlendirilir.

Halit Ziya Uşaklıgil'in İzmir'de yazılan ve genellikle aşk hikâyelerini konu eder ve toplumsal konuları işlemez. Oysa Aşk-ı Memnu ve İstanbul'da yazdığı diğer romanlar , İstanbul'un genel yaşantısını ve bu şehirde yaşayan çeşitli toplum kesimlerini yansıtır.

Bu nedenle Aşk-ı Memnu, yazarın Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar ve Nesl-i Ahir gibi "İstanbul Romanları"na benzer özellikler taşır.


ROMANIN BAŞLICA BASKILARI:

Aşk-ı Memnu, Servet-i Fünûn dergisinin 9 Şubat 1899 tarihli 413. sayısı ve 16 Mayıs 1900 tarihli 479. sayısı arasında tefrika edilmiştir.

1925 yılında "İkbal Kütüphanesi" yayınevi tarafından yeniden kitap olarak basılmıştır.

1939 yılında Latin harfleriyle bir yeni baskısı yapılmıştır. Hilmi Kitapevi tarafından yapılan bu baskı için yazar romanın dilini sadeleştirmiş; ancak kelimelerin bir kısmını değiştirmekle yetinmiş ve üslupta herhangi bir değişiklik yapmamıştır. Bu değişiklikleri 1939 baskısına yazdığı kısa bir önsözde açıklamıştır.
1963 yılında İnkılap Kitapevi kitabın yeni bir baskısını hazırlamıştır.

2004 yılında Özgür Yayınları romanın yeni bir baskısını yapmıştır; bu baskıda 1939 basımı temel alınmış, Osmanlıca kelimelerin güncel Türkçe karşılıkları köşeli parantez içinde verilmiştir. Bu basım, romandan uyarlanan bir dizinin 2008 yılında yayınlanmaya başlamasının da etkisiyle büyük ilgi görmüş, Mart 2009 itibariyle yirmi baskı yapmıştır.

Wolfgang Riemann tarafından Almanca'ya çevrilen kitap, Verbotene Lieben başlığıyla 2007 yılında Zürich merkezli bir yayınevi olan Unionsverlag tarafından basıldı.


ÖZET:

Firdevs Hanım, "Melih Bey takımı" diye adlandırılan bir ailedendir. Yaptığı evlilikten Peyker ve Bihter adlı iki kızı olmuştur. Eşi, Firdevs Hanım'a yazılmış aşk mektuplarını okuduktan sonra kriz geçirerek ölür.

Kızları Firdevs Hanım'ı pek sevmez. Firdevs Hanım da kızlarından nefret etmektedir. Çünkü ona göre kızları onun gençliğini çalmıştır. Firdevs Hanım'ın kızları zamanla büyür ve Peyker evlenir.

Firdevs Hanım ve kızları güzel görünmeye çok önem verirler, çok zarif giyinirler. Firdevs Hanım, dönemin zenginlerinden Adnan Bey ile evlenmek istemektedir. Ama Adnan Bey Bihter’i ister. Firdevs Hanım bu evliliğe başta karşı çıkar ancak daha sonra kabul etmek zorunda kalır. Adnan Bey’in Nihal ve Bülent adında iki çocuğu vardır. Nihal 15 yaşında, Bülent yaklaşık 9 yaşındadır.

Adnan Bey Bülent'in doğumundan hemen sonra karısını kaybetmiştir. Nihal önce babasının yeni evliliğine soğuk bakar. Ama Bihter ile tanışınca içi ısınır. Bununla birlikte, artık babasına karşı mesafe almıştır. Ancak, Bihter'le anlaşamayan ahçı Şakire Hanım'ın, eşi Süleyman Efendi ve kızları Cemile ile birlikte evden ayrılması nedeniyle Nihal Bihter'den de soğumaya başlar. Kardeşi Bülent'in yatılı okula gönderilmesinden de Bihter'i sorumlu tutmaya başlar.

Bihter iki yıl içinde evliliğinden sıkılır. Çünkü Adnan Bey ile aralarındaki yaş farkı büyüktür ve Bihter ona âşık olmadığını hissetmektedir. Zamanla Behlül ile aralarında yasak bir ilişki başlar. Behlül Adnan Bey’in yeğenidir ve onlarla aynı evde kalmaktadır. Bihter gece herkes uyuduktan sonra Behlül'ün odasına girmektedir.Sabaha kadar ilişki yaşarlar. Nihal zamanla Bihter’den nefret etmeye başlar: Bihter'in Nihal ve Bülent'in odalarını ayırması, Nihal'e göre affedilemez bir harekettir.

Firdevs Hanım dizlerindeki romatizmaları bahane ederek kendi yalısının fazla rutubetli olduğunu öne sürer ve Adnan Bey'in yalısına yerleşmeye karar verir. Aynı dönemde, Nihal’e annelik yapan mürebbiyesi Matmazel De Courton da evden ayrılır ve Fransa'ya geri döner; Nihal onu Bihter'in uzaklaştırdığını düşünmektedir. Nihal'in artık kimsesi kalmamıştır. Babasını eskiden çok sevmesine karşı, şimdi içinde ona karşı bir nefret oluşmuştur. Yaşadığı olayların ağırlığı karşısında, bir gün piyano çalarken baygınlık geçirir; bu olaya yalnızca yalının çocuk yaştaki Habeş hizmetlisi Beşir şahit olur.

Aynı dönemde Nihal Behlül'e bir duygusal yakınlık duymaya başlamıştır; Behlül ise Bihter'e duyduğu aşktan zamanla uzaklaşmakta, yeni arayışlara girmektedir. Firdevs Hanım Adnan Bey'in yalısında kalmaya başladıktan sonra Behlül ile Nihal'i evlendirmeyi planlar.

Bu arada, Bihter ile Behlül'ün arasında bir ilişki olduğunu fark eder. Nihal ve Behlül bu fikre önce şaka diye aldırmazlar ama zamanla iş ciddileşir; iki genç birbirlerine aşık olurlar. Bihter Behlül'ün Nihal'e olan aşkını kıskanır.

Nihal, Behlül'le evlenme hazırlıkları yaptığı sırada, Behlül ve Bihter arasındaki ilişkiyi sezer. En sonunda Beşir her şeyi açıklar. Nihal ve Adnan Bey şok geciriler. Evlenecekleri gün Bihter odasında intihar eder.

Behlül ise evden kaçar. Bir zaman sonra Adnan Bey ve Nihal eski mutlu günlerine geri dönerler; Şakire Hanım ve Süleyman Efendi eve geri döner, Matmazel de Courton da Fransa'dan geri çağrılır. Ancak Beşir, uzun süredir mücadele etmekte olduğu hastalığına yenik düşerek ölmüştür


UYARLAMALAR:







Aşk-ı Memnu'nun Halit Refiğ yönetiminde gerçekleştirilen dizi uyarlaması 1975 yılında TRT'de altı bölüm olarak yayınlandı. Bu uyarlamada esas olarak romana sadık kalınmıştır. Dizideki bazı diyaloglarda Osmanlı Devleti'nin son döneminin siyasi olaylarına yapılan atıflar, romanda yer almamaktadır.




Roman, Tarık Günersel tarafından tiyatroya uyarlandı ve üç perdelik bir oyun olarak temsil edildi.

Tarık Günersel'in yazdığı libretto, Selman Ada tarafından opera olarak bestelendi; Aşk-ı Memnu operasının ilk temsili 23 Ocak 2003 tarihinde Mersin'de yapıldı. Opera daha sonra İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda da sahnelendi.





Romandan yola çıkılarak Kanal D ve Ay Yapım tarafından yapılan yeni bir dizi uyarlaması 2008 yılında televizyonda yayınlanmaya başladı. Bu dizide hikâye 2000'ler Türkiye'sine uyarlanmış, olay örgüsünde ve karakterler özelliklerinde değişiklikler yapılmış, romanda yer almayan kimi yeni karakterler eklenmiştir.

DÖNEMİN ÖZELLİĞİ:

Türk edebiyatına roman, Fransızca'dan yapılan çevrilerle girdi. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa'nın Fenelon'dan yaptığı Terceme-i Telemak'tır.

Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirmen Victor Hugo'nun ünlü romanı Sefiller'i (Les Miserables) çevirdi.

1860- 1880 yıları arasında başta Fransız yazarlar olmak üzere birçok Batılı yazarın eseri Türkçe'ye çevrildi.

İlk Türk romanı Şemseddin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir.
Sami'den sonra Ahmed Mithad romanlarıyla Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Türk romanı asıl Tanzimat döneminde gelişti.

Recaizade Mahmud Ekrem'in Araba Sevdası yeni teknikler kullanılan Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır.

Servet-i Fünun edebiyatı döneminde ilk usta romanlar ve usta yazarlar kendilerini gösterdi. "Sanat sanat içindir" tezini savunan bu yazarlar aşk ve acıma gibi konuları işledi.

Halid Ziya Uşaklıgil bu dönemin en önemli romancısı sayılır. Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu ( 1925) adlı romanı günümüzde de en başarılı Türk romanlarından biri olarak kabul edilir.

1910'dan sonra milli duyguların ağır basmasıyla birlikte " Genç Kalemler" dergisi çevresinde Türkçülük akımı gelişti. Milli romanların yazılması bu dönemde başladı.

Halide Edip Adıvar'ın Vurun Kahpeye, Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanları bu dönemin örneklerindendir. Cumhuriyet döneminde çağdaş Türk romanı ortaya çıktı. Toplumsal ve sosyal gelişmeleri konu alan romanlar yazıldı. Köy ve kent romanları ayrımı da bu dönemde yazılmaya başladı.


TEMALAR:

Romanda yasak aşk, ihanet, intihar. kıskançlık, yalnızlık ve yozlaşma temaları işlenmiştir.

YASAK AŞK :

Bihter ile Behlül arasında yaşanır. Romanın en önemli temasıdır. Bihter’in babasının annesi Firdevs Hanım’ın onu aldatmasından dolayı ölmüştür. Bihter annesinin kötü ününün yayılmasından dolayı evde kalma korkusu taşımaktadır.

Aynı zamanda evlenip evden annesinden uzaklaşmak istemektedir. Adnan beyin evlenme isteğini bu nedenlerle geri çevirmez. Zengin bir hayata kavuşma hayalleri kurarak babası yaşındaki Adnan Bey’le evlenir. Bu evlilikte aşk yoktur. Bir yıl sonra ailece gidilen Göksu gezisinde, Behlül’ün ateşli bir şekilde Peyker’in ensesini öpmesi, Bihter’in içindeki genç kadınlık duygularını harekete geçirir.

Bihter bir yıllık evliliğini sorgulayınca, ruhunun aşk, sevgi, heyecan gibi duygulara aç kaldığını hisseder. Kocasına karşı kalbinde en ufak bir kıpırdanma, heyecan yoktur. Ama Bihter aşkı tatmak istiyordu.

Behlül, sipariş ettiği şekerleri almak için odasına gelen yengesini bir anda kollarında bulmuştur. Aralarında bu olay öncesinde hiçbir şey yaşanmamıştır. Behlül - Bihter ilişkisinde belli bir gelişim süreci yoktur. Her şey bir anda ortaya çıkar.

“Sevmek, sevmek istiyordu. Hayatında yalnız bu eksikti; fakat hayatta her şey bundan ibaretti: Sevmek, evet, bütün mutluluk yalnız bununla elde edilebilirdi… Sevmek istiyordu, ateşler içinde delice bir aşk ile sevecek mesut olacaktı. ” (s.211-212)

“Kendisine, kendi güzelliğine gülüyor ve böyle istifade olunmamaya mahkûm bu güzelliğe gülerken ağlamak istiyordu. Demek bundan sonra, evet bu gece, nihayet bir senelik saldırıdan sonra artık üstün olunamayan vücudunun gençlik isyanı her vakit böyle karşısına çıkacak, sevmek, kucaklamalar içinde mest olmak isteyen mustarip ruhu onu böyle hırpalayacak, ezecek ve bu güzellikler boş emeller içinde çırpına çırpına mahvolacaktı…” (s.217)

Aşkı arayan Bihter ile Adnan Bey’in yeğeni Behlül arasında yasak bir ilişki başlar. Behlül çok sayıda kadınla ilişki yaşamış, çapkın bir gençtir. Bihter ile Behlül arasında yaşananlara aşk değil de ilişki demek daha yerinde olur.

Her ne kadar romanın adı “Aşk-ı Memnu” (yasak aşk) olsa da, bu romanda yaşananlar yasak aşk değil, yasak ilişkidir. Bihter için bu aşk, daha doğru bir ifadeyle bu ilişki, sıkılıp bunaldığı evlilik hayatına bir renk, bir coşku, bir heyecan katmak demektir. Behlül için ise bu ilişki, tehlikeli ve heyecanlı bir oyun demektir. Behlül pek çok kadınla ilişki yaşamış, kadınlardan bıkmıştır; ancak bu yasak ilişki daha öncekilere benzememektedir.

“Bu aşk bütün tehlikeleri ve zorlukları ile onun için daha çekici, daha ihtiraslı bir şey olacaktı.” (s.253)

“Herkesin gözleri önünde kimseye hissettirmeksizin sevişmek… Oh! Bu gizli şeyde öyle küçük mutluluklar olacaktı ki… Herkesin içinde Bihter’e yabancı dururken onun bir bakışı olacaktı ki kendisine: ‘Ben seninim, yalnız seninim!’ diyecekti.” (s.253-254)

Behlül’ü sevmiyordu, hayır, bundan emindi; çapkın bir çocuktan başka bir şey olmayan bu adam hakkında aşka benzer hiçbir şey duymamış idi.” (s.255)

“Behlül’ün hatırasında tesadüfle sahip olunmuş bir fahişe hükmünde kalamazdı; artık onun hayatına sahip olmalıydı, onu sevmeliydi, sevmeye çalışmalıydı; bu aşk günahına öyle bir gelecek yolu belirlemeliydi ki onu alçaltmak değil yükseltsin. Evet, bunu ancak aşk temizleyebilirdi. (s.257)

“Bu aşk onlar için asıl tehlikeleriyle, zorluklarıyla çekici oluyordu. Herkesin gözü önünde herkesten saklanan, yalnız, ikisine ait gizli bir hayat vardı ki bütün güzellikleriyle onları daha fazla birbirine yakınlaştırıyor, ilişkilerine fazla bir samimiyet veriyordu.” (s.271)

“Bir gece herkes uyuduktan sonra, o, yatağından süzülerek inecek, çıplak ayaklarına terliklerini takacak, omuzlarına bir şey atacak, nefes almaktan korkarak kapısını açacak… Ah! O heyecan dakikası!..” (s.275)

Bihter annesi kaçak ilişkilerle annesine benzemek istemiyordu. Yaşadığı ilişkide aşk olursa önu yücelteceğini düşünüyordu.

Heyecanları bir anda saman alevi gibi parlamış, kısa süre sonra da sönmüştür. Aşk emek ister, fedakârlık ister, sadakat ister… Behlül ile Bihter arasında yaşanan ilişkide bunlardan hiçbirini göremeyiz. Behlül, Bihter’i elde edinceye kadar çapkınlığı bırakır ama Bihter’den sıkılınca yeniden Beyoğlu’ndaki eğlence yerlerine gider, Bihter’i başka kadınlarla aldatır.

Türk edebiyatı tarihi uzmanı Nurullah Çetin, romanda işlenen "yasak aşk" temasının II. Abdülhamit döneminde (19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında) yayımlanan bir çok romanda yer aldığına dikkat çeker.

Fatma Âliye'nin Muhadarat (1892), Hüseyin Rahmi'nin Bir Muadale-i Sevda (1899), Mehmet Rauf'un Eylül (1901) ve Saffet Nezihi'nin Zavallı Necdet (1902) romanları, Aşk-ı Memnu'nun tefrika edildiği dönemlerde yayımlanan ve benzer bir şekilde "yasak aşk" temasını işleyen romanlardandır. Nurullah Çetin'e göre dönemin romanlarında "yasak aşk" temasının ön plana çıkması çeşitli nedenlere bağlıdır; bu nedenlerin arasında Fransız realist romancıların etkisi, okuyucunun gizli şeylere merak duyması gibi nedenler sayılabilir.

Dönemin diğer yazarları gibi Halit Ziya Uşaklıgil de yasak aşk konusunu işlerken ahlakçı bir tutum takınmaz, evlilik kurumunun işleyişindeki sorunları gündeme getirir ve evli insanları evlilik dışı ilişkiler yaşamaya iten nedenleri ortaya koyar.[1] Aşk-ı Memnu'da da eşlerin arasındaki yaş farkı ve aralarındaki bağların zayıflığı Bihter'in bir yasak aşk yaşamasına neden olmuştur.





İHANET :

Romanın ikinci önemli teması ihanettir. Bihter başta namuslu bir kadındır; namuslu kalmak için çırpınır, ancak içinde bulunduğu koşullar -genç bir kadın olmanın verdiği istek ve arzular- onu yasak bir ilişkiye sürükler. Halit Ziya, Bihter’in yasak ilişkiye sürüklenişinin psikolojik aşamalarını başarılı bir biçimde yansıtmıştır.

Bu nedenle okuyucu, Bihter’i suçlamaz. Burada yanlış olan Bihter’in yasak ilişki yaşaması değil, elli yaşındaki Adnan Bey’in yirmi iki yaşındaki genç bir kadınla evlenmesidir. Behlül’ü, Bihter’den çok ilişkinin yasak olması heyecanlandırır. Birlikte geçirilen bir kıştan sonra her ikisi de birbirinden sıkılır.

Bir gün Nihal’in piyanoda çaldığı parçaları dinlerken eski bir kız arkadaşını hatırlar. Bihter’in kırılıp incineceğini düşünmeden, âdeta onu yok sayarak Beyoğlu’na gider. Bihter’i aldatır. Bihter, bir süre Behlül ile küs kalır, fakat yeniden birlikte olmaya başlarlar.

Birliktelikleri alışkanlıktan öte bir şey değildir. Behlül daha sonra amcasının kızı Nihal’le evlenmeye kalkışır. Fakat Bihter ihanetin bu kadarını kaldıramaz, Behlül ile Nihal’in evlenmelerini önlemek için yaşadığı gizli ilişkiyi açığa çıkarmaktan çekinmez.

İNTİHAR :

Romanın sonunda okuyucuyu etkileyen tema intihardır. Romanın son sayfalarında Behlül ile Bihter’in konuşmalarını duyan Nihal, bayılarak merdivenlerden düşer. Adnan Bey, kızını kucaklayarak odasına götürür. Nihal’in baygın hâlde yattığını gören Beşir, Behlül ile Bihter arasında yaşananları Adnan Bey’e anlatır. Bihter, kendisini bu kargaşa ortamından kurtaracak birini, yasak aşkı Behlül’ü arar.

Behlül, Bihter’le yaşadığı ilişkinin ilk günlerinde, günün birinde ilişkileri ortaya çıkacak olursa kendisiyle uzaklara kaçmayı vaat etmiş, ancak sözünde durmamıştır. İlişkileri ortaya çıkınca kaçıp gitmiştir. Bihter, tıpkı annesi gibi, kocasına ihanet etmiş bir kadın olarak ortada, yapayalnız kalmıştır.

Bihter, içine düştüğü bu kaos ortamından kurtulmak ister. Kocasına ihanet etmiş bir kadın olarak bu toplumda kendisine sığınabileceği bir yer arar. Yalıda kalması mümkün değildir. Annesi Firdevs Hanım gibi kötü kadın damgası yemiş biri olarak da yaşamak istemez.

Zaten Adnan Bey’le evlenmesi de, annesinin kötü ününden kaçmak içindir. O anda aklına kocasının tabancası gelir. Tabancayı kalbine dayar ve tetiği çeker. Annesinin ve kendisinin ihanetlerinin kefaretini ödemiş olur.

KISKANÇLIK:

Romanın genelinde işlenen temalardan biri kıskançlıktır. Herkes birbirini kıskanır.
Babasına aşırı derecede düşkün olan Nihal, Bihter’in yalıya gelmesiyle babasını Bihter’den kıskanır. Babasının artık kendisiyle eskisi kadar ilgilenmeyeceğini düşünür.

Vücudunun yıpranmışlığına karşın ruhu bir o kadar genç kalmış olan Firdevs Hanım, Adnan Bey’i kızı Bihter’den kıskanır. Adnan Bey’in, kendisine değil de kızı yaşındaki Bihter’e evlenme teklifinde bulunmasına çok kızar.

Üvey anne sıfatıyla yalıya gelen Bihter’e karşı hizmetçiler de cephe alırlar. Kendi aralarında Bihter’in aleyhinde konuşurlar, onu çekemezler.

Adnan Bey, yeğeni Behlül ile karısı Bihter arasında bir ilişki olmasından şüphelenir, ancak bu şüphesini kanıtlayacak hiçbir delil bulamaz. Ama yine de genç ve güzel karısının yanında kendisini yaşlı, yeğeni Behlül’ü genç olarak görmeye tahammül edemez. Adnan Bey, yeğeni Behlül’ün gençliğini kıskanır.

Bihter, kendisinden bıkıp başka kadınlara koşan Behlül’ü kıskanır. Behlül’ün kendisini başka kadınlarla aldattığını bilmesine rağmen yine de onunla birlikte olmayı sürdürür. İhanetlere karşı sessiz kalır, üzüntüsünü içine atar.

Son olarak Behlül’ün Nihal’le evlenecek olması, Bihter’in içindeki kıskançlık ateşini alevlendirir. Bu evliliğin önüne geçmek için her türlü çılgınlığı yapar.

YALNIZLIK:

Romanda işlenen önemli bir tema da yalnızlıktır. Romanda yer alan kişilerin çoğu yalnızdır. Bir anlamda Aşk-ı Memnu, kalabalık içinde kendisini yalnız hisseden insanların romanıdır.

Nihal, yalnızlık temasıyla âdeta bütünleşen kişidir. Küçük yaşta annesiz kalan Nihal, bu boşluğu babasıyla doldurmaya çalışır. Babası onun her şeyidir. Babasının genç bir kızla -Bihter’le- evlenmesi, Nihal için ilk darbedir.

Çünkü Adnan Bey, evlendikten sonra artık eskisi kadar çocuklarına vakit ayıramaz. Bülent’in yatılı okula gönderilmesi ve yaşı büyüdüğü için odasının ayrılması Nihal’i daha da yalnızlaştırır. Mlle de Courton da yalıdan gönderilince Nihal kendisini büsbütün yalnız hisseder. Sevdiğini sandığı erkeğin -Behlül’ün- Bihter tarafından elinden alınması ise Nihal için son darbe olur.

Yıllar önce eşini kaybeden Adnan Bey de yalnızdır. Yıllarca karısının hastalığıyla mücadele etmiştir. Adnan Bey eşi varken de yokken de yalnız kalmış bir adamdır. Kendisini çocuklarına adamış, ancak yüreğinin derinliklerinde hayat arkadaşının yokluğunu hissetmiştir.

Elli yaşında bir adamın Bihter gibi genç ve güzel bir kızla evlenmesinin ardında, uzunca bir süre yalnız kalınması, belli duygulara aç kalınması vardır. Adnan Bey, Bihter’le evlenir, ancak kendisini yine yalnız hisseder. Adnan Bey ile karısı arasında duygusal anlamda bir yakınlık, bir heyecan, bir aşk yoktur.

Aralarında soğuk bir ilişki vardır. Bihter çoğu akşam, başının ağrıdığı ya da yorgun olduğu gibi bahanelerle kocasının yatak odasından dışarı çıkarır, kapısını da kilitler. Adnan Bey genellikle yalnız yatar.

Bihter de yalnızdır. Babası, aldatılmanın acısına dayanamamış, kahrından ölmüştür. Kocasının pek çok erkekle aldatan bir annenin kızıdır. Anne sevgisinden, sıcaklığından, şefkatinden mahrum büyümüştür. Firdevs Hanım’ın derdi süslenmek, gezmek, eğlenmektir. Adnan Bey’le evlenmek, Bihter için bir kurtuluş gibi görünür başlangıçta. Fakat yirmi iki yaşında genç bir kadının elli yaşında bir adamla mutlu olması mümkün değildir.

Bihter, kalbindeki boşluğu genç bir adamla -yirmi bir yaşındaki Behlül’le- dolduracağını zanneder. Behlül ile olan ilişkisi bedensel tatminden öteye geçmez. Zaten bir süre sonra her ikisi de birbirinden sıkılır. Bihter yine yalnızdır.
Behlül, ailesinden uzaktadır. Çapkınlıkları ile kendini avutur ama sonunda hep yalnızdır.

Firdevs Hanım, eşini kaybetmiş, kızları evlenmiş, pek çok macera yaşamış ama yalnızlığını paylaşacak biri yok yanında.

YOZLAŞMA:

Romandaki bir tema da yozlaşmadır. Halit Ziya bu romanıyla, geleneksel Türk ailesinin yaşam biçimindeki çözülmeye, ahlâkî değerlerin yok oluşuna dikkat çekmiştir. Romanda ahlâki çürüme, üç kişi üzerinden yansıtılmıştır: Firdevs Hanım, Bihter, Behlül.

Firdevs Hanım, kocasına sadakat göstermemiş, bu yüzden kocasının ölümüne sebep olmuştur. Evliyken kocasına karşı hiçbir sorumluluk, bağlılık duymamış, gönlünce gezip eğlenmiştir. Çocuklarına karşı da oldukça duyarsızdır. Çocuklarını hiçbir zaman sevgiyle, anne sıcaklığıyla kucaklamaz, onlara gereken özeni göstermez, aksine gezip tozmasına engel oldukları için onları birer baş belası olarak görür.

Bihter de tıpkı annesi gibi kocasını aldatır. Bihter zengin olmak arzusuyla babası yaşındaki bir adamla evlenir, fakat yanıldığını anlaması fazla uzun sürmez. Genç bir kadın olmanın verdiği bastırılamayan duygular Bihter’i yasak bir ilişkiye sürükler. Bihter kocasında bulamadığı gençliği, heyecanı, ateşi; Behlül’de bulur.

Burada ilginç olan, genç bir kadının yaşlı kocasını aldatması değil, aldattıktan sonra en ufak bir vicdan azabı duymaması, hiçbir ahlâkî endişe taşımamasıdır. Firdevs Hanım’ın karakter özellikleri kalıtsal yolla kızı Bihter’e de geçmiştir. Bihter, annesinin kızıdır. Bir anlamda annesinin aynasıdır. Annesinde görüp öğrendiklerini kendi yaşamına uygulamıştır.

Behlül’ün tüm yaşamı gezip eğlenme ve çapkınlık üzerine kuruludur. Evinde misafir olduğu amcasının karısıyla ilişkiye girmekten çekinmez. Bir süre sonra Bihter’den bıkar, onu başka kadınlarla aldatır. Baştan beri kardeşi gibi gördüğü Nihal’le evlenmeye kalkışır. Kalbinde en ufak bir aşk duymamasına rağmen Nihal’le evlenmek istemesi, Behlül’ün çevresindeki insanlara karşı ne derece sorumsuz ve serbest olduğunun bir göstergesidir.

Aşk-ı Memnu yer alan mürebbiye karakteri Matmazel De Courton'a benzer karakterler dönemin diğer romanlarında yer alır. Genellikle orta ve üst sınıf Osmanlı ailelerinin çocuklarını eğitmek için Fransa gibi ülkelerden getirilen mürebbiyeler Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı konaklarında görülmeye başlanmıştır.

Ahmet Mithat Efendi'nin Felâtun Bey ve Rakım Efendi romanındaki Josefino, Fatma Âliye'nin Muhadaratındaki Jozefin, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Mürebbiye'sindeki Anjel ve aynı yazarın Ölüler Yaşıyor mu romanındaki Luiz Şermin karakterleri, Aşk-ı Memnu'daki De Courton'a benzer bir şekilde Osmanlı konaklarında Batı tipi eğitim veren Avrupa kökenli kadın karakterlerdir.


ROMANLA İLGİLİ EDEBİYAT ELEŞTİRMENLERİNİN GÖRÜŞLERİ:

Cevdet Kudret’e göre “Yazarın en olgun eseri sayılan bu romanda, aşktan başka bir düşünce ve dertleri olmayan, çalışmadan yaşayan, hazır yiyici ve alafrangalık düşkünü birtakım kimselerin ve onlar aracılığıyla bir toplum katının yaşayışı anlatılmıştır.”

L. Sami Akalın’a göre “Aşk-ı Memnu, ölçüsüz ve maddeye dayanan bir evlenmenin doğurduğu, gerek sosyal gelenekler, gerek kanun önünde gelişmesi yasak olan bir aşkın acı hikâyesidir.”

Olcay Önertoy’a göre “Romancı bu yapıtında… evlenen kadınla erkek arasındaki kimi ayrılıkların evlilik yaşamında ortaya çıkarabileceği sarsıntılar üzerinde durmuş ve Tanzimat romanında ele alındığını gördüğümüz Batılılaşma anlayışındaki değişikliklere dikkat çekmiştir.”

İsmail Çetişli’ye göre “Aşk-ı Memnu, batılılaşmış bir ailedeki iç problem ve çatışmaları anlatmaktan çok, farklı karakter, cinsiyet, sosyal statüdeki insanların aynı mekânda aynı hayatı paylaşmalarından doğan çatışmaları; buradan hareketle de şartlarını realist mektebin belirlediği insan gerçeğini anlatmaktadır.”

Ömer Faruk Huyugüzel’e göre “Aşk-ı Memnu’da daha çok ferdî mutluluk meselesi ele alınır ve Boğaziçi’nde alafranga bir hayat yaşayan aileler ile bu ailelerin fertleri arasındaki aşk ve kıskançlık duygularına dayanan çatışmalar anlatılır.

Cemil Yener’e göre Aşk-ı Memnu romanının mesajı: “Varlık, genç bir kadının aşk tutkularını dindiremez. Kendinden çok küçük bir kızla evlenen erkek, aldatılmayı göze almalıdır.”

Ali İhsan Kolcu’ya göre “Aşk-ı Memnu bir Boğaziçi romanıdır; geçim sıkıntıları olmayan, zengin ve şöhret sahibi, başkalarının imrendiği bir hayat süren aileler arasında yaşanmış bir olayı anlatır. Romanın kurgusu basittir ve bir aldatma olayını bütün yönleriyle irdeleyen bir dikkate sahiptir. Yüzünü batıya çevirmiş bu ailelerin kendine özgü bir hayat biçimi ve ahlâk anlayışı vardır. Fransız mürebbiyeler, piyanolar, batı mutfağının ürünleri, Beyoğlu ve çevresinin alışveriş cazibesi, nihayette ancak yalılara mahsus bir iletişimle birbirlerinden haberdar bir yaşantı içinde sürüp giden bir hayat söz konusudur.”

Fethi Naci’ye göre “Halit Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu’da, 19. yüzyılın sonunda yaşayan zengin ve aylak bir toplum katının yaşam biçimini; varlıklı, geleneksel Türk ailesinin ‘Batılı’ yaşama biçiminin etkisi altında çözülüp altüst oluşunu, yozlaşmasını; bir toplum katının yaşadığı ve eğlendiği yerleri (konaklar, yalılar, Boğaziçi, Büyükada, Göksu, Concordia, vb.); birey olarak bütün somutluklarıyla bir toplum katının insanlarını, dünyaya ve insanlara bakış açılarını, bu insanlar arasındaki ilişkileri anlatıyor.”


AŞK-I MEMNU ROMANININ KARAKTERLERİ:

ADNAN BEY:




Elli yaşında, zengin, kültürlü bir adamdır. Karısını kaybetmiştir. Kızı Nihal ve oğlu Bülent’le birlikte Boğaziçi’nde lüks bir yalıda yaşam sürmektedir.

Çocuklarına aşırı derecede düşkün, şefkatli, ilgili bir babadır. Adnan Bey, sandal gezintilerinde görüp beğendiği, yirmi iki yaşında genç bir kız olan Bihter’le evlenir. Adnan Bey, yaşına ve kişiliğine uygun bir kızla evlenmemenin bedelini çok pahalı öder.

Bihter, kocasına karşı soğuk davranır, çoğu gece kapısını kilitler ve yalnız yatar. Kocasına bedenini vermiş, ancak kalbini, sevgisini verememiştir. Bihter, kocasının yeğeni Behlül’le yasak bir ilişki yaşar


FİRDEVS HANIM:




Bihter’in annesidir. Kırk beş yaşında olmasına rağmen yaşlandığını kabul etmeyen, genç kadınlar gibi süslenmeyi, gezip eğlenmeyi çok seven bir kadındır. Peyker ve Bihter adlarında iki kızı vardır. Firdevs Hanım için kızlar, birer baş belasıdır. Çünkü çocuklar, gezip eğlenmesine engel olur, yaşlandığının somut göstergesidir.

Firdevs Hanım, kocası Melih Bey’i yıllar önce kaybetmiştir. Melih Bey’le evlenmiş, ancak bu evlilikte aradığı mutluluğu ve heyecanı bulamamıştır. Birkaç hafta sonra, kocasının karşı çıkmalarına aldırış etmeden sandal gezintilerine çıkmış, başka erkeklerle gönül eğlendirmiştir. Melih Bey, aldatıldığını öğrendikten sonra üzüntüsünden ölmüştür.

Firdevs Hanım sorumsuz davranışları yüzünden, kocasının ölümüne sebep olmuştur. Kısa süreli bir vicdan sızısından sonra, Firdevs Hanım yeniden eğlence yerlerinin aranan kişisi olmuştur.

Firdevs Hanım, çocuklarına hiçbir zaman gerçek bir anne sevgisiyle, şefkatiyle, sıcaklığıyla yaklaşmamıştır. Sorumsuz ve ahlâksız davranışlarıyla çocuklarına kötü bir örnek olmuştur. Bihter’in babası yaşındaki Adnan Bey’le evlenmek istemesinde, mutlu bir aile yaşantılarının olmaması, annesinin kötü bir kadın olarak tanınması gibi nedenler vardır. Bihter için bu evlilik, cehennemden cennete kaçıştır. Bihter’in kocasını aldatmasında, annesinin payı büyüktür.

Firdevs Hanım’ın vücudu yıpranmış olmasına karşın gönlü hâlâ gençtir. Bembeyaz olmuş saçlarını, sık sık sarı renge boyatır. Yaşına uygun düşmeyen kıyafetleri ısrarla giymek ister ve kendisini komik duruma düşürür. Behlül’ün çapkınlık maceralarını heyecanla dinler.

BİHTER:




Romanın başkahramanıdır. Adnan Bey’in karısıdır. Yirmi iki yaşında güzel bir kızdır. Yaşadığı ortamda mutsuzdur, annesinin kötü ününden dolayı evde kalacağını düşündüğü için Adnan Bey ile evliliği kurtuluş olarak görür. Adnan Bey’in zenginliği, genç Bihter’in başını döndürür. Maddî imkânlara kavuşmanın, mutlu bir evlilik için yeterli olacağını zanneder. Adnan Bey’in elli yaşında ve iki çocuklu olmasına aldırış etmeden onunla evlenir.

“Zaten Adnan Bey o adamlardan biri idi ki onlar için yaş en adi bir ehemmiyet derecesinde kalır. Çocuklar?.. Bilakis Bihter’in hoşuna gidiyordu… ‘Bana, anne diyecekler, öyle mi? Mini mini bir anne! Yirmi iki yaşında iken bir genç kızın annesi olmak!.. Hele oğlan!.. yumuk yumuk gözleriyle bir bakıyor ki…’” (…)
“Adnan Bey’le izdivaç demek Boğaziçi’nin en büyük yalılarından biri; o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lambaları, yaldızlı iskemleleriyle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş beyaz sandalla maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter’in gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken üzerine kumaşlar, dantelalar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor; bütün o çılgıncasına sevilip de alınamayarak hasret kalınmış şeylerden oluşan bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.” (s.44-45)

“‘Evet!’ diyordu. ‘Buraya geliniz, görkemli yalılar, beyaz sandallar, maun sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o parlak emeller… Siz, hepiniz, buraya geliniz…’” (s.60)

Bihter evlendikten bir yıl sonra, mutlu olmadığını, gönlünün, genç bedeninin, sevgiye, aşka, heyecana susadığını hisseder. Kocasının yeğeni Behlül ile yasak bir ilişki yaşar. Bihter, ne olduğunu anlamadan kendisini bir anda Behlül’ün kollarında bulur. “Bihter başta namuslu bir kadındır ve namuslu kalmak için çırpınır; ne var ki içinde bulunduğu koşullar ve yaratılışındaki bir eğilim, onu önüne geçilmez bir zorunlulukla, kocasını aldatan bir kadın yapar.”

Bihter, annesine benzemek istemez. Önünde istenmeyen iki seçenek vardır: Ya kocasına sadık kalarak genç bedenini çürümeye mahkum edecek, ömür boyu mutsuz bir kadın olacak ya da kocasına ihanet ederek genç bedeninin arzularını genç bir erkeğin kollarında tatmin edecektir. Bihter’in mutlu olabilmesi için, ihanet etmekten başka çaresi yoktur. “Bihter yaşlı kocasına sadık bir eş, üvey çocuklarına şefkatli bir anne olmak niyetiyle yaptığı bir evliliğin getirdiği mutsuzluk içinde namusunu ve şerefini koruyamayan talihsiz bir kadındır.”

Bir kışı birlikte geçirdikten sonra Bihter-Behlül ilişkisinde eski heyecan kalmaz. Birbirlerinden sıkılmaya başlarlar. Behlül, Bihter’i başka kadınlarla aldatır. Bihter, aldatıldığını bilmesine rağmen yine de Behlül’le birlikte olur. Romanın sonunda yasak aşkları ortaya çıkınca, Behlül’ün kendisini alıp uzaklara kaçırmasını bekler. Ancak Behlül, kaçıp gider, Bihter’i yalnız bırakır. Bihter, ihanet damgası yemiş bir kadın olarak yaşamak istemez. Bu kez ölümü, kendisine bir kaçış, bir kurtuluş olarak görür. Kocasının tabancasıyla intihar eder.


BEHLÜL:



Adnan Bey’in yeğeni, Bihter’in yasak aşkıdır. Babasının başka şehirlere tayin edilmesi üzerine, okumakta olduğu Galatasaray’daki öğrenimine yatılı olarak devam eden bir öğrencidir. Yirmi bir yaşındadır. Haftada bir gün, amcası Adnan Bey’in yalısına gelir.

Batılı tarzda yetişmiş, sanattan, müzikten anlayan, hayatta gezip eğlenmekten başka hiçbir hedefi olmayan sorumsuz bir tiptir. Çapkın biridir. Pek çok kadınla ilişki yaşadığından, onlardan sıkılmıştır. İstanbul’da gitmediği eğlence yeri kalmamıştır. Yaşadığı aşk maceralarını süsleyerek anlatmaktan çok hoşlanır.

“Behlül, yüzeysel bir Batılılaşmanın yarattığı tipik gençtir. Eğlence ve kadın peşindedir. Peşinde olduğu kadın, evinde kaldığı, ekmeğini yediği Adnan Bey’in karısı da olabilir. Geleneksel değer yargılarını yitirmiştir. Halit Ziya, Behlül’ün kişiliğinde, zamanla toplumumuzda daha da yaygınlaşacak bir genç tipini çok iyi canlandırmış.”

“Behlül o gençlerden biri idi ki onlar yirmi yaşında hayatı tamamıyla öğrenmiş olurlar, mektepten hayata çıkarken sahneye ilk defa çıkan acemi bir sanatkârın heyecanını duymazlar, hayat onlar için mektepte bütün sırlarıyla öğrenilen bir komedi hükmündedir,” (s.110)

Hayat onun için uzun bir eğlence idi…

Eğlenmek… Bu kelimenin manası da Behlül’de değişime uğramış idi. O hakikatte hiçbir şeyden eğlenmezdi. Bütün eğlence yerlerine koşardı, bütün gülünecek şeyleri arardı, ihtimal herkesten ziyade gülerdi; fakat eğlenir miydi? Eğleniyor görünürdü, onun için eğlenmek, eğleniyor görünmek demekti. Bütün gülüşlerinin, eğlenişlerinin altında saklı bir can sıkıntısı vardı ki onu daima bir zevkten diğerine sevk ederdi. Geceyi Tepebaşı’nda bir opereti dinleyerek geçirdikten sonra ertesi gün Erenköy bağlarında bir siyah çarşafın peşinde dolaşırken görülürdü; bir pazar günü Konkordiya şarkıcılarından birini araba ile Maslak’a kadar götürür, bir Cuma günü Çırçır Suyu’nda saz dinlerdi. İstanbul’un hiçbir eğlence yeri yoktu ki Behlül oradan bir zevk hissesi almasın.” (s.111-112)

Behlül ile Nihal arasında sekiz senelik bir yaş farkı vardır. Behlül, kendisini bir ağabey olarak görür, Nihal’i kızdırmak, iğnelemek için elinden geleni yapar. Behlül ile Nihal arasında sürekli olarak tatlı bir didişme yaşanır.

Behlül’ün mutlu insan maskesi altında, aslında hayattan bıkmış, geleceğe dair hiçbir hedefi olmayan, boşlukta yuvarlanan, mutsuz bir insan vardır. Kadınların dilinden iyi anladığı, yakışıklı, genç ve kibar bir genç olduğu için Bihter’i de ağına düşürmesi çok zor olmaz. Amcasının karısı Bihter’le yasak bir ilişki yaşar. Amcasının yalısında, amcasının karısıyla geceleri gizlice birlikte olur ve ahlâkî yönden en ufak bir huzursuzluk, bir suçluluk duymaz.

Çünkü Behlül için yaşadığı bu ilişki, gizemli, tehlikeli, heyecanlı, ateşli bir oyundur. Behlül, bir süre sonra Bihter’den sıkılır ve onu başka kadınlarla aldatır. Yaşadığı ilişkiye sadık kalmaz. Yasak ilişkileri ortaya çıkınca, Bihter’e verdiği sözü tutmaz, onu ortada bırakır, kaçıp gider. Yaptığı rezillikler yetmiyormuş gibi, bir de Nihal’le evlenmek ister. Geçmiş yaşamındaki pislikleri, Nihal gibi küçük ve saf bir kızla temizleyecektir. İnsanları kullanmak, işi bitince de onları bir paçavra gibi atmakta Behlül’ün üstüne yoktur.


NİHAL:




Adnan Bey’in kızıdır. Son derece kırılgan, hassas bir kızdır. Sekiz yaşındayken annesini kaybetmiş, bu acı olayın tesirini yıllarca üzerinden atamamıştır.Kardeşini bakımından sorumlu olduğunu düşünür. Zaten kardeşini de çok sever. En küçük şeyden etkilenir, kırılır, incinir, küser, bir köşeye çekilip saatlerce ağlar. Babasına aşırı derecede düşkündür.Birlikte keyifli zaman geçirirler. Babasının, kendilerini eskisi kadar sevmeyeceği korkusuyla, Bihter’in yalıya gelmesini istemez.

Nihal, babasının genç bir bayanla evleneceğini mürebbiyesinden öğrenir. Akşam yemeğinde lokmalar boğazına düğümlenir, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Ertesi sabah Nihal, babasının yanına gelir, boynuna sarılır, “Baba!.. Beni yine seveceksiniz, şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?” der. Babasından “Elbette!..” yanıtını alınca, “Öyle ise zarar yok, gelsin!..” diyerek bu evliliği onaylar.

Bihter yalıya geldikten sonra, baba-kız arasındaki sıcaklık, içtenlik kaybolur. Nihal, babasını elinden aldığı için Bihter’i kıskanır, ona soğuk davranır, kin duyar. Nihal ile Bihter arasındaki çatışma, zamanla şiddetlenir. Kardeşi Bülent’in yatılı okula verilmesi, hizmetçilerin evden uzaklaştırılması, yaşının büyüdüğü gerekçesiyle Bülent’in odasının ayrılması, mürebbiyesi Mlle de Courton’un gönderilmesi gibi olumsuz gelişmeler, Nihal’in Bihter’e duyduğu kin ve öfkeyi artırır.


PEYKER:


Firdevs Hanım’ın büyük kızı, Bihter’in ablasıdır. Bihter’den üç yaş büyüktür. Nihat Bey’le evlidir. Romanın ilerleyen bölümlerinde Feridun adında bir oğlu olur. Adnan Bey’in çapkın yeğeni Behlül tarafından sürekli olarak taciz edilir.

Peyker, kardeşi Bihter’den daha olgun ve namusunu koruma noktasında daha başarılıdır. Behlül’e hiçbir zaman yüz vermez, onun oyunlarına kanmaz, yaptığı ahlâksız tekliflere karşılık vermez.

Bihter’in yaptığı gibi kendisini bir anda çapkın Behlül’ün kollarına bırakmaz, sonuna kadar namusunu korur, kocasına sadık kalır. Ailece gidilen Göksu gezisinde Behlül, Peyker’in peşinde dolanır. Kimsenin görmediğini düşündüğü bir anda Peyker’in ensesinden öper. Bu sahneyi Bihter görür.

Bu olay, Bihter’in evlilik hayatında bir dönüm noktası olur, Bihter’in içindeki bastırılamayan, tatmin edilemeyen genç kadınlık arzularını harekete geçirir. Namus ve sadık bir eş olma konusunda Peyker, annesi Firdevs Hanım’dan ve kardeşi Bihter’den farklıdır.


NİHAT:




Peyker'in eşi. Peykerle Firdevs hanımın tüm itirazlarına rağmen İstanbul'un üst tabaka yaşamına dahil olmak için Peyker'le evlenmiştir.

Evliliklerinden Feridun adlı bir oğulları olmuştur, iki yıl sonra da ikinci çocukları dünyaya gelmiştir.


BÜLENT:




Adnan Bey’in oğlu, Nihal’in kardeşidir. Evdeki herkes tarafından çok sevilen, etrafına gülücükler saçan, neşeli bir çocuktur.

İki yaşındayken annesini kaybetmiştir. Romanın başında altı yaşındadır. Bülent, alışveriş amacıyla arabayla yapılan gezileri çok sever. Oldukça hareketli bir çocuktur, yerinde durmaz.

Babasının kitaplarını dağıtır, renkli kalemlerle odasının duvarlarını boyar. Ablası Nihal’in aksine Bihter’le çabucak kaynaşır, onu sever.


MLLE DE COURTON:




Nihal’in mürebbiyesidir. Adnan Bey’in yalısına geldiğinde Nihal henüz dört yaşındadır. Mlle de Courton’un babası, yıllar önce bütün mirasını at yarışında kaybetmiş ve intihar etmiştir.

Ortada kalan Mlle de Courton, Paris kaldırımlarına düşüp kötü bir kadın olmaktansa, akrabalarının yanında fakir bir yaşam sürmeyi seçmiş, türlü sıkıntılara göğüs germiştir. Yediği ekmeği hak etmek için, çocuklara mürebbiyelik yapmıştır. Yıllar sonra Beyoğlu’nun seçkin bir Rum ailesine mürebbiyeliğe gelmiş. Buradan da Adnan Bey’in yalısına geçmiştir.

Mlle de Courton, Adnan Bey’den en ufak bir saygısızlık görmez. Adnan Bey’in hasta karısı, ölmeden önce Mlle de Courton’u yanına çağırmış ve çocuklarını kendisine emanet etmiştir. Bu nedenle Mlle de Courton, yalıdan ayrılmayı hiç düşünmemiştir. Mlle de Courton, çocuklara bir mürebbiyeden çok, bir anne şefkatiyle yaklaşmıştır.
Mlle de Courton, prensipleri olan, düzenli, disiplinli, onurlu bir kadındır. Bihter ile Behlül arasındaki ilişkiyi bilir, ancak evin huzurunu bozmamak için kimseye bir şey söylemez.

Bihter durumu anlayınca, Nihal’in artık büyüdüğünü, bu nedenle mürebbiyeye ihtiyacı kalmadığını söyleyerek, Mlle de Courton’u yalıdan uzaklaştırır. Asil ve olgun bir bayan olan Mlle de Courton, yalıdan kovularak gitmenin kendisine yakışmayacağını düşünür. Adnan Bey’den, memleketini çok özlediğini söyleyerek bir süreliğine izin ister. Yalıdan ayrılmadan önce de, kızı yerine koyduğu Nihal’e, Behlül’den sakınmasını tembihler. Bihter’in intiharından sonra yeniden yalıya çağrılır.


BEŞİR:




Adnan Bey’in yalısında çalışan Habeşli bir uşaktır. Tıpkı Nihal gibi kırılgan, hassas, zayıf bir çocuktur. Beşir, Nihal’i ümitsiz ve derin bir aşkla sevmektedir. Nihal hastalandığında, Beşir de hastalanır; Nihal’i üzgün gördüğünde, kendisi de dayanamaz ağlar. Beşir, Bihter ile Behlül arasındaki yasak ilişkiyi ta en başından öğrenmiş, soğuk kış gecelerinde onları gözetleyebilmek için saatlerce ayazda beklemiş, hatta bu yüzden ciddî bir şekilde üşütmüştür.

Sürekli olarak öksürmektedir. Beşir, Nihal’in Behlül’e karşı boş olmadığını hissedince çok acı çeker. Behlül gibi çapkın, ahlâksız bir adamın Nihal gibi saf bir kızı hak etmediğini düşünür.

Nihal’in Behlül’le evlenecek olmasını kabullenemez. Bihter ile Behlül arasındaki yasak ilişkiye son noktayı Beşir koyar. Romanın sonunda Nihal’in baygın bir hâlde yerde yattığını gören Beşir, yalıda yaşanan yasak ilişki hakkında tüm bildiklerini Adnan Bey’e anlatır


HALİT ZİYA UŞAKLIGİL






HAYATI:

1866 yılında İstanbul'da doğdu. İzmir'de halı ticaret ile uğraşan, Uşak'lı bir ailenin oğ¬luydu. Babası o yıllarda İstanbul’a yerleşmiş bulunuyordu. Halit Ziya ilköğrenimini bir süre Eyüp'te, sonra Fatih rüştiyesinde sürdürdü.

Sekiz, on yaşlarındayken yeniden İzmir'e dönen ailesiyle birlikte oraya gitti. Burada Fransız «Mekitarist» papazlarının yönettiği, lise derecesindeki bir okulda orta öğre¬nimini tamamladı. Fransız dilini, edebiyatını genç yaşta yakından öğrenip izlemek imkânını buldu.

On sekiz, on dokuz yaşlarındayken hayata atıldı. Hem bir bankada çalışıyor, hem İzmir Türk İda¬disinde Fransızca öğretmenliği yapıyordu. Bu arada yine kendisi gibi genç bir arkadaşı ile birlikte önce «Nevruz» adlı bir dergi, sonra «Hizmet» adını taşıyan günlük bir gazete çıkarmaya başladı.

Bir süre Fransızcadan çeviri denemeleri yaptıktan sonra önce ansiklopedik nitelikte, daha sonra da edebî nite¬likte ilk yazılarını yayımlamaya başladı. Türk edebiyatında ilk kez bu deyimi kullanarak «mensur şiir¬ler» yazdı. Bunları ilk roman denemeleri izledi. Bu eserleriyle kısa zamanda önce İzmir dolaylarında, daha sonra da İstanbul edebiyat çevrelerinde kendisini tanıttı. Recaizade Mahmut Ekrem Bey, kendi¬sinde büyük kabiliyet gördüğü bu genci İstanbul’dan destekliyordu.

Halit Ziya Uşaklıgil 1893 yılında, Reii ve Düyun-u Umumiye idarelerinde görev alarak İstanbul’a gelip yerleşti. Üç yıl sonra 1896'da kurulan Servetifünun topluluğuna katıldı. Bu katılma olayı için bir edebiyat tarihçimiz: «Öteki gençler Servetifünun'a girmek suretiyle güç ve kişilik kazanmışlardı; Halit Ziya'nın bu topluluğa girişi topluluğa güç ve kişilik kazandırdı.» der. Gerçekten de ötekilerin daha yolla¬rını ve yöntemlerini aradıkları bir sırada Halit Ziya ülke çapında üne ulaşmış bulunmaktaydı.

Genç yazar, kendisini Türk edebiyat tarihine mal eden asıl üç büyük romanını bundan sonra, bu topluluk içinde verdi.

1901'de Servetifünun kapatılıp topluluk dağıldıktan sonra Halit Ziya da —öteki arkadaşları gibi— uzunca bir süre edebiyat, sanat hayatından uzak kaldı. 1908'de, İkinci Meşrutiyet'in ilân edilmesi üze¬rine, yeniden yazmaya başladı. 1909 nisanında patlak veren Otuz bir Mart olayı üzerine II. Abdül-hamid tahttan indirilmiş, Sultan Reşat padişah olmuştu. Kendisini Mabeyn Başkâtipliği görevi ile sara¬ya aldılar. Üç yıl kadar bu görevde kaldı. 1912 yılında Mabeyn Başkâtipliği'riden ayrıldıktan sonra is¬tanbul Üniversitesi'nde (o zamanki adı Darülfünun) Batı edebiyatı okuttu. Bu yıllarda bir süre Av¬rupa'da inceleme "gezileri de yaptı. Mütareke ve onu izleyen yıllarda, o zamanki adı Darülbedâyi ol; Şehir Tiyatrosu'nda edebî kurul üyeliğinde bulundu.

Cumhuriyet'ten sonra herhangi bir resmî ya da özel görev almayarak günlerini Yeşilköy'deki evin¬de dinlenmek ve anılarını yazmakla geçirdi. Bu arada üç büyük romanının dil ve anlatımlarında CE bazı değiştirmeler ve sadeleştirmeler yaparak onları yeniden yayımladı.

1945 yılı mart ayında öldü. Bakırköy'deki aile mezarlığında gömülüdür.

EDEBÎ KİŞİLİĞİ:

Türk romanının en belirgin öncülerinden ve geliştiricilerinden bulunan Halit Zi edebiyata Fransızcadan ve İngilizceden bazı küçük hikâyeler çevirmekle girmişti. Bu yazı çalışmalar çeşitli konulardaki ansiklopedik ve zamanına göre yenilik taşıyan çeşitli sohbet ve makaleleri izle Daha sonra nesir niteliğinde şiirler yazdı.

Onun bu ürünlerine verdiği «mensur şiirler» adı zamanına çok yadırganmış, bu yazılara karşı «Canım, şiirin de mensuru olur muymuş?» gibilerden söylenmelerve dudak bükmeler olmuştu. Oysa sonraları kendisinin terk ettiği bu türde Mehmet Rauf, Yakup Ka Ruşen Eşref ve daha başkaları önemli ve oldukça tutunmuş örnekler verdiler.

Halit Ziya bu hazırlıklardan sonra ilk roman denemelerini yaptı. Bu denemelerinde hem çok ya¬kından izlediği Fransız realistlerinin, hatta natüralistlerinin hem de Namık Kemal ve Ahmet Mitra: Efendi gibi Türk yazarlarının etkisi seziliyordu; dolayısıyla bunlar gerçek bir kişilik taşımıyorlardı.

Bur lardan sonra romanda ilk ve oldukça başarılı atılımı sayılan «Ferdi ve Şürekâsı» nı yazdı. İlk roma» denemelerini onun çıraklık dönemi ürünleri sayan bazı kimseler, «Ferdi ve Şürekâsı»nı Halit Ziya'r -kalfalık dönemi çalışmalarına örnek olarak gösterirler. Ama o asıl ustalık dönemi romanlarını ve alanda kendisini en iyi temsil eden ürünlerini, İstanbul’a gelip Servetifünun topluluğuna katıldıktan sonra meydana getirdi. Bunlar kendisinin en mükemmel eserleri olduğu kadar, Türk romancılığının da çok belirli bir aşamasını teşkil etmektedir.

İlk gençlik yıllarında roman denemelerinde fazla marazî, bir hayli romantik bir havada gözüken HalitZiya, bu sonrakilerde realizme, ferdin ve toplumun ortak alınyazılarına yöneldi. Çağdaşı bulundu¬ğu Fransız romancılarının, özellikle Paul Bourget'nin etkisinde kaldı. Onun roman havasını Türk ede¬biyatına adapte etmek istedi. Bunda bir yandan başarıya ulaşırken, bir yandan da başarısızlıklara uğ¬radı. Örneğin geniş yığınlara ve gerçek Türk toplumun inemeyip çoğu zaman alafranga yaşama yöne¬lik bir ortamda kaldı; kendisine yöneltilen hücumların ağırlık noktalarından biri de —bu yüzden— onun bu alafrangalık tarafı olmuştur.

Romanlarında insan ruhu üzerinde çok zaman güçlü ve canlı gezintiler yapmasını başarabilen Halit Ziya, zaman zaman ferdin iç dünyasından onun çevresine de inme denemeleri yaptı. Ne var ki bu çevrelerdeki dolaşmaları geniş ve yaygın alanlara yayılamadı; belli sınırları geçemedi. Hele ferdin iç dünyasından açılıp çevredeki tereddütlü adımlarla dolaşmalarında mesafeyi hemen daima sınırlı tuttu. Bundan dolayı kendisine yöneltilen «İstanbul'un alafranga ve batıya yüzeyden yönelik, biraz bizden koymuş sınıflarının romancısıdır; taşra halkı bir yana, İstanbul'un asil ve gerçek yerli halkıyla bile yüz yüze gelememiştir.» yolundaki suçlamalar pek de haksız sayılmaz.

Halit Ziya'yı konularını, kişilerini, kahramanlarını ve ortamı seçmesi bakımından eleştirmek müm¬kündür ve kolaydır. Ancak bütün bunlar bir yana bırakıldıktan sonra, kendisini büyük ve usta romancı saymamak mümkün ve kolay değildir. Onun için «Türk romancılığının babasıdır» denmiştir. Bu söz, eskimiş ve çok çiğnenmiş de olsa, muhakkak ki bir gerçeği yansıtmaktadır. Bizde roman Halit Ziya'dan otuz yıl kadar önce başlamış, fakat ona gelinceye kadar hemen hemen dişe dokunur hiç bir gelişme göstermemişti. Romanda teknik, hikâye ediş, plan gibi çok önemli hususlar onunla başladı, onunla ve ondan sonra gelişti ve —hakçasma söylemek gerekirse— ondan sonraki yetmiş yıla yakın süre içinde, başka bazı hususlarda kendisini pek çok geride bırakan romancılarımız, şu sayılan hususlarda Halit Ziya'yı hiç bir zaman büsbütün gölgeleyemediler.

Romanın kendine özgü bir dili vardır ki Halit Ziya bu konuda da büyük ve seçkin bir başarıya ulaşmıştır. Ancak bu «dil»le kastettiğimiz «roman dili»dir ve bu da romana özgü bir tekniği gerektirir. Onun seçkinliği ve başarısı bu özelliğindendir. Yoksa bu ünlü sanatçının romanlarında kullandığı dil ve anlatım sadelik açısından hiç de o kadar övülecek nitelikte değildir. Bu dil ve anlatım bir roman için çok süslü, pek çok yabancı kelime ve tamlamalarla doludur, fazla «şairâne»dir; bütün bunlardan başka zincirleme birbirini izleyen pek uzun cümleler okuyucuyu gerçekten yoracak yapıdadır. Yazar bu nok¬sanını kendisi de sonraları İdrâk ve kabul etmiş, eserlerinin bir kısmını —bu çeşit dil ve anlatım bakı¬mından— belli bir oranda sadeleştirmiştir. Ne var ki bu sadeleştirme de onun kendi anlayış ve ölçüleri¬ne göredir ve günümüzde bunlar da çoktan yetersiz duruma gelmiştir (1).

Halit Ziya, romanda olduğu gibi, hikâye türünün de bizde ilk ve gerçek temsilcisidir. Başka bir de¬yimle —daha önceki bazı denemelere rağmen— küçük hikâye tarzının ancak onunla ilk başarılı ve yetenekli örneklerini vermiş olduğunu söylemek yerinde olur. Çok güçlü bir gözlemci olan bu sanatçı, hikâyelerini son derece kolaylıkla yazmış ve sayıca da çok yazmıştır. Etrafını çevreleyen büyüklü kü¬çüklü, önemli önemsiz hemen her olaydan kolaylıkla bir hikâye çıkarmasını başaran bu yazarımızın: «Bana üç beş isim veriniz, basit bir olayı parmakla işaretleyiniz, size derhal bir hikâye takdim edeyim.» dediği söylenir. Bu kadar kolay, bu kadar rahat hikâye yazan Halit Ziya'nm bu tür eserleri, romanlarına oranla, çok zaman daha tabiî ve daha yerlidir.

Üstelik bunlardaki dil ve anlatımda romanlarındaki özen¬ti ve zorlama da pek göze çarpmaz Öte yandan hikâyelerindeki konular ve kahramanlar, çoğu zaman, alafranga semtlerden ve belirli insanların serüvenlerinden sıyrılmıştır. Okuyucu bunlarda daha çok kendisini ya da kendisine benzeyen tipleri görür. Halit Ziya'nm hikâyelerinde toplumsal olaylara doğru da bir ilerleme görüldüğü gibi İstanbul dışına taşan, Anadolu'yu arayan bir hava da göze çarpar. Tiyat¬ro ile de ilgilenen, telif ve adapte üç tiyatro eseri bulunan Halit Ziya'ınn en başarısız çalışma alanı bu¬dur.

Onun üç tiyatrosu da, üzerlerinde durulmaya değmeyecek kadar, önemsiz ürünlerdir.
Ansiklopedik konulardan başlayarak çeşitli çeviriler yapan, gezi notları kaleme alan, sohbetler ve makaleler yazan Halit Ziya'ınn romanları ve hikâyeleri dışındaki en önemli eserleri anılarıdır. Türk edebiyatında anı türünde onun kadar zengin eser vermiş sanatçı azdır. Halit Ziya'ınn bu anılarının bü¬yük çoğunluğu belli bir dönemin fikir, sanat, siyaset alanlarına ışık tutma bakımından da değerli birer kaynak niteliği taşırlar. O, anılarında kendi özel yaşamından çok daha fazla, içinde bulunduğu günlerin ve ortamların gerçeklerini yansıtmayı amaç edinmiştir.
Eserlerinde ve sanat hayatında olduğu gibi kişisel yaşamında da ölçülü, düzenli, ince ve zarif bir insan olarak göze çarpan Halit Ziya, Türk edebiyatının ve gelecekteki Türk kuşaklarının, kendisine her zaman sevgi ve saygı duyacakları bir büyük yazardır.

BAŞLICA ESERLERİ:

Halit Ziya'ınn değişik konularda, büyüklü-küçüklü 70'e yakın yayınlanmış eseri bulunuyor. Gazete, dergi sayfalarında kalmış olan yazıları da bir haylidir. Yayınlanmış eserlerin¬den başlıcalar şunlardır:

Ansiklopedik kitapçıklar: Hamil, Va'z-ı Hamil; Mebhas-ül Kıhf; İlm-i Simya; Bukalemun-ı Kimya.

Mensur şiirler: Mezardan Sesler. Büyük hikâyeler: Heyhat; Bu muydu?

Romanlar: Nemime; Bir Ölünün Defteri; Ferdi ve Şürekâsı; Mâl ve Siyah; Aşk-ı Memnu; Kırık Hayatlar.

Hikâye kitapları: Bir Muhtıranın Son Yaprakları; Bir İzdivacın Tarihi Muaşakası; Bir Şi'r-i Hayâl; Sepette Bulunmuş; Bir Hikaye-i Sevda; Hepsinden Acı; Aşka Dair; Onu Beklerken; İhtiyar Dost; Kadın Pençesi; İzmir Hikâyeleri.

Sohbetler, makaleler: Kenarda Kalmış; Sanata Dair.

Tiyatro Eserleri: Füruzan: Kâbus; Fare.

Çeşitli Eserleri: Kırk Yıl (Gençlik, edebiyat anılan, 5 cilt); Saray ve Ötesi (Saray ve siyaset, anıları, 3 cilt); Bir Acı Hikâye (Genç yaşta intihar eden oğlu Vedad'm hatırasına düzenlenmiş aile anıları ve onun ardından yazdığı acıklı yazılar); Nâkil (Bat\ edebiyatından örnekler).

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails