15 Aralık 2013 Pazar

ALBERT CAMUS - DÜŞÜŞ

Kitap : Düşüş

Yazar : Albert Camus
Mekan : La Maison - Ortaköy
Tarih : 12 Aralık 2013
Sunucu: Gülda
Katılımcılar: Aycan, Ayşe, Ayşen, Aysun, Berna, Belkıs, Billur, Betül, Özlem, Peyman,Yonca





"Önümden gitme, seni izleyemeyebilirim. Arkamdan da gelme, yol gösteremeyebilirim. Yanımda yürü ve yalnızca dostum kal."




İÇİNDEKİLER


Önsöz
İsveç Söylevi
Babam Camus
Kronoloji
Korku Çağı
Sözlük
Camus’nün Sevdiği On Kelime
Camus ve Sartre
Fransa Cezayir
Üç Absürd (Yabancı, Sisifos Söyleni, Caligula)
Başkaldıran İnsan
William Faulkner
Düşüş

ÖNSÖZ

Sevgili Dünya, Sevgili Hemşerilerim, Sevgili Yöneticiler, Sevgili Siz,

Ah Sevgilim…

Güzel bir sonbahar esintisi vardı o gün. Seine Nehri’nin bir salyangozu andıran kıvrımlarında aylaklık ediyordum. Hava kararmak üzereydi ama gündüz tüm ışıltısıyla zarif bir şekilde izini sürdürmekteydi. Üzerinden geçtiğimiz köprünün Arts Köprüsü olduğunu tahmin edebildim.  Yine de tek bir kahkaha dâhi işitmedim. Daha önce de buradan geçmiştim. O zaman yazdı. Birkaç kişi laf atmıştı, bir şişe şarapla piknik yapan gençlerin kahkahaları köprüyü neşelendiriyordu. Seine, aynı ısrarıyla altımızda parıldıyordu.

Telefonum çaldı, aldığım haber canımı sıktı.  Eldivenlerimi taktım. Yazı anımsatan sararmış yaprakları süpüren görevliye baktım. Herkes ve her şey olağan bir Paris gününü yaşatıyordu. Siren sesleri trafiğin uğultusu içinde çınlıyordu. Bir görme özürlüye yardım etmedim, bir dilenciye para vermedim, sadece geçtim.  Yine de keyfim yerindeydi. Günümün iyi geçmesine engel olacak tüm sorunlara kulak tıkamaya karar verdim.  Telefonumu otobüste unuttuğumu bir gün sonra fark ettim. Bir şey olmamış, Dünya yine de dönüyormuş. Defterime kurşun kalemimle nefis, kesikli çizgiler resmettim.

Sigaramı söndürmeden yenilerini yaktım.  Camus’nün yüzüncü doğum gününde Paris’te olabilmenin bile başlı başına bir anlamı olduğuna kendimi ikna ettim. Gece çöküyordu ve nehir uzağımda kalmıştı. Kaldığımız otelin kapısının önünde bir sigara daha içerken, genç ve güzel kadınlar, yanımızdaki kulübe insan çekebilmek için tüm cazibelerini sergiliyordu. Ne çok seçenekli kahkahaları vardı bir bilseniz.

Uyursam düşecektim, o yüzden çömeldim. 
Gülda


İSVEÇ SÖYLEVİ

Albert Camus, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nün kendisine verileceğini öğrendiğinde paniğe kapılır. Bu nişanı, aynı mücadeleyi paylaştığı ve hiçbir ayrıcalığı olmayan tam tersi acıyı zulmü tanımış olan insanlara bir saygı göstergesi olarak kabul eder.

“Zenginliği sadece kendi şüphelerinden ve henüz hazırlanmak olan bir eserden ibaret olan, çalışmanın yalnızlığında veya arkadaşlıklarının sığınağında yaşamaya alışmış, yalnız ve kendine kapanmış genç sayılabilecek bir insan, bir hamlede kendisini güçlü bir ışığın ortasına taşıyan bir kararı nasıl panik hissetmeden öğrenebilirdi. Ayrıca bu onuru, Avrupa’daki diğer yazarların, hatta en büyüklerinin sessizliğe gömüldükleri ve doğduğu toprakların ardı arkası kesilmeyen acılar yaşadığı bir zamanda hangi cesaretle kabul edebilirdi.” diye başlar İsveç Söylevine.

Aralarının iyi olmamasına rağmen Camus, eşi Francine'i 10 Aralık 1957'deki Nobel Ödül Törenine gelmesi için ikna eder. Açıklaması da şöyledir:

''Francine sıkıntıda vardı, şan şerefte de olması normal.''




 “Ben kendi hesabıma sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu sanatı her şeyin üstüne koymuş da değilim. Tersine, onsuz edemeyişim, onun beni herkesle bir etmesi ve olduğumdan başka türlü olmaksızın herkesle bir düzeyde yaşatmasıdır. Sanat, benim için tek basma tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır. Demek ki sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar. Ve çok kez, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri için, sanatı seçenler kısa bir zaman sonra anlarlar ki, sanatlarını ve başkalıklarım ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak gösterebilirler. Sanatçı, kendini bu başkalarına gidip gelme ile yoğurur: Vazgeçemediği güzellik ve kopamadığı topluluk arasındadır. Onun için gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. Ve dünyada tutacakları bir yer varsa, o da, Nietzsche'nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil, işçi olsun aydın olsun, yaratıcının başa geçeceği bir dünya olacaktır.

Buna inandık mı, yazarın rolü, ister istemez, güçleşiyor. Sanatçı, tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna giremez: Tersine, ona katılanların buyruğundadır. Yoksa, tek başına ve sanatının uzağında kalır. Zorbalık milyonlarca adamı ile birlikte onu yalnızlığından ayıramaz, onlara ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta asıl o zaman. Ama, dünyanın öbür ucunda hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi yazarı, yalnızlığından kurtarmaya yeter, hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar içinde, o çıkmayan sesi unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça.


Hiçbirimiz böylesine büyük bir işin adamı değiliz. İster bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur: Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır: Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.”

BABAM CAMUS (*)




“Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil. Benim için babaydı o. Tuhaf, amma tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım. Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. Babamın ölümünden hemen sonra, Agathe’ı, küçükken babamın bana verdiği dişi kediyi ameliyat ettirmek gerektiğini söyledi bana. Babamın şöyle bir şarkı mırıldanışını hâlâ duyar gibiyim: “Agathe, cici kedi, ne güzel patileri...” Sağa sola yavrular dururdu Agathe –bizim evde özgürlük vardı, kedilere bile– yavruları vermeden önce iki ay evde tutardık. Kedi yavrularına bayılırdım. Annem bana “Ne yapacağız bunları? Baban veriyordu. Bizden kimse almaz ki” dedi. Haklıydı. İşte o zaman hayat neymiş anladım. Annem kediyi ameliyat ettirdi.

Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır... Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon ayinimi gerçekleştirmek istediğimi söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi yoksa güzel bir elbisem ve hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu. İşin sarpa sardığını hemen anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En azından mesele açıktı. Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir bilinmezdi. Yararlı hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası, güzel bir okul çantası bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son yaş günü hediyesi bir çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette... Ama ağır hastalanıp yattığımda bana bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar tarzımız olmayan bir şeydi ki bu, öleceğime büsbütün inanmıştım.

Anneme yardımcı olan bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık, ayakkabılarımızı cilalardık ve o hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam, dolaylı yoldan, bu hanıma mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın annesiyle aynı meslektendi– saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne okuma bilirdi ne yazma. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde, yönetim, dedemin kafatasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiş ona. Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça büyük olan Lucien ve kundaktaki Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş. Tatlı bir boyun eğişten ibaretti babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka da bir şey düşünmüyorlarmış. Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı aslolana yönelir” diye yazmıştı. Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para bulunup bulunamayacağıdır. Yarın değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden söz ederken nefret ederdim o kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem –genellikle sadece hareketlerle kendini ifade eden biriydi– sırf “Kafasına vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış, kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu, dışarıdayken içeride olduğundan daha iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o. Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük arabasıyla yarışırmış, başıboş köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için. Mahalledeki herkes gibi, pataouète konuşurmuş. Fransızca onun için büyük bir başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve para getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima. Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşağılananlar” dediğinde ve “ne güzelliğe ne de aşağılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte o zaman başladı her şey galiba.

17 yaşındayken, kan tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık, utanılası hastalık. O dönemde veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış gibi görülüyordu. O zamana kadar hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama yaşamanın bile pek o kadar garanti olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap olan, teyzesinin kocası Acault’nun yanına gider çünkü en azından orada iyi et yiyebilecektir. Enişte masondur, evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana kadar bir evde kitap görmemiştir hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına girmesine izin verilmez, hastalığı bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz. Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı Camus’nün akciğerleriyle yapmadık...” Nasıl, harika değil mi?
Futbolu bırakmak zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona “Bastıbacak” diyorlarmış çünkü geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında, deniz ve güneş. Ve daha o zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın bedenlerinin, “bağlanma”nın, tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain gazetesinde sürdürdüğü gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır: “Öncelikle, yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için: Işık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire oyununda Olivier le Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena sayılmaz! Ders veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun kırıldığı güne kadar.

23 yaşındayken, ki 1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde modern gelen bir şey bu, ikisi eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar. Bu “Esaslı Ev”in taraçası Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın Karşısındaki Ev” adıyla resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan Kirk diye bir köpeği vardır. Yazmaya karar verir. İlk olarak, Tersi ve Yüzü’nü yayınlar, 350 adet basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı aracılığıyla tanışır annem Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek matematik öğrenimi yapıyormuş. Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın. Babamla ilk yıllarına ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç bırakmadı. Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları kardeş sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle babamın sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve bu sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de sardalya almak için tam denk gelir bu... “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı röportaj dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla ilgilenir. Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp 1940’ta Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu Lyon’a taşımıştır. Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme bir demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına şöyle yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi davranmak istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir şey vardır: hayattadırlar, hepsi bu.

Veremi nükseden babam Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu saklayıp kurtaracaktır. Direniş hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e katılacaktır. Şöyle yazar: “İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle hareket ettim, çünkü görevim buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer. Hem Gallimard Yayınları’nda yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir, hem de yeraltı gazetesinin başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer. Épinay-sur-Orge doğumlu, Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert Mathé” adına düzenlenmiş sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına gönderilen arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş madalyasının kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim ihbar etti beni?” diye sorar.

1944’te babam Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte çalışırlar. Severler birbirlerini, insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne babam ne de annem bilir nasıl buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau sokağında bir stüdyo daire kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin çatlakları buz tutardı” diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş olsalar gerek ki birkaç ay sonra, 1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben dünyaya gelmişiz. Hayat kolay değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek karnesi istemiş. “Gerek yok, biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle babamın kendilerine ait bir dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında, arkadaşlarının evlerinde kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken, İnsanlık Durumu’nu kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini! Babam 1946’da Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata, şeker, un, pirinç ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti. Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada. Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey anlattık. Güzel oldu bir araya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik bir insandı. Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine tutuluyordu. Bir sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o birbirlerine benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her ikisinde de. İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.

Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans, hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır, karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı? Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak gerek.

Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor? Köpeğe. 


Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?” dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni! Benimleyken yalnız olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.

1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes” başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı. Mezardaydı da ondan.

Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman...” diye söz ederdi... Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı. Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis Germain’e ithaf etti babam. 

Hiç mal mülk sahibi olmamış olan babam, uzun zaman civarda bir ev aradı. Yaklaşık yirmi kilometre ilerideki Isle-sur-la-Sorgue’a, arkadaşı René Char’ı görmeye çok sık giderdi. En sonunda 1958 yılında Lourmarin’deki bu eski çiftliği buldu. Babam eski eşya almaya bayılırdı. Annemle biz iki kardeş eve ilk geldiğimizde her yeri dayayıp döşemiş, mobilyaları, perdeleri, yatak örtülerini, hepsini yerleştirmişti. Hatta tencereleri ve süzgeçleri bile satın almıştı. Bir sürü tuhaf nesne vardı, bitpazarından gelme: azizlerden kalma eşyalar, kutsal ekmek kapları. Bayılmıştım. Bir odam vardı, babamın seçtiği güzel mobilyalarla döşeli. Tıpkı hediye paketi gibi bir ev.

[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adam’ın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]

Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.”

Catherine Camus


(*) Kitap-lık Sayı: 143 Aylık Edebiyat Dergisi

KRONOLOJİ


1913

7 Kasım’da yüzüncü doğum günü kutlanan Camus, Cezayir’in Mondovi (Deran) kasabasında doğar.






1914

Birinci Dünya Savaşı ilanıyla, 3 Ağustos’ta sonrası askere alınan Camus’nün babası Lucien Camus 11 Ekim’de Marne Muharebesinde ağır yaralı olarak kaldırıldığı Saint- Brieuc Askesi Hastanesi’nde ölür.



1921

Albert Camus okuma yazma bilmeyen annesi Catherine, kendinden üç yaş büyük ağabeyi Lucien ve dayısı Étienne ile beraber Cezayir’in merkeze uzak, en yoksul mahallerinden biri olan Belcourt’a taşınır.

1923

Öğretmeni Louis Germain, Camus’nün lise öğrenimine devam edebilmesi ister. Aileyi ikna ederek ve Camus’yü günde iki saat, sınavları geçebilmesi için çalıştırır.

1924

Albert Camus aldığı burs sayesinde Bâbü’l-vâd’da bulunan Bugeaurd (Abdülkadir) Lisesi’ne kaydolur. Futbol oynamaya başlar. 


1929

Yaşamı boyunca futbola tutku besleyecek olan Camus, Racing Universitaire d'Alger’nin (RUA) genç takımına kaleci olarak seçilir.


1930

Cezayir Fransız Sömürgesinin yüzüncü yılını kutlarken, hayatı alt üt eden yoksulluk içindeki Camus verem olur. Bu futbol kariyerine son verdiği gibi öğretmen olma hayallerini de yok eder.

1932

Sud dergisinde ilk denemeleri yayımlanır.

1933

Sağlık durumu L'École normale supérieure için yeterli olmayan Camus, öğretmeni Jean Grenier’in ısrarıyla Cezayir Üniversitesi’nde felsefe eğitimine başlar.

1934

İki yıl evli kalacağı Cezayir’in yüksek burjuvazisine mensup Simone Hié ile evlenir.


1935

Felsefe lisansını alır, Fransız Komünist Partisi’ne yazılır. Sağlık durumundaki bozulma seyahat etmesine engel olur. Faşizm ve savaş karşıtı bir aydın örgütlenmesi olan Amsterdam-Pleyel hareketi için mücadele eder. Arkadaşlarıyla Théâtre du Travail’i (İşçi Tiyatrosu) kurar. Tüm yasaklamalara karşın, kolektif bir çalışmayla Révolte dans les Asturies (Asturias’ta Başkaldırı) sahnelenir.
Kişisel düşüncelerini, okuma notlarını Defterler başlığıyla kaydetmeye başlar. Yaşamının son gününe kadar tuttuğu bu Defterler, Camus’nün ölümünden sonra basılır.

1936

Oldukça zor bir konu olan, “Metafizik ve yeni Platonculuk. Plotinos ve Ermiş Augustinus” teziyle yüksek öğrenim diplomasını alır.

1937

Cezayir Komünist Partisi Kültür Merkezi Genel Sekreteri olur. 10 Mayıs’ta L'Envers et l'Endroit (Tersi ve Yüzü) yayımlanır.
Cezayirli Müslümanların bir kısmına Fransız vatandaşlığı verilmesine yönelik Blum- Violette projesini desteklemesi sonrası parti yönetimiyle ters düşer ve 1937 sonbaharında partiden ayrılır.

1938

Pascal Pia’nın yardımcısı olarak Alger Républicain’de edebiyat yapıtları hakkında yazılar yazar. Caligula adlı oyunu, Mutlu Ölüm ve Yabancı romanları üzerinde çalışmaya başlar.  (Yarım bıraktığı Mutlu Ölüm yazarın ölümünden sonra, 1971’de yayımlanır.)

1939

Charlot yayınevi tarafından Noces (Düğün) adlı kısa denemelerden oluşan derlemesi yayımlanır. Alger Républicain’de Kabiliye’deki durumu anlatan “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı on bir makale yazar. Savaş ilan edilince Alger Républicain sansürlenir. Camus, Pascal Pia ile Soir Républicain’de çalışır. Askere alınma isteği sağlık durumunun uygun olmaması sebebiyle geri çevrilir.

1940

Cezayir’den ayrılarak Paris’e gider. Paris-Soir’da çalışmaya başlar. 3 Aralık’ta Francine Faure ile Lyon’da evlenir. İşten çıkarılan Camus, Francine ile birlikte Oran’a geri döner ve Faure ailesinin onlara verdiği bir dairede yaşamaya başlar.


1941

Le Mythe de Sisyphe’yi  (Sisifos Söyleni) yazar. Oran’da özel bir eğitim kuruluşunda dersler verir. Kasım’da Yabancı adlı romanı Gallimard’ın yayın kurulu tarafından kabul edilir.

1942

L'Étranger  (Yabancı) ve Le Mythe de Sisyphe (Sisifos Söyleni) Gallimard tarafından yayımlanır.

1943

Sartre’ın Vichy Hükümeti’ne karşı direnen Fransa halkının özgürlük mücadelesinin simgesi haline gelecek olan  Les Mouches (Sinekler) adlı oyunun son provaları sırasında Sartre ve Simone de Beauvoir ile tanışır. Caligula’yı tamamlar. Ekim’de Paris’e taşınır ve Ulusal Direniş hareketi içinde yer alır.
 

1944

Yasadışı Combat gazetesinde makaleler yazmaya başlar. Gallimard Yayınevi tarafından Yanlışlık ve Caligula (Caligula, Suivi de Le Malentendu) aynı ciltte yayımlanır. Haziran’da Marcel Herrand, Yanlışlık’ı sahneye koyar. Camus, Martha rolünü yorumlayan Maria Casarès’e âşık olur.

25 Ağustos’ta Paris’in işgalden kurtuluşunu, artık özgürce yayımlanmaya başlayan Combat gazetesinde yazı işleri müdürü olarak “La Nuit De La Vérité” (Gerçekliğin Gecesi) başlığıyla yazar.
Francine 1944’ün sonunda Fransa’ya Camus’nün yanına geri döner.

1945

18 Nisan’da Camus bir araştırma yapmak için Cezayir’e geri döner. 5 Eylül’de ikizleri Catherine ve Jean doğar. Gallimard için Espoir (Umut) koleksiyonunu hazırlar.  Lettres à un ami allemand (Bir Alman Dosta Mektuplar) yayımlanır.


1946

Bir dizi konferans vermek üzere gemiyle -gazeteci kimliğiyle ve gümrükte uzun süre bekletilerek- Amerika Birleşik Devletleri’ne gider. Burada René Char ile tanışır ve ömür boyu sürecek dostlukları başlar. Combat gazetesinde, Ni Victimes, ni bourreaux (Ne Cellat Ne Kurban) başlıklı bir makale dizisi yayımlanır.


1947

Haziran’da yayımlanan La Peste (Veba) adlı romanıyla Eleştirmenler Ödülü’nü kazanır. Combat Gazetesi’nin yönetimini devralan Camus, De Gaulle’ü destekleyen Pascal Pia ile bir daha barışmamak üzere yollarını ayırır. 22 Nisan tarihli başyazısında Combat’ın hiçbir partinin yayın organı olmayacağını belirtir. Ancak 3 Haziran tarihinde gazeteden ayrılır.
Kasım’da Esprit dergisinde yayımlanan ve iki süper güce karşı Fransa’nın bağımsızlığı çağrısında bulunan bir manifestoya Sartre, Bourdet ve dönemin öteki aydınlarıyla beraber imza atar.

1948

Gallimard tarafından yayımlanan L'État de siège (Sıkıyönetim) adlı oyunu Théâtre Marigny’de sahnelenir. Oyunun başarısızlığı Camus’yü tiyatrodan uzaklaştırır. Ancak 1949’da sahnelenecek olan Doğrular adlı oyunu iptal edemeyecek kadar kesinleşmiş bir gösteridir. Oyun için başka arayışlara yönelir. 
Amerikalı Garry Davis’in savunmasını üstlenir.


1949

Yayın hayatına Nisan 1949’da başlayan aylık edebiyat dergisi Empédocle’de René Char ile beraber çalışır. Yunan komünistlerin ölüme mahkûm edilmesini iptal ettirebilmek için bir çağrı başlatır. Bu etkinlik için 30 Haziran’da Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Şili’de konferanslar vermek üzere yolculuğa çıkar. Dönüşünde (30 Ağustos) veremi ilerlediği için La Panelier’de dinlenir. Solidaridad Obrera’da İspanyol mülteciler için hazırladığı yazı yayımlanır.

1950

Les Justes, Gallimard tarafından yayımlanır. Camus kendisini Kore Savaşı’nın başlamasıyla şiddetlenen siyasal çatışmaların içinde bulur.
Temmuz’da Gallimard Camus’nün 1944’ten 1948’e kadar çıkan makalelerini Actuelles adıyla yayımlar. Veba’nın kazandığı başarıyla Camus en sonunda Paris’te bir daire alır ve ailesiyle VI. bölgede bulunan Madame Sokağı 29 numaralı evine taşınır.


1951

Soğuk savaşın tam ortasında Kasım’da Breton’un ilkelerini tamamen reddettiği L'Homme révolté (Başkaldıran İnsan) yayımlandığında oldukça ses getirir.

1952

Şubat’ta Sartre ile beraber, Franco rejimi tarafından ölüme mahkûm edilen Franco karşıtı İspanyol sendikacılara destek olabilmek için bir mitingde konuşma yapar. Mayıs geldiğinde Sartre, Les Temps modernes ’de Francis Jeanson’a Başkaldıran İnsan için bir yazı yazdırır. Bu yazı Camus’nün düşüncesine hakaret niteliği taşımaktadır.
Camus, Franco idaresindeki İspanya’nın Unesco’ya katılmasını protesto eder ve ardından Unesco’dan istifa eder. 30 Kasım’da “İspanya ve Kültür” başlıklı bir demeç verir.

1953

Haziran’da Angers Tiyatro Festivali’ninde Camus’nün iki uyarlaması (Calderon’dan Haça Bağlılık, Pierre de Lariyev’den Ruhlar) sahneye koyulur. Ancak festivalin açılışından iki gün önce uyarlamaların yönetmeni Michel Herrans’ın ölümü Camus’yü oldukça etkiler.
Ruhlar’ın gösteriminin ertesi günü 17 Haziran’da, Doğu Berlin’de komünist yönetim tarafından bastırılan işçi ayaklanmaları başladığında Camus yönetime tepki gösterir ve demeç verir.
1948-1953 dönemini kapsayan makaleleri Actuelles II başlığıyla basılır.
14 Temmuz’da Paris’teki ayaklanmada Kuzey Afrikalı protestocuların polis tarafından taciz edilmesi, öldürülmelerini Le Monde’de u sert bir dille eleştirir.
Francine ağır bir depresyon geçirmektedir.


1954

L’Eté (Yaz) yayımlanır. Francine intihara kalkışmıştır. Camus çocuklarından geçici olarak ayrılmak zorunda kalır. Arkadaşlarına hiçbir şey yazamadığı söyler. Bir seri konferansa katılmak için İtalya’ya gider. Cezayir’in iki halkı arasında uzlaşmacı görüşler bildirir. Eylül’de Francine ile Madame Sokağı’ndaki evine geri döner. Düşüş’ün fikrini hazırlamaya başlar. Ekim’de Amsterdam’a yolculuk yapar.
O güne kadar tuttuğu Defterler’ini daktilo edilmiş olarak Roger Quilliot’ya teslim eder.

1955

Önceleri haftalık sonra da günlük olarak çıkan L’Express (Dergi düşüşüne kadar Pierre Mendès France hükümetini destekler) dergisinde Cezayir Savaşı hakkında makaleler yazar. Cezayir’de birbiriyle mücadele eden tarafları birleştirebilmek umuduyla konferans düzenlenmesi çağrısında bulunur. Camus hem, “Cezayir Fransa değildir,” saptamasını yaparken bir yandan da Cezayir’de bir milyon Fransız’ın yaşadığını hatırlatarak uzlaşmacı bir yöntem belirlenmesini ister.

1956

2 Ocak’ta yasama seçimlerinde Cumhuriyetçi Cephe’nin zaferi Cezayir Savaşı için bir dönüm noktasıdır. Ancak kabinenin başına Pierre Mendès France yerine Guy Mollet’in seçilmesi ve verilen kararlarla savaş şiddetlenir. Camus savaş devam edecekse en azından sivilleri hedef almaması gerektiğini savunur. Şubat’ta “Mozart’a Teşekkür” adlı makalesi L’Express’te yayımlanır ve ardından dergiden istifa ederi.
La Chute (Düşüş) basıldığında kitabın başarısı Veba’ya yetişir.
Sovyet birlikleri Kasım’da Budapeşte’yi işgal ettiklerinde Birleşmiş Milletler’e ortak girişimde bulunulması için başvurur.

1957

16 Ekim’de, “İnsan vicdanının sorularını akıllı bir ağırbaşlılıkla aydınlattığı, önemli ebedi üretimleri için,” Nobel Edebiyat Ödülünü alır.  Stockholm’de yaptığı konuşma “Discours de Suède” adıyla 1958’de yayımlanır.


1958

Haziran’da Actuelles, III: Chroniques algériennes (1939-1958) yayımlanır. Camus, Cezayir’de barışın sağlanabilmesi konusunda umutsuzluğa düşer.
Ekim’de Vaucluse Lourmarin’de bir ev satın alır.

1959

Théâtre Antoine’de Dostoyevski’nin Ecinniler adlı yapıtını sahneye uyarlar. Mart’ta ameliyat olan annesini ziyaret etmek için başkent Cezayir’e gider. Ardından babasının doğduğu yeri görmek için Oulet-Fayet’e yolculuk yapar. Yılın geri kalanında Lourmarin’de İlk Adam ’ı yazar.


1960
3 Ocak’ta Paris’e dönmek için Michel Gallimard ve ailesiyle Lourmarin’den ayrılır.  Sens’den (Yonne) yirmi dört kilometre sonra Michel Gallimard’ın kullandığı araba bir ağaca çarpar. Camus kaza yerinde, Michel ise beş gün sonra hastanede ölür. Camus’nün çantasında İlk Adam’ın elyazmalarıyla, bir tren bileti çıkar.



Albert Camus Lourmarin mezarlığına gömülür.





 KORKU ÇAĞI 



“XVII. yüzyıl, matematik çağı, XVIII. Yüzyıl fizik çağı,

XX. yüzyılımız korku çağıdır.”

Albert Camus, 7 Kasım 1913 tarihinde Cezayir’in Mondovi (Deran) kasabasında doğar. Babası Lucien Auguste, Bordeaux, annesi Catherine (Sintès) İspanyol asıllı Cezayir vatandaşıdır.  Camus ergenliğine kadar Cezayir’de yaşar, bu onun ileride iki kıtayı da anlamasını sağlayacaktır. 

“Evet, bir vatanım var, Fransız dili,” diyecektir ve “Cezayir, Fransa değildir,” cümlesini tüm Fransa’yı karşısına alarak söylemek zorunda kalacaktır.


28 Temmuz 1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı onların hayatlarını da alt üst eder. Baba Lucien 3 Ağustos’ta Fransa’ya gönderilir, Catherine Camus  çocuklarıyla (Albert ve ondan dört yaş büyük ağabeyi Lucien) beraber başkent Cezayir’e  oldukça dindar ve despot olan annesinin yanına taşınır.  Baba Lucien Camus, Marne muharebesinde yaralanır, 11 Ekim 1914’te Saint- Brieuc Askeri Hastanesi’nde ölür.

Catherine Camus, çocuklarına bakabilmek için evlere temizliğe gitmek zorunda kalır. 1921’de Étienne dayıyı da yanlarına alarak başkent Cezayir’in merkeze uzak ve fakir mahallelerinden biri olan Belcourt’a taşınırlar. Belcourt, İspanyol asıllı Cezayirliler, Avrupalılar, Museviler ve Müslümanların birlikte yaşadığı bir bölgedir. Bu Camus’ye kozmopolit bir bakış açısı kazandırdığı gibi, hoşgörüsüzlüğe, kibre ve ırkçılığa karşı durmasını da sağlamıştır.

Camus’nün eserlerinde ailesinin ve yoksulluğun izleri görülür. Camus maddi ve manevi bir fakirlik içinde büyür.  Anne Catherine işitme özürlüdür ve çocukluğunda tedavi edilmeyen bir hastalık sebebiyle konuşma güçlüğü çeker. Okuma yazma bilmez.  Zekâsı tam yerinde olmasa da iyi kalpli bir fıçı yapımcısı olan dayısı Étienne ise görme ve konuşma özürlüdür.  Evlerinde hiç kitap yoktur. Bu sefalet, Camus’nün tüm hayatında güçsüzlerle içten bir şekilde empati kurabilmesini sağlar.

 “Tam anlamıyla bir hassasiyet yaratmak için para olmadan belli bir süre boyunca yaşamak yeterlidir.” Tersi ve Yüzü

1918’den 1923’e kadar devlet okuluna gider ve orada hayatını tamamen değiştirecek olan ve 1957 yılındaki Nobel Ödülü konuşmasını ithaf edeceği öğretmeni Louis Germain ile tanışır. Louis Germain Camus’nün yeteneği fark eder. Camus’nün büyükannesini ikna etmesi gerekse de, onu Grand lycees bursu kazanması için günde iki saat çalıştırır.
Camus, Nobel ödülünü kazandıktan sonra Lous Germain’e bir mektup yazar:

“Bu haberi duyduğumda annemden sonra ilk aklıma gelen kişi sizdiniz. Siz olmasanız, o zamanki küçük ve fakir halime uzattığınız eliniz olmasa, öğretmenliğiniz ve örnekliğiniz olmasa bunların hiçbiri gerçekleşemezdi. Bu ödül en azından benim için geçmişte ve şimdi ne anlama geldiğinizi anlatmam ve çabalarınızın, çalışmalarınızın ortaya koyduğu cömert kalbinizin, üzerinden yıllar geçse de hâlâ size minnettar olan küçük öğrencilerinizden birinin kalbinde yaşamakta olduğu konusunda sizi ikna etmeme olanak tanıdı.”

 1924 yılında aldığı burs sayesinde şehrin batı mahallesinde bulunan Bugeaud Lisesi’ne kaydolur. İyi bir öğrenci olduğu kadar, futbola da merak duyar ve futbol oynamaya başlar. Okulun takımında kalecilik yapar. Futbol, hayata ve ahlaka bakışını belirleyen temel etkenlerden de biridir. Bir röportajında, “Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi,” diyecektir. Yıllar sonra Defterler’e “R.U.A. (Racing Universitaire d'Alger kulübü) Yaşadığım bu yalın dostluğun mutluluğu,” notunu düşer. Ancak futbol tutkusu tüberküloza yakalanmasıyla son bulur. Sağlığına yeniden kavuşabilmek için, eniştesi Gustave Acault’un yanında kalır. Eniştesi kasaplık yapmaktadır ve şaşırtıcı kütüphanesi sayesinde Camus’yü kitaplarla, özellikle modern edebiyatla ve anarşist fikirlerle tanıştırır.

 UEFA 7 Kasım 2013 tarihinde internet sitesinde Camus’nün yüzüncü doğum gününü kutlayan bir mesaj yayınlar:




1930 yılında öğretmeni Jean Grenier ile tanışır. Kariyerinde Jean Grenier’in etkisi oldukça önemlidir. Aynı zamanda filozof ve yazar olan Grenier, Camus’yü Bergson ve Nietzsche’nin düşünceleriyle tanıştırır. Camus 1932 yılında lisans diplomasını alır. İlk denemeleri Sud dergisinde yayımlanır. 

İnciten Aşk:





1932 yılında Simone Hié ile tanışır. Simone, Camus’ün en iyi arkadaşlarından biri olan Max-Pol Fouchet’yle nişanlıdır. Ancak Simone ve Camus birbirine âşık olur. Simone Hié, yetenekli bir oyuncudur ve göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahiptir. Enişte Gustave Acault bu ilişkiyi onaylamaz ve Camus evden ayrılmak zorunda kalır. Lise öğrencilerine ders verir ve 1933 yılında Cezayir Üniversitesi’ne kaydolur. 1934 yılında Simone Hié ile evlenir. Evlilikleri Simone’un eroin bağımlılığının üstesinden gelememesi sebebiyle zarar görür. Simone on dört yaşından itibaren bir morfin bağımlısıdır ve ilaç bulabilmek için doktorlarla ve hatta Camus’nün arkadaşlarıyla birlikte olur. Camus bu evliliği devam ettiremeyeceğini kabul eder. Ayrılan çift ancak Camus’nün 1940 yılında Francine Faure’la evlenmeye karar vermesiyle boşanır. Camus yaşamı boyunca Simone Hié’ye destek olur. Simone Hié 1970 tarihinde ölür.


Camus Aralık 1959’da ölümünden çok kısa bir süre önce Defterler’e “Tüm yaşamım boyuna, birine bağlanır bağlanmaz, geri çekilmesi için her şeyi yaptım. Elbette ki bende, yükümlülük altına girme, insanları beğenme, nicelikten hoşlanma, bana özgü kötümserlik konusunda bir yetersizlik söz konusu. Belki de söylediğim kadar uçarı da değilim. Sevdiğim ve sadakatle bağlandığım ilk varlık, uyuşturucu ve ihanet içinde elimden uçtu. Belki de birçok şey bundan kaynaklandı, gururdan, yeniden acı çekme korkusundan, yine de çok fazla acı çektim. Ama, bu olaydan itibaren, ben de herkesten kaçtım ve herkesin benden kaçmasını istedim,” yazacaktır.

Dünyanın Ucundaki Ev

Camus’nün Simone Hié’yle olan ilişkisi, onu arkadaşları ve ailesinden uzaklaştırır. Bu ilişki Camus’yü incitmiştir. Yaşadığı zor zamanlarda, hayatının sonuna kadar arkadaşı olacak olan iki öğrencisiyle, Jeanne-Paul Sicard ve Marguerite Dobrenn tanışır. Üçü beraber 1935 yılından itibaren Cezayir tepelerinde yer alan ve Dünyanın Ucundaki Ev adını verdikleri yerde birkaç yıl boyunca yaşar. 


Dünyanın Ucundaki Ev Camus’nün sığınağı olur. “Burası insanın mutlu olduğu bir ev”dir. Camus’nün ilk edebi yapıtı olan Mutlu Ölüm’ün kahramanı Meursault, güneşi özler ve tıpkı Camus’nün yaşadığına benzer bir eve döner.


Delikanlı buraya, “Görünüme bütünüyle açık, dünyanın renkli dansının üzerinde parlayan gökyüzüne asılmış bir balon sepetiydi,” der Mutlu Ölüm’de.

Yıllar sonra Ressam Louis Bénisti, evin resmini çizer.


Camus, 1934 yılında Grenier’nin desteğiyle, kuramsal açıdan bir Marksist olmamakla beraber, anti-emperyalist mücadelenin tek destekçisi görünen Komünist Partisi’ne katılır.  1937’de Camus, Cezayirli Müslümanların belli bir kesimine Fransız vatandaşlığı vermeye yönelik Blum-Violette projesini desteklemektedir. Partiyse, Fransız hükümeti ve Stalin arasında yapılan anlaşmaların etkisiyle Cezayirli milliyetçilerin yanında yer alır. Hatta partiye kayıt yaptıran militanların hapsedilmelerine de ses çıkarmaz. Camus buna karşı çıkar, bunu yüksek sesle dile getirir ve partiden atılır, komünist hareketle olan tüm bağını koparır.
 





 
1935'de Théâtre du Travail’i (İşçinin Tiyatrosu)  kurar, fakat bu tiyatro 1939'da kapanır. Jeanne-Paul Sicard ve Marguerite Dobrenn tiyatroda da onun yanındadır. Asturias’ta Başkaldırı belediye başkanının izin vermemesi sebebiyle oynanamasa bile, Edmond Charlot oyunu hemen yayımlar. İşçi Tiyatrosu’nda Camus Zincire Vurulmuş Prometheus’u sahneye koyar. 

 1936 yılında zor bir metin olan Métaphysique chrétienne et Néoplatonisme (Hıristiyan Metafiziği ve yeni-Platonculuk) teziyle felsefe diplomasını alır. Yirmi yıl sonra Defterler’ine, “XVII. Yüzyıl, Augustinus’un yüzyılı, Aziz Augustinus totaliter dünyada yaşadı,” cümlesini yazacaktır. Tezinde Hıristiyanlığın Helenizmi nasıl benimsediğine değinir. Bu tez aynı zamanda Camus’nün dine bakışının nasıl olduğunu da anlatır özelliktedir. 

1937 yılında Oranlı genç bir kadınla tanışır. Christiane Galindo, Camus’nün Simone’u unutmasını sağladığı gibi Dünyanın Ucundaki Ev’de Camus’nün ilk metinlerini daktilo eder. Christiane Galindo Yabancı romanının kadın karakteri Marie Cardona’ya benzer. Onun kadar sevgi dolu ve teni güneşin parlaklığında bir kadındır. Aynı yıl Edmond Charlot, Camus’nün ilk edebi metni sayılan Tersi ve Yüzü adlı kitabını yayımlar. İki yıl sonra da Düğün’ü yayımlayacaktır.

1938 yılında, Alger- Républicain’in kadrosuna girer ve Pascal Pia ile tanışır. Pia’dan gazeteciliği öğrenir. Politik konulara yoğunlaşır. Şair Louis Aragon ve André Malraux ile arkadaş olur. 1939’da yaşanan Kabil kıtlığına Avrupa’dan destek götürülmesi için ilgi çekici başmakaleler yazar. Ancak ünü kısa süreli olur,  İkinci Dünya Savaşı ilanıyla Alger- Républicain kapatılır. Soir Républicain’da çalışmaya başlar. Oran’lı Francine Faure ile tanıştığı için Cezayir’le Oran arasında mekik dokur.




Verem hastası olmaması sebebiyle Fransız Ordusu’na kabul edilmez. Camus’nün sağlık durumu, onun istediklerini yapmaktan bir kere daha alıkoyar. 

1940 yılında Pascal Pia, Camus’ye Paris Soir’de iş bulunca Cezayir’den ayrılarak Paris’e gitmeye karar verir. Eşi Francine’i Cezayir’de bırakır. Savaş devam ederken Camus, Fransa’da kendisini çok güçsüz hisseder.  Paris’te çok az kişiyi tanıyordur. Muhafazakâr bir kitle gazetesinde çalışmaktan memnun değildir. Ağır bir depresyon geçirir. Ancak bu süreç Camus’nün absürd kavramına esin olur. Meursault, Sisifos ve Caligula’nın doğuşu bu karanlık günlere denk gelir.


Camus, 21 Şubat 1941’de Defterler’ine, “Üç absürd tamamlanmıştır,” notunu düşer. Yabancı 1942, Sisifos Söyleni 1943’te Gallimard Yayınevi tarafından yayımlanır. 


Francine Camus piyanist ve matematikçidir. Camus’nün fakir ve yoksunluk içinde geçirdiği çocukluğunda müzik yoktur. Francine ile müziğe olan tutkusu derinleşir.

“Yalnızca müzik denizin boyutundadır,”

“Don Giovanni: Tüm sanatların doruğu. İnsan Don Giovanni’yi dinleyince, bittiğinde, dünya ve varlıklar turu yapmış olur,” yazacaktır Defterler’e.

2 Şubat 1955’te L’Express’e yazdığı son yazısının adı, “Mozart’a Teşekkür” dür.

İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında pasifist bir tutum izler.  Ancak Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle onun da başkaldırmasına neden olur.

 Temmuz’da bir hafta boyunca Oran akınlarındaki Madrague kumsallarında çadırda yaşar.

8 Kasım 1942’de Müttefikler Kuzey Afrika’ya çıkarma yapar, birkaç gün sonra Fransa’nın güney bölgesi işgal edilir. Fransa Cezayir’den kopar. Francine Cezayir’de kalmıştır. Bağımsızlığın ilanına kadar ayrı kalacaklardır. Camus’nün sağlık durumu dağ havası almasını gerektirmiştir. Le Panelier’de kalmaya devam eder. Veba’yı yazmaya başlar. Francine ile ayrı kalmalarının etkisiyle o sıralarda romanına Ayrılanlar adını vermeyi düşünür. Sık sık Lyon’a gider, Francis Ponge, Aragon, Elsa Triolet ve 1944 Haziranı’nda kurşuna dizilecek olan René Leynaud ile buluşur. Camus işgalin bitiminde yayımlanan Bir Alman Dosta Mektuplar adlı eserini René Leynaud’ya ithaf eder. Bir yandan da Yanlışlık adlı yapıtı üzerinde çalışır.

 Haziran 1943’te Paris’te Les Mouches’nin (Sinekler) provalarında Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile tanışır. Sartre ve Camus ancak tanışmış olsalar da birbirlerini eserleriyle tanımaktadırlar. Sartre Yabancı’nın yayınlanmasından hemen sonra “Yabancı’nın Açıklanması” başlığıyla bir makale yazmış ve Camus’nün romanını “absürdle ilgili ve absürde karşı” olarak değerlendirmiştir.

Camus Paris’e taşınır ve Nazilere karşı oluşmuş Fransız Direnişi’ne katılır. Gallimard Yayınevi’nde editör ve Pléiade ödülünün seçici kurul üyesi olur. Ulusal Direniş Komitesi sorumlusu Claude Bourdet’in yönlendirmesiyle yasadışı Combat gazetesine Albert Mathe ismiyle makaleler yazar.



1944’te Caligula ve Yanlışlık aynı ciltte yayımlanır. Ardından Yanlışlık sahnelenir. Oyunda Martha rolünü oynayacak olan ve o dönem Les Enfants du Paradis filminde yardımcı oyuncu rolüyle ünlenen Maria Casarès’e âşık olur. Casarès eski İspanya Başbakanı Santiago Casares Quiroga’nın kızıdır. İspanya İç Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yapmıştır. Camus, Francine’i terk etmese de Maria Casarès ile tüm hayatı boyunca sürdüreceği tutkulu bir ilişki yaşar. Camus birçok tiyatro metninde baş kadın karakter rolünü Casarès için yazar.

25 Ağustos 1944’te Camus, Paris’in işgalden kurtuluşunu, artık özgürce yayımlanmaya başlayan Combat gazetesinde “Gerçekliğin Gecesi” başlığıyla yazar.

Ekim geldiğinde sol kanattaki devrimcilerle işbirlikçilerin yargılanması konusunda ters düşer. “Adalet ve Merhamet” başlığıyla 11 Ocak 1945’te yayımladığı başyazısıyla ilke olarak ölüm cezasına karşı çıktığını açıklar. Nisan’da araştırma yapmak için Cezayir’e giden Camus, 8 Mayıs’ta ateşkes ilan edildiğinde Fransa’a dönmek üzeredir. Konstantin’de milliyetçi ayaklanmalar başlamıştır, bu isyanda yaklaşık yüz Avrupalı ölür. Olayların bastırılması süresince binlerce kişi daha ölecektir. Fransız subayları tarafından aşağılanan yerli halkın milliyetçi duygular ve sesleri artmaya başlar.

Camus, Combat’da “ Cezayir’i nefretten kurtaracak şey, adalettir,” yazar.

 1945 Ağustos’unda Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının yarattığı vahşeti, “insanlığın önünde açılan dehşet verici olasılıklar,” olarak tanımlar.

5 Eylül 1945’te ikizleri Catherine ve Jean doğar. Caligula Théâtre-Hébertot’da oynanır.





Yabancı 1946’da Amerika Birleşik Devletleri’nde Knopf tarafından yayımlanır. Camus 10 Mart 1946’da bir dizi konferans vermek üzere Amerika’ya gider. Gemi New York Limanı’na yanaşır. Göçmen bürosu görevlileri uzun süre Camus’yü alıkoyar.   Tüm yolcular arasında bir tek Camus’yü kuşkulu bulmuştur görevliler.






New York’ta Patricia Blake ile tanışır. On üç yıl sonra Blake’e mektubunda, “New York benim için sensin,” yazacaktır. Gemi seyahatinden başlayan bu yolculuk Defterler’den bağımsız olarak –ve daha sonraki Güney Amerika yolculuğunu da kapsayacak şekilde- 1978 tarihinde Gallimard Yayınevi tarafından Journaux de voyage (Yolculuk Günlükleri) adıyla yayımlanır.


Camus Amerika Birleşik Devletleri seyahatinde, “Yaşamın trajik olmadığını ortaya koymak için her şeyin kullanıldığı bu ülkede, bir eksiklik duygusu yaşıyorlar. Bu büyük çaba dokunaklı; ama trajiği ancak üzerinde durduktan sonra geri çevirmek gerekir; daha önce değil,” yazar Yolculuk Günlüklerine

 “Direniş” ile ilgili yazılmış en büyük roman olarak kabul edilen Veba’yı Ağustos’ta tamamlar. Kasım’da René Char ile ömür boyu sürecek olan dostlukları başlar. 

Madagaskar’a çıkan ayaklanmaların bastırılmasını Mart 1947’de Combat’da yazdığı yazıyla protesto eder.  Pascal Pia ve Combat yönetimiyle araları açılır. 3 Haziran’da gazeteden ayrılır. 


 “Basın, devrimci olduğu için, doğru değildir. Yalnızca doğru olduğu için, devrimcidir,” yazacaktır Defterler’ine
 




1947 Haziran’ında Veba yayımlanır ve çıkar çıkmaz Eleştirmenler Ödülü’nü kazanır. Kitap, üç ay içinde 52.00 adet satar.

“Bu güncenin konusunu oluşturan, ilginç olaylar 194.’te Oran’da meydana geldi,” diye başlar Veba.  Veba’nın başarısı Camus’nün uzun süredir çektiği maddi sıkıntılara çözüm olur.

Kasım 1947’de Esprit dergisi tarafından yayımlanan, iki süper güce karşı Fransa’nın bağımsızlığı çağrısında bulunan manifestoyu Sartre, Bourdet, Merleau-Ponty ile beraber hazırlar.

1947’de Saint-Brieuc’te ilk kez babasının mezarını gördüğünde Camus otuz dört yaşındadır. Babası Lucien öldüğünde yirmi dokuz yaşında bile değildir.

 Defterler’ine şu notu düşer:

“Doğu’daki askeri mezarlıklar. Otuz beş yaşındaki oğlu, babasının mezarına gidiyor ve babasının otuz yaşında öldüğünü fark ediyor. Oğul ağabeye dönüştü.”

Defterler’e not edilen bu yazı daha sonra İlk Adam eserinde Jacques Cormery kimliğinde biçimlenir. 

 27 Ekim 1948’de Sıkıyönetim Théâtre Marigny’de sahnelenir. Amerikalı Garry Davis’in savunmasını üstlenir.

Başkaldıran İnsan üzerine çalışır. 30 Haziran 1949’da Güney Amerika yolculuğuna çıkar. Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Şili’de konferans verir. Brezilya’da tanıştığı bir sanatçı Camus’nün, Brezilya’da Proust kadar ünlü olduğunu söyler. Ayrılık Çağı’nda birçok kişiyle tanışır. 

 4 Ağustos’ta Yolculuk Günlükleri’ne, “Son saat. Konferansımdan sonra Andrade, bana, örnek cezaevinde, kafasını duvarlara vurup parçalayarak ya da boğuluncaya kadar boğazını çekmecelerinde sıkıştırarak intihar eden tutukluların görülmüş olduğunu bildiriyor.”

30 Ağustos’ta doktorlar Camus’nün vereminin ilerlediğini görür ve iki ay dinlenmek üzere La Panelier’e gider. Doğrular 15 Aralık 1949’da sahnelenir.

1944’ten 1948’e kadar yazdığı makaleleri Actuelles adıyla Temmuz 1950’de yayımlanır. Kore Savaşı başlamıştır, Camus siyasi çekişmelerin bir kez daha arasında kalır. “Büyümek için sertleşmek gerektiğine inanan 1950’nin entelektüelinin saflığı,” yazar Defterler’e.



Aralık 1950’de ailesiyle Madame Sokağı 29 numarada satın aldığı eve taşınır.



Ocak 1951’de Valence’ye gider. “Haykırdım, istedim, pek sevindim, umutsuzluğa düştüm. Ama otuz yedi yaşında, bir gün, mutsuzluğu tanıdım ve yaşadıklarıma rağmen, bugüne dek mutsuzluğu yaşamadığımı anladım. Yaşamımın ortasına doğru, yeniden güç bela yalnız yaşamayı öğrenmem gerekti,” yazar Defterler’ine.

1951’te Başkaldıran İnsan’ı bitirir. Romanın daktilo edilmiş nüshasını René Char’a gönderir.


Başkaldıran İnsan’ın ilk yazımı bitti. Bu kitapla ilk iki dönem tamamlanıyor. Yaş 37. Şimdi, yaratım özgürleşebilecek mi? 7 Mart 1951. Defterler

 Kitabın “Nietzsche ve Nihilizm” adlı bölümü Les Temps modernes’de, Lautréamont’un başkaldırısın anlattığı bölüm de “Lautréamont ve Bayağılık” başlığıyla Sud dergisinde yayımlanır.

Camus, “Lautréamont’la başkaldıranın delikanlılık olduğu anlaşılır. Maldoror’un şarkıları neredeyse dâhi bir liselinin kitabıdır; dokunaklılığı tam olarak, evrene ve kendisine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden kaynaklanmaktadır," diyerek Lautréamont’ü, çağı içine gömüldüğü komformizme ve köleliğe hazırladığı için eleştirir. 

Gerçeküstücülüğün önemli temsilcilerinden biri olan André Breton 12 Ekim 1951’de Camus’ye Arts Dergisinde sert bir karşılık verir. Camus André Breton’un ilkelerini reddeder. Başkaldıran İnsan Kasım 1951’de yayımlandığında polemik çoktan başlamıştır. Sadece Gerçeküstücüler tarafından değil, Camus’nün Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından eleştirilir.

 “XIX. yüzyıl başkaldırı yüzyılıdır. Niçin? Çünkü, yalnız ilahi ilkenin öldürücü darbe aldığı başarısız bir devrimden doğar.” Defterler 2

Sürgün ve Krallık, İlk Adam üzerine çalışır. Şubat 1952’de Franco rejimi tarafından ölüme mahkûm edilen İspanyol sendikacılar lehine bir çağrı başlatır. Franco’nun İspanya’sı üyeliğe kabul edilince Unesco’dan istifa eder. Unesco’yu “Franco’nun İspanya’sı kültür ve eğitimin sıcacık tapınağına çabucak sokuluverirken Cervantes ve Unamuno’nun İspanya’sı bir kez daha sokağa atıldı. Franco’nun Unesco’ya girdiği andan itibaren Unesco evrensel kültürden çıktı,” sözleriyle protesto eder. Yılın sonunda Cezayir’in güneyine yolculuk yapar.

Oldum olası içimde biri, bütün gücüyle, hiç kimse olmamaya çalışıyor. 1953 Defterler

Haziran 1953’te Camus’nün iki uyarlamasını sahneye hazırlayan yönetmen Marcel Herrand’un ölümü sonrasında Camus derin bir üzüntü duyar. Herrand’ın ölümünden altı gün sonra, 17 Haziran’da Doğu Berlin’de işçi ayaklanmaları başlar. Camus, bu hareketin bastırılmasını kınayan bir yazı yazar. Ekim 1953’de Actuelles II (1948-1953 dönemine ait makaleleri) yayımlanır. Eşi Francine sonbaharda ağır bir depresyona girer, intihara kalkışır. Camus düştüğü kaosun içinde Düşüş’ü yazmaya başlar.

7 Kasım 1953’te Camus kırk yaşındadır ve Defterler’e şu notu düşer:

“Kırk yaşında, insan bir yanının yok olmasına razı oluyor. Ama en azından, gökyüzü, kullanılmayan bu aşkı dimdik ayağa kaldırıyor ve şu sırada, hiç güç bulamadığım bir yapıtı ışıldatıyor.”

1954’ün başında eşi Francine ile beraber Oran’dan Paris’e döner, Francine’i bir klinikte tedavi ettirir. Çocuklarından geçici olarak ayrılır. Catherine Oran’da Faure ailesinin yanında, Jean’da Provence’ta kalır.

Nisan 1954’te Yaz yayımlanır. Politik aktiviteleri sebebiyle ölüme mahkûm edilen yedi Tunuslu için aracılık eder.

Eylül’de Francine daha iyidir. Camus tüm ailesiyle Madame Sokağı’na tekrar geri döner.


7 Eylül.

Çocukların dönüşü. Catherine uyuyamıyor, çünkü (göğsü ağrıdığından) ölmekten korkuyor. Bu küçük varlıklara daha şimdiden eziyet eden bu iç sıkıntısı rezaletin son perdesi değil mi?  Defterler3

Cezayir’in iki halkı arasında uzlaşmadan yana bir mesaj yayımlar. Ekim’de Hollanda’ya gittiğinde Düşüş’ün dekorunu oluşturur. Amsterdam’ın tek merkezli kanallarından esinlenerek Dante’nin cehennemini yeniden tasvir eder.

Mendès France başbakan seçilir. Cezayir Olayları büyür. Özellikle 1 Kasım’da, Avras’larda meydana gelen saldırılar sonrasında Cezayir Bağımsızlık Savaşı başlar.

 “Char’ın önerdiği kalıp söz: Özgürlük, Eşitsizlik, Kardeşlik.” Defterler

1955’de L’Express dergisine yazılar yazar. Dino Buzzati’nin Klinik Bir Vaka romanını tiyatroya uyarlar. Camus uyarlamayı “hem yazgının bir dramı hem de toplumsal bir yergi” olarak görür. Cezayir’de birbiriyle mücadele eden tarafları birleştirebilmek için çözüm önerileri sunar. Cezayir’e gider. Cezayir’de bir milyon Fransız’ın yaşadığını hatırlatır ve aynı zamanda “Cezayir Fransa değildir,” der.




Mendès France hükümeti düşer.

 Nisan’da Yunanistan’a yolculuk yapar. Atina’da Tragedyanın Geleceği üstüne konferans verir. Adaları dolaşır. 

 “Yunanistan’da yirmi gün süren gezi, yola çıkmadan önce bu günleri şimdi Atina’dan seyrediyorum ve bu günler bana yaşamımın bağrında saklayabileceğim bir tek ve upuzun bir ışık kaynağı gibi görünüyor. Benim için Yunanistan, yollar boyunca uzanmış, bir ışık denizinin üstünde ve saydam bir gökyüzünün altında durmaksızın çoğalan sakat tanrılar ve kırmızı çiçeklerle kaplı, ışıl ışıl bir günden başka bir şey değil. Bu ışığı tutmalı, geri gelmeli, artık günlerin karanlığına teslim olmamalı…” 13 Mayıs Defterler 3

 1955 yılında yaptığı üçüncü yolculuk İtalya’yadır.

“Yaşamımın sonunda San Sepolcro vadisine inen yola gelmek, oradan yavaşça inmek, vadideki narin zeytin ağaçları arasında yürümek ve eşyasız bir odasının dar penceresinden vadiye inen akşamı seyredebileceğim, kalın duvarları ve serin odaları olan bir ev bulmak isterdim. Prato parkına, Arezzo’ya dönmek, bir akşam, eşi benzeri olmayan odaları olmayan bu toprak üzerinde yerleşen geceyi görmek için, kale üstündeki muhafız yolunda yeniden dolaşmak isterdim. İsterdim… Her yerde ve her zaman duyduğum bu yalnızlık isteğini, bu isteğe eşlik eden düşüncelere dalma hazzıyla bir tür ölüm bildiren bu isteği hiç anlamıyorum.” Defterler 3

 1956 yılının ilk günleri Cezayir Savaşı’nda bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyetçi Cephe’nin seçilmesi bir umut olur. Ancak kabinenin başına Guy Mollet’in gelmesi kuşku yaratır. Cezayir şehrinde bölgenin Fransız nüfusu tarafından başlatılan ayaklanma sonrası Cezayir sorununu çözmesi için hükümete özel yetkiler verilsi sonrası savaş iyice şiddetlendirir. Camus 22 Ocak’ta sivil ateşkesten yana çağrıda bulunur.

 “Cezayir kenti. 18 Ocak.

 Paris’te peşimi bırakmayan Cezayir’le ilgili bu iç sıkıntısı beni terk etti. Burada hiç değilse kamuoyunun bize karşı olduğu bir ortamda mücadele içindeyiz. Ama sonuç olarak, ben huzurumu her zaman mücadelede buldum. Entelektüel olsa da olmasa da, meslek olarak entelektüel biri, özellikle de kamusal olaylara karşı yalnız yazarak karışan biri, bir korkak gibi yaşar. Bu yetersizliği söz kalabalığıyla telafi eder. Yalnızca tehlike düşünceyi haklı çıkarır. Üstelik her şey, o her şeyden elini eteğini çekmiş Fransa’dan, kötülüklerin Fransa’sından, boğulduğum o bataklıktan daha iyidir. Evet, aylardan beri ilk kez mutlu uyandım. Yıldızı yeniden buldum.

Tüm yaşamım boyunca, bana Fransa’nın bıkıp usanmadan yaptığı şeyin arasından, bana göre gerçek olana, İspanya’nın kanıma bırakmış olduğu şeye kavuşmaya çalıştım.” Defterler3

Düşüş 1956 Mayısı’nda Gallimard tarafından basılır. Camus, Faulkner’in Requiem for a Nun’ını (Bir Rahibeye ağıt) sahneye uyarlar. Oyunun provalarında başrol oyuncusu Catherine Sellers ile tanışır.





Temmuz’da Poznan’da ayaklanmalar bastırılmıştır, Sovyetler Birliği Kasım’da Macaristan’da anti-komünist başkaldırıyı susturmuştur. Camus, Cezayir’de ateşkes sağlanması için yardım ister, müdahalelerde bulunur.

“C.S. ‘En berbat acımayı körükleyen acı değil, liyakatsizliktir. En büyük mutsuzluk, utanç hissetmektir. Hepinizin, yalnızca güzel acılardan, kibar acılardan geçmiş bir haliniz var.’  Bu doğru.”  12 Ağustos Defterler 3

1957 yılında Sürgün ve Krallık yayımlanır.  Haziran’da Agnes Tiyatro Festivali’nde Caligula’nın yeni baştan değiştirilerek sergilenir. 





Cezayir sorunu Camus’yü suskunluğa zorlar, “Ilımlılıktaki güç, üstün güçtür,” yazar Defterler’ine. Arthur Koestler ile beraber, “Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler” adlı kitabı yazar. Camus, ölüm cezasına karşı duruşunu tekrar hatırlatır.

 8 Ağustos 1957’de Cordes.

“Suç ve Ceza’yı okuduktan sonra ilk kez, yeteneğim hakkında kesin bir kuşku duydum. Ciddi olarak, bu işten vazgeçme olasılığını ölçüp tarttım. Her zaman yaratımın bir diyalog olduğuna inandım. Ama kimle? Saldırının eleştiri yönteminin yerine geçtiği, ilkesi vasat bir edebiyat topluluğumuzla mı? Kısaca toplumla mı? Halk bizi okumuyor, burjuva sınıfı, yılda, moda olan iki kitabı ve gazete okuyor. Aslında günümüz yaratıcısı ancak, yakasını bırakmayan sınırsız bir yaratım tarafından yutulan yalnız bir peygamber olabilir. Bu yaratıcı ben miyim? Buna inandım. Bugün bundan kuşku duyuyorum ve beni mutluyken mutsuz kılan bu ardı arkası kesilmeyen çabayı, bu boş çileyi, beni ne olduğunu bilmediğim bir şeye yönelterek gerginleştiren bu çağrıyı reddetmenin güçlü eğilimini hissediyorum. Tiyatro yapacağım, kaygı duymadan rastgele tiyatro oyunları yazacağım, belki özgür olacağım. Saygın ya da namuslu bir sanatla ne işim var? Ayrıca, düşlediğim bu şeyi yapabilecek miyim? Ya yeteneğim yoksa düşlemek neye yarar? Kendimi bundan koparmalı ve hiçbir şeyi kabul etmemeliyim! Benden daha büyük olan başkaları bunu yaptı.” Defterler  

16 Ekim 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Annesini arar ve haberi verir. 17’sinde Defterler’e, “Nobel. Tuhaf bunalma ve melankoli hissi. Yirmi yaşında, yoksul ve çıplak, gerçek zaferi tanıdım. Annem,” yazar. Camus, ödül sebebiyle kaygılıdır. Edebiyat dünyası Camus’ye saldırır, kazandığı ödülü “Mezar Anıt” olarak kabul eder. Camus bir kere daha hedef haline gelir. 10 Aralık’ta ödül törenine Simone Gallimard, Janine Gallimard, Michel Gallimard, Claude Gallimard ve eşi Francine Camus ile katılır.
Mart 1958’de Cezayir’e gider. Tersi ve Yüzü yeni bir önsözle tekrar yayımlanır. Başkent Cezayir’de artan gösteriler General De Gaulle’ün güç kazanmasını sağlar. Beşinci Cumhuriyet kurulur.

Mayıs’ta Camus kendini daha iyi hisseder. Nisan’da Michel Gallimard’ın Cannes’daki evinde kalır. Haziran’da Maria Casarès, Michel ve Janne Gallimard ile beraber Yunanistan’a gider.

11 Haziran’da Rodos’tan Türkiye’ye de geçer:





“On beşte Türk limanı Marmaris’e hareket. On yedide varış. Ortasında demir attığımız koy güzel, ama iç karartıcı. Uzaktaki kasaba yoksul görünüyor. Ve tüm ahalinin yavaş yavaş iskeleye yanaştığını görüyoruz. Tekneye Türk polisleri ve gümrük memurları geliyor. Gerekli işlemleri yerine getirmek için bitip tükenmeyen boş konuşmalar. Sonra, bizi izleyen bir yoksul çocuk kalabalığıyla çevrelendiğimiz karaya çıkış. Yoksulluk, sokaklardaki ve evlerdeki bakımsızlık yüreğimizi o kadar daraltıyor ki, hiç beklemeden tekneye dönüyoruz.

13 Haziran.

“On birde Simi adasındayız. Hayranlık uyandıran Yunan temizliği. En yoksul evler kireçlenmiş, süslenmiş, vs. Türklerin bu halkı o kadar uzun bir süre egemenliği altına alması inanılmaz ve isyan ettirici bir şey.” Defterler 3

 Eylül’de Lourmarin’de bir ev alır. Dostu René Char le sık sık görüşme imkânı bulur.

 “7 Kasım, yaş kırk beş. Bugünün yalnızlık ve düşünme günü olmasını ister gibiyim. Elli yaşında tamamlanmış olması gereken uzaklaşmaya bugünden itibaren başlamak gerek. O gün geldiğinde, var olacağım.” Defterler 3

30 Ocak 1959’da Dostoyevski’den uyarladığı Ecinniler Théâtre Antoine’da sahnelenir. 17 Mart’ta Camus’nün eniştesi ve Camus’nün birçok tiyatro eserinde oyunculuk ve yönetmenlik yapan Paul Oettly -Francine Camus’nün teyzesinin eşi- ölür. Paul Oettly’nin annesi intihar eder.

Fransa Kültür Bakanı André Malraux –romancı ve tarihçi- Camus’ye dünyanın en eski ulusal tiyatrosu Comédie-Française’in sanat yönetmenliğini teklif eder. Camus bu teklifi İlk Adam üzerinde çalıştığı için geri çevirir.

 Camus, başkent Cezayir’e giderek ameliyat olan annesini ziyaret eder, oradan babasının doğum yerine -Ouled-Fayet- geçer.

20 Mart 1959.

“Annem hiç hiçbir şey yapamıyor: Okuma bilmediği için okuyamıyor, parmakları yüzünden dikiş dikip örgü öremiyor, sağır olduğu için müzik dinleyemiyor. Zaman ağır, yavaş akıyor.


Sessizce acı çekiyor. Boyun eğiyor. Çevresinde oturmuş ailesi, beceriksiz, dilsiz, bekliyor. Birkaç yaş küçük kardeşi Joseph de bekliyor –ama kendi sırasını bekler gibi- boyun eğmiş ve kederli.”

…Annem, -acı ve sabır dışındaki- her şeyden habersiz yaşadı ve bugün de bedensel acıları aynı dinginlikle çekmeyi sürdürüyor. Defterler

 Shakespeare’in Atinalı Timon’unu deneme sahnesi için uyarlar.  Eserlerini sahneye uyarlar. Yılın kalan zamanı Lourmarin’de İlk Adam’ı yazmakla geçirir.

3 Ocak 1960’ta Francine Camus, Lourmarin’den trenle Paris’e geri döner. Albert Camus, Paris’e Michel Gallimard’ın arabasıyla gitmeyi tercih etmiştir. 4 Ocak'ta, Sens yakınlarındaki Villeblevin kasabasında, "Le Grand Fossard" isimli bir yerde, Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araç bir ağaca çarpar. Camus kazanın ardından olay yerinde ölür. Camus’nün çantasında İlk Adam’ın el yazmaları ve cebinde de bir tren bileti bulunur. Cams’nün yayımcısı, dostu Michel Gallimard dört gün sonra hastanede hayatını kaybeder.

6 Ocak 1960 tarihli France Soir gazetesinde, “Yol düz, kuru, ıssızdı. Kader böyleymiş,” yazar.



Camus, Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.

Camus’nün 1938’de tamamladığı, kendi hayatından kesitler sunan öyküler sunan Mutlu Ölüm kitabı 1971’de yayımlanır.
1994 yılında kızı Catherine’in çabalarıyla İlk Adam yayımlanabilir. Camus’nün çantasında bulunan el yazmaları, Camus’nün eşi Francine’in yaptığı ilk daktilo edilmiş biçiminden yola çıkılarak düzenlenir. İlk Adam, Camus’nün “bu kitabı asla okuyamayacak olan annesine” ithaf ettiği ve hiç tanıma imkânı bulamadığı babasıyla, babası yerine koyduğu öğretmeni Louis Germain’e ait izler olan bir romandır.
Fransa'da Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Albert Camus'nun mezarını 2010 yılında ülkeye hizmet eden önemli kimselerin gömülü olduğu Pantheon'a taşımayı ister. Camus’nün kızı Catherine Sarkozy'nin teklifini kabul etse bile, Catherine’in ikizi, Jean Camus, babasının Pantheon'a taşınmasına karşı çıkar. Jean Camus, babası ile Panteon'u bir arada düşünemediğini belirterek ve babasının adının iktidar tarafından istismar edilmesinden çekindiğini dile getirir. 
2011 yılında  Observer Albert Camus'nün ölümünde eski Sovyet istihbarat servisinin parmağı olup olmadığını sorgular. Gazetenin haberi İtalyan Corriere della Sera gazetesinin bir iddiasına dayanır. İddiaya göre, Camus'nün ölümünde zamanın Sovyet istihbarat servisi KGB, Camus'yü o dönemki bazı Sovyet politikalarını eleştirmesi sebebiyle hedef almıştır. Camus’nün Budapeşte Ayaklanması konusundaki eleştirel tavrı sebeplerden bir diğeridir. Camus, Boris Pasternak'ı 1958 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü için tekrar aday gösterir. -Pasternak,1946-1950 arasında her yıl Nobel Edebiyat Ödülü adayı olmuştur.- KGB, Rusya’da yasaklı olan Doktor Jivago romanından sonra Camus’nün bu tavrı karşısında Camus’ye cephe alır. Bu iddiaların gerçekliğinin kanıtlanması mümkün görünmese bile Camus’nün Defterler’e  not ettiği, “Ölümüm bile tartışma konusu olacak. Oysa, bugün en derinden arzu ettiğim şey, sevdiğim insanların huzurunu bozmayacak, sessiz bir ölümdür,” cümlesi son noktayı ekler niteliktedir.
SÖZLÜK (*)
 Camus’nün eserlerini özetlemeksizin,

a…

 ABSÜRD (Absurde)
Absürd, Camus’de canlıdır. Yani bir kavram değildir. Yayılan bir duyarlılık olgusu “absürd duyarlılığı” ve bir akıl tutulması “absürd kavramı” söz konusudur ve çağın özelliğidir. (Yirminci yüzyılın ilk yarısı) Camus eserinde, absürdü, mantıksal olarak intihara nasıl gittiğini görmek için saf bir formda ve dokusundan sıyrılmış olarak tasvir etmeye çalışır. Başkaldıran İnsan ’da, girişten sonra absürd, daha çok nihilizme ve onun ötesine geçen bir araştırmaya bağlı olarak kullanılır. O halde absürd, nihilizmin kendini göstermesidir ki, Camus’ya göre onda bulunan şey olgunluktur, savaşmaksa dirençsizliktir: Actuelles II’de “Kötü veya iyi bir nihilizm yoktur,” demektedir. Bu absürde kavramıyla bağlantı kurulması noktasında doğrudan ilgi kurulacak yazarlar, Dostoyevski ve Nietzche’dir. Onların sorunsalı gerçekten de Camus’nün bağlantısına yakındır ve hepsi de gelecekteki nihilizmi haber verir. Camus ondan Başkaldıran İnsan’da söz edecektir. Nihilizm artık yaşama inanmamaktan ibaret olacaktır. Nihilist, gerçekliğin kolaylıkla dayanılabilecek özelliğinden kaçabilecek şekilde, yaşamı değerlere bağlı kılan kişidir: İçinde kendi dünyasının değerlerinin bulunduğu arka plandaki bir dünya yardımıyla, var olanı gizler. Bütün bunlar çöktüğünde olası iki tutum vardır: can sıkıntısı, yorgunluk, kararsızlık, zayıf iradesiyle pasif nihilizm ve tam tersine eylem, risk, macera ve iradeyle denk olan aktif nihilizm. Sisifos Söyleni’ndeki absürd, Yabancı’daki Meursalut, Caligua, Martha tıpkı Tanrı’nın ölümünden sonra yaşayan başoyuncular ve enerjilerini tüketenler gibi, dünyanın sonluluğunu, donukluğunu ve çeşitliliğini bilerek, mutlu olmak için, imkânsızın beklentisi içinde, bazen neredeyse intihara eğilimli aktif nihilistlerdir.
AHLAK (Morale)
Yıllar içinde, Camus daha çok bir yazar olarak görülürken,  bir filozof olarak daha az görüldü. Bununla birlikte onu bir ahlakçı yapan düşüncelerini işaret eden eleştirilerin ardı arkası kesilmiyordu. Onun tüm eseri, çağının bitkin ahlakını kabul etmediğine ve kuşatıcı nihilizme bir cevap getirme çabası içinde olduğunu gösterir. Camus bu bitkin ahlaka, bireysel başkaldırıyı izleyen ortaklaşa başkaldırı yoluyla bir cevap getirmek ister: Başkaldırı gösterir ki, onu canlandıran hareket, adalet, özgürlük ve dayanışmanın benzerlikleri ve başkaldırının haysiyeti gibi değerlerin yaratılması ve tanımlanması olmaksızın ileri gidemeyecektir. Onun başkaldırı hareketi, diğer insanlarla bir şeyler paylaştığı gerçeğini ona gösterecektir. Aynı zamanda insanların birlikteliklerini ve suç ortaklığını gösterecektir. Başkaldırı, birbirleriyle çatışan değerlere saygı duyma olgusunu ve zıtlıklara yer vermeyi deneyimlemekte zorluk çekecektir. Bu, örneğin özgürlük ve adaletin durumudur. Bu aynı zamanda kötülüğün kökeni ve şiddet hakkında benimsenen davranışın durumudur: Başkaldırı, kölelerin özgürlüğüne karşı duran efendiler de dâhil, her bir kimsenin haysiyetine saygı duymalıdır. Ama bu başkaldırı köleliği devam ettiren başkaldırıyı ele verecektir. Başkaldırı böylece, şiddete başvurmayı beraberinde getirebilecek, “öldürücü masum” olabilecektir ve yazarın “makul suçluluk” olarak adlandırdığı şeye iştirak edebilecektir. Camus bu çelişkilere karşı koyabilmek için, limitlerin felsefesi olarak adlandırdığı şeyi geliştirdi: Başkaldırı, olaylarla devamlı sorun haline gelen şeylere bir denge bulmak için çaba sarf etmelidir. Herkes için bir kereliğine gerçekleşen sorunları çözmeye yarayan değerlerin statik bir hiyerarşisi yoktur. Camus insan aktivitelerine zarar veren bir çatışmanın altını çizer: Ahlakın amacı, politikanınkiyle bir değildir; politikanın idealleştirdiği bir kavrama başvurmak sorunu yalnızca teorik olarak çözer. Combat’nın gazetecisi için (kendisinden bir etik tanımı yaptığı meslek), ahlakın dilinden konuşmak politik oyunu alt üst eder. Sitemi üstüne çekmek pahasına, tarihi bırakan ve kâinatta ahlaki ilkelere sığınan bir «güzel ruh olmak. İki büyük engel Camus’nün gözlerine takılır: Ahlakçılık içinde yok olmak ve kesin ya da mutlak yargılarını hemcinslerine taşımak. Örneğin Düşüş ve Giyotin Hakkında Düşünceler bu yargılama sorunundan bahseder. Camus Defterler’inde, ahlakın alt edilemez sınırının aşkta bulduğuna birçok defa işaret eder. Eğer burada ahlak hakkında bir kitap yazsaydım, bu kitap 100 sayfalık olup, 99 sayfası beyaz kalırdı. O son sayfaya şöyle yazardım:
“Yalnızca bir tek ödev biliyorum ve bu sevmektir.”

ANGAJMAN (engagement)
Camus angaje bir yazar mıydı? Bu o kadar kesin değildir. Konu hakkında edebiyat tarihinin sınıflandırmaları her ne derlese desinler, angajman – bütün varoluşçuluk gibi – yalnızca Camuscü sorunsalın kökeninde yoktur, aynı zamanda devrin baskın fikridir ki, Camus onunla ifadelerini açıkladı. Burada kendi sahasında değil, Sartre’ın sahasındadır. Angaje edebiyat kavramı yazarın sorumluluğuna dayanır. Sartre onu, Modern Zamanlar (1945) adlı incelemesinde,  daha sonra da Edebiyat Nedir’de “devoir d’engagement’a” (ki bu aynı zamanda onun bir modelidir) yakından bağlı olarak tanımlar. En üst derece kolektif hafızada angaje olmuş Sartre, bu kavramı şu olgu üzerine kurar: Yazar kendi çağında bir vaziyet içindendir. Buradan formül geliştirir. “Her sözün yankıları vardır.” Camus devrin bu tartışmasından haberdardır, ama aynı zamanda lirik eseri Yabancı ve aynı yıl güçlü bir absürd hissi saptadığı eseri Sisifos Söyleni denemesi, böylesi bir zihinsel uğraşıdan uzaklaşmış görünmektedir. Kabiliye’nin eski muhabiri Camus, özeleştiri yapan, ölçülü bir gazetecinin tutumu içinde, angajmanla yüzleşir. Bu eğilimiyle, angajmanla karşılaşır ya da daha doğrusu ulusal, ulusalararsı ve tarihsel konularda yazarın ifadesini tarif eder. Mauraic’e karşı, bu tanınmamış yazar, adalete ilişkin radikal bir fikri savunan özgür basının büyük yazarı olur ve 8 Ağustos 1945’te gazeteler çatışmanın yaklaşan sonunu kutlarken, Camus insanlığa açılan ve kapanan bombanın “berbat perspektifini” anlayabilmek için yeterli ölçüde mesafede duran nadir kişilerdendir. Absürd hissi yalnızca başkaldırı tecrübesiyle aşılabilir. Ama Başkaldıran İnsan’ı oluşturan şey, “bir eser zorunlu olarak ve daima verilecek bir mesaja sahiptir,” demez. “Angaje insanları angaje edebiyattan daha çok severim. Yaşamındaki cesareti ve eserlerindeki yeteneği; bu o kadar da kötü değildir. Onun değeri hareketidir. Yazar istediğinde zaten angajedir. Eğer bunun bir yasa, bir meslek ya da bir terör olması gerekiyorsa, adilane değer nerededir?”. Bu yılların konformist olmayan gerçeği, Camus ne tüm kıyılarda saldırılara çanak tutan başıbozuk askerin hain sessizliğine ne de şiddet dolu tarihe angaje olmaksızın, bir üçüncü yol belirleyerek adını ve imzasının bütün partizan gruplarla bağdaştırmayı reddeder: “Angaje olan tek sanatkâr, savaşı hiç mi reddetmeyerek, en azından düzenli oluşumlara katılmayı reddeden kişidir. Başıbozuk asker demek istiyorum.”

ANNE (Mére)
Belki sembolik olarak anne teması Camus’nün eserinde başlangıçta ve sonda önemlidir; arasında, pek de önemli değildir. 1935’ten başlayarak kaleme aldığı Carnets’lerin başlangıcında şöyle yazar: “Bütün bunların annenin ve oğlun aracılığıyla anlatılması gerekir.” Tamamlanmayan son romanı İlk İnsan için, girişiminin duygusunu betimler: “Burada bir anne tarafından ve tüm farklılıklarıyla birbirlerine bağlanmış bir çiftin hikâyesini anlatmak istiyorum. Bu kitap anneye itiraf’la bitmeli. Şu itirafla: Ey anne, oğlunu, senin gerçeğinden kaçtığı için bağışla.” Otobiyografik eser İlk İnsan zaten annesine ithaf edilir: “Sen ki bu kitabı asla okuyamayacaksın,” ne bu cümleyi ne de Camus’nün annesiyle olan karmaşık ilişkisini anlamıyoruz. Cezayir’de 1910 yılında Lucien Camus’yle evlenen genç hizmetçi Catherine Sintés’in okuma yazma bilmediğini ve kısmen sağır olduğunu bilmiyoruz.  Marne savaşında yaralanan Lucien Camus Ekim 1914’te ölür. İkinci oğlu Albert bir yaşındadır. Camus Tersi ve Yüzü adlı denemesinin bir müsveddesinde şöyle yazar: “Orada, kocasının ölümüyle birlikte iki çocuğuyla yoksulluk içinde kalmış bir kadın vardı. Annesinin evinde, yoksulluk içinde, işçi olan sakat bir erkek kardeşle yaşamıştı. Yaşamak için çalışmış, ev işleri yapmış ve çocuklarının eğitimini kendi annesinin ellerine teslim etmişti.” Çocukluktan beri, sevdiği yiğit bir anneyle iletişim kurmanın zorluğundan acı duyar. Yoksul Mahallenin Sesi’nde şöyle özetler: “Annesi daima sakinliği içinde olacaktır. Ve çocuk daima annesi kadar kendini sorgulayacaktır.” 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında, Cezayirli bir öğrencinin, sivil insanları vuran terörist suikastlara rağmen, FLN tarafından yürütülen bağımsızlık savaşının haklı karakteri hakkında sorusunu, Camus şöyle cevaplar: “Eğer bu hakla annem arasında bir seçim yapmış olsaydım, bir kez daha annemi seçerdim,” Tartışma konusu olmuş bu cümleyi daha iyi anlayabilmek için, Camus’nün annesinin Cezayir’de özellikle suikast riski altındaki bir bölgede yaşadığını anımsamak gerekir.

c…

CEZAYİR (Algerie)

Camus, tıpkı en candan durumlarda olduğu gibi en resmi durumlarda da, onu anayurduna bağlayan sarsılmaz bağı vurgulamıştır. Onun duyarlılığın kökeni, Akdenizli mizacıyla örtüşen, Cezayir’deki yoksul bir Fransız topluluğuna mensup bir aileden gelmiş olmasına dayanır. Sık sık şiirsel sembolleri hatırlatır: “Denizde büyüdüm ve yoksulluk beni debdebeli bir hale getirdi. Sonra denizi yitirdim. Sahip olduğum bütün lüksler bana gri göründü, sefalet tolere edilemez.” (Deniz. En yakındaki deniz). Heyecan verici kısalığı içerisinde böyle imgeler, tarihle ilişkiden sıyrılmak veya onu azaltmak için lirik bir hamleyle sabırlı bir eğilim gösterirler. Bütün eseri boyunca Cezayir, onu aşkın daimi itiraflarına yöneltir. Bu topraklardan uzaklaşmış olarak, artık hiçbir yurt onun görüşüne ve kelimelerine engel olamayacaktır. Onun edebi yazımının tersine gazetecilik yazımı, açıklık ve etkililiği hedef alacaktır. Söylemde hiçbir muğlaklık yoktur. Camus’nün 1939 yılında Alger repuclicain’ da kaleme aldığı duyulmamış bir atılganlık, bir sertlik bile büyük röportajlarda meydana çıkıyordu. Kabiliye’de Sefalet başlığı altında topladığı on bir makale yoksulluğu, düşük ücretler skandalını, bütün çocuklar için beklenen okulların şiddetli yoksunluklarını gizleyen bir prestij binasının yapımında patlayan skandal; kısacası sömürgeci yönetimin bu insanlara bakarak kanıtlarını bulduğu ihmal ve adaletsizlik. Bu kâğıtlar yalnızca sayılar ve dayanak noktaları sunmuyor aynı zamanda çözümleri ve işleme konması gereken gelişmeleri öneriyorlar ve politikacıları sorumluluk almaları konusunda uyarıyorlardı. O aynı zamanda kuzey Afrikalı işçilerin varlıkları hakkındaydı (4 Nisan 1939).  Daha sonra, Combat’nın gazetecisinin yerel bir anketle bunları açıklamaya çalışan kişi olması 1945 olaylarıyla (Setif  ve Guelma gösterileri ve bastırma) gerçekleşti. Şöyle yazıyordu, “Cezayirli Arplara özgürlük ve onları sömürgeci sistemden özgürleştirmek gerekmektedir. […] Sömürgecilik çağı sona ermiştir.” İşte bu onun özgürlük için mücadele ettiğine şüphe bırakmaz. Buna rağmen bağımsız bir ulus fikrine katılmıyor ama Yeni Cezayir fikrine katılıyordu. “Bu, aynı topraklarda bir arada yaşayan farklı insanların az rastlanır örneğidir.” Anti sömürgeci duruş belirgindir, ama politik niyet, ulaşılması gittikçe zorlaşan, ihtimal verilmeyen bir dengenin peşindedir. Ekim 1955’te Aziz Kessous’a gönderilen bir mektupta, birlikte bir vatan kurmak için “adalette ve özgürlükte uzlaşmış Araplar ve Fransızlar”’ı görme ihtimaline daima bağlı kaldı. Bağımsızlık savaşı zaten başlamıştı.  Bu savaş, sivil kurbanları vuran terörizmi yüksek adalet adı altında mahkûm etmekte inat ettiğinde, kendi kavgasını ve yanlış anlamaları kışkırtıyordu. 1958’de sesinin ne bunlar, ne de diğerleri tarafından işitilebilir olduğunu açıkladığında ya da nefreti azaltmak yerine körüklediğinde, mesele hakkında duygularını açıkça ortaya koymama kararı aldı.

COMBAT
Ulusal özgürlük hareketinin gizli dergisi Combat Aralık 1941’de ortaya çıktı. Camus bu dergiye, savaştan önce d’Alger repuclicain’de bu dergiye şekil veren Pascal Pia tarafından 1943 yılında katıldı. Paris’te savaşın ortasında, bu küçük ekip geçici Cezayir hükümetinin kendilerine verdiği Pariser Zeitung’un yerleşkesine yerleştiler. Combat’nın günlük gazete formatındaki ilk sayısı 21 Ağustos 1944’te çıkar. Camus burada başyazı ve gazetenin sloganı olan “Direnişten Devrime” adlı manşeti yazar. Pia gazetenin yönetmenidir.  Camus redaktör ve şeftir. Bu kadar genç yetenekleri bünyesinde toplayan nadir bir gazetedir. Gazete uzun zaman iki sayfa halinde yayımlanır, daha sonra sekiz sayfaya çıkar. Ama iki yüz bin adet baskıda tavan yaptıktan sonra, satışlar azalmaya başlar. Bir yıl boyunca yorulan Camus, gazeteden ayrılır. Yüz elli makale ve başyazı yazmıştır. Bunlardan biri, 8 Ağustos 1945 tarihli olanı, Hiroşima ve Nagazaki’den sonra atom bombası kullanımına ilişkin –bunu yapan kişi, az rastlanır batılı bir entelektüeldi –  bilgiler içeriyordu. 1946’nın sonunda Camus bir dizi makale yayımlar; “Ne Kurban Ne de Cellat,” onun Bolşevizm’e karşı düşmanlığını kuramsal olarak ilk defa ortaya koyan yazıdır. Bir matbaa grevi gazeteye kan kaybettirmeye başladığında, 1947’de kenara çekilmiş olan Pia tekrar dümene geçer. Camus eserini feda etmeden patron olarak çok uzun süre kalmayacaktır (Veba’yı bitirmesi gerekir): İşini Calude Bourdet’ye bırakır ve 3 Haziran 1947’de gider. Gazete sol anlayışı benimser ama herhangi bir partiye katılmaz. “Ne Komünistler ne de Hristiyanlar; biz sadece farklılıklarımıza vurgu yapan ve benzerliklerimizi açığa vuran mümkün bir diyalog arzu etmekteyiz.” Camus’nün mükemmeliyetçi başyazıları direnişçilerin sabırsızlıklarıyla ilgiliydi. Öteki yazarlar ciddi bir iyileştirme ve devletleştirmeyi arzu ederek aynı noktaya geliyorlardı. Gazete sağcı Monde’un, Franc Trieur’un ve solcu Liberation’un rekabetine maruz kaldı.  Gazetenin yazı kurulu, Camus’nün temsil ettiği sosyalist eğilimli çoğunluk ve git gide açıkça De Gaullecü olan ve Pascal Pia ve Raymond Aron etrafında toplanan bir azınlık şeklinde bölünmekte gecikmedi. Editörler 1946’da gerçekleşen bir anayasa referandumunda tam olarak birbirlerinin tersini söylediler. Pia ve Camus dönemin en prestijli yazarlarına memnuniyetle kürsüyü önerdiler: André Malraux ve André Gide ve bununla birlikte Georges Bernanos ve Michel Leiris. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir deniz seyahatine çıkmış olan Jean-Paul Sartre röportajlar gönderiyordu. Bu imzalama politikası ve kültürel sayfaların istisnai özelliği, Combat’nın ününe iyiden iyiye katkıda bulunuyordu.

 

d…

DEMOKRASİ (Démocratie)


Camus’nün demokrasinin prosedürleri ve ilkeleri üzerine düşünceleri, içten bağlılık ve bunun sürekliliği, eserlerinde yazdıklarıyla boy ölçüşemez.  Gazeteci hiçbir zaman siyaset bilimci veya anayasacı gibi olmadı. Ağustos 1944’te Combat’nın başyazarı, temsiliyetin bir tılsım olmadığı öngörüsünde bulunarak, “halkçı ve emekçi gerçek demokrasi”yi bildiriyordu. Buna “Halkçı demokrasi” formülü kullanıldıktan sonra varmaktadır. Merkez ve Doğu Avrupa komünistleri bu formülü kullandıklarından sonra bile,  hala gözden düşmemişti. Daha çok, sadece uzlaştırılabilir değil ama aynı zamanda birbirinden ayrılmaz olarak da düşündüğü özgürlük ve adaletten söz eder: Biri diğerini sınırlar. Özgürlük dinamiği Fransız toplumunun devrimci yeniden inşasını mümkün kılar. Bir “ortaklaşa ekonomi,” ona “bireyin özgürlüğü” ile bağdaştırılabilir gözükür. Savaştan önce Soir republicain adlı makalelerinde bulunan bir uluslararası demokrasi fikri, kaleminden dökülmeye başlar. Camus, “eğer savaş bir demokrasiler savaşı olsaydı, demokratik bir barışa doğru giderdi,” diye hatırlatır. Kendi fikrince, köleliğin sınırlandırılması üzerine kurulu, bir «insanlık toplumu, bir yeni uluslararası düzen tasarlar. Camus, Combat’daki son yazılarının birinde, “Belki iyi bir siyasal rejim yoktur ama demokrasi var olanların şüphesiz en az kötü olanıdır,” diye yazmaktadır. Yazılarından, demokrasinin bazı ilkeler üzerine oturduğunu anlarız. Ortak tartışma pratiği bunlardan biridir. Devlet gücünün sınırlandırılması bunlardan bir ikincisidir. Dengeleştirici karşı kuvvetin önemi şuradadır: Özgür ve canlı bir basın ve güçlü bir sendikacılık. Uğruna mücadele ettiği cezanın yürürlükten kaldırılmasına özel bir yer verir. Üçüncü bir fikri şöyledir: “Demokrasi, çoğunluğun yasası değildir; azınlığın korunmasıdır,” diye yazmaktadır 1958’de (Carnets III). Cezayir savaşı kendi demokrasi anlayışını denemeye koyar. Tüm savaş zıtları güçlendirdi. Devrimci nasyonalizm bunlardan biridir. Camus birçok yazısında, bir liberal gibi anlaşılması riskine aldırmayarak, demokrasiyle özgürlüğü (veya özgürlükleri) birleştirir. Onun öncelik verdiği özgürlük iş yapma özgürlüğü değildir. Genel oylama ilk koşuldur, teminat değildir. Bir başka ifadeyle demokrasi bir sonuç ve bir araçtır. Politiktir ama aynı zamanda ekonomik ve sosyal olmalıdır. Eşitsizlikleri ve dışlamaları serbest bıraktığında kendisi tehlikeye düşer.
 DİRENİŞ (Résistance)
1943 sonbaharında Paris’e yerleşen Camus aktif direnişe katılır. Sahte bir kimlik kartı ve bir takma ad (Bauchard) oluşturur. Gazeteci Claude Bourdet ondan yavaş yavaş bir yayın oluşturmasını, daha sonra, onun Alger republicain’deki yeteneklerini takdir eden Pascal Pia’nın bir önerisinden hareketle Combat gazetesini tekrar organize etmesini ister. “Küçük yetenekleri, ona bazı gazetecilik çalışmalarında hizmet etti,” der. Bazı olaylarda, Pia’nın yerine, yayın periyodu değişken ve tirajı iki yüz elli bin’e çıkan bu kaçak yayının başına geçer. Redaktörler alır ve gazetenin yazı kurulunu paylaşır. Rehin uygulamalarını naklederek, 1944’te şöyle yazar: “Topyekûn bir savaş koptu ve bu topyekûn bir direniş ister.” Her biri birer katil olan Milis’e karşı grevler, gösteriler ve sabotajlar hayal eder. Gazetenin matbaacısı öldürülür, Bourdet ve Jacqueline Bernard sürgüne gönderilir. Camus, adalet ve doğruluğun müttefiklerin yanında ve onların zaferinin bir zorunluluk ve bir gerçeklik olduğunu iddia ederek ordunun ve direnişin seçimini haklı çıkarır. Eğer şiddete başvuruyu haklı çıkarıyorsa, bundan, onun düzen verici olduğunu ve nefretten ayrıştığını anlar: “Düşman Nazi’dir, kendini şeytanlaşmaktan esirgeyen Alman değil.” Bütün şoven retorikten kendini sakınır ve demokratik bir Avrupa perspektifi içindeki ortak hareketi savunur. Özgürlüğün ertesi günü Camus, aylardır kendisinden uzak kaldığı karısına şunları yazar: “İspanya’ya geçmeyi denedikten ve uzun aylar boyunca kamp ya da hapis hayatı yaşamak gerektiği için – ki benim durumumda bu yapılamazdı – bundan vazgeçtikten sonra, direniş hareketine katıldım. Orayı çok düşündüm ve bunu bütün öngörümle yaptım; çünkü bu benim ödevimdi.[…] Altı aydır durmuş olmakla yanıldım ve ortak yaşamdan kayboldum.” Aktiviteleri hakkında, yazılı eserlerinde neredeyse hiç bahsetmez. 21 Ağustos 1944’te Paris isyan ederken, Camus Combat’ya şu başlığı atar: “Direnişten Devrime.” Bu ifade, uzun yıllar boyunca gazetenin ilk sayfasında görülecektir. Ertesi gün, şunları yazar: “Silahlı halk ve Direnişteki insanların görevi sona ermez.[…] Zor savaşlar bizi bekliyor.” Onun göre Direniş, ülkeleri kendi sosyal çeşitliliği içinde temsil eder. Onun tarihsel rolü, toprakların özgürleşmesiyle bitmez. Bir yenileme gücü’ne dönüşmelidir. Daha sonra şöyle yazar: “Onun haklardan çok, ödevleri vardır.” Yeni Fransa yalnızca özgür olmamalıdır, aynı zamanda paradan da özgürleşmelidir.
 g…

GAZETECİLİK (Journalisme)

 Yeni evlenmiş Camus zorunluluktan gazeteci olur. Ancak ilk kez edebiyatla ilgilenebildiğinde -onun gönül eğilimi- dünyanın en güzel mesleğini icra etmiş olmaktan memnun olduğunu söyleyecektir. Sola eğilimli küçük bir gazete olan Alger republicain’de 1937’de kariyerine henüz başlamıştır. Kabiliye’deki röportajı ve göz önüne getirdiği dava, onun halkın düşüncesi üzerine hareket edebildiğini gösterir. İlk koşulda, bir hak ihlalini “davaya” dönüştürür ve yoldan sapmış bir eğitim kurumunu suçlayıcısı olarak görünür. Arkadaşları sayesinde, Michel Hodent ve şeyh El-Okbi özgürlüklerini kazanırlar. İkinci durumda, yaptığı anket sömürgeciliğin nimetlerini yeniden söz konusu eden resmi söylemi dava konusu eder. Yazıları bir tanıklık ve bir analiz sunmaktadır: Yoksulluğun ekonomik ve sosyal nedenleri vardır, yoksun bırakmalar ve küçük düşürmeler Cezayir ulusalcılığının kökeninde vardır. Bir yılda Alger republicain batar. Camus kendisine görev veren Le Soir républicain’de yazı işleri müdürü olur. Camus, bu başkaldırıcı gazeteyi yasaklamakta gecikmeyen otoriteleri tedirgin ederek,  ironik ve hiciv dolu havasıyla buraya özgür bir hareketlilik verir. Camus, yazılarına hemen “eleştirel gazetecilik” fikrini koyar. Onun gözünde, kaynaklar sorusu esastır ve devamlı bir göz açıklığı gereklidir. Bilgilendirme, olayları seçmeyi, doğrulamayı ve yorumlamayı gerektirir. “Doğruluk” ve “sağduyu  söylem söz konusu olduğunda, bunun eksik olmaması gerektiğini ve metinlerin bağlamlarından koparılmamasını emreder. Bu kabul edilemez bir gazetecilik metodudur. Bunu 1955’te France Observatoır’daki konferanslarında hatırlatır.  Camus işgalden sonra mesleğe yine döner. Paris’te, 1943 yılında Combat’nın yazı işleri müdürü olarak,  başyazıları kaleme alır.  Tecrübesi derindir ama dört yıl sürer. Ahlak bilimi dersleri, meslekteki eski kimseleri kızdırır ama kendi kuşağından meslektaşlarını memnun eder. “Ülkeye o derin hissiyatını yeniden duyuruyor. Eğer bu hissiyattan, nefreti değil de enerjiyi, retoriği değil ama gerçeğe inancı, orta halliliği değil de insanlığı anlıyorsak; o halde birçok şey kurtarılacak ve bizim bir ayıbımız kalmayacaktır.” Pozisyon alışlar, her şeyden önce yalnızca haberler doğru olduğunda kabul edilebilirdir. Parçalara ayırmadan önce, birinin ya da diğerinin bakış açısını bilmek ve durumun karmaşıklığını gözetmek önemlidir. Olayları anlatmak yeterli değildir, aynı zamanda onları bir perspektife oturtmak,  ortaya çıkışları üzerlerinde düşünmek ve ortamını kuşatmak gereklidir. “Bir gazeteci bir tarihçidir, günden güne, onun ilk kaygısı gerçekliktir,” der. Bir sözcük Camuscü ahlak biliminde hâkimdir: Bu “sorumluluktur.” Gazeteci yurttaş, propagandacıların yalanlarını düzeltip alaşağı ettiğinde, demokrasinin yaşatılmasına katkıda bulunur.

GÜNEŞ (Soleil)
Güneş, Camus’nün tercih ettiği on sözcük arasında bulunmamasına rağmen, onun eserinde tuhaf bir yer tutar. Sıvaları toz ederek ve canlı varlıkları, kendi menzilleri dışında kalmak için duvarları yerle bir etmeye zorlayarak Akdeniz üzerinde hüküm sürer. İlk İnsan’daki Cezayir yazlarına ilişkin betimlemesi heyecan vericidir: Doğan güneş ve sıcaklık, tıpkı, “müşterisinin kendisine uzattığı boynu, uzun usturasının tek darbesiyle kesip ayıran bu berber gibi,” insanları çıldırtır. “Güneşten ezilmiş bir manzaranın önünde doğabilmiş olan bu Nada’yı,” hiçliğe yollar.  Bu yalnızca denize bağlılıktır; güneşle gitmiş deniz, Rimbaud anlayışına göre, bir sonsuzluk hissiyatı yaratır. Güneş Yabancı’da, aniden bastıran kahramanca şiddeti dile getirir. Grek düşüncesinin mirasçısı Camus, Başkaldıran İnsan’da güneşi, aydınlanmanın sembolü olarak görür; öğle vaktinin düşüncesi, gece yarısındaki düşüncenin tersinedir.
GÜZELLİK (beauté)
Camus 1948 ilkbaharında Carnets’lerinde kendi görüşünü özetler: “Grekler için güzellik çıkış noktasıdır. Bir Avrupalı için bir amaçtır. Ben modern değilim.” L’Envers et L’Endroit’dan beri kendi incili olarak kalacak şeyi açığa vurur: “Benim bütün krallığım bu dünyadır. Dünya güzeldir ve onun dışında başka yol yoktur.” Camus’nün gözünde bu güzellik, dünyanın güzelliğidir ( bir manzara ya da bir yıldız tonoz) ama aynı zamanda cisimlerin de güzelliğidir ki bunlar dünyayla bir uyum içindedir. Güzellik trajik olana bağlıdır, çünkü cismin bünyesinde geçicidir: Bize her an onu kaybetme tehdidi altında olduğumuzu bize telkin ettiği oranda ve bu nedenle benimsenemez hale gelir. 1935’te Carnets’lerde “Bu, güzelliğin tahammül edilemez oluşudur, bir dakikalık sonsuzlukta onu yine de zamanın tümüne yaymak isteriz,” diye yazdığını okuruz.

i…

 İRONİ (Ironie)
“Eserim bütünüyle ironiktir:” Düşüş’ten altı yıl önce, yayımlanan Carnets’de geçen bu cümle, eleştirmenlerin gözünde bu kanıyı en iyi şekilde tasdik eder. Camus 1937’de yayımlanan Tersi ve Yüzü adlı denemesinin önsözünde, “bu, açık görüşlü ve ironik insanların canını sıkar,” diye yazmıştı. Açık görüşlülük ve ironi birbirlerine bağlıdır, çünkü yaşam çelişik görünüşler ortaya koyar. “Eğer umudunu yitirmiş bir insanın dudaklarında bir gülümseme görürseniz, bu gülümseyiş diğerinden nasıl ayırt edilir? Burada ironi, çelişki maskesi altında metafizik bir değer kazanır,” diye açıklamaktadır Camus. Metafizik olduğu andan itibaren, ironi ne kötülüğü ne de iğneleyiciliği varsayar. İronist çelişkilerini ortaya sermekten memnun olduğu bu dünyaya karşı kendisini gizler. Tersi ve Yüzü adlı denemesinin “İroni” başlıklı bölümünde, yaşlı bir kadın sinemaya giden genç insanlar tarafından terkedilir (“gerçekten neşeli bir film gösteriliyor.”) Yabancı’da kahramanlar, bakımevine terkedilmiş annesinin ölümünün ertesi günü, Fernandel’le birlikte bir film izlemeye gideceklerdir. Metafizikçi, olayların sıralanmasını göz önünde bulundurur ve bu canavarca çelişkiye öfkelenecek toplumun farklılığı hakkında bir yargı koymaktan sakınır. Örnekler çoğaltılabilir. Camus’ya yaşamının son ayında, 1957’de, “Eserinizde sizin çok değer verdiğiniz ancak eleştirmenleriniz tarafından önemsenmeyen bir konu var mı?” diye sorulduğunda, “mizah,” diye cevap verir. Düşüş’te Clamence’e göre, hatta Christ’e göre, ironiyi uzaklaştırmak ve mizah duygusuna sahip olmak.

İSPANYA (Espagne)
İspanya Camus’nün ikinci vatanıdır.  Onun için kişisel olduğu kadar, mesleki ve ideolojik yönden de temel ve kurucu bir rol oynar. Annesinin ailesi L’ile de Minorque kökenlidir. Kendini İspanyol gibi hisseder: “Fransa’nın bende yaratığı şeyle birlikte, bütün yaşamımda, İspanya’nın kanımda bıraktığı şeye ki benim için bu gerçeklikti, ulaşmaya etmeye çalıştım.” Yaşanmış olanla düş olanın arasındaki sınırlar içinde, Camuscü İspanya Akdeniz’in tüm erdemlerini ve tüm insanlarını, özellikle özgür insanları bir araya toplar: Özgürlük, yaşamın mağrurluğu, uyum, bilgelik… özelliklerinin sayımının arkası gelmez. Bu nokta, bir gazetecinin ya da yazarın kendi özelliklerini edinmesinin kanıtıdır, Camus, hiç durmaksızın Özgür İspanya’ya yapılan haksızlıktan (Franco’nun yaptığı) söz edecektir. Daha 1936’da, faşizmin baskısı altında,  özel bir hassasiyeti bulunarak, tiyatro topluluğuyla Cezayir’e gider. Bu tiyatro oyununda şu istenir: Asturie’de Başkaldırı. Gerçek olaylardan esinlenerek, bu şartlar altında kendi özgürlükleri için mücadele eden sahnedeki konan tüm karakterler, zaten bir çeşit Başkaldıran İspanyol İnsan’ı canlandırır. Şüphesiz dolaylı olarak ama gençliği boyunca şiddetli bir biçimde yaşanmış, daha sonra İspanyol aklına bağlanacak olan bu özgürlükçü ideal daima sürüp gidecektir. Tıpkı 1948’de Jean-Louis Barrault’la birlikte yazılan ve sahneye konan ve Cadix’de sahnelenen Sıkıyönetim oyununda olduğu gibi, bu başkaldırmış İspanyol’la Diego adı altında karşılaşırız ki, halkına, Başkaldıran İnsan’da yazan ünlü sözü yaşatır : “Başkaldırıyorum, o halde varız.” Aslında Diego, Veba’daki karakterle karşıtlığı sayesinde, tüm Gaditan halkının özgürleşmesi ve geleneklerine göre yaşaması fikrine ulaşır. Camus metinleri yoluyla, İspanya’ya hizmet eder, ama İspanya da ona hizmet eder ve kişisel olduğu kadar, ideolojik hatta ahlaki olarak da kendini ona karşı borçlu hisseder. Nobel ödülünün bir kısmını Fransa’daki İspanyol siyasi mültecilere devreden yazarın inancı tamdır: “[…] Sizsiniz […] Aramızdan birileri ayağa kalkmayı ve kenara çekilmeksizin özgürlüğün zorlu ödevini kabul etmeyi öğrendi. Avrupa ve bizim için, çok defa bunu bilmeksizin, var oldunuz ve sizler özgürlüğün efendisisiniz.” (Actuelles II). Camus ideolojik olarak kendini İspanyol anarşist sendikacılarına yakın hissediyordu ve hiçbirine de bağlanmak istemediği bu terör ve anarşi arasındaki farkın bilincindeydi ve kolektif eser Özgür İspanya’nın önsözünde, ona göre İspanya “anarşinin birazcık güçlü ve organize olduğu tek ülkedir.”

k…

KADIN (Femme)

Albert Camus çoğunlukla, kadınlar tarafından sevilen bir adam olarak betimlenir. Buna karşılık edebi düzlemde, kadınların onun eserlerinde rolü ikinci planda, dışta tutulan anne figürüdür. Tiyatro, belki de Maria Casares’in mesleğine hizmet için, diğer eserlere göre son derece bezenmiş dişil figürleri öne sürüyor gibidir. Ama adaletin teröristi Dora,  örneğin Jean-Paul Sartre’ın Kirli Eller oyunundaki Olga karakterine karşı silik bir kişiliktir. Camus’da hikâye, trajik bir şekilde, genellikle kadınlar tarafından meydana gelir. Böylece, Caligula’da Drusilla’nın ölümü konuyu törenle açar. Yabancı’da romanın birinci bölümünü bitiren felaketin tetikleyicisi olarak iş gören kişi bir kadındır.  Düşüş’te genç bir kızın intiharı, Clamence’in çöküşüne varır. Camus’de aynı zamanda aşk vardır ve eserinde bundan daima sıyrılmıştır. Orada kadın öncelikle bir güzellik sembolüdür ki, onun Mutlu Ölüm’ü görkemli yararsızlığı över. Kadın aynı zamanda dünyanın kesin manasının aracısıdır: Onda düşünülmemiş saadete bir yatkınlık vardır ki; “yoksul mahallenin sesi” yaşlılar buna tanıklık ederler. Aşığın duygusu, kişinin ya alışkanlıktan ya da kendi yansısı olan aşk içinde tükendiği bir tuzaktır yalnızca ve uzun uzadıya Düşüş’te işlenen konuda kadın, yine de “cennet bahçesinden kalan her şey” olarak betimlenir. Yine aynı romanda Amsterdam kadınlar azimle yaşamdan yana dururlar, “zira onların zevk almak ve doğurmak için bir karınları vardır.” (Sıkıyönetim).

m…

MARKSİZM (Marxisme)


Çok az insan Albert Camus’nun 1935’ten 1937’ye kadar komünist partiye üye olduğunu bilir. Partinin Cezayirli Araplar hakkındaki politikası konusunda anlamazlığa düştüğü için oradan 1937’de ayrılır. Kopma, Kasım 1946’da Combat’da yayınlanan Ne Kurban Ne de Cellat adlı yazısı nedeniyle kesinleşir: Soğuk bir savaş, üçüncü dünya savaşına dönüşme, nükleer çatışma ve toplu intihar’a dönüşme riski taşır. Bu makaleler Sovyet çalışma alanlarından söz ediyor ve kurumsallaşmış şiddeti açığa vuruyordu. Camus ilk defa, Sovyet komünizmini totaliter olmakla itham ediyordu. Bu yaklaşım, 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan’ın temalarının çoğunda bildiriliyordu. Bu denemede ne de Marks’ın amacını çürütüyordu; ona bazı değerleri hatırlatıyordu: “Etiğin gerekliliği […] Marks’ın büyüklüğünü doğrular […] Çalışmanın bir metaya ve çalışanın bir nesneye indirgenmesine karşı çıkar. [Sonunda] Ayrıcalıklı olanlara, onların ayrıcalıklarının tanrısal olmadığını ve bunun ebedi bir yasa olmadığını hatırlatır.” Bununla birlikte Camus için, acıların ve savaşların son vaadi, hiçbir şeyi ispat etmeyen bir dinsel doğa inancı ortaya koyar.  Ona göre Marksizm kendi kehaneti ile Hıristiyanlığın ve Alman felsefesinin mirasçısıdır. Solcu antikomünist Camus, nihilizmin makaslanmış başkaldırısına eski saygınlığını kazandırmak bir “üçüncü yol” önerir. Sartre’ın incelemesi Modern Zamanlar, tepkisel ve kısmen yanlış yargılanmış, Başkaldıran İnsan’ın en eleştirel raporunu sunar. Camus’nün cevabı, Sartre’ınkinin eşliğinde gelmekte gecikmez. İki eski arkadaş bir daha karşılaşmazlar. Bununla birlikte, dört yıl sonra, Kızıl Ordu Budapeşte isyanını bastırırken, Sartre çok sayıda entelektüelle birlikte Komünist Parti’den ayrılır.

MUTLULUK (Bonheur)


Mutluluk Camus’cü düşüncenin zorunlu kategorisidir. Bu,  budalalar tarafından bilinmeyen bir gereksinimin meyvesidir: “Mutlu olmakta utanç yoktur. Ancak günümüzde budala kraldır ve ben budalayı zevk almaktan korkan olarak adlandırıyorum,” diye yazmaktadır Noces a Tipasa’nın (Noces) anlatıcısı. Burada mutluluk öncelikle fizikseldir, doğayla uyum içindeki bedenin oyununa bağlıdır. Ahlakın Soykütüğü’nde Nietzche’nin benzer terimlerle işaret ettiğin mutluluğun önceliği üzerine, Camus’nün düşüncesinde nüanslar bulunduğunu fark edebiliriz.  Rambert Veba’da, “Tamamen yalnız mutlu olabilmek için, utanç var olabilir,” diye yazıldığına dikkat çekmektedir. Zaten Sıkıyönetim’in izleyicisi, Diego’nun yazdığı şeyi duyunca çok şaşıracaktır: “Mutlu olmakla meşgul olmalıyım.” Ancak onun kişisel gerekliliği, Koro tarafından açığa vurulan haykırışın kanıtıdır: “Mutluluk; mutluluk! İşte yaz! Nerede olduğu önemli değil, mutluluk övüncümüzdür.” Aslında, başkalarına yardım etmek için bir vasıta olduğu fark edildiği andan itibaren, kişisel mutluluk utanç verici değildir. “Yine de ben, bedbaht insanlara daha iyi yardım edebilmek için güçlü ve mutlu olmak gerektiğine inanma eğilimi taşıyorum,” diye belirtir Camus, ölmeden birkaç ay evvel. (Yakın Çekim, 12 Mayıs 1959’da televizyonda yayımlandı.) Aynı konuşmada, kendi mutluluğunun sanki bir hata olduğunu itiraf etmesinin gerekliliğinin onu üzdüğünü belirtir. Bununla birlikte her ne pahasına olursa olsun mutluluk arayışı, onun eserinde, olumsuz ve trajik kahramanlar meydana çıkarır.

o…

OKUL (école)

Camus’nün Cumhuriyetin okuluyla olan gönül ilişkisi, onun Cezayir’de, Belcourt’un popüler bölgesinin okulunda aldığı eğitimle daha da artar. Kırk yıl sonra ilkokul öğretmenine saygısını sunduğu İlk İnsan adlı tamamlanmamış otobiyografik romanının «L’Ecole» başlıklı bölümünde yine bu anısını hatırlar. M.Bernard’ın eğitim metodun geçmiş olarak, cumhuriyetçi okulun yüksek değerlerini yüceltmek istedi. Bu niyet, anılan kitabın aynı bölümünün alt kısmındaki bir notta açıkça görünmektedir: “Laik okulu güçlendirmek ve yüceltmek.” Nobel ödülü sırasında, Louis Germain adlı eski bir öğretmenine gönderdiği bir mektupta, kendi kişisel durumundan hareketle Camus, bu değerlerden birini, sosyal kökenini dikkate almaksızın herkese verilen eğitimi bir kez daha anar: “Siz olmadan, benim gibi yoksul bir çocuğa uzattığınız o şefkatli el olmadan, sizin eğitimiz olmadan, bunun gibi bir şey gerçekleşmezdi.” Bir kez esas tecrübeden geçtikten sonra, sömürge Cezayir, Camus’ya, okulun kendi rolünü üstlenebileceği şartlar üzerine düşünme fırsatı verdi. 1939’da Kabiliye’de yaptığı bir anket kanalıyla kendi zihinsel uğraşısını açıklar: “Yerli eğitimi Avrupalı eğitimden ayıran yapay engelleri ortadan kaldırdığımız gün, Kabiliye’liler çok daha iyi eğitim alacaklar. O gün, aynı okulun banklarında birbirini anlamak için bir araya gelen iki insan, kendini anlamaya başlayacaktır.”

ö…

ÖLÜM CEZASI (Peine de mort)

1957’de La Nouvelle NRF’de yayımlanan denemesi Giyotin Üzerine Düşünceler adını taşını taşıyordu.  Ortak bir eserin başlığı hemen Ölüm Cezası Üzerine Düşünceler adını aldı. Aynı zamanda Arthur Koestler’in idamı üzerine düşünceler, bir giriş ve Jean Bloch-Michel’in bir dosyasını içeriyordu. Bu yazı 1981’e kadar Fransız kölelik karşıtlarının bir referansı oldu. 1958’de Bernad Clavel, Camus’dan ölüm cezasına karşı bir kampanya başlatmasını istedi. Camus’nün eseri ölüm cezası hakkında sarsılmaz ve derin bir karşıtlık içerir. Kölelik karşıtlarının mücadelesi insanın ve eserin birleştiği geometrik noktadadır. Tarihsel periyot bunun gerçekleşmesi için elverişlidir. Cezayir Savaşı boyunca akıtılan kanı ve Avrupalının aklını zehirleyen Hitler ve Stalin’in suçlarını düşünmek yeterlidir. Ama Camus, Tersi ve Yüzü kitabında olduğu gibi, yazdığı ilk metinden itibaren bu sorun hakkında tamamen kişisel bir duyarlılık dile getirir. Bu aslında, bir ölüm cezasında bulunmuş ve bundan derin bir tiksinti duymuş babasını koruyan nadir anılardan biridir. Olay, Camus’nün Jacques Cormery adıyla sahneye sürdüğü İlk İnsan’da anlatılır: “Jacques’in babası geceleyin kaldırılmış ve büyükannesine göre onu öfkelendiren bir suçun infazına katılmak için götürülmüştür. Ancak solgun bir vaziyette dönmüş,  yatmış, sonra kusmak için defalarca yeniden kalmış, daha sonra yine yatmış. Ondan sonra, gördüğü olay hakkında asla konuşmak istememiş.” Bu başkaldırı, Giyotin Üzerine Düşünceler’de bir izini gördüğümüz, kölelik karşıtı felsefenin durumunu değiştirir. Bu deneme esas cezanın temellerine saldırır, bunu örnek olma özelliğine ve teolojik doğrulamaların geçersizliğine ve aynı zamanda devletlerin suçlu sorumluluklarına işaret eder. Çalışmasının başından itibaren, örnek olma özelliği teşkil eden niyetini açığa vuran ve aslında cezaevlerinin temel uygulamalarını gizleyen bir toplumun kötü vicdanını ele verir. Victor Hugo’nun Bir Ölüm Mahkûmun Son Günü adlı eserinin önsözünü dile getirir: Ölüm cezası, hipokrasinin ve yararsızlığın damgasını taşır. Ölüm cezası var olduğundan beri, suçların da bir süreklilik arz ettiğini göstermek yeterlidir. Ölüm cezası, kötüyü önlemek yerine, kentin merkezine oturur.  Camus için, ölümle cezalandıran bir toplum asla masum değildir. Kendi payına düşen sorumluluk hakkında bilgisizdir. Camus’nün gözünde bu, ölüm cezasını bir kez daha onaylamaktır. Ona referans olan dinsel yapının ortadan kaybolmasıdır. Gizli karakteri ortadan kalmış bir toplumda ceza anlamını yitirir. Çözüm, eski ceza anlayışıyla ilişkili olan bu bağı ortadan kaldırmak ve insan haklarını koruyan bir ceza hukukuna yer vermektir.

ÖZGÜRLÜK (Liberté)

Özgürlük Camus’un düşüncesinde temel bir rol oynar. Kariyerinin başında, mitsel bir boyutta, Camuscü iki panteonun tanrısallığını birleştirir. Yazar daha sonra Actuelles II’de daha gerçekçi ve karşılaştırmalı resimler kullanır;  kız kuzene özgürlük gibi. Kız kuzen burjuva toplumlarında genel eleştirilere cevap vermek için kullanılsa da, onlar daha çok vakitlerini mutfaklarda geçirirler (onların konuları mutfaklardır). Ve eğer seslerini çıkarırsalar şiddete hazırdırlar. Komünist toplumlarda dolaplara kilitlediğimiz kuzeni, zamanın sonunda sınıfsız bir toplum oluşunca çıkaracağız. Camus’da özgürlük, mutluluğu ya da egoizmi tahakküm altına almayı amaçlayan saf bireysel bir tutku da olabilir. Mersault, Caligula ya da Martha’da olan budur. Özgürlük arzusu insan toplumuna kavuşma amacına ve başkalarında özgürlük zevki uyandırma amacına da sahip olabilir.  Bunun gibi şeyler Camus’nün etik gazeteciliği arasında bulunuyordu. Makalelerinde, denemelerinde olduğu gibi, özgürlük hep adalete bağlıdır veya ondan kopuktur. O genellikle, adaletsizlik ve yalanla eşdeğer olan köleliğe karşıdır.  Özgürlükle Camus, böylece bir düğümü, temel bazı kavramların yumağını parçalar adalet, adaletsizlik, gerçek ve yalan. Camus Carnets’de, köleliğin tehditkâr olmadığını, ölümden korkmadığını belirterek, “Ölüm korkusunun üstesinden gelmediği müddetçe, insan için özgürlük yoktur,” der. Aynı yerde, özgürlüğü adalete (eşitliğe) tercih eder. “Sonuç olarak özgürlüğü seçiyorum. Çünkü adalet gerçekleşmemiş olmasına rağmen, özgürlük, adaletsizliğe karşı itiraz etme gücünü elde tutar ve iletişimi korur. […]Ama zor olanı, özgürlüğün değerinin aynı zamanda adaleti gerektirdiğini hiçbir zaman gözden kaçırmamaktır. Aynı zamanda, çok farklı olsa da, özgürlük için asla ölmek istemeyen insanların tarihinde daimi değeri oturtmak için bir adalet de vardır. Özgürlük, onayladığım bir rejim veya bir dünyada bile düşünmediğim şeyi savunabilmektir. Bu hasımlarına hak vermektir.” Sonuçta, adaletle özgürlüğü birleştiren düşünce, yalanın kurumsallaşmasından kaçan tek şeydir.

s…

SÖMÜRGECİLİK(Colonialisme)/ SÖMÜRGELEŞTİRME (Colonisation)


Sömürgecilik” ve “sömürgeleştirme” sözcükleri Camus’nün alışıldık söz hazinesine ait değildir. Bunları gecikmeli olarak 1955 ve 1958’de kullanır. Keza “sömürgeli” ve “sömürge” sözcüklerini de nadiren kullanır. Bu konu hakkında hiçbir zaman bir tepki ortaya koymamıştır, hatta Başkaldıran İnsan’da bile böyledir. D’Alger républicain’in genç muhabiri sömürgeciliğe ilişkin durumun temel adaletsizliğine işaret edebilecek imkâna sahipti. Alger republicain’de 5 ve 15 Haziran 1939’da yayımlanan bir röportaj, daha uzağa gitme fırsatı verdi. Kabiliye’de Sefalet kendi başına bırakılmış ve kıtlığa terkedilmiş bir topluluğa işaret ediyordu. Bir tanıklık yapmak istediği bu “sorgulamada” Camus, bunaltıcı verileri sıralar; daha ileri bir tespite gitmez, bir sistem davasına girişmez. Son makalesinde, kamusal güce müdahaleyi, eğitimdeki çabayı ve büyük çalışmaları hatırlatıyordu. Bu çığır açar. Camus dekorun öbür yüzünü açığa çıkarır. Cezayir’den 1942’de ayrılan Camus, savaşın verileri değiştirdiğini ve Fransa’nın “prestijnin” yerle bir olduğunu hızla anlar. Bunu 13 Ekim 1944’te Combat’da yazar. Yeni hükümetin kendi “sömürgeci politikasını” göz önünde bulundurması ve tekrar düşünmesi gerekiyordu. “Yerli halkı” özgürleştirmenin vaktidir. Camus 1945 baharında Cezayir’e geri döner. Burada Combat’da “Cezayir’de Kriz” başlığıyla yayımlanan bir anket yapar. Bu ankete Arap halkının gelişimindeki yoksunluğu ve onların Politik uyanışlarını kaydetmektedir. Onarılamaz olanı, yalnızca adalet engelleyebilir sonucuna varıyordu Camus. Cezayir demokraside hakka sahiptir. Camus’nün aynı konuyu yeniden ele alması için 1955 yılını beklemek gerekecekti. Bu arada onun haberdar ettiği Cezayir Savaşı patlak verdi. Yoksunluk başkaldırıya dönüştü. L’Express’teki makaleleri buna tanıklık ediyordu. “Sömürgeci şiddetin varlığı, başkaldırının varlığını açıklamaktadır,” diye yazar. 1958 baharında Cezayir Fıkraları’nın önsözünde, “Sömürgecilk devri sona ermiştir,” diye iddia etmektedir. İki ulus karşı karşıyadır. Savaş antagonizmaları sertleştirmiş ve iki kampın aşırılıklarını da güçlendirmiştir. Bu savaşın çıkış noktası, Camus’yü şaşırtacak şekilde, yalnızca Cezayir’in bağımsızlığı olabilirdi. Kendini adayanların mallarından edilmesini, sömürgeciliğin kaldırılmasının günah ödeyicisi olmasını içeriyordu. Camus sömürgeci sistemi analiz eden biri olmaktan ziyade, bir tanıktı. Aslında, tıpkı Albert Memmi’nin kendi Sömürgeci Portresi terminolojisini onun için kullandığı ve 1957’de La Nef’te yayımlanan bir makalesinde  (Gallimard, 1957) işaret ettiği gibi, o bir sömürgeci hümanisti ya da iyi niyetli biri’ydi. Öyle bir sistem düzenlemek istiyordu ki, burada sömürgelerin kendileri yıkılışı anlasınlar.

t…

TANRI (Dieu)


Tanrıya inanır mısınız doktor?” diye Rieux’ye sorulur Veba’da. Bu soruyu şöyle cevaplar: “Hayır. Ama bu ne demek?” Aykırı bir biçimde eğer Camus inançsızlığı vurguluyorsa, bunu ölümle sonuçlandırmaz; mutlak bir tanrısal imgeyle, belirsiz bir kapalılıkla açığa vurarak tanrı sorusunu bir metninden diğerine yayar. Yaratıcı fırlatılır, tekrar tekrar, kabul edilemez bir varsayım gibi,  yokluğa gönderilir. “Tanrının tek mazereti, var olmayışıdır,” diyerek kesip atar Camus. (Başkaldıran İnsan) Doktor Rieux bu fikre katılır: “Tanrıya inanmasaydık ve susan gökyüzüne gözlerimizi kaldırmaksızın tüm gücümüzle ölüme karşı savaşsaydık, bu belki Tanrı için daha iyi olurdu.” Tam yetkili Tanrısal inayet fikri, doktoru, hastalıklarını tedavi etmek yerine, kendini buna teslim etmeye iter ve bu Tanrısal inayetin acziyeti, yaratımı tahrip eden kötülüğü içermesi, onu lanetlemeye götürecektir. Ama yazara gelince, dilsiz gökyüzüne gözlerini dikmeksizin çalışmayı başarmış biri gibi görünmez. Kuşkusuz bu Tanrı sorunu Camus’da içinden çıkılamaz haldedir. Dünyada var olan adaletsizliğin kaynağı olarak görülmüş tanrıyı reddetmek, insanı bağışlanamaz bir suçluluğa adamaktır – Düşüş’te zehrini akıtan suçluluk. Camuscü eser, nasıl ki Theodisée’nin (tanrının inayeti ve iyiliğiyle kötülüğün var olması arasındaki çelişki) başarısızlığını, kötünün varlığı konusundaki bütün sorumluluktan Tanrıyı temize çıkaran güçsüzlükleri açığa vuruyorsa, aynı zamanda insanı, onu ezen kaderin mutlak sorumlusu olarak düşünmenin zorluğunu da göstermektedir.  Onun eseri yoluyla, sıkı bir tanrıcılıkla Tanrı temsillerini arıtmaya çalışan, yaratıcıları boyun eğmeye ve yükümlülükten kurtulmaya davet eden Hristiyan ve teologların eleştirilerinde kolaylıkla menfaati buluruz.

TERÖRİZM (Terrorisme)
Camus terörizmin karşısına çıkan ve onun hakkında düşünen Fransız yazarlardan biridir. 1940 yılından itibaren bu konuyla ilgilenir. Brice Parain tarafından Espoir koleksiyonu adıyla sergilenmiş Rus metinlerinden Bu Adamı Vurabilirsin başlığı altında bir derleme yayınladı. İki oyun, 1949’da Gerçekler ve on yıl sonra Düşkünler’in tiyatro uyarlaması, bu düşüncesine bağlılığını sergilemektedir. Başkaldıran İnsan, başkaldırının bozulmasına ilişkin bir deneme olarak, bu terörist harekete teorik bir çerçeve sağlar. 1954’ten başlayarak onun yurdu olan Cezayir’i tahrip eden savaş, Camus’ya düşüncesini arındırma olanağı verdi. L’Epress’teki birçok makalesinde, en metropoliten fikri parçalayan soruya ulaşır. Doğduğu yeri kana bulayan suikastların alevlenmesi, ona göre birer sebepti: “Terörizm tek başına gelişmedi; bir rastlantı veya genel bir nankörlüğün sonucu değildir. […] Cezayir’de terörizm, umudun yokluğuyla açıklanır. Her zaman ve her yerde sessizlikten; artık geleceğe başvurunun olmadığı, duvarların ve pencerelerin çok kalın olduğu, sadece nefes almak için bile üzerlerinden atlanılması gerektiği fikrinden doğar.” Terörizm, asla yerine getirilmemiş vaatlerin, karşılanmayan taleplerin, marjinal bir topluluk tarafından yığılmış utançtan kaynaklı bir acının meyvesidir. “Cezayirlilerin terörizmi,” diye yazar Camus, “onlar için ve aynı zamanda sonuçları bakımından kanlı bir hatadır.” Nefretin ifadesidir. Irkçılığın taşıyıcısıdır. Sahip olduğu ilk etki, özgürlükleri savunulamaz bir pozisyona koymaktır. Kendi yurttaşlarını paniğe sürükler ve onları aşırı uçlara iter. Genelleşmiş gücün denemeye ya da topyekûn savaşa giderler. Cevap elbette sosyal ve kuşkusuz politik olmalıdır. 1945 yılında makalelerinden birine şu başlığı vermişti: “Cezayir’i Nefretten Kurtaracak Olan Şey Adalettir.” “Savunduğumuz neden ne olursa olsun, adalet, katilin anneye ve çocuğa ulaşacağının önceden bilindiği masum bir kalabalığın kör katliamı yüzünden, daima lekelenmiş olarak kalacaktır,” diye yazmaktadır. Camus bu ahlaki ve politik yaklaşımla kalmaz. Camus terörist hareketi bütün romantik havadan yoksun bırakır. “Eğer kan, bazen tarihi ilerletmekse, onu barbarlığa doğru da ilerletmektir.” İntihar saldırıları ve kör bir şehrin bombardımanı, savaşın araçları olarak, sivillerle savaşanları ayırt etmediği müddetçe, insanlığa karşı işlenmiş suçlardır.  Çünkü terörist organizasyon, düşmanlarının hırçınlıklarının ardından koşar ve bunu kolektif sorumluluk fikrinin önüne koyar ve ortadan kaldırmak istediği şeyi üretir.  Daima demokrasiye karşıdır. Camus’ye göre, şiddetin hayâsız pratiği ve bunun mutlak güç olarak kodlanması arasında bir nedensellik ilişkisi vardır. Grup terörizmiyle devlet terörizmini birbirinden ayırır ve birinin diğerine dönüştüğünü sezer. Başka bir deyişle, silahlı öncü parti,  ölümcül faaliyetlerini kurumsallaştıran devlete,  despotizme hizmet eder.

TOTALİTARİZM
Camus, totalitarizmden, kapitalizmle muhtemel bir kopuşun ilk koşulu olan, ideolojik ve program düzeyinde erkenden bir kopma gerçekleştirir. Demokrasi ile Totalitarizm arasındaki karşıtlık ona göre temeldir. Bu, gecikmiş bir zamanla bağlantılı olarak “totaliter” kelimesine hizmet eder. Ne Cellat Ne de Kurban’ da tiranlık olarak söz eder.  Bu ifadenin Actuelles’de ilk geçişine Sıkıyönetim’de tanık oluruz. Burada tiranlık, toplum, devlet, teknik, savaş, cellat sözcüklerini niteler. Camus filozof Gabriel Marcel’e piyesinin konusunun totaliter tiranlık olduğunu söyler. Aynı zamanda burada, İspanyol, Alman ve Rus rejimlerinin yanında, Hitler, Mussolini ve Franco’da anlatılır. Bu metinde totalitarizm, polis ve bürokrasi devleti olarak ve Guernica adını üne kavuşturan bir vasıta aracılığıyla karakterize edilir. 1948’deki bir derlemenin son metninde,  “totaliter” kelimesinin üç kez geçtiğini görürüz. Buradaki kelime, ideolojik sözcüğünü niteler. “Bizler, ideolojik ve totaliter ideolojik bir dönemdeyiz, yani kendi egemenliğindeki dünyanın selametini görmemek için, kendinden, aptal aklından ve küçük gerçekliğinden yeterince emin.” İdeoloji insan öldürmeyle, yıldırmayla, kamplarla, terörle, insanların köklerinden koparılmasıyla ilişkilendirilir. Camus, totaliter olgunun anlaşılması için teorik bir katkıda bulunmadı. Onun için olaylar kavramlardan daha önemlidir. Kendi amaçlarını Hannah Arendt ve Raymon Aron’la rekabet içine asla sokmadı. Görevi, komünist rejimlerin gerçek doğası hakkında bilgi vermekten ve onların kurbanlarıyla bir dayanışma yaratmaktan ibarettir. Bununla birlikte 1950’den sonraki yazılarında, bu olguya ilişkin açık bir kavram bulabiliriz. Onun kaleminde, 1956’da Actuelles’lerde Başkaldıran İnsan’ı bulabiliriz: “Bugün, Doğu rejimlerini devrimci ve proletaryan olarak değerlendirmeyi reddederek, üstün gelmenin hüznünün farkındayız […].” Onun tavır alışları, tıpkı eserlerinin Doğu Avrupa’da koyduğu engin prestiji açıklar. 1970 yılındaki düşünce ayrılığı – Sakharov, Havel ve Michnik’inki gibi – tuhaf bir biçimde Camuscü başkaldırıya benzer; bu, kendini sınırlayan, şiddet içermeyen, ahlaklı, totaliter bir devlette demokratik bir başkaldırıdır. Bir yalandan diğerine, bir ideolojiden diğerine karşı koymayı reddeden bir başkaldırıdır. 
(*) Le Monde (Septembre –Novembre 2013) Une Vie, Une Oeuvre Albert Camus Çeviren: Mehmet Ünal
CAMUS’NÜN SEVDİĞİ ON KELİME
“Dünya, Acı, Toprak, Anne, İnsanlar, Çöl, Onur, Yoksulluk, Yaz,  Deniz”
1951-59 yılları arasında yazdığı Defterler’ine aldığı notlardan biri; “Yeğlediğim on kelime sorusuna yanıt: “Dünya, Acı, Toprak, Anne, İnsanlar, Çöl, Onur, Yoksulluk, Yaz,  Deniz.”dir. Özellikle bu kelimeler Camus’nün eserlerinde oldukça sık karşımıza çıkar. Bu sözcükler Camus’nün tüm hayatını da anlatmaktadır. Sorumlulukları, yaşamına kattığı anlam, Cezayir Fransa ikilemi, aşkları, insanlığa olan bağı bu kelimelerinin içinde gizlidir.

DÜNYA


“Bu dünya, kesilmiş bir solucan gibi kafası koparıldığından kıvranıp duruyor. Soylularını arıyor.” Defterler
ACI
“Üstesinden gelmek. Ama acı tam olarak budur, insanın asla üstün gelemediği şeydir.” Defterler
“Sana bütün bunları kim öğretti, “Doktor?" Yanıt anında geldi. "Acı çekmek."
“Roman. Çektiğim acı, gözyaşlarım, o kız burada olduğunda ve birbirimize acı verdiğimizde bir anlam kazanırdı. O gözyaşlarımı görebilirdi. O gitti, o zaman bu acı boş bir hayal oldu, acı geleceksizdi. Ama, gerçek acı boş acıdır. Onun yanında acı çekmek tadına doyulmaz bir mutluluktu. Ama ıssız ve meçhul acı bizi sürekli olarak sunduğu halde inatla görmezden geldiğimiz, oysa bir gün ölüm anından daha da korkunç bir anda mutlaka içmemiz gereken kadehtir.” Defterler
TOPRAK
Camus Bahia’dadır:
“Adaklarıyla Bon-Jesus Kilisesi. İnsan boğulur gibi oluyor. Ama bu barok uyum öyle çok yineleniyor ki. Sonunda, bu bölgede görülecek tek şey de bu; çarçabuk görülüyor. Ne var ki bu gerçek yaşam. Ama büyük alanların hüznünü taşıyan bu sonsuz toprakta, yaşam toprak düzeyindedir ve onunla bütünleşmek için yıllar gerekecektir.” Yolculuk Günlükleri
ANNE
“Ama annem gitmek zorunda ve ben hep artık onu yeniden görememekten korkuyorum.” Defterler
“Roman –sonu. Annem. Onun suskunluğu ne anlatıyor? Bu dilsiz ve gülümsemeyen ağız neyi haykırıyor? Yeniden dirileceğiz.” Defterler
İNSANLAR
"İnsanların bütün mutsuzluğu, kendilerini kalenin sessizliğinden koparan, kurtuluş bekleyişi içinde surlara atan umuttan gelmektedir.”
ÇÖL
“Belki de, bu kaçışın tıpkısını bulduğum çölden söz etmenin zamanı geldi. Ufkun derinliklerine… Orada, masallara özgü hayvanların belirdiğini de görmeyi ve orada, çok sade, masallara özgü bir sessizlik bulmayı bekliyorum ve bu büyü…”
“Başka çöl yok. Başka ada yok. Ama insan gene de onlara ihtiyaç duyuyor. Bu dünyayı anlamak için insan bazen ona arkasını dönmek zorunda; başkalarına daha yararlı olabilmek için, insan kısa bir süreliğine onlarla arasına mesafe koymak zorunda.” Defterler
ONUR
“Bir insana onursuz olduğu asla söylenmemeli. Eylemler, topluluklar, uygarlıkla onursuz olabilir. Birey değil. Çünkü insan onursuzluk bilincine sahip değilse, asla sahip olmadığı bir onuru yitiremez. Ve eğer bu bilince sahipse, bu bilincin ortaya çıkardığı korkunç yanık, balmumunun üstündeki kızgın ütü gibidir. Varlık erir, dayanılmaz bir acının ateşiyle yeniden canlanırken, çatlar. Bu, tam anlamıyla kafa tutan ve acısının fazlalığıyla kendini gösteren, onurun ateşidir. Bu, gerçekten aşağılık bir eyleme ikna edilmiş olduğuma inandığım bir yanlış anlamanın devamında, en azından, yaşamı, tam olarak ânı, hissedişimdir. Eylem gerçekleşmemişti, ama o saniyede, onuru kırılmış olan tüm insanları anladım.” Defterler
YOKSULLUK
“Lokantacı hanım, bıktıran dilenci kadına, ıstakoz yiyenleri göstererek: “Kendinizi bu beylerle hanımların yerine koyun.” Defterler
“Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür.”
YAZ
Camus’nün politik olmayan kitabının da adıdır. Kitap Cezayir Devrimi’nin başladığı 1954 yılında yayımlanır.
“Kışın en soğuk zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim.”
DENİZ
“Denizdeki akşamlar, batan güneşten aya geçiş, yüreğimi biraz yatışmış hissettiğim biricik anlar. Denizi hep seveceğim. O, içimdeki her şeyi, hep yatıştıracak.” Yolculuk Günlükleri
“Sular yüzeyde henüz aydınlık, ama derin karanlıkları seziliyor. Deniz böyledir, onu bunun için seviyorum zaten! Yaşamın çağrısı, ölüme davet.” Yolculuk Günlükleri
“Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun martı sevdiği denizden asla vazgeçmez.”
CAMUS VE SARTRE


Camus ve Sartre’ın Ulusal Direniş Hareketi’yle gelişen dostlukları 1952’ye kadar sürer. 1951 yılında Başkaldıran İnsan yayımlanır.  Sartre, Les Temps Modernes’nin Mayıs 1952 sayısı için, Francis Jeanson’a Başkaldıran İnsan’ı şiddetli bir şekilde eleştiren, “Albert Camus Ya da Başkaldıran Ruh” başlıklı makalesini yazdırır. Bu yazı sonrası araları açılır.
Simone de Beauvoir’ın 1954 yılında yayımlanan Mandarinler adlı romanın da bu dostluğun bozulmasını pekiştirdiği iddia edilmektedir. Simone de Beauvoir, Mandarinler’in bir anahtar roman olmadığını söyler:  Eleştirmenler, anahtarlı bir roman yazdığımı söyleyerek okurları şaşırttılar. Henri Camus’ye, Dubreuilh de Sartre’a benzemez, böyle bir karıştırma yapmak çok saçmadır,” dese de iddia hâlâ güncelliğini korumaktadır.
Fransa'nın en önemli edebiyat ödüllerinden olan Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü’nü de kazanan Mandarinler romanın ilk bölümünde Henri ve Dubreuilh isimli iki karakter vardır. İddiaya göre, Henri Perron Camus’yü, Robert Dubreuilh’ da Sartre’ı temsil eder. (Çin satrancı Siyançi’de, vezirin iki yanında duran bekçi taşlara da mandarin denir. Mandarin aynı zamanda ulema takımıdır) Romanın Anne adlı kişisiyse Beauvoir’dır.
Mandarinlerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa’daki Ulusal Direniş Hareketini eksen alan bölümünde direnişçiler nasıl bir politik tutum sergileyecekleri konusunda fikir ayrılığına düşerler.
“Henri’nin başında bulunduğu L'Espoir (Combat) gazetesi, siyasî olarak tam bir sol ideoloji sergilemez. Dubreuilh ise, komünist olmayan bir sol hareketin güçlenmesi için Henri’nin tarafsızlığından vazgeçmesini ve L'Espoir gazetesini S R L partisinin yayın organı haline getirmesini ister. Henri ilk anda Dubreuilh’in bu önerisine karşı çıkmasına rağmen daha sonra bunu kabul eder. Gazete, parasal zorluklara rağmen yayın hayatını devam ettirir.
Sovyetler Birliği’nden kaçarak Fransa’ya sığınan George Peltov ile tanışırlar. Peltov’un elinde Sovyetler Birliği’ndeki çalışma kamplarıyla ilgili belgeler ve fotoğraflar vardır. Çalışma kamplarındaki insanların koşulları çok zordur. Yönetim tarafından sömürülmekte ve uzun süreler çalıştırılmaktadırlar. Henri, L'Espoir’da bu belgeleri yayımlamak istemektedir. Partiden ayrılmak pahasına, insanlık için bu yapılmalıdır. Dubreuilh ise, bu belgeleri yayınlamanın Sovyet aleyhtarlığı olacağını, bütün komünistleri karşılarına alacaklarını, bu işin sağcıların işine yarayacağı için belgelerin yayımlanmasına karşı çıkar. Henri belgelerin gazetede basılmasını sağlar ve Dubreuilh ile yolları ayrılır.”
Gerçek hayata Sartre komünist değildir, sadece Marksistlerin çözümleyici yöntemlerini kullanır ve onların eylem konusunda duydukları tutkuyu benimser. Marksistler, Sartre’ın felsefesini miskinlik ve burjuvalık olarak nitelendirir. Romanla yaşam arasındaki benzerlik Ulusal Direniş Hareketi’nin işgal sonrası politikalarında kendini gösterir. Devrim herkes için aynı anlamı ifade etmez. Fikir ayrılıkları ve başka sebeplerle Camus ve Sartre bir türlü uzlaşamaz.
1954 yılının 12 Aralık tarihinde Camus Defterler’e şu notu düşer:
“Elime bir gazete geçiyor. Unutmuş olduğum Paris komedisi. Goncourt güldürüsü. Bu kez, Aux Mandarins (Mandarinler). Öyle görünüyor ki, bu kitabın kahramanı benim. Aslında yazar, gerçek bir durumdan yola çıkmış (direniş hareketinden kaynaklanan bir gazetenin yöneticisi), onun dışında her şey, düşünceler, duygular ve eylemler uydurma. Daha da iyisi: Sartre’ın yaşamındaki kuşkulu eylemler cömertçe benim sırtıma yüklenmiş. Bu bir yana, bir pislik. Ama kasıtlı yapılmamış bir tür soluk alıp verirmiş gibi yapılan bir şey.
Durumum iyi. Gün külrengi. İyice yıkanmış kubbelerin hafifçe parladığı Roma’ya yağmur yağıyor.” (sy:143)




“Albert Camus Ya da Başkaldıran Ruh” (*)
“Paris bir cangıldır ve oradaki yırtıcı hayvanlar berbattır.”
Francis Jeanson’ın makalesinde Fransa’da bütün zıt görüşlerden büyük bir övgü almış olan Başkaldıran İnsan üslup ve fikirleri sebebiyle eleştirilir. Başkaldıran İnsan’ın “kötülük’ü tarih içine iyilik'i ise tarih dışına yerleştiren” bir kitap olduğunu belirtir. Jeanson’a göre Camus, “bireysel başkaldırıdan toplumsal başkaldırı olan devrimlere geçtiği an felsefî olmaktan çıkıp, politik bir tavır çizmeye başlamıştır.” Camus, Sovyet devriminin sonuçlarından yola çıkarak Marksizm’i de yargılar. Jeanson’a bu sonuçlara bakarak Marksizm’i yargılamanın yanlış olduğunu ve Camus’nün alt yapılara inanmadığını savunur.
Camus, bu makale üzerine Ağustos 1952’de Les Temps Modernes’de (Modern Zamanlar) “Temps Modernes Dergisi Yönetimine Mektup” başlığıyla bir makale yazar. Muhatabı Jeanson değil, Sartre’dır. Çünkü derginin editörü Sartre’dır ve bu makalenin Sartre tarafından yazdırıldığını savunur. 
Camus’ye göre Jeanson, Başkaldıran İnsan ’daki ana iddiaları tartışmak yerine, kitapta bulunmayan alt yapı sorununu, yani “devrimlerin doğuşunda ekonomik ve tarihî öğelerin rolünün” inkâr edildiğini ileri sürmektedir. Oysa Camus, “devrimlerin ideolojik yanı üzerinde” durduğunu ve Jeanson tarafından Başkaldıran İnsan’ın maksatlı olarak anlaşılmak istenmediğini iddia eder. Camus, kitabın tarihi reddetmediğini ama “yalnızca tarihi mutlak bir şey yapmaya götüren tutumu eleştirmekte” olduğunu söyler. Camus tarihi değil, ama tarihle ilgili bir görüş ve tutumu reddetmektedir. Camus, kendisinin eylemde bulunmayan biri olarak nitelendirilmesine itiraz eder. Ulusal Direniş Hareketi’nin bir üyesi olduğunu ifade eder.
Sartre’a hitaben, “çalışma arkadaşınız [Jeanson] geceleri uykularını kaçırdığını ima ettiği bu sömürgesel sorunların, ta yirmi yıl önce, güneşin beni tüm alıklaştırmasına engel olduklarını bilmek zorunda değildir. Ağzından düşürmediği Cezayirliler, savaş çıkana dek, pek de rahat olmayan bir kavgada arkadaşımdılar benim,” der.
Camus’un göre Jeanson, Marksist bir dogma ile hareket etmiştir. Oysa Marksizm’in iddiaları da, kendisi de bir üst yapı olduğu için tartışılmalıdır. Marksist devrimin sonucu olan, Sovyetler Birliği’ndeki toplam kamplarından, oradaki sömürücü düzenden söz etmemiştir.
Marksizmi Jeanson gibi savunmak ile varoluşçuluk arasında bir zıtlık vardır. Marksizm, tarihin zorunlu diyalektik gelişmesinde görülebilir bir son aşama bulur. Jeanson’ın bunu “kabullenmesiyle, savunuculuğunu yaptığı varoluşçuluk da temelinden sarsılacaktır” Marksizm’in tarih görüşünü benimsemek, başkaldırmayı reddetmek, “varoluşsal özgürlüğün ve serüvenin de yadsınması olacaktır.” Bütün bunlar ise sadece ve sadece nihilizme kapı açacaktır.
Ardından Sartre Camus’ye bir cevap verir. Sartre, toplama kampları sorununa ilgisiz kalmadığını dile getirir. “Komünistlerin Camus’den şikâyetçi olmadıklarını ama kendisinden neden nefret ettiklerini,” sorar.
Sartre, Camus’nün, varoluşçuluğun özgürlük anlayışıyla Marksist tarih anlayışının çelişkili oldukları konusundaki düşüncesini de, “siz-(...) hemcinslerime ilkin cennetten çıkma bir özgürlük bağışlayıp sonra da onları çarçabuk zincire vurduğuma inanmışsınız. Bundan öylesine uzağım ki, çevremde daha önceden tutsaklaşmış ve kendilerini doğuştan gelen tutsaklığın elinden kurtarmaya çalışan özgürlükler görüyorum yalnız. Bugünkü özgürlüğümüz, özgür olabilmek üzere girişilmiş savaşın özgürce seçiminden başka bir şey değil,” diyerek reddeder.
Sartre’a göre Camus kendisini Sisiphe örneğinde olduğu gibi mahkûm etmiştir. Camus, ölüme ve kötülüğe karşı başkaldırırken, olmayan bir Tanrı’yı suçlamaktadır. Hâlbuki burada suçlanacak olan, toplumsal koşullar olmalıdır.  Çünkü Sartre’a göre, babası ölen bir çocuk, babası “işsiz ya da yapı işçisi ise, insanları suçluyordu.” Burada başkaldırı hedef değiştirmiştir. Zira insanın düşmanı Tanrı değil, insandır. Sartre’a göre Camus, tarihi haksız görmekte ama “onun akışını yorumlamaktansa, orada yeni bir “saçmalık” bulmaktadır. Bunun sebebi ise, Camus’ün tarihe cehennemden baktığı için oraya bir anlam ve amaç verememesidir. Oysa Sartre’a göre yapılması gereken, tarihe bir amaç vermektir. “Söz konusu olan şey, tarihin bir anlamı bulunup bulunmadığını ve bizim ona katılma lütfunu gösterip göstermeyeceğimiz değil, tepeden tırnağa tarih içinde bulunduğumuza göre, ne denli zayıf olursa olsun, bizden yardım bekleyen her somut eyleme yardımımızı esirgemeyerek, tarihe, bize en iyi gelen anlamı kazandırmaya çalışmaktır.”
Tarihe herhangi bir anlam kazandırmaya çalışmayan Camus, Başkaldıran İnsan adlı eseriyle, Sartre’a göre “yalnızca soyutlaşmış bir başkaldıran insan,” dır.
Camus/Sartre kavgası daha çok siyasî ve ideolojik olarak görülmekte ve Başkaldıran İnsan’da dile getirilen Marksist devrimin eleştirilmesi konusu, tartışmanın özünü oluşturmaktadır. Felsefî bir boyutu yoktur.
Camus ile Sartre her ne kadar kavgalı olsalar da Sartre Camus’nün ölümünden sonra oldukça duygusal bir yazı yazar. Camus’den,  “Çağımızda ve tarih karşısında yapıtları Fransız edebiyatında belki de en ilginç olan uzun ahlâkçılar zincirinin günümüzdeki mirasçısını temsil ediyordu,” diyerek övgüyle bahseder. Camus’nün ölümünden duyduğu üzüntüyü de, “bu ölümün, kendine özgü bir rezaleti var, insancıl olmayanın insanlık düzenini ortadan kaldırması bu,” sözleriyle ifade eder.
Camus, Defterler’e; “52 Eylülü: M.Z. (….) ile polemik. “Arts” “Carrefour” “Rivarol”ün saldırıları. Paris bir cangıldır ve oradaki yırtıcı hayvanlar berbattır,” yazar.
Arts Dergisi’nde de Jacques Peuchmaurd’un “André Breton’dan sonra Sartre başkaldırıyor. Camus, kuşağının Duhamel’i olabilir mi? başlıklı yazısı yayımlanır.
“Alçaklıklar. Onun tek özrü, korkunç dönemin içindedir. Onların benliğindeki bir şeyler, sonuç olarak köleliğe can atıyor. Onlar, köleliğe, düşüncelerle dolu dolu, birkaç soylu yoldan gitmeyi düşlediler. Ama köleliğe doğru giden, krallara yaraşır bir yol yoktur. Aldatmaca, hakaret, kardeşini ihbar vardır. Ondan sonra, otuz dinarlık hava.”  (Otuz Dinar: İsa’yı Romalılara teslim ettiği için Yahuda’nın aldığı paradır.)

Wanda Kozakiewicz (*)
 Bazı kaynaklar bu iki büyük düşünür arasındaki çekişmenin ve yollarının ayrılma sebebinin farklı olduğunu söylemektedir. Camus oldukça yakışıklı ve çok çekici bir adamdır.
“ Bir trençkot, bir süveter, ya da bağrı açık bir gömlek, bir takım elbise… Ne giyerse giysin, sigara dudaklarının arasında yavaşça sallanıyordu. Nereden bakarsanız bakın ideal bir surat vardı: Çocuksu, yakışıklı; fakat aşırı yakışıklı değil, ince, sert, yoğun ve alçakgönüllü bir ifade. İnsan bu adamı tanımak isterdi.” Susan Sontag 
Sartre ise Camus’nün tam tersi özelliklere sahiptir. Tembel gözlü, kel, şişman… Buna rağmen Camus sahneye çıkana dek Sartre istediği tüm kadınları ayartabiliyordu. Oysa Camus’nün gelişi Sartre’ı çileden çıkarttı. Simone de Beauvoir’un dahi Camus’ye ilgi duyduğu söylenir. Bunun yanı sıra Sartre oldukça varlıklı bir aileden geliyordu. Camus’nün aksine École Normale Supérieure’u bitirmişti. Aralarında eğitimsel bir sınıf farkı da vardı. Tüm bunların yanı sıra bu iki iflah olmaz çapkının Wanda Kozakiewicz yüzünden darıldıklarını söylenir:
Andy Martin, “The Boxer and the Goalkeeper” adlı kitabında Sartre ve Camus’nün yoldaşlıklarını ve yollarını ayırma sürecini inceler. Martin’e göre Sartre’ı cinsel ezikliklerini kapamak için felsefeye bel bağlayan biri olarak tanımlarken Camus’nün tam bir zampara –Don Juan- olduğunu savunur. Anlatıldığına göre Sartre Wanda ile ilişkisi uzun süre önce başlamıştır. Sartre Wanda’nın ablası Olga’ya ilgi duymaktadır. Olga Sartre’a hiçbir zaman yüz vermez ama açık kapı bırakmayı da ihmal etmez. (Sartre’nin birçok kitabında ve oyununda Olga’ya rastlanır.) Olga, Sartre’ın ulaşılmaz arzu nesnesi haline gelir. 1937’de Olga’nın kardeşi Wanda Paris’e geldiğinde Sartre Wanda’yı da ayartmak ister. Wanda’ya Sinekler oyununda bir rol verir. İyi gitmese de Wanda ile ilişkileri olur. Tam bu sırada Camus sahneye girer ve Wanda’yı baştan çıkarır. Sartre, Wanda’nın Camus’ye olan ilgisini ömrü boyunca kıskanır. Wanda’yı varoluşçu özgürlüğün sınanması olarak görür. Wanda’nın elinden kayıp gitmesi onu çıldırtır.
Jean Paul Sartre (*)
Camus’yü öldüren kazadan sonra Sartre Camus için aşağıdaki metni yazar. Her ne kadar aralarında anlaşmazlık olsa da Sartre Camus’nün ölümünü derin bir üzüntüyle yaşar:
“Altı ay önce, dün bile, “Ne yapacak?” diye soruluyordu. Saygı duymak gereken karşıtlıklarla yaralanmış bir halde, geçici bir süre için sessizliği seçmişti. Ama, ağır ağır geçen ve seçtiğine bağlı kalan ender insanlardan olduğu için, sessizliğin sonu beklenebilirdi. Bir gün konuşacaktı. Söyleyecekleri üzerinde tahminde bulunmak yürekliliğini bile bile göze alamayacaktık. Ama, hepimiz gibi, yeryüzü ile birlikte değiştiğini düşünüyorduk: varlığının canlı kalmasına yetiyordu bu.
Dargındık; dargınlık -hiç görüşmeyecek bile olsak- bir şey değil; olsa olsa, içinde bulunduğumuz dar, küçük dünyada, birbirimizi gözden kaçırmadan ve birlikte yaşamak bir çeşit. Bu, onu düşünmeme, okuduğu bir kitap sayfası ya da gazete üzerindeki bakışını duymama ve kendi kendime “Ne diyor? Şu anda ne diyor?” dememe engel değildi.
Olaylara ve içinde bulunduğum ruhsal duruma göre, bazen çok sıkıntılı, bazen çok acı olarak yargıladığım sessizliği; ısı ya da ışık gibi, her günün niteliği idi, insancıldı. Kitaplarının -özellikle, belki en güzeli ve en az anlaşılanı olan Düşüş’ün- tanıttığı düşüncelerinin, yanında ya da karşısında olunuyor, ama her zaman onlarla birlikte yaşanıyordu. Kültürümüzün belirli bir serüveni idi bu: dönemleri ve sonucu bulunmaya çalışılan bir davranıştı.
Çağımızda ve tarih karşısında yaptıkları Fransız Edebiyatı’nda belki ilginç olan uzun ahlakçılar zincirinin günümüzdeki mirasçısını temsil diyordu. İnsatçı, dar ve saf, duygulu ve sert insancıllığı, çağımızın biçimsiz ve toplu olayları ile, sonucu şüpheli bir savaşa girmişti. Ama, bunun yanında da reddetmedeki inatçılığı ile, çağımızın ortasında, gerçeğin altınlarına ve Makyavelcilere karşı, ahlakın varlığını savunuyordu.
Bir yıkılmaz deyimleme, savunma olduğu söylenebilirdi. Ne değin az okunur, ne değin az düşünülürse düşünülsün, avucunda sıkı sıkıya sakladığı insancıl değerlerle karşı karşıya kalınıyordu: siyasal davranış sorununu ortaya koyuyordu ortaya örneğin. Ya yanından kıvrılıp gitmek, ya da savaşa girişmek gerekiyordu: tek kelime ile, düşünce hayatını yapan gerilim için kaçınılmazdı. Son yıllarda, sessizliğinin bile olumlu bir yönü vardı; uyumsuzun bu Descartesçısı, ahlakın güvenli toprağını bırakıp, uygulamanın sonucu belirsiz yollarına sürüklenmeyi reddediyordu. Fark ediyorduk bunu; sessizliği seçtiği sorunların ne olduğunu da seziyorduk: çünkü ahlak, yalnız başına ele alınırsa, hem devrim yapılmasını gerektirir, hem de suçlar onu.
Bekliyorduk; beklemek gerekti, bilmek gerekti: sonunda ne yapar, neye karar verirse versin Camus kültür alanımızın belli başlı kuvvetlerinden biri olmakta, çağın ve Fransa’nın tarihini kendince temsilde devam edecekti. Ama konuşsa idi, belki gittiği yolu öğrenecek ve anlayacaktık. Her şeyi yapmıştı -bütün bir eser- ve her zaman olduğu gibi, her şey ortada idi. Kendisi de söylüyordu: “Eserimi bundan sonra yapacağım”. Bitti artık. Bu ölümün, kendine özgü bir rezaleti var; insancıl olmayanın, insanlık düzenini ortadan kaldırması bu.
İnsanlık düzeni, bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada, açlıktan öldürülür; ne var ki, insanlarca kurulmuştur, onlarca ayakta tutulmakta ve savaşı yapılmaktadır. Bu düzende Camus’nün yaşaması gerekti; ilerleyen bu adam, bizim sorunumuzu ortaya koyuyordu; kendisi de karşılığını arayan bir sorundu; bizler için, kendisi için, düzeni kuran ve reddeden insanlar için uzun bir hayatın ortasında yaşıyordu; sessizlikten çıkması, karar vermesi ve sonuca bağlaması önemli idi. Yaşlanıp ölenler vardır; hep ertelenmiş olup, yaşantılarının anlamı, yaşantının anlamı değişmeden ölebilecekler vardır. Ama bizim gibi kararsız, şaşkın olanlar için, en iyilerimizin karanlık geçidin sonuna gelmeleri gerekir. Bir yapıtın nitelikleri ve tarihsel bir anın koşulları, çok ender olarak, bir yazarın yaşamasını bu kadar açıkça gerektirmiştir.
Camus’yü öldüren kazaya, rezalettir diyorum; çünkü bu kaza, insancıl dünyada, en derin gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor. Camus, yirmi yaşında iken, ansızın kapıldığı, yaşantısını altüst eden bir hastalıkla, uyumsuzu –insanın budalaca yokluğunu- buldu. Alıştı buna, dayanılmaz koşulunu düşündü ve kendisini kurtardı. Bu iyileşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarıdan gelen bir ölümle çiğnendiğine göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeği söylediği zannedilebilir. Buna göre uyumsuzluk, ne kimsenin ona, ne de onun kimseye sorduğu sorudur; sessizlik bile denemeyecek, hiçbir şey olmayan bir sessizliktir.
Böyle olduğunu zannetmiyorum. İnsancıl olmayan, kendini belli eder etmez insanın bir bölümü olur. Durmuş her yaşantı, -bu değin genç bir adamınki bile olsa- hem kırılan bir plak, hem de bütün bir hayattır. Bu ölümde, onu sevmiş olanlar için, dayanılmaz bir uyumsuzluk vardır. Gene de bu parçalanmış yapıtı, bütün bir yapıt olarak görmeyi öğrenmek gerekir. Camus’nün insancıllığında, kendisini ansızın alıp götüren ölüme karşı insancıl bir davranış bulunduğu, onurlu mutluluk araştırmasının, ölmenin insanlık dışı gerekliliğini içine aldığı ve zorunlulaştırdığı ölçüde, bu eserde ve bu eserden ayrılamayacak olan yaşantıda, gelecekteki ölümüne karşı varlığının her anını kuşatmak isteyen bir insanın saf ve başarılı girişimini bulacağız.”

FRANSA VE CEZAYİR
Kuzey Afrika’nın en büyük ülkesi olan Cezayir’de bilinen en eski halk göçebe Berberi kabileleridir.  M.Ö. 814-813 yıllarında Kartaca’lıların istilasından sonra gelişerek bilhassa kıyı ticaretinin önemli bir merkezi olmuştur. Bir dönem Numidia adıyla Roma İmparatorluğu’nun bir eyaleti haline gelmiştir. Halkın Hıristiyanlığı kabul etmeleri bu tarihlere dayanır. Araplar M.S. 7.yüzyılda bölgeye girmiş, Abdullah bin Ebu Serh tarafından burası fethedilmiştir. Arapların istilası donrası İslamiyet yayılmıştır. Cezayir’in hâlâ resmi dili Arapça’dır. Cezayir 16.yüzyılda Osmanlı idaresine girmiş ve 19.yüzyıla kadar komşu Akdeniz bölgeleri için önemli bir tehdit oluşturmuştur.
1830 senesinden itibaren Fransızlar, deniz ve kara kuvvetleriyle uzun süren savaşlardan sonra ülkeyi işgal etmiş ve sömürge idaresi kurmuşlardır. Fransa İkinci Dünya Savaşı’nda Cezayir’i mukavemet merkezi olarak kullanmıştır, yaklaşık üç yüz bin Cezayir’li Fransız ordusu tarafından askere alınmıştır. Bağımsızlık sözü verilen Cezayir’liler savaşta Fransa için savaşmışlardır. Ancak savaş Cezayir bağımsızlığını talep ettiğinde Fransa tarafından kabul edilmemiştir, halk ayaklanmaları çıkmış ve Fransız Hükümeti tarafından bastırılmıştır. 8 Mayıs 1945’de Cezayir’de on binlerce kişi öldürülmüştür.
Cezayir’de halkın Fransız vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olması için çalışma yürütülmüş, bu sorunları gidermek için Blum- Violette projesi oluşturulmuş olmasına rağmen Fransız Hükümeti tarafından onaylanmamıştır. 1948 de Fransa buranın sömürge değil, Fransa toprakları olduğunu ilan etmiştir. Bu ilana rağmen burayı bir sömürge olarak idare etmeye çalışmışlar ve Cezayir halkına Fransızlarla eşit haklar tanımamışlardır. 1950 yılından sonra Fransa’ya karşı teşkilatlanmaya başlayan halk, sekiz yıl süren kanlı ve sert savaştan sonra 1962 yılında Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan etmiştir.
Fransa’nın Cezayir topraklarında yaptıkları katliamlar sonucu yaklaşık bir milyon beş yüz bin kişinin öldürüldüğü söylenmektedir. Fransa’nın Cezayir’de soykırım yaptığını kabul etmesi istenmektedir.
Cezayir’in bağımsızlık savaşında Camus’nün tutumuyla ilgili birçok eleştiri yapılır.



Camus 1957 yılında Nobel Ödülü konuşmasında bu tartışmada tarafını açıklar:

“Terörü hep kınadım. Ayrıca, örneğin Cezayir’in sokaklarında körü körüne gerçekleştirilen ve bir gün annemi ya da ailemi de vurabilecek olan bir terörizmi de kınamak zorundayım. Adalete inanırım ama adaletten önce annemi korurum.”


ÜÇ ABSÜRD
 Camus’nün eserlerini belirli bir yöntem içinde sıralamıştır.  Absürd döneminde Yabancı, Sisifos Söyleni, Caligula, Yanlışlık’ı, başkaldırı döneminde Veba, Başkaldıran İnsan, Doğrular’ı yazmıştır. Tüm bu eserlerin arkasından “yargı ile sürgün” üstüne yazdığı tüm kitaplardan farklı bir yerde duran Düşüş’ü yazar. Onun üçüncü katmandan önceki temasıdır Düşüş.
Üçüncü katmandan önce: “zamanımızın bir kahramanı”nın öyküleri. Yargı ve sürgün teması.
Üçüncü katman, aşk olacaktır. İlk Adam, Don Faust. Nemesis söyleni. Defterler 3

ABSÜRD
“ÜÇ ABSÜRD TAMAMLANDI”
21 Şubat1941 Defterler
Varoluşçuluğun öncüllerinden sayılan Danimarkalı Filozof Soren Aabye Kierkegaard, 19.yüzyılda  “absürd” kavramını ilk olarak ortaya koyan kişi sayılır. Kierkegaard’ın yaklaşımında  “saçma” ile baş etmenin yolu endişe ve inanca yönelmesini savunurken, Camus onurlu ve bireysel bir başkaldırıyı benimser.
1940 Camus’nün hayatında oldukça önemli bir yıldır. İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri Avrupa’da kendisini iyice gösterir. Camus Paris’te tek başına, yoksulluk, yalnızlık ve ağır bir depresyonla mücadele etmektedir. Bu karanlık zamanlar felsefesinin önemli bir noktası olan duran absürd’ün de tanımlanmasını sağlayacaktır. Yabancı,  Sisifos Söyleni ve Caligula üzerinde çalışır.

YABANCI
 Camus Yabancı’yı yazdığı sırada henüz tanınmayan genç bir yazardır. Yabancı’yı 1940 yılında tamamlamış olmasına rağmen ancak 1942’de yayımlanabilir. Camus’nün yakın arkadaşı André Malraux, yayıncı Gallimard’a eseri zorla kabul ettirebilir. Bu yüzyılda neredeyse şimdiden klasikler arasına yerleşen Yabancı, anlamsız bir dünyaya anlam yaratma çabasındadır. Roman politik, biyografik ve sosyolojik bakış açılarıyla okunabilir.
“Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum,” diye başlar Yabancı. Romanın baş karakteri Meursault kayıtsızlık içindedir. Cenazede sıcaktan rahatsız olmak dışında hiçbir duygusal tepki vermez. Marie Cardona –Camus’nün büyükannesinin ismi- ile tanışır. (Marie Cardona güzelliği, sevecenliği, ışıl ışıl bakan gözleri ve güneşten yanmış teniyle, Dünyanın Ucundaki Ev’de birlikte yaşadığı Christiane Galindo’yu hatırlatır. Camus’nün bu aşkı unutması da zaman almıştır.)
Marie, “Beni seviyor musun?” diye sorduğunda, “Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum,” der. Marie, Meursault ile evlenmek ister. Meursault kabul eder, her şeye karşı tuhaf bir duyarsızlık içindedir genç adam.  Tavırlarında anlaşılamaz bir yan vardır.
Meursault, Marie, arkadaşı Raymond Sintes (Sintès, Camus’nün annesinin evlenmeden kızlık soyadıdır.) ve onun kız arkadaşıyla birlikte kumsala (Camus’nün çocukluğunda Étienne Dayı ile hafta sonunu geçirdiği Sablettes Plajı)  gider. Raymond, kız arkadaşını dövdüğünde Meursault tepkisizliğini korur. Raymond ile dışarı çıkar ve bilardo oynar.
Bir başka kumsal gezisinde Raymond belalısı birkaç Arapla (fellah) tartışır, ancak olaylar yatışır. Daha sonra Meursault geri döndüğünde Araplardan biriyle tekrar karşılaşır. Adam Meursault’a bıçak çekince, güneş ışıkları Meursault’un gözlerini kamaştırır ve Meursault Arabı öldürür. Önce bir kez, sonra da dört kez ateş eder. Amaçsız bir cinayettir bu. Bu amaçsızlık, anlamsız bir dünyayı ifade eder.
Fransa sömürgesi altındaki Cezayir’de yönetimin ırkçı yaklaşımları sebebiyle bir fellahı öldürmenin suçu ancak birkaç yıl hapis yatması olması gerekirken Meursault idamla cezalandırılır. Romanın ilk bölümünde Meursault’un yaptığı her hareket, mahkeme sürecinde kendisine karşı kullanılır. Annesinin cenazesinde ağlamaması dâhi mahkemede dile getirilir. Savcı, Meursault’u için, “Ruhu üzerine eğildim, sayın jüri üyeleri, ama bir şey bulamadım,” der.
“Bari pişmanlık gösterseydi. Ama ne gezer, baylar! Sorgu sırasında bu adam bir kerecik olsun o iğrenç cinayetinden üzülmüş görünmemiştir.”
Mahkeme başkanı, “Fransız ulusu adına, bir meydanlıkta başının kesileceğini,” söyler. “Diyecek bir şeyiniz var mı?” diye sorar başkan. Meursault, düşünür ve kendi ölüm kararına bile yabancı durarak, “Hayır,” cevabını verir. Ancak gözlerini bir an olsun bile Marie’nin göğüslerinden alamaz.
Aslında Meursault, amaçsız, umursamaz, duyarsız biri değildir. Kendisine ve topluma bir “yabancı/röntgenci” gibi bakar sadece.  Meursault ölümü beklemeye başlar. Hapishanede ziyaretine gelen Papazın günah çıkarma davetini reddeder. Papaza hakaret eder ve duasını istemediğini söyler:
“Cübbesinin yakasına yapışmıştım. İçimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından emin bile değildi, bir ölü gibi yaşıyordu. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim ve gelmekten olan ölümden emindim. Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. Daha önce de, bu anda da haklı olan bendim ve her zaman da haklı olmuştum.” (Yabancı, Can Yayınları sy:115)
Camus, her şeye rağmen yaşamdan yana bir duruş sergiler. Hayatın saçma, haksızlığın keskin, hiçbir şeyi mantıksal bir temele dayatmanın mümkün olmadığı ve ne olursa olsun ölecek olmamıza rağmen yaşamı seçmek gerektiğini savunur.
Sartre, Yabancı’yı “absürdle ilgili ve absürde karşı,” bir roman olarak görür ve bunu çeşiti yazılarında belirtir. Bazı eleştirmenler Camus’nün bohem bireyciliğini eksiklik olarak görürler.
Roland Barthes, Yabancı’yı “Güneşsel Roman” olarak niteler. Tüm kitapta güneş sürekli biçim değiştirerek romanın odağına yerleşir.
Yabancı birçok esere de esin kaynağı olmuştur:
The Cure’un Killing an Arab’ı Yabancı romanının kısa ve şiirsel bir özetidir.
A Perfect Circle grubunun A Stranger şarkısının sözleri yine romana bir gönderme yapar. Bir çok filmde karakterlerin elinde “Yabancı” kitabı vardır: "Talladega Nights: The Ballad of Ricky Bobby", "Jarhead", "Jacob's Ladder","Life of Pi…"
Luchino Visconti'nin Lo Straniero  filmi, 2001'de Zeki Demirkubuz'un çektiği Yazgı, bu kitaptan esinlenmiştir. Steve Gerber, "Howard the Duck" eserinde karakterinin mizah anlayışını Mersault'a borçlu olduğunu söylemiştir.

SİSİFOS SÖYLENİ
  
“Neden çok sevmek için ender olarak sevmek gereksin ki?”
İsmini Yunan mitolojisinin ünlü kahramanı Sisifos’tan alan kitap 1942 yılında Gallimard Yayınevi tarafından “Le Mythe de Sisyphe” adıyla yayımlanır. Bu denemesinde Camus, yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmanın başka bir deyişle uyumsuzun izini sürer.
Kral Sisifos Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesi ve en uyanığıdır. Ölümü’de zincire vuran Sisifos, Tanrıları kızdırdığı için sonsuza dek, büyük bir kayayı tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilen bir yeraltı işçisi olur. Taşı tepeye çıkardığında, taş yeniden aşağı yuvarlanır, Sisifos her seferinde taşın aşağı düşüşünü izler ve sonra aşağı inip taşı tekrar yukarı çıkarır. 
Camus için Sisifos, absürd kahramana örnek teşkil eder. Sisifos’un düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayreti, varoluşun anlamsızlığıyla yüzleşmeye ve kabul etmeye yöneltir. Bir Tanrıdan ya da başka hiçbir şeyden medet ummadan yaşama bağlanma güdüsünü arar Camus.
Deneme’nin yazıldığı dönemde savaş devam etmektedir, insanlar derin ruhsal krizler, büyük bir ümitsizlik içindedir. İntihar oranı artmıştır. Yirminci Yüzyıl Korku Çağı’dır. Camus’de sık sık kendini öldürmeyi düşünse bile, bununla başa çıkmanın yollarını arar. Absürdü “bir bireyle, içinde tipik yaşama alışkanlığının sorgulandığı dünya arasındaki belli bir yüzleşme,” olarak görür. Bu yüzleşmeyle yaşamı yaşanır kılar.
“İnsan, varoluşundaki anlamsızlığın, saçmanın bilincinde olduğu halde neden intihara kalkışmaz?” sorusuna cevap arar. Camus, Varoluşçu Felsefe’ye karşı duran meydan okumasında; “yaşamı daha dolu bir şekilde yaşamak gerektiğini,” savunur. Bu ancak absürdü ayakta tutarak sağlanabilir. Açıkça ifade etmese de bu yöntemin, “mantıkla sezgi arasında bir yerde” olduğunu düşünmektedir. İntihar ancak bir teslim oluştur ve insan yaşamına bir kutsallık yükler.
Sisifos Söyleni birçok açıdan varoluşçu bir eserdir. Bir başka açıdan bakıldığında Sisifos, Almanya ve Sovyetler Birliği’ndeki toplama kamplarından kurtulan insanların yılmak bitmeyen iradesini anlatır.
Mutluluğa ulaşmak gerektiğini savunur, “Sisifos’u mutlu hayal etmeli,” der.
Bazı Bilgiler:
Camus Sisifos Söyleni’ni dostu Pascal Pia’ya ithaf eder.
Camus kitabında Dostoyevski'nin Ecinniler romanındaki Kirilov karakteri ve Don Juan’ın erdemi üzerinden de tespitler yapar.
Şarkıcı, besteci Nick Drake 1974’te aşırı antidepresan alarak ölür. Bu ölümün intihar sayılmasındaki en önemli etkenlerden biri başucunda Camus`nün Sisifos Söyleni adlı eserinin bulunmasıdır.

CALİGULA
“İnsanlar ölüyor ve mutlu değiller.”
Camus, politikada aktif oldu kadar tiyatroyla da ilgilidir. 1935 yılında kurduğu Théâtre du Travail ile teatral yaratıma adım atar. 1938 ile 1949 yılları arasında oyunlar yazar, 1953 ile 1959 yıları arasında önemli eserleri tiyatroya uygular. Caligula daha önce yazılmasına rağmen ancak 1944 Mayısı’nda yayımlanabilir. Aynı yıl sahnelenir.
Caligula oyunu Suetonius’tan uyarlanmıştır. Roma İmparatoru Caligula’nın zorbalığı ekseninde gücünü nasıl kullandığını anlatır. Caligula’yı Mussolini, Hitler ve Stalin’in hükümdarlığını hatırlayarak okumak eserin daha iyi anlamayı sağlar. 
Caligula tahta çıktığı zaman, halkının hayranlığını kazanır, çalışkan ve yenilikçidir. Ancak kızkardeşi Durcilla’nın ölümüyle değişir. Ölümlülüğünün farkına varır. “Benliğini bir horgörü ve imkansıza karşı bir arzu hissi kaplar.” Ölüm onu varoluşun absürdlüğü ile yüzleştirir.
Varoluşun lüzumsuz karakterini gözler önüne sermek için tüm gücünü kullanacaktır. Suçluluk ve masumiyeti gerçeklikten koparacaktır. Tüm halkına, “Bir insanın ölmek için herhangi bir şey yapmış olması gerekmediğini,” gösterecektir. Gelenekleri ve geçmişi ortadan kaldırmak ister. Yeni bir düzen oluşturur, erdem ancak Ulusal Genelev’e gittikçe kazanılır. Totaliterlik Caligula karakteriyle betimlenir.
"Zannederiz ki insan, sevdiği kişi öldüğü için acı çeker. Oysa asıl üzüntüsü bundan çok daha az önemsizdir: En büyük kederin bile uzun sürmeyeceğinin farkına varmaktır asıl dert. Acının kendisi bile anlamdan yoksundur."
Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:
"Absürd kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürd`ü Sisifos Söyleni`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."
BAŞKALDIRAN İNSAN
 “Özgür olmayan bir dünya ile baş etmenin tek yolu, o kadar özgür olmaktır ki,
sırf varoluşun bile bir başkaldırıdır.”
 XIX. yüzyıl başkaldırı yüzyılıdır. Niçin? Çünkü yalnız ilahi ilkenin öldürücü darbe aldığı başarısız bir devrimden doğar.” Defterler 2
Camus 26 Ekim 1951 tarihinde René Char’a aşağıdaki mektubu yazar.

Sevgili René (*)
Şu an ‘’Başkaldıran İnsan’’ kitabını aldığınızı düşünüyorum. Kitabın çıkısı baskı sorunlarından dolayı biraz gecikmeli oldu. Doğal olarak, sizin gelişinize daha güzel bir kopyasını ayırdım. Kitap piyasaya çıkmadan önce bile ‘’Les cahier du sud’’ kitabında yayınlanan Lautréamont ile alakalı sayfalar Breton gibi aşağılıkların budalaca ve naif tepkilerine yol açtı. Kesinlikle bu okulla bitmeyecekti. Ben de farklı bir ses tonuyla sadece kitabin yayınlanmasını riske atacak Breton’un asılsız iddialarına cevap verdim. Bunlar gördüğünüz gibi Paris’in çok anlamsız ve yorucu gündeminden haberdar olmanız içindi.
Maalesef gittikçe bunları daha çok hissediyorum. Bu kitabin dışlanması beni tuhaf bir depresyon haline soktu, «boşlukta». Ve sonra yalnızlık... Bunu size öğretecek değilim. Sizinle son görüşmemizi düşündüm, sizi, size yardım etme arzumu. Sizde dünyayı yücelten şey var. Siz ve biz sadece dayanak noktamızı arıyoruz. En azından şunu bilin ki bu arayışta yalnız değilsiniz. Sizin belki de yanlış bildiğiniz şey, sizi sevenler için hangi noktada bir ihtiyaç olduğunuz ve sizsiz onlar için hiçbir şeyin değeri olmadığıdır. Ben öncelikle kendime sesleniyorum. Doğrusu bu şimdiye kadar acıyı hissetmediğim tek yüz.
Yaşamın acılarından bahsedilir. Fakat bu doğru değildir; bunlar söylenenlerin yaşanmamasının acılarıdır.  Ve bu gölgeler dünyasında nasıl yaşanır ki? Siz ve saygı duyduğum canımın içi iki üç dost olmadan? Bunu size yeterince söylemedim herhâlde ama sizi özlüyorum ve size karşı kendimi çaresiz hissediyorum. Günümüzde böyle gerçek dostluk fırsatları zor bulunuyor ve insanlar bu konuda çok sıkılgan. Herkes arkadaşının kendinden daha güçlü olduğuna inanmalıdır, bizim gücümüz sadakatimizdir. Bu demektir ki sadakatimiz dostlarımızadır ve eğer dostlarımız bizi yoksun bırakırsa, sadakatimiz de yoksun bırakır. Bu yüzden sevgili Rene kendinizden ve eşsiz eserinizden kuşku duymamalısınız; bu, bizden ve bizi yücelten her şeyden şüphe etmek olacaktır. Bu mücadele asla bitmeyecek (bazen kendimi cok yorgun hissediyorum), bu hassas denge bizi birleştiriyor. En kötüsü ise yalnız ve horlanmış olarak ölmek. Ve bütün yaptıklarınız horlamanın da ötesindedir.
Neyse hemen gelin. Lagnes’ın Sorgue’nun sonbaharı ve Atride’lerin toprakları gibi özlüyorum sizi. Artık kış geldi ve Paris’in gökyüzü karardı bile. Güneşli havaları biriktirin ve bizimle paylaşın.
                                                                                                         A.C
Sevgilerimle
Mathieu, Roux ve herkese dostluklar...          
 (*)Le Monde (Septembre –Novembre 2013) Une Vie, Une Oeuvre Albert Camus
 
WILLIAM FAULKNER 
Kendini Sorgulayan Ruh – Parıldayış (*)
Öncelikle bir mucit. William Faulkner  Camus’yü böyle görür. Amerikalı yazara göre, bu yaratıcı araştırma, Fransız meslektaşının ortaya serdiği ateizmin çerçevesini çizmektir. Onun barış içinde öldüğü sonucuna varır.

Camus, absürd bir dünyada doğmuş insanın tek gerçekçi rolünün yaşamak, kendi yaşamı, başkaldırısı ve özgürlüğü hakkında bilinçlenmek olduğunu söylüyordu. Eğer insanın ikileminin tek çözümü ölümse, o halde yanlış yoldayız diyordu. Doğru yol, insanı yaşama ve güneşin aydınlığına götüren yoldur. Hiç durmadan umursamazlığa katlanılamaz.
Bu aynı zamanda başkaldırıdır. Hakikaten de, aralıksız olarak umursamazlığa katlanmayı reddetti. Yalnızca ölüme götüren bir yolu takip etmeyi reddetti. Onun tuttuğu yol güneşin aydınlığına götürüyordu: zira kırılgan gücümüze ve absürd gereçlerimize, biz var etmeden evvel yaşamda var olmayan bir şey yaratmayı getiriyordu.  Şöyle diyordu: “Ölümün bir başka yaşama açıldığına inanmayı sevmiyorum. Benim için, bu kapalı bir kapıdır.” İnanmaya çalıştığı şey budur. Ama oraya ulaşamaz. Bütün sanatçılar gibi, tüm yaşamını, yalnızca Tanrının bildiği cevapları kendinde aramak ve kendinden talep etmekle geçirdi; Nobel için gösterildiğinde ona Stockholm’de şöyle bir telgraf çektim: “Sürekli aranan ve sorgulanan ruh selamlanıyor .” Eğer Tanrıya inanmak istemiyor idiyse, neden o halde vazgeçmedi?
Ağaca çarptığı anda bile, kendini aramayı ve sorgulamayı sürdürüyordu. Bu andaki gürültüde cevabı bulduğuna inanmıyorum. Cevapların bulunabileceğine inanmıyorum ama bu cevapları bulabilmek için, hiç durmadan ve kesintisizce, absürdlüğe bazı zayıf iştiraklerin olması gerekmektedir.  Aynı çağda böylesi bir şey pek yoktu. Ancak yine de bazı iştirakler söz konusuydu ve bu bizi her şeyden kurtarmak için yeterli olacaktır.
Henüz çok genç olduğu ve buna ulaşmak için yeterli zamanının olmadığı söylenecektir. Ancak mesele ne kadar zaman veya ne miktarda meselesi değildir, basitçe şudur: Nasıl? Onun için kapı kapandığında, tüm sanatçıların yazmayı umut ettikleri şeyi zaten yazmıştı; yaşama, bilinci ve ölümden nefreti getirmişti: “Ben oradaydım.” Devam ediyordu. Belki de bu parlayan anda, sonuca gittiğini biliyordu. Daha fazla ne isteyebilirdi?
(*)Le Monde (Septembre –Novembre 2013) Une Vie, Une Oeuvre Albert Camus
DÜŞÜŞ (La Chute)
“Evet, bu dünyada savaş yapılabilir, aşk taklit edilebilir, hemcinsine işkence yapılabilir, gazetelerde boy gösterilebilir ya da yalnızca örgü örerken komşu çekiştirilebilir. Ama bazı hallerde, devam etmek, yalnızca devam etmek insanüstü bir şeydir.”
Resim: Ruşan Yazdanoğlu
Camus’nün üçüncü katmanına geçmeden önce “zamanımızın bir kahramanı”nın öyküsü olarak tasarladığı Düşüş, Sürgün ve Krallık’a dâhil edilmek üzere hazırlanmasına rağmen, 1956 yılında bağımsız bir eser olarak yayımlanır. Kitap kısa süre içinde Veba kadar büyük bir yankı uyandırır. Düşüş, Camus’nün eserleri arasında en güzeli ve en gizemlisi kabul edilir.
Jean-Baptiste Clamence, Amsterdam’ın denizci barı olan Mexico-City’de öykü boyunca kim olduğu belirsiz bir muhatabıyla sohbete başlar. Bir haberi sunmak üzere hiç ara vermeksizin itiraflarını dillendirir. Böylece roman yüz sayfa sürecek bir monoloğa dönüşür. Jean-Baptiste Clamence büyük bir ihtimalle kendi alter ego’su ya da vicdanıyla yüzleşmektedir. Suda boğulan genç bir kadına yardım etmemesinin ardından nasıl bir batağa saplandığını anlatır. Artık başarılı bir avukat değildir, kendini de yargılayabilen bir cezaevi yargıcına dönüşür. İroniyle mahkûm ettiği bütün toplumun yargılanışını kaleme alır. Kitabın sonunda adaleti masumiyetten ayırarak, tövbekâr yargıç’lığı uygulayabilmektedir. Bu meslek, kendisine ilişkin en karanlık portreyi çizmekten ve kendisini dinleyenlerin de ayna karşısında kendi karanlıklarını görebilmelerini sağlar.
Düşüş, Camus’nün üzerinde en çok çalıştığı, en sancılı kitabıdır aynı zamanda.
20-21 Eylül 1954 tarihinde Camus Defterler’e şu notları düşer. Suçluluk ve adalet üzerine alınan bu notlar Düşüş’ün öznesi gibidir:
“20 Eylül
Beni ürküten ölmek değil, ölümde yaşamaktır.
Yok oluş, çok yaşamış birini ürkütecek bir şeye sahip değildir.
Suçluluk yaratmak ya da cezalandırmak için Tanrı gerekli değildir. Bunun için, insanlar yeter. Tanrı ancak masumiyet yaratabilirdi.
21 Eylül
Yaşamında adaletin egemenliğin sağlayamamış biri adalet konusunda nasıl konuşabilir?
Katil, gece ailesini balta darbeleriyle öldürmek için çırılçıplak soyundu.
M.: “Gizemlisin, iyi ama (iyiliğin içinde bulunan iticiliği gidermek için) tutkulu, bazen de adaletsizsin.” Defterler
Ekim 1954’te Camus’nün Hollanda’ya gidişi Düşüş’e dekor oluşturur, “Kanalların üstünde, dikilmiş ışıklı yapılarıyla, gecenin içinde Rotterdam dekoru,” yazar 5 Ekim tarihli notlarına.
Camus, 1954 yılının 13 Aralık tarihinde; Santa Maria del Popolo Kilise’sini ziyaret eder Caravaggio’nun bir eserini görür. Çarmığa gerilme tasviri yine Düşüş’e kendini gösterir.
 “Varoluşçuluk. Suçladıklarında, bunu başkalarının belini bükmek için yaptıklarından emin olunabilir. Dürüst yargıçlar.
Luca ile, can çekişen İsa’nın umutsuz çığlığını yok eden gerçek ihanet başlıyor.
… Ahlak, İnsan arzu etmediğini almamalı,” yazar. 14 Aralık Defterler 3:
 Sartre, kitap hakkında, “Belki de Camus'nün en güzel ve en az anlaşılan romanı,” yorumunu yapmıştır. Camus de benzer bir şekilde Defterler’e aşağıdaki satırları yazar:
13 Ağustos
“Cordes’dan hareket.
Düşüş’e bir yorum gerek, çünkü anlamıyorlar. Modern tutumun ve günahın bu tuhaf ve yanlış laik vicdan azabıyla değerlendirilmesini alaya alan bir anlatım biçimi. Bk. Chesterton[i] “XIX.yy (XX.yy.da) çılgınca Hıristiyan düşünceleriyle doludur.” Defterler3
Dinsel konuları da işleyen eserin başkarakteri Jean-Baptiste Clamence bir avukattır. Adaşı Vaftizci Yahya’ya gönderme yapar niteliktedir. Luka İncili'ne göre, Vaftizci Yahya, İsa'nın akrabasıdır ve Hristiyanlıkta İsa'nın müjdecisi/habercisi kabul edilir. Jean-Baptiste Clamence da yirminci yüzyılın/ kötü zamanların boş kâhinidir.
Kitap bir şekliyle Camus’nün dine ve ateizme bakışını da ortaya koyar niteliktedir. Sisifos dirilir ancak bu sefer Tanrısal özelliğe sahip değildir. Clamence, genç bir kadının suda boğuluşuna tanıklık etmiş ve onu kurtarmak için hiçbir şey yapmayarak geç kalmıştır. Vaftizci Yahya’nın erken müjdesine karşı bu geç kalış, onun yanlışa düşmesine neden olur.
Camus’nün sahicilik ve yapaylık, içtenlik ve ikiyüzlülük, amaç ve sonuç arasındaki bağlantıyla ilgili yüzleşme isteği Düşüş’ü benzersiz bir yere taşımıştır. Camus tüm bu değerleri sorgularken varlık ve hiçlik kavramları da pişmanlık, başarısızlık ve iç döküşün içinde şekillenir. Hiçlik kavramı neyin var olduğu tanımladığı ve Camus, göndermelerin çoğunu dinsel simgeler üzerinden yaptığı için birçok kişi Düşüş’ü dini bir eser, inanca olan gizli bir özlem olarak yorumlamıştır. Hatta roman, Tanrıtanımaz kavramını sürekli ele alan Camus’nün Hıristiyanlığı benimsediği yönünde spekülasyonlara yol açar. “Her akşam dua eden Tanrıtanımaz bir yazar olduğu,” söylenir.
Camus, Hıristiyanlıkla ilintili bir eser yaratmış ve dini konulara yer vermiştir Düşüş’te. Clamence’in söylevinden Tanrı, din de nasibini alır:
“Öylesine doğru ki bu, biz kendimizden iyi olanlara nadir olarak bel bağlarız. Daha çok onların toplumundan kaçarız. Tersine, çoğu zaman kendimize benzeyen zayıf yanımızı paylaşan kimselere açarız içimizi. Demek ki kendimizi düzeltmeyi ya da iyileştirmeyi istemeyiz: Önce kusurlu diye hüküm giymemiz gerekir. Yalnızca acınmayı ve yolumuzda cesaretlendirilmeyi dileriz. Kısacası, biz hem suçlu olmaktan çıkmayı, hem de kendimizi arıtmak için çaba göstermemeyi isteriz. Yeterli hayasızlık da yoktur, yeterli erdem de yoktur. Ne kötülük, ne de iyilik enerjisine sahibizdir. Dante'yi bilir misiniz? Sahi mi? Hay Allah. Şu halde Dante'nin Tanrı ile Şeytan arasındaki kavgada yansız melekler de kabul ettiğini bilirsiniz. V e onları, bir çeşit cehennem girişi olan, vaftizsiz ölen çocukların konulduğu dehlizlere yerleştirdiğini de. Biz o dehlizdeyiz, aziz dostum.” (sy.63)
“Öyleyse? Öyleyse, Tanrının tek yararı masumluğu güvence altına almaktır ve ben dini daha çok büyük bir temizleme girişimi olarak görürüm, zaten onun özü bu olmuştur, ama kısaca, ancak üç yıl süreyle, o zaman da adı din değildi onun. O zamandan beri sabun bulunmuyor, burnumuz pis ve karşılıklı olarak burnumuzu siliyoruz. Hepsi tembel, hepsi cezalı, üzerlerine tükürdük mü, yallah boğuntu hücresine! İlk kim tükürecek oyunudur bu, o kadar. Size büyük bir sır söyleyeceğim, azizim. Son Yargıyı beklemeyin. Her gün içindeyiz onun.”(sy.83)
“Ah! Azizim, yalnız, tanrısız ve efendisiz kimse için günlerin yükü korkunçtur. O halde insanın kendine bir efendi seçmesi gerektir, Tanrı artık moda olmadığına göre. Bu sözcüğün zaten anlamı kalmamıştır artık; kimseyi şoke etme riskini göze almaya değmez bu. Bakın, hemcinslerini ve her şeyi seven, pek ciddi ahlakçılarımızı Hıristiyanın halinden hiçbir şey ayıramaz, kilisede vaaz vermemeleri dışında. Hıristiyanlığa dönmekten onları ne önler sizce? Saygı belki, insanlara saygı, evet, insan saygısı. Skandal yaratmak istemez onlar, duygularını kendilerine saklarlar. Ben her akşam dua eden Tanrıtanımaz bir romancı tanıdım böyle. Hiçbir şeyi engellemiyordu bu: Kitaplarında Tanrıya nasıl da giydiriyordu! Ne kötek! Durumu kendisine açtığım özgür düşünceli bir militan, kötü niyet de taşımaksızın kollarını havaya kaldırdı: 'Bana yeni bir şey öğretmiyorsunuz, onların hepsi böyledir,' diye içini çekti bu havari. Ona bakılırsa, yazarlarımızın yüzde sekseni, en azından imza atmamak ellerinde olsaydı, Tanrının adını yazar ve selamlarlardı. Ama ona göre onlar, kendilerini sevdikleri için imza atarlar, kendilerinden nefret ettikleri için de hiçbir şeyi selamlamazlar. Yargı vermekten yine de kaçınamadıkları için, ahlaka sarılırlar. Kısacası, erdemli bir şeytanlıkları vardır onların. Gerçekten tuhaf bir çağ! Kafaların karışık olmasında ve kusursuz bir koca iken Tanrıtanımaz olan bir dostumun zina işleyince dindar kesilmesinde şaşılacak ne var!” (sy.99)
“Hayır, bir şey yok, bu berbat nemli havada biraz ürperiyorum, o kadar. Zaten geldik. İşte. Siz önden buyurun. Ama, rica ederim, biraz daha kalıp bana eşlik edin. Sözümü bitirmedim daha, devam etmem gerek. Devam etmek, zor olan bu işte. Bakın, onu niçin çarmıha gerdiler, biliyor musunuz, onu, şu anda belki düşünmekte olduğunuz kişiyi? Güzel, bunun için bir sürü neden vardı. Bir insanın öldürülmesi için her zaman nedenler vardır. Buna karşın, onun yaşamasını haklı çıkarmak olanaksızdır. İşte bu yüzden suçlu her zaman avukatlar bulur, masum ise bazen. Ama, iki bin yıl boyunca bize çok iyi açıklanan nedenler yanında, bu korkunç can çekişme için bir büyük neden vardı, bilmiyorum niçin bu neden onca dikkatle gizlenir. Gerçek neden, kendisinin büsbütün masum olmadığını bilmesidir. İşlemekle suçlandığı hatanın ağırlığını taşımasa bile, bilmeden başka hatalar işlemişti. Bilmeden mi? Eninde sonunda, işin kaynağında o vardı; masumların kılıçtan geçirildiğini işitmiş olmalıydı. Yakınları onu emin yere götürürken kılıçtan geçirilen Yahudi’ye çocukları, onun yüzünden değilse niçin ölmüşlerdi? Bunu kendisi istememişti, elbette. O kanlı askerler, o ikiye biçilmiş çocuklar onu dehşete düşürüyordu. Ama ben eminim ki, unutamıyordu onları. V e onun bütün davranışlarında sezilen o hüzün, yavruları için dövünen ve hiç teselli kabul etmeyen Rahel'in sesini geceler boyunca duyan kişinin onulmaz melankolisi değil miydi? İnilti gecenin içinde yükseliyor, Rahel onun uğruna öldürülmüş çocuklarını çağırıyor, o ise yaşıyordu!
Onun bildiğini bilen birisi olarak, insan konusunda her şeyi bilen birisi olarak -Ah! Suçun ölmek kadar, öldürmek olmadığına kim inanırdı!-gece gündüz o masum suçuyla yüz yüze gelen birisi olarak, tutunmak ve devam etmek fazla güç geliyordu kendisine. Yaşamda yalnız kalmamak ve başka yere, belki destekleneceği bir yere gitmek için, işi bitirmek, kendini savunmamak, ölmek daha iyiydi. Ama desteklenmedi, bundan da yakındı ve her şeyi bitirmek için kınanıp hırpalandı. Evet, onun yakınışını ortadan kaldırmaya başlayan, sanırım, üçüncü İncil yazarıdır. 'Beni niçin terk ettin?' İsyancı bir çığlıktı, öyle değil mi? Haydi o zaman makas! Şuna da dikkat edin ki, Luka hiçbir şeyi makaslamasaydı, durum o kadar dikkat çekmeyecekti; onca yer tutmayacaktı, bu kesin. Böylece kınayan, yasaklandığını ilan etmiş oluyor. Dünyanın düzeni de anlaşılmazdır.” (sy.84)
Düşüş ve Yabancı çoğu zaman birbiriyle karşılaştırılır. Birbirine taban tabana zıt iki karakter olan Clamence ile Meursault’ın benzerliği her iki romanı da tek bir sesten dinliyor olmamızdan ileri gelir. Camus, Yabancı’da kayıtsızlık üzerinden felsefesini kurarken, Düşüş’ün temelinde başarısızlık kavramı vardır. Kayıtsız kalmaktan ötürü oluşan bu suçluluk duygusu Clamence’i başka biri haline dönüştürür. Meursault, Cezayir’in sıcak ve parlak güneşi altında cinayeti işleyerek bir suçluya, Clamence Amsterdam’da cehennemin dairelerine benzer kanallarda, gri, sisli bir havada suçunu itiraf ederek bir yargıca dönüşür.
Clamence, birkaç yıl öncesine kadar oldukça başarılı, saygın bir avukattır. Kendisini iyi kalpli, adil bir kişi olarak tanımlar. İyilik yapmaya özen gösterir. Nazik, cömert biridir. Dünyevi bir azizdir:
“Son olarak, yoksullardan hiçbir zaman para almadım, bunu da herkese ilan etmedim. Bütün bunlarla övündüğünü sanmayın, aziz bayım. Değerim sıfırdı: Toplumumuzda tutku yerine geçen açgözlülük her zaman güldürmüştür beni. Benim amacım daha yüksekti; bu deyimin benim için yerinde olduğunu göreceksiniz.
Ama daha şimdiden, doyumumun ne olduğuna karar verebilirsiniz. Kendi doğamın keyfini sürüyordum ben, hepimiz de biliriz ki, mutluluk buradadır, her ne kadar, kendimizi yatıştırmak için, bu zevkleri bazen bencillik adı altında mahkûm etme numarası yapsak da. Hiç değilse, yaratılışımın bu yanının keyfini sürüyordum, bu yanım dul ve yetime o denli uygun biçimde tepkide bulunuyordu ki, böyle yapa yapa, tüm yaşamıma egemen oluyordu sonunda. Örneğin, körlerin sokaklarda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmeyi çok seviyordum. Daha uzaklardan, bir bastonun bir kaldırımın köşesinde duraksadığını görür görmez atılıyordum, bazen yardımsever bir elin uzanmasından bir saniye önce körü başkalarının yardımına gerek bırakmadan yakalıyordum ve onu, geliş gidişin engelleri arasından, yumuşak ve emin bir elle kavrayarak kaldırımın sakin limanına götürüyordum, orada karşılıklı bir heyecan içinde ayrılıyorduk birbirimizden. Aynı şekilde, sokakta yol soranlara bilgi vermeyi, ateş sunmayı, ağır yüklü arabalara omuz vermeyi, yolda kalmış otomobili itmeyi, dinsel kurtuluşçunun sattığı gazeteyi ya da Montparnasse Mezarlığından çalıp çalmadığını bilmesem de, ihtiyar satıcının sattığı çiçekleri satın almayı her zaman sevmişimdir. Ayrıca, ah! Bunu söylemek daha güç, sadaka vermeyi de seviyordum.” (sy.20)
Bu başarılı, mutlu ve iç huzura ermiş hayatı,  tek bir olayla bozulur. Bol cümbüşlü ve görkemli Paris’te bir akşam Arts Köprüsü’nün üzerinde, hoşnutluk sigarasını yakmışken, tam arkasında bir kahkaha işitir. Şaşırır, geri döner, bakar: Kimse yoktur. Korkuluğa gider, bir mavna bir kayık bile göremez. Adadan yana döndüğünde arkasından tekrar aynı gülüşü duyar. Gülüş ırmaktan aşağı doğru iner gibidir. Gülüş hafiflese bile onu belirgin biçimde işitmeye devam eder. 
“Bu gülüşün gizemli hiçbir yanı yoktu; her şeyi yerli yerine oturtan iyi bir gülüştü bu, doğal, hemen hemen dostça.”
İşittiği bu gülüşten sonra artık hiçbir şey eskisi gibi değildir, kendi gülüşü bile çiftleşmiş gelir. Her şeyi anlayarak kişiliğinin öteki yüzünü, kendini dâhi kandırdığını keşfederek başkalaşım yaşar:
Siz örneğin, aziz hemşerim, tabelanızın ne olacağını düşünün biraz. Susuyor musunuz? Peki, daha sonra yanıt verirsiniz. Ben kendiminkini biliyorum: Çifte bir yüz, sevimli bir Janus ve bunların üzerinde firmanın formülü 'Güvenmeyin ona.' Benim kartlarımda ise 'Jean-Baptiste Clamence, Komedya oyuncusu.' Bakın, size sözünü ettiğim o akşamdan kısa bir süre sonra bir şey keşfettim. Bir körü üzerine çıkmasına yardım ettiğim bir kaldırımda bırakırken, selamlıyordum. Bu şapka çıkarış kuşkusuz ki ona yönelik değildi, çünkü bunu göremezdi o. Öyleyse kime yönelikti? Halka. Rolden sonra selamlar. Fena değil, değil mi? Bir başka gün, aynı dönemde, kendisine yardım ettiğim için teşekkür eden bir araba sahibine kimsenin böyle davranamayacağı yanıtını verdim. Tabii, kim olursa olsun, böyle davranırdı demek istiyordum. Bu talihsiz dil sürçmesi yüreğime oturdu. Alçakgönüllülük bakımından üstüme yoktu gerçekten. Gösterişsizce kabul etmek gerekir ki, aziz hemşerim, hep benlik gururuyla dolmuşumdur ben. Ben, ben, ben, aziz yaşamımda hüküm süren ve her söylediğim şeyde işitilen nakarat buydu işte.” (sy.38)
Düşüş otobiyografik bir eser olmasa da Camus, kendi başarısızlıklarını, çaresizliklerini ortaya dökerek bir tür arınma yaşar. Eserin yazıldığı zamanı dikkate alırsak, Cezayir ve Fransa arasındaki ilişkiler kopma noktasına gelmiştir. Cezayir’in bağımsızlık direnişi Fransa tarafından sert yöntemlerle engellenmeye çalışılmakta ve binlerce masum insanın katledilmektedir. Camus’nün ılımlı çözüm önerileri Fransa ve Cezayir’den destek görmemektedir. Camus’nün ülkesi Fransız dilidir ve anı zaman da da Cezayir Fransa değildir.
Sartre ve onun entelektüel çevresiyle arası iyice açılmıştır. Eşi Francine ile sık sık tartışmaktadır. Bazı kaynaklara göre, Francine, Camus’nün kendisini bir kardeş gibi görmesinden, gönül ilişkilerinden iyice rahatsız olmuş ve intihara teşebbüs etmiştir.
Camus’nün Başkaldırı ve Aşk katı arasına eklediği Düşüş, bir anlamda Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’ndan esinlenerek, kendisiyle ve toplumla yüzleştiği monoluğudur.
Camus 20 Temmuz 1956 tarihinde bir isimsize mektup yazar:
“Madam,
Bana anlattığınız şeyden ötürü gerçekten üzgünüm. Söz konusu olan şey mümkün olsa bile, size bunun bir yanlış anlamadan kaynaklandığını bildiriyorum.
Bana adını verdiğiniz doktorla belki karşılaşmışımdır, ama bu ad benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Demek ki benim dostlarımdan biri değil. Bu, onu üçüncü bir kişiyi ilgilendiren bir sırrı söyleyebilecek kadar tanımadığımı gösteriyor. Bu beni iyi tanımamak, üstelik bu sırrın söylenmiş olduğunu varsayarak, benim bundan sakınımsız bir biçimde yararlandığımı düşünmek anlamına geliyor.
Düşüş’te işlenen ayrıntılarım yalnızca beni kapsadığını onurum üstüne onaylarım. Dostunuz, yüksek yaylaları seven tek kişi değil. Ben de orayı seviyorum ve orada yaşadım. Eski bir veremliyim, beni klostrofobik biri haline getiren ciğerlerimdeki rahatsızlığa katlanıyorum. Çevremdeki herkes size bu kişisel rahatsızlık nedeniyle, mağaralardan ve tüm kapalı mekânlardan korktuğumu söyleyebilir. Çoğu kez, mağara bilimcileri düşününce duyduğum ürperti, derin Alp vadilerinde hissettiğim keder nedeniyle alaya alınırım. Böylece, dostunuza çarpıcı gelen ayrıntılardan her biri yadsınamaz bir açıklığa kavuşuyor. Olayın aslına gelince, burada sırlarımı açıklamayacağımı anlayabilirsiniz. Şu son günlerde bir dostumdan aldığım mektuptaki bir cümleyi aktarmama izin veriniz: ‘İstisnasız olarak bizlerden her birinin yaşamında, yardımına koşamadığımız bir genç kız vardır.’
Bu gerçeğin ta kendisidir ve dostunuz bu gerçeğe inanmak zorundadır. Bana, onun beni her zaman saygı ve özel bir ilgiyle okuduğunu söylüyorsunuz. O zaman, böyle bir konuda yalan söylemeyeceğimi biliyordur. Ona, kahramanımın kendisiyle kesinlikle hiçbir ilgisi olmadığını onurum üstüne söz vererek yineliyorum. Kimse tarafından ihanete uğramadı ve eğer tahmin ettiğim kişiyse, dostlarına, böyle içten güven duyulmayan her yaşamın bitkin düşüren bir mutsuzluk olduğunu anlayacaktır.
Bugün dostunuzun sıkıntı duyduğu kuşkunun birinci nedeni, hepimizin sürdürdüğü yorucu yaşam ve özellikle de modern yaşamın bitmez tükenmez ağırlığına, kişisel bir çalışma çabasını ekleyenlerdir. Onu nasıl anlamam? Kimi günleri ancak büyük bir çaba harcayarak bitiriyorum ve çoğu kez, ayakta durmamı sağlayan arı bir istekle yürüyüp, çalıştığım hissine kapılıyorum. Ama böyle durumlarda, kendine ve yaratılışına karşı hoşgörülü olmayı kabul etmek gerek. Daha hayvani bir aşama, huzura, yalnızlığa dönmek gerek.
Tanıklığımla aydınlanan dostunuzun, rahatlayıp huzur bulmasını umuyorum. Üstün niteliklere sahip bir gönlü istemeden rahatsız ettiğim için böyle teselli bulacağım. Şu sırada, kitaplarımdan biriyle kötü bir şeye neden olduğum için kendimi yalnızca üzgün hissediyorum, oysa her zaman, sonuç olarak iyi bir şey yapmıyor, yardımcı olmuyorsa sanatın hiçbir şeye yaramadığını düşünmüşümdür.” Defterler 3
 

“Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan?” diye başlar Jean-Baptiste Clamence’in monoloğu. Muhatabını, “fazla iyi,” diye nitelendirir. O yüzden de ardıç rakısını onunkinin yanına koyar. Barın sahibini Hollanda dilinden başka bir dil bilmeyen saygıdeğer bir gorile benzetir. Yanında söylenenleri anlamadığı için kuşkucu ve alıngan bir karakter kazanmıştır. Barın dip duvarında duran, yerinden indirilmiş bir tablonun bıraktığı ize işaret eder. Eskiden orada bir tablo, gerçek bir başyapıtın asılı olduğunu iddia eder. Jean-Baptiste Clamence’in monoloğunu takip etmek güçleşir. Düşüncelerini duvara çarpan bir tenis topu gibi sürekli sıçratır, değiştirir ve daha da sert bir şekilde ifade eder.
Camus Sartre ile Başkaldıran İnsan’ın yayımlanmasından sonra iyice su üstüne çıkan büyük bir tartışma yaşamıştır. Bu tartışmada sonrasında Fransa’nın Sartre’ın yanında olduğu ve kendisinin de mağdur edildiğini düşünür. Sartre için taşıdığı olumsuz düşünceleri Düşüş’ün içinde kendisini gösterir. Camus bir anlamda Düşüş’le  “saygıdeğer bir goril olan” Sartre’dan öç alır.
“Ne demek istediğimi anlamıyor musunuz? Yorgunum, itiraf edeyim. Konuşurken ipin ucunu kaçırıyorum, dostlarımın övmekten hoşlandığı o zihin açıklığım kalmadı artık. Dostlarım diye de ilke olarak söylüyorum zaten. Artık dostlarım yok, yalnızca yardakçılarım var. Buna karşılık sayıları çoğaldı onların, tüm insanlık onlar. Tüm insanlık içinde de ilk önce siz. Orada bulunan kişi her zaman ilktir. Dostlarım olmadığını nasıl mı biliyorum? Çok basit: Bunu, iyi bir oyun oynamak, neredeyse onları cezalandırmak için kendimi öldürmeyi düşündüğüm gün keşfettim. Ama kimi cezalandırmak? Birkaçı şaşıracak, kimse kendini cezalandırılmış hissetmeyecekti. Anladım ki, dostlarım yoktu. Kaldı ki, dostlarım olsaydı bile, daha ilerlemiş olmayacaktım. Eğer intihar edebilirsem de sonra suratlarını görebilseydim, o zaman ürküttüğüm kurbağaya değerdi. Ama yeryüzü karanlıktır, aziz dostum, tahta kalın, kefen ışık geçirmez. Ruhun gözleri, evet kuşkusuz, eğer bir ruh varsa ve onun da gözleri varsa! Ama işte, emin değilizdir, hiçbir zaman emin değilizdir. Yoksa bir çıkış yolu bulunurdu, insan kendini ciddiye aldırabilirdi en sonunda. İnsanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar.” (sy.56)
Sartre, Camus’ye artık fakir olmadığını, “kendisi gibi bir burjuva” olduğunu söylemiştir. Buna cevabı yine Clamence verir:
“Kapıyı iyi kapadınız mı? Evet mi? Lütfen yoklayın bir. Bağışlayın, bende sürgü kompleksi var. Uykuya dalacağım sırada, sürgüyü itip itmediğimi bilemem hiçbir zaman. Her akşam, onu yoklamak için kalkmam gerekir. İnsan hiçbir şeyden emin olmuyor, size söyledim bunu. Bu sürgü kaygısının bende korkak bir mülk sahibinin bir tepkisi olduğunu sanmayın. Vaktiyle dairemin kapısını kilitlemezdim, arabamın da. Parama bağlı değildim, sahip olduğum şeylere sıkı sıkı yapışmazdım. Doğrusu, sahip olmaktan utanırdım biraz. Sosyete nutuklarımda inançla şöyle haykırdığım oluyordu: “Mülkiyet, baylar, bir cinayettir!” Servetimi buna layık bir yoksulla paylaşacak kadar büyük bir yüreğim olmadığından, onu olası hırsızların emrine bırakıyor, böylece adaletsizliği rastlantıyla düzelteceğimi umuyordum. Bugünse hiçbir şeyim yok. Böyle olunca güvenliğim için kaygı duymuyorum, ama kendim ve hazırcevaplığım için kaygı duyuyorum. Aynı zamanda, kralı, papası ve yargıcı olduğum sımsıkı kapalı küçük evrenin kapısını temelli kapatmak da istiyorum.” (sy.95)
Yine bu büyük tartışmalarda Sartre Camus’yü mücadeleden uzak durmakla suçlar. Clamence, her şeyin sorumluluğunu, suçu üzerine alır.
“Demek siz Paris'te o güzel avukatlık mesleğini icra ediyorsunuz! Aynı türden olduğumuzu biliyordum. Hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz, böyle durmadan ve muhatapsız konuşarak, önceden cevapları bilsek de hep aynı sorularla karşılaşarak? Öyleyse, bir akşam Paris rıhtımları üzerinde başınıza geleni ve nasıl yaşamınızı hiç tehlikeye atmamayı başardığınızı lütfen anlatın bana. Yıllardır gecelerimde hep çınlayıp duran ve sonunda sizin ağzınızdan söyleyeceğim şu sözcükleri kendiniz tekrarlayın:
“Hayır, bir şey yok, bu berbat nemli havada biraz ürperiyorum, o kadar. Zaten geldik. İşte. Siz önden buyurun. Ama, rica ederim, biraz daha kalıp bana eşlik edin. Sözümü bitirmedim daha, devam etmem gerek. Devam etmek, zor olan bu işte. Bakın, onu niçin çarmıha gerdiler, biliyor musunuz, onu, şu anda belki düşünmekte olduğunuz kişiyi? Güzel, bunun için bir sürü neden vardı. Bir insanın öldürülmesi için her zaman nedenler vardır. Buna karşın, onun yaşamasını haklı çıkarmak olanaksızdır. İşte bu yüzden suçlu her zaman avukatlar bulur, masum ise bazen. Ama, iki bin yıl boyunca bize çok iyi açıklanan nedenler yanında, bu korkunç can çekişme için bir büyük neden vardı, bilmiyorum niçin bu neden onca dikkatle gizlenir. Gerçek neden, kendisinin büsbütün masum olmadığını bilmesidir. İşlemekle suçlandığı hatanın ağırlığını taşımasa bile, bilmeden başka hatalar işlemişti. Bilmeden mi? Eninde sonunda, işin kaynağında o vardı; masumların kılıçtan geçirildiğini işitmiş olmalıydı.” (sy.83)
-Ey genç kız, kendini yine suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha ereyim!” (sy.108)
Clamence, toplumun bir tür yok etme dürtüsüyle örgütlenme içinde olduğuna dikkat çekmek ister ya da örgütün bir şekilde içine aldığı her şeyi öğüttüğünü betimler. Camus, içinde bulunduğu sıkıntılı dönemi ve entelektüel çevresini ve belki de Fransa’yı Pirana balıklarına benzetir.  
“Toplumumuzun bu tür bir yok etme için örgütlenmiş olduğuna dikkat etmediniz mi? Brezilya ırmaklarındaki o küçücük balıklardan söz edildiğini herhalde işitmişsinizdir, hani binlercesi ihtiyatsız yüzücüye saldıran, birkaç saniyede onu küçük lokmalarla yiyip bitiriveren ve ortada tertemiz bir iskeletten başka bir şey bırakmayan balıklardan? İşte böyledir onların örgütlenmesi. 'Temiz bir yaşama razı mısınız? Herkes gibi?' Evet diyorsunuz doğal olarak. Nasıl hayır diyebilir insan? 'Tamam. Sizi temizlerler. Bir iş, bir aile, örgütlenmiş boş zaman işte budur.' Ve küçük dişler tene saldırır, kemiklere kadar yer. Ama yanlış söyledim. Onların örgütü dememeli. Bizim örgütümüz bu, eninde sonunda: Kim kimi temizleyecek!” (sy.10)
Camus felsefi açıdan kaybettiği savaşı Düşüş’te yeniden kazanmaya çalışır. Clamence romanın her bir satırında kendini dışa vurur, böylece kendini ötekilerin yargılarından muaf tutar. Camus, “Tövbekâr- yargı” terimiyle Sartre’ın biçimlendirdiği varoluşçuları alaycı bir şekilde tanımlar.
Sartre Camus’nün ahlak yapısını sorgular. Defterler’e, “1950’nin insanı: “Zina yapar ve gazete okur,” notunu düşmüştür Camus.
Clamence Düşüş’e bu düşünceyi şöyle aktarır: “Bana hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki tutkusu var: Fikirler ve zina. Rastgele, sanki. Onları suçlamaktan da kaçınalım hani; yalnız onlar değil, tüm Avrupa bu durumda. Gelecekteki tarihçilerin bizim için ne diyeceklerini düşünüyorum bazen. Günümüz insanı konusunda bir tümce söylemek yetecektir onlara: Zina ediyordu ve gazete okuyordu.”
Clamence ahlaktan vazgeçer:
“Size söyledim miydi; umutsuzluğa düşen papağanımın açlıktan ölmeye yattığını? Çok şükür ki, zamanında yetiştim ve elini tutmaya razı oldum, ta ki o, gözde haftalık dergisinin kendisine tanımladığı kır şakaklı mühendise, adamın Bali'ye yaptığı bir yolculuk dönüşünde rastlayıncaya kadar. Şurası kesin ki, tutkunun sonsuzluğu içinde kendimi yitmiş ve bağışlanmış bulmak şöyle dursun, hatalarımın ağırlığını ve sapkınlığımı daha da arttırdım. Bu yüzden aşktan öylesine dehşete düştüm ki, yıllarca, Pembe Renkli Yaşam'ın ya da Yseult'nün Aşktan Ölümü'nün adını duyunca dişlerimi gıcırdattım durdum. O zaman kadınlardan vazgeçmeyi ve iffetli yaşamayı denedim. Eninde sonunda, onların dostluğu bana yetmeliydi. Ama bu, oyundan vazgeçmek demekti. Arzunun dışında kadınlar, her türlü beklentinin dışında sıktılar beni ve belli ki ben de sıktım onları. Artık ortada oyun, tiyatro kalmayınca, gerçeğin içindeydim kuşkusuz. Ama gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır:
Aşktan ve iffetten umudumu kesince; geride, aşkın yerine çok iyi geçen, gülüşleri susturan, sessizliği geri getiren ve en önemlisi, ölümsüzlüğü sağlayan sefahatın kaldığını düşündüm en sonunda. Belli bir uyanık sarhoşluk derecesinde, gece geç vakit iki kızın arasında yatarken ve her türlü arzudan boşalmışken, umut bir işkence olmaktan çıkar, farkında mısınız, zihin tüm zamanlar üzerinde hüküm sürer, yaşama acısı ebediyen geçmiştir. Bir anlamda ben, hiçbir zaman ölümsüz olmak isteğinden vazgeçmemekle, hep sefahat içinde yaşamıştım.
Yaratılışının temeli ve aynı zamanda kendime karşı duyduğum, size de sözünü ettiğim büyük aşkın bir sonucu değil miydi bu? Evet, ölümsüz olma isteğiyle yanıyordum ben. Aşkımın değerli nesnesinin hiçbir zaman kaybolmamasını arzu etmeyecek kadar çok seviyordum kendimi. Uyanıklık halinde ve kendimizi ne kadar az tanırsak tanıyalım, uçkuruna düşkün bir maymuna ölümsüzlük tanınması için geçerli nedenler görülmediği için, bu ölümsüzlüğün yerine geçecek şeyler bulunması gerekir. Sonsuz yaşamı arzuladığım için orospularla yatıyor ve geceler boyunca içiyordum. Sabahları, tabii, ağzımda ölümlü insan yaşamının aç tadı kalıyordu. Ama saatlerce sonsuz bir mutluluk içinde yüzmüştüm.” (sy.76)
Sartre, Jean Genet’i ölümsüzleştirmek için ona, “Aziz Genet” diye isimlendirdiği altı yüz sayfalık bir deneme yazar. Genet, hırsızlık, fahişelik gibi suçlardan hapis yatar. André Gide, Jean Cocteau, Sartre'ın cumhurbaşkanına verdikleri dilekçe sonucu özgürlüğüne kavuşur. Genet, mülkiyeti kutsayan düzenin hırsızıdır. Yine buna bir gönderme olarak Clamence bir yönüyle serseri ve hırsızdır. Sartre’ın öne sürdüğü gibi yalnızca varoluş felsefesi değil, aynı zamanda mutlak özgürlüğe ulaşmıştır.
“Tamam, tamam, sakin oluyorum, kaygılanmayın! Benim duygulanmalarıma da, sayıklamalarıma da zaten pek güvenmeyin. Amaçlıdır onlar. Bakın, şimdi bana kendinizden söz edeceğinize göre, kendi ilginç itirafımın, amaçlarından birine ulaşıp ulaşmadığını hemen öğreneceğim. Gerçekten de, muhatabımın polis olduğunu ve Dürüst Yargıçlar'ı çaldığım için beni tutuklayacağını umuyorum hep. Gerisi için kimse beni tutuklayamaz, öyle değil mi? Ama bu hırsızlığa gelince, yasanın etki alanına giriyor ve ben kendimi suç ortağı yapmak için her şeyi ayarladım; bu tabloyu saklıyorum ve her isteyene gösteriyorum. Bu durumda beni tutuklayabilirsiniz, iyi bir başlangıç olur bu. Belki de daha sonra işin geri kalanıyla uğraşanlar olur, örneğin benim kellemi keserler, ben de artık ölmekten korkmam, kurtulmuş olurum. Toplanmış kalabalığın üstüne o zaman siz henüz soğumamış kellemi yükseltirsiniz, onların orada kendilerini bulmaları ve benim onlara, örnek bir insan olarak, yeniden egemen olmam için. Her şey tamam olur ve ben, çölde bağıran ve oradan kurtulmamı reddeden sahte peygamberliğimi, kimsenin ruhu duymadan, sona erdirmiş olurum.” (sy.108)
Camus, Clamence’e “Gerçek şu ki, her zeki insan, iyi bilirsiniz bunu, bir gangster olmayı ve salt şiddet yoluyla toplum üzerinde egemenlik kurmayı düşler. Bu iş, birtakım uzmanlık konularını işleyen romanların düşündürebileceği kadar kolay olmadığı için, genellikle, politikaya bel bağlanır ve en acımasız partiye koşulur. Herkese egemen olmak bu yolla mümkün oluyorsa, ruhunu küçültmenin ne öne mi var, değil mi? Ben de kendimde zulmetme yönünde tatlı düşler buluyordum,” dedirterek, Sartre’ın kendisini realizmden yoksun bulmasına cevap verir.
Camus ve Sartre’ın tartışmalarının, aralarındaki rekabetin bir yerinde her zaman kadınlar yer almıştır. Camus ile Sartre fiziksel özellikleriyle birbirine taban tabana zıttır. Sartre, çirkin, kişisel temizliğine özen göstermeyen biriyken, Camus oldukça çekici ve kadınlar konusunda  başarılı biridir. Clamence aralarındaki bu farklılığı da ustalıkla ortaya döker:
“Yağmur hızlandığına, vaktimiz de olduğuna göre belleğimde az sonra gerçekleştirdiğim yeni bir keşfi size açabilir miyim? Yağmurdan korunan şu banka oturalım. Yüzyıllar var ki, pipo içenler aynı kanala yağan aynı yağmuru seyrederler burada. Size anlatacağım şey biraz daha zor. Bu kez bir kadın söz konusu. Önce şunu bilmek gerekir ki, ben kadınlar konusunda her zaman ve hiç zahmetsizce başarılı olmuşumdur. Onları mutlu kılmayı ya da onlarla kendimi mutlu kılmayı başardığımı söylemiyorum. Hayır, yalnızca başarılı olduğumu söylüyorum. Hemen her istediğim zaman amaçlarıma ulaşıyordum. Bende belli bir çekicilik buluyorlardı. Düşünün bir! Çekicilik nedir, bilirsiniz: Açık hiçbir soru sormadan bir çeşit evet yanıtı alma biçimi. O dönemde durumum böyleydi işte. Sizi şaşırtıyor mu bu? Haydi haydi, inkar etmeyin. Şimdiki halimle çok doğal bu. Ne yazık! Belli bir yaştan sonra her insan, kendi yüzünden sorumludur. Benimki... Ama ne önemi var bunun? Olay ortada, bende çekicilik buluyorlardı ve ben bundan yararlanıyordum.” (sy.44)
Clemence’e romanın sonunda tutuklanma/arınma isteğiyle, tek kanıtlanabilir suçunu itiraf eder. Van Eyck'ın ünlü kilise oyması Mistik Kuzuya Tapınma tablosundan Dürüst Yargıçlar panosunu orijinalini çaldığını açıklar. Panoyu neden geri vermediğini, sorgu yargıcına cevap verir gibi izah eder:
“Birincisi, tablo bana değil, Gand piskoposu kadar ona layık olan Mexico-City patronuna ait.
İkincisi, Mistik Kuzu'nun önünden geçenler arasında kimse kopyayı aslından ayıramaz ve dolayısıyla kimse benim kusurum yüzünden zarara uğramış değil.
Üçüncüsü, bu şekilde ben egemen oluyorum. Dünyanın hayranlığına sahte yargıçlar aday gösterilmiştir ve gerçek yargıçları da yalnız ben biliyorum.
Dördüncüsü, böylece hapse atılma şansına ben sahibim, bu ise bir bakıma çekici bir fikir.
Beşincisi, bu yargıçlar Kuzu ile buluşmaya gidiyorlar, artık ne kuzu, ne masumluk var, dolayısıyla da panoyu çalan usta haydut, bozulmaması gereken meçhul adaletin bir aracıydı.
Son olarak, bu şekilde düzen içindeyiz biz. Adalet masumluktan, birisi haç üzerinde, birisi öteki duvar dolabında olmak üzere, kesin biçimde ayrı olduğundan, ben inançlarıma göre çalışmakta özgürüm. Onca sıkıntı ve çelişkilerden sonra edindiğim o güç cezaevi yargıçlığı mesleğimi vicdan rahatlığıyla yürütebilirim…” (sy.97)
12 Temmuz 1956’da Camus Palermo’dadır. Defterler’e
“A.B. bana Van Eyck’in gerçek öyküsünü yazıyor. Hırsızlıktan kısa bir süre önce, Rahip Meclisi’ne bağlı bir rahip ondan kuşkulanmış. O itiraf ediyor. Panoyu çalmıştı, çünkü Mistik Kuzu’nun yanında o yargıçları görmeye katlanamıyordu. Niyeti dikkate alınınca, sakladığı panoyu ölüm gününde ortaya çıkaracağı sözü alınarak, suçu bağışlanıyor. O gün geliyor. Aşırıya varan bir kutsal yağ sürme töreni. O konuşmak istiyor. Anlaşılmaz sözcükler yazıyor ve ölüyor.” yazar.
Clamence Düşüş’ü Ortaçağ’daki boğuntu hücrelerinde insanın yaşadığı bir deneyime benzetir:
“Uyanıklık bir çömelme ise uyku bir düşüştür.”

Yukarıdaki fotoğraf 1994 yılında Kevin Carter isimli Amerikalı bir fotoğrafçı tarafından çekilmiştir.  “Afrika’daki açlığın simgesi” olarak görülür.
Fotoğraftaki Afrikalı kız çocuğu, ölümün eşiğindedir. Az ilerideki akbaba da, çocuğun ölmesini iştahla beklemektedir.
Kevin Carter, kendisine “Pulitzer Ödülü” kazandıracak olan bu fotoğrafı çeker ve oradan ayrılır. Bir süre sonra akbabayı kovalamadığı, çocuğu kurtaramadığı için vicdan azabı çeker. Somali’ye geri döner ve çocuğun akıbetini araştırır.
Çocuğu bulamayan Kevin Carter, depresyona girer, bir türlü kendine gelemez. 27 Temmuz 1994’te, Johannesburg’un bir banliyösünde park ettiği kamyonetinin içine egzos basarak intihar eder.

KAYNAKLAR

·        Düşüş, Albert Camus, Can Yayınları
·        Sisifos Söyleni, Albert Camus, Can Yayınları
·        Yabancı, Albert Camus, Can Yayınları
·        Yolculuk Günlükleri, Albert Camus, Can Yayınları
·        Defterler 2, Defterler 3, Albert Camus, İthaki Yayınları
·        Albert Camus Solitaire et Solidaire, Catherine Camus
·        Le Monde (Septembre –Novembre 2013) Une Vie, Une Oeuvre Albert Camus
·        Camus Başkaldıran İnsan, Pierre-Louis Rey, Yapı Kredi Yayınları
·        Camus Bir Ahlakçının Portresi, Stephen Eric Bronner, İletişim Yayınları
·        Kitap-lık Dergisi Sayı: 143 Sayı:170, Yapı Kredi Yayınları
·        Özgürlük ve Devrim, Gülser Erçel, Kafekültür Yayıncılık
·        http://www.aliosmangundogan.com/PDF/Makale/Ali-Osman-Gundogan-Albert-Camus-Sartre-Kavgasi.pdf
·        http://www.sabitfikir.com/haber/sartre-camus-ve-karakedi
·        http://sikiyonetimdosyasi.blogspot.com/search?q=düşüş




[i] Gilbert Keith Chesterton: (wikipedia)
İngiliz edebiyatında yazarlığı kadar, aykırı düşünceleriyle de kendine sıra dışı bir yer edinen Chesterton, 1874 yılında Londra'da dünyaya geldi. 1936 yılındaki ölümüne dek, gazeteciliği, sanat ve edebiyat eleştirmenliği ile yazarlığının yanı sıra, din ve dünya sorunları üzerine, keskin kalemiyle yazdığı polemik yazılarıyla da dikkati çekti. Yine ünlü bir yazar olan, vatandaşı Rudyard Kipling'in sömürgeci eğilimlerini ve İngiltere'nin dış siyasetini kıyasıya eleştirdi. Sanayileşmiş toplumlarda insani değerlerin hızla yitirildiğini vurgulayarak, akla ve bilime dayandırılan dünya görüşlerine karşı, sağduyu ve imandan yana tavır aldı. Ülkesindeki yaygın Protestan inancına karşın Katolikliği seçen ve Ortaçağ değerlerini savunan yazarın bu eğilimleri, edebi eserlerinde de iz bırakmıştır.



İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails