21 Ekim 2011 Cuma

Bozkır Aydınlığında Aşk




Kitap : Bozkır Aydınlığında Aşk
Yazar : Adnan Binyazar
Mekan : Pierre Antakya Cuisine
Sunucu: Ayşe, Billur, Gülda
Katılımcılar: Ayşen, Aycan, Aysun, Belkıs, Berna, Nur, Özlem, Peyman, Yonca






Adnan Binyazar

7 Mart 1934 yılında Diyarbakır’da doğmuş Adnan Binyazar. Doğum günü ve yerinin özellikle üzerinde durmak isterim. Darlık, yokluk içinde geçen çocukluğu boyunca hiç yaş günü kutlanmamış. Hatta kendi deyimiyle “Yaş günü bir yana, yaşamayı bir an önce sonlandıran ortamlarda büyümüş.” 7 Mart 1964 yılında Çorum’da öğretmenlik yaparken sabaha kadar şarap içerek tek başına yeni yaşını kutlamış ve “Tohum” adını verdiği bir yaş günü hikâyesi yazarak, annesinin kendisini nasıl doğurduğunu anlatmış. 1965 yılında yazdığı bu öykü ile Öğretmenler Bankası Öykü Ödülü'nü kazanmış. Aynı öyküyü 74 yaşında "Varoluşun Sesi" adıyla yeniden yazıp Şah Mahmet adlı kitabına almış.

“Bilinç neydi?..
Benliğin sonsuz boşluğunda zerre olduğuna erme duygusu…”
(Şah Mahmet – Varoluşun Sesi sf.136)



Öykü ödülü almasına rağmen altmış bir yaşına kadar bir daha öykü yazmamış.
“Benim için yaş günleri, varoluş-yok oluş düşünceleri arasında sersem bir sarkaca döndüğüm hüzün günleridir. Resim, müzik, ya da yazın, sanatı yaratıcılığa yönelten bir duygu gücüdür” diyor Adnan Binyazar.


Yoksulluk içinde geçmiş çocukluğu Adnan Bey’in. Adnan Bey’in babası adliyedeki görevinden ayrılıp, dava vekilliği yapmaya başladığı esnada bir davayı izlemek üzere Sivas’a gitmiş ve bir daha da dönmemiş... İstanbul’a yerleşmiş. Annesi uzun süre dirense de fakirliğe, sefalete yenik düşmüş ve kardeşi ile Adnan Bey’i babasının yanına yollamış. Babası ve yeni annesiyle tanışmış İstanbul’da. Sonra bir küfeyle gelivermiş babaları. İki kardeş sırtlayıp küfeleri yollara düşmüşler…

İlkokula ancak on dört yaşında başlayabilmiş. Nüfus kâğıdı dahi yokmuş o sırada! .

Baba Binyazar sorumsuz bir hayat yaşamış. Adnan Bey ve ailesine çok acılar çektirmiş, içki masalarında yemiş tüm maaşını. Oysa kalemi de kuvvetliymiş. Binyazar soyadı da babasının uzun ve etkileyici sözlerle bezediği dava dilekçelerinden gelirmiş…

Adnan Binyazar’ın 2000 yılında yazdığı ve bu sene 14.baskıya ulaşan “Masalını Yitiren Dev” adlı romanı yazarın çocukluk ve ilk gençlik anılarından oluşuyor. Bu romanı annesi Pakize Gündüz’ün ölüm haberini aldıktan sonra bir uçak yolculuğunda kurgulamış. Pakize Hanım acılarının, çektiği sıkıntıların, gördüğü şiddetin başkaları tarafından bilinmesini hiç istemezmiş.


“Çocukluk, bir dev masalıdır. Masalı bozulmuş çocukluk ne ise, masalını yitiren dev de odur. İkisi de şaşkın, güçsüz ve umarsızdır. Birbirlerini yitirdiklerinde, çocukluk devin, dev çocukluğun büyüsünü bozar. Büyü bozulunca, çocuk, yaşamı boyunca, masalını arayan bir dev gibi çırpınır durur.” Masalını Yitiren Dev sf.19

“Geçmişimden başka bir kalıt (miras) taşımıyorum. Masalını Yitiren Dev’le, ‘açtığım kendi kuyumun içine dalarak’ yaşadıklarıma sahip çıkıyorum.” Masalını Yitiren Dev sf.19

Köy Enstitüsü’ne girerek kurtuluşa ulaşmış. Ancak enstitüye girmesi de o kadar kolay olmamış. Şehir doğumlu olması sebebiyle sorun çıkmış. Diyarbakır/Ergani Dicle Köy Enstitüsü’nün 101 numaralı öğrencisi olarak kaydolması uzun süren yürüyüşlerin ve uğraşların ardından gerçekleşebilmiş.

Tarla biçerken bile Cervantes okuyan bir edebiyat tutkunu olarak Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nde okumuş. Sonrasında değişik okullarda Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yapmış. Tayinini Çorum Kız Lisesi’ne çıkmasıyla hayatı tamamen değişmiş. Okulun son sınıf öğrencilerinden Filiz’i ilk gördüğünde âşık olmuş. Otuz iki yıl boyunca süren evlilikleri Filiz Binyazar’ın kansere yenik düşmesiyle son bulmuş. Filiz Hanım’ın ölümünden sonra Adnan Bey’in hayatı bir daha eskisi gibi olamamış.

“Baktım içeride genç bir adam tek başına oturmakta;
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine.”
Edgar Allan Poe Kuzgun -Bozkır Aydınlığında Aşk sf. 126-

Yazarın 2005 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer bulunan Ölümün Gölgesi Yok adlı romanı bu büyük ve tarifi zor aşkı anlatır.

“Bu hastanenin köşesinde, gün gün sonsuz uykusuna yaklaşan eşimin solgun yüzüne bakıyor; içinde “ölüm” yolcusu taşıyan kırık bir takanın mecalsiz kürekçisi gibi, elimi uzatıp sevgilimi kurtaramayışın aczini duyuyordum.” Ölümün Gölgesi Yok sf.17

Mustafa Ayaz

Eserleri:

Adnan Binyazar edebiyatımıza çok önemli katkıda bulunan, oldukça üretken bir yazardır. Toplum ve Edebiyat adlı deneme kitabı ile de deneme yazarlığına ve okuma kültürüne yaptığı değerli katkılar nedeniyle 2010 yılı Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü almıştır.

Deneme-Eleştirileri:







Toplum ve Edebiyat




Ağıt Toplumu
Ozanlar, Yazarlar, Kitaplar
Ayna
Duyguların Anakarası
Edebiyatın Dar Yolu
Ardında Leke Bırakmamalı Sevgi

Halk Yazını İle İlgili Kitapları:

Dede Korkut
Dedem Korkut’tan Üç Öykü
Kan Turalı
Halk Anlatıları
On Beş Türk Masalı
Elif ile Mahmut
Kerem ile Aslı

Biyografi:

Atatürk Anlatıyor

Romanları:
















Masalını Yitiren Dev
Ölümün Gölgesi Yok



Öyküleri:



















Şairin Kedisi
Şah Mahmet
Bozkır Aydınlığında Aşk

Gülda

Bozkır Aydınlığında Aşk





Adnan Binyazar’ın son öykü kitabındaki hem bazı öykülerin anahtar sözcüklerini daha öykülerin hamuru karılmaya başlamadan önce öğrenme kıvancı yaşadığımız hem de bazılarının yaratılış serüveninde duyumsanan hislerin bize aktarılmış olması nedeni ile öykülerin ilk satırlarından itibaren beni ve Gülda’yı içine almamış olması mümkün değildi.

Kitap yedi öyküden oluşuyor ve Üç Sokağın Kimsesizin adlı ilk öyküde Adnan Binyazar çocukluk ile ergenlik sancılarının ilk duyulduğu, anasızlığın ve görünürde bir babanın gölgesinde kaybolan bir çocukluğun geçirildiği Kocamustafapaşa’da geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyor... Ancak yaşanmışlıklardan çok az ize rastlıyor bu semtte ve zihninde capcanlı kalmış hatıralara sığınıyor. Çoğu acılı olsa da kimi güzellikleri de hatırlıyor bu semtte yaptığı yolculukta Adnan Binyazar ama “zaman denilen kemirgenin” dişlerini görünce içini bir hüzün kaplıyor ve yıllar önce yolunu açık eylemesi için ellerini göğe açtığı Sümbül Ağa Camisi’nin avlusunda kılınmak üzere olan bir cenaze namazında hayatın kaçınılmaz sonunu görüyor. Yaşam eninde sonunda bir namazlık saltanattan ibaret olarak mı son buluyor diye insan sorgulamadan edemiyor.

Kitaba adını veren Bozkır Aydınlığında Aşk‘ta ise ben satırlar arasında gezinirken yaşanmaya doyulamamış bir aşk ile sarhoş olduğumu hissettim. Birlikteyken bile birbirine hasret kalınan bir sevgi olabilir miydi gerçekten? Bir aşk gerçekten bir bozkır gibi el değmemiş bir şekilde yaşanabilir miydi? İki âşık gerçekten böyle konuşabilirler miydi?

Üçüncü öykü Eğri Göl’de yaşlıca bir kişinin hastalıkla yüzleşmesi ve ölüm korkusu karşısında hissettiklerini dile getirişi ve bu esnada kullanılan benzetmeler gerçekten çok içtenlikli idi. “Öğrenci görünümlü iki genç hemşire, doktoru duyar duymaz çevremde telaşlı iki beyaz güvercin kesiliyor…” Tüm öykülerde altını çizmeden geçemeyeceğiniz satırlar mevcut ama özellikle bu öyküde ölüm korkusunun kıskacından kurtulmaya çalıştığı, bir savaş verdiği ve anlatıcının kendini sokağa attığı anda ifade ettiği “Genzimle burnumun arasında unutulmuş ağıtlar mırıldanarak yürürken, soluğum genişliyor, beynim ruhsal saçmalıklara başkaldırıp özgürleşiyor. Yüreğimde duygunun tavus kuşu kanatları açılıp renkleniyor. Sağduyunun soylu atıyla yarışa çıkıyorum.” ifadesi anlatıcının bir an ölümden korkan, bir an ölümle yüzleşmekten korkmayan çelişki dolu duygularını ustaca dile getiriyor. Gerçekte hangi duyguya yakın olduğunu bile kendine itiraf etmekten aciz. Bir türlü ama ne kadar duygu ve düşüncelerle boğuşsa da bir şeyi itiraf etmek zorunda kalıyor anlatıcı o da “İnsanın ulaşamayacağı tek yer kendi içidir.” Anlatıcı kendi içine ulaşamasa bile çok önceden kaybettiği ve kavuşmayı hasretle beklediği ve ölümünü anlamlı kılacak olan sevdiceğine ulaşmaya çalışıyor. Ölümle sessizleşen aşklarında dile getirilemeyenleri dile getirmek için...

Bu öykü sona erdiğinde, Eğri Göl ile Bozkır Aydınlığında Aşk’ın birbirini tamamlayan iki öykü olduğu hissi uyandı içimde ve her ne kadar kurgudan yola çıkılarak yazılsa bile içselliği çok barındıran özellikler daha çok gözüme çarptı. Belki Adnan Binyazar’ın hayatından bazı kesitleri bilmek ve bunlarla ilgili olarak Ölümün Gölgesi Yok ve Masalını Yitiren Dev’i okumuş olmak ben de bu izlenimi doğurmuş olabilir ancak zaman zaman kendisinin de öykülerde atıfta bulunduğu dipnotlar nedeni ile bu kanım daha da kuvvetlendi. Kim bilir belki Metroda Bir Kırmızı Pabuçlu adlı öyküde ifade edildiği gibi “bilinçaltı leş mezarlığıdır.”

Billur

Metroda Bir Kırmızı Pabuçlu’yu okurken kaçınılmaz olarak aklım Masalını Yitiren Dev’de Orduevi’nde Kırmızı Pabuçlar filmini izleyen gencecik bir delikanlıya gitti. Bu öykünün hikâyesini epeydir merak ediyordum zaten. Zihninde tasarladığı gün bahsetmişti Adnan Bey “Metrodaki Kırmızı Pabuçlu” kadından. Cebinde taşıdığı küçük not defterine notlar almıştı. Henüz demlenmemişti öykü. Dediği gibi Öykü, yazılıp bittikten sonra yazılmaya başlamalıdır.” olmalıydı. Günlerce düşünmüştüm nasıl bir öyküyle karşılaşacağımı!



“İyi bir öykü nedir?” diye sorsalar bu öyküyü sunmak isterim. “İyice azaltılıp sadeleştirilmiş bir anlatımla geçmişten geleceğe uzanıp en nihayetinde nakavt eden bir kurgusu olmasıyla bu öyküyü seçtim.” derim. Kırmızı karaya değsin Stendhal’ın Kızıl ile Kara’sı bambaşka bir şekilde dillensin arzu ederim. Böylesine içten ve kırılgan belleğime dokunmasına susarım.

İşte iyi bir öykü bu işte! Hem tamamen yaşamın içinde, hem de her şeye aykırı belki de…

“Ondan geriye, narçiçeği-siklamen karışımı renkte, üstüne kan pıhtıları bulaşmış kırmızı pabuçlar kaldı; benden de, onun ayak izini taşıyan siyah bir pantolon…

Sonra? ..

Sonrası karanlık? ..
Ölü bir sessizlik…”
Bozkır Aydınlığında Aşk sf. 95

Dubai’yi ben de gidip gördüm. Hatta “başı göğe eren gökdelenler de, dev bir tükenmez kalemi andıran ‘Burj Al Arap’ da içimde yeni zindanlar yarattı.” Ancak orada geçirdiğim kırk sekiz saatte orayla ilgili düşüncelerimi anlatmam gerekse Adnan Binyazar’ın Sabah Gülüşleri adlı öyküsünü uzatmak isterim.

“Dünyanın bütün tombul kadınları aynı onda, öne arkaya kaykılarak mı yürür?” ben de merak ederim. Burj Al Arap’tan girip, tombul kadın yürüyüşleriyle gelişen ve ilmek ilmek zihnin lâbirentinde dolanan bu öyküyü ders niteliğinde bir masaya yatırıp cümle cümle ezberlemeyi dilerim.

4 Haziran 2011: 39. İstanbul Müzik Festivali Açılış Konseri’ne gitmeden önce Adnan Binyazar ile buluşuyoruz. Bize sırrı kendinde saklı, lezzeti tam yerinde bir çay demlemiş Adnan Bey. Billur ile kütüphanenin önünden ayrılamıyoruz, Calvino kitaplarımızın yetersizliği tam önümüzde, okumadığımız/vazgeçtiğimiz onca klasik karşımızda… Adnan Bey’in çalışma odasına girdiğimizde sanki bir mabede girmişçesine saygıyla eğiliyoruz. Bıraksanız günler geçirebiliriz mekânda, gördüğüm ev güzel evlerden birindeyim, başım dönüyor.

Elimizde Bozkır Aydınlığında Aşk’ın imzalı nüshası, öyle güzel, öyle bitmesini istemediğimiz bir sohbet ki! Ömrüm boyunca unutmayacağım anlardan biri olarak kaydediyorum belleğime.

Adnan Bey Buluntu Bebek’ten bir paragraf okuyor, ben “hayatın çözümsüzlükler karmaşasında” boynumu iyice büküyorum. Bebek çöpten çıkıp ses veriyor; üzerime yaşamımın tüm ağırlığı çöküyor.

“Şu yeryüzünde insandan daha zavallı, daha değişken bir yaratık var mı? Bozkır Aydınlığında Aşk sf. 142

Defalarca bu öyküyü tekrar okuyorum, Adnan Bey’in sesi belleğimde. Belli, biliyorum okurken de iyice demlenmesi lâzım. Dönüyorum yeniden, öykünün çemberinden kendimi tamamlıyorum.

Leyla Gencer’i sahnede izlemiş, Renee Fleming’in tüm albümlerine sahip, opera tutkunu, Anadolu’nun tüm ezgilerini yüreğiyle yaşatmak isteyen, Shakespeare soneleriyle konuşan ruhu gencecik Adnan Binyazar’ın koluna giriyorum:

“Yeni bir öykü daha istiyorum!”

Bozkır Aydınlığında Aşk’tan Dipnotlar (*):

ÜÇ SOKAĞIN KİMSESİZİ


Cahit Külebi (10.01.1917 – 20.06.1997)





1917 Tokat doğumludur. Türkülerden ve halk şiirlerinden yararlanarak çağdaş bir şiir dili oluşturmuştur. İçerik olarak yurt sevgisi, doğa ve insan sevgisini işlemiştir. Şiirlerinde çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmıştır. Anlatımı rahat anlaşılır, içten ve duyarlıdır. Şairler arasında titiz bir şiir işçisi olarak anılır.

“Masmavi dumanlar tüter
Onların gözlerinde,
Kara çalılara benzeyen bacakları
Toz toprak içinde”
dizesiyle Bozkır Aydınlığında Aşk’ın ilk dizesinde yer almaktadır.

Sümbül Efendi Türbesi



İstanbul’un Fatih ilçesindeki Kocamustafapaşa Camisi’nin avlusunda bulunan bu türbe 1529 yılında yaptırılmıştır. Sümbül Sinan Efendi “Halveti” tarikatının Cemali koluna bağlı Sümbülîye şubesinin kurucusudur. Sümbül Sinan Efendinin gerçek ismi Yusuf’dur ama halk ona Sümbül Efendi ismini yakıştırmıştır. 1451 yılında Merzifon’da doğmuştur. İstanbul’a gelerek medrese eğitimi almıştır. Daha sonra Halveti Tarikatına girmiş, ardından Mısır’a gitmiştir. Dergâh şeyhi Mehmed Cemaleddin Efendi’nin ölümü üzerine İstanbul’a gelerek 1494 yılında tekkenin başına geçmiştir. Sümbül efendi birçok mürit yetiştirmiş ve camide vaaz vermiştir. Yavuz Sultan’ın yaptırdığı Yavuz Sultan Selim Camisii’nde 1523’te ilk vaazı vermiştir. 1529 yılında 78 yaşında dergâhının haziresine gömülüp üzerine türbesi yapılmıştır.

Kocamustafapaşa

Fatih ilçesine bağlı İstanbul’un bir semtidir. Semtte bir Bizans İmparatorluğu’ndan kalma bir çok tarihi yapı mevcuttur. Semtin adı, Bizans döneminden kalan Ayios Andreas Manastırı Kilisesi’ni 1489 yılında camiye çeviren ve 1512 yılında idam edilen Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. Bizans döneminin de önemli bir dini merkezi olan bölge, Halvetiye tarikatının önemli şeyhlerinden olan Sümbül Efendi’nin tekkesinin burada olmasıyla bu önemini devam ettirmiştir.

Kocamustafapaşa İlköğretim Okulu




1875 yılında, Ders Nazırı Süleyman Paşa tarafından, Kırkiki Yıl Askeri Rüştiye adıyla kurulmuştur. Kurulduğu tarihten bugüne Askeri Rüştiye, Numune Mektebi, Fatih 28. İlkokulu, Kocamustafapaşa İlkokulu isimleriyle hizmet vermiştir.

Kocamustafapaşa İlköğretim Okulu’ndan:

Recep Peker (Başbakan)
Şemsettin Günaltay (Başbakan)
Cevdet Sunay (Cumhurbaşkanı)
Lütfü Kırdar (İstanbul Valisi)
Fatma Girik (Sanatçı ve Şişli Belediye Başkanı) gibi ünlü isimler çıkmıştır.


BOZKIR AYDINLIĞINDA AŞK

Marcel Schwob (23.08.1867 – 12.02.1905)

1867 yılında Fransa’da doğdu. Ailesinin erkekleri ya haham ya da tıp doktorudur. Kendisi nin filozofi ve Uzakdoğu dillerinde doktorası vardır. Apuleius, Petronious, Hugo ve Poe hayranı olup ileride yazarlığını belirleyecek adlar olmuştur. Öyküleri insan ve hayatın ölüm, sadizm ve korkutucu taraflarıyla örülmüştür.


Marilyn Monroe ( 1.06.1926 – 05.08.1962)

Asıl adı Norma Jeane Mortenson olan ABD’li sinema oyuncusu, şarkıcı ve modeldir. 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızı, seks sembolü ve pop ikonudur.


EĞRİ GÖL


Anna Ahmatova (23.06.1889 – 05.03.1966)

Romantik ve duygusal Saint Petersburg geleneğinin en önemli temsilcisi Rus şairdir. Çalışma alanı, kısa lirik şiirleri evrenselleştirmektir. Eserlerinde Stalinizm gölgesinde yaşayan yaratıcı kadınların kaderini zaman ve anı olarak türlü temalarla anlatır.


Edith Piaf ( 19.12.1915 – 10.10.1963 )

Fransız sanatçı yaşadığı zamanın en sevilen sanatçılarından biridir. Gençliğinde en yakın arkadaşı Momone ile birlikte Paris sokaklarında şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışır. Momone ile sokakta şarkı söylerken, Fransa’nın ünlü müzikhollerinden birinin sahibi olan Louis Leplee ile tanışır. Leplee, Piaf’ın sesine hayran kalır ve lakabını “Kaldırım Serçesi” olarak belirler.








Arbeits Moral

“Çalışma Ahlakı” kavramını araştırırken karşıma çok hoş bir şey çıktı ve bunu sizinle de paylaşmak isterim. “Arbeits Moral” aynı zamanda Alman yazar Heinrich Böll’ün çok meşhur bir kısa öyküsünün de adıymış.


Öykü kısaca, Batı Avrupa’nın ismi verilmeyen bir rıhtımında girişimci bir turist ile balıkçının karşılaşmasından çıkan kısa bir sohbettir:

İyi giyinişli bir turist, rıhtımda resim çekerken; balıkçı teknesinde uyuklayan eski püskü elbiseli bir balıkçı dikkatini çeker. İşine tembel yaklaşımından düş kırıklığına uğrayan girişimci turist balıkçının yanına yaklaşır ve neden balık tutmak yerine uyukladığını sorar. Balıkçı, “sabah balık tuttuğunu ve ürünün onu iki gün yeterli olacağını” söyler. Turist, balıkçıya gün içinde birkaç defa avlanmaya çıkarsa bir yıl içinde motor, ikinci yılında tekne ve nicesini alabileceğini söyler. Sonrasında bir gün soğuk hava deposu inşa edebileceğini, yetinmeyip salamura fabrikası, akabinde balık restoranı inşa edebileceğini ve aracı kullanmadan ıstakoz ihraç edebileceğini.. anlatır. Sakince turisti dinleyen balıkçı “sonra ne?” der. İlgilendiğini sanan girişimci turist heyecanla devam eder, “Bundan sonra umursamadan güneş altında rıhtımda denize bakarak uyuklarsın” der. Balıkçının cevabı ise “Ama ben zaten bunu şu anda bunu yapıyorum!” der. Aydınlanmış girişimci turist, düşünceli bir şekilde ve biraz da gıpta ederek balıkçının yanından ayrılır

Cahit Sıtkı Tarancı ( 02.10.1910 – 13.10.1956 )


Diyarbakır’ın soylu ailesi Pirinççizadeler’dendir. Sanat için sanat ilkesine bağlı kalmıştır. Tarancı’ya göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar göstermemiş ve çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin ve karışık değildir. Şiirlerinde yaşama sevinci, ölüm temalarını, mutlu sevdalar, yalnızlık, yitik aşklar, yalnızlık işlemiştir.

Yahya Kemal Beyatlı ( 02.12.1884 – 01.11.1958 )


Üsküp’de dünyaya gelmiştir. Divan şiiri üzerine yoğunlaşmıştır. Klasik şiirimizin temel özelliklerine bağlı kalarak, kendine özgü bir dil oluşturmuştur. Beyatlı’ya göre şiirin temeli sözcüklerdir ve bunlar “anasının ak sütü gibi temiz bir dile” aittir. Şair İstanbul dışında yetiştiği için İstanbul’da konuşulan Türkçe’ye hayrandır ve onun adeta bir musikiyi çağrıştırdığını söyler. Her ne kadar edebiyatımıza batılı bir bakış kazandırmaya çalışsa da eserlerinde doğu edebiyatlarının özellikle şekil konusunda etkili olduğu görülür.



Kutsal Kitap Yuhanna

Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış olan dört İncil… İncillerde, İsa’nın hayatı ve öğretileri anlatılır.

Yuhanna’nın kelime anlamı “sevgili” veya “sevilen” demektir. Balıkçılık yaparak geçinen misyoner Yuhanna’nın M.S. 90’lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir. Yahya Peygamber’in dini faaliyetlerinden İsa’nın göğe yükselişine kadar olan zaman aralığını kapsar. Yuhanna İncili, İsa’nın kilisesinin oluşumunu anlatır. Cennetteki krallığından insanlığa yol göstermeye devam edeceği vurgulanır. Bu anlamda, diğer İnciller gibi belirli bir kesimi değil, tüm insanlığı hedeflediği düşünülebilir. Diğer İnciller İsa’nın doktrinlerine geniş yer verir ancak Yuhanna İncili ise İsa’nın insani veya dünyevi faaliyetlerine vurgular.

Krumme Lanke, Berlin

Berlin’in güney batınsındadır. Krumme Lanke gölü 1100m uzunluğunda, evresi 2.5km, derinliği 6.6m ve yüzeyi 154.000 m2 dir. Göl kenarından geçen koşu yolu koşucular ve yürüyüşçüler arasında popülerdir.



Alphonse de Lamartine ( 21.10.1790 – 28.02.1869 )

Katolik bir ailenin çocuğu olan Fransız yazar, şair ve politikacıdır. Şair ve yazarlığının yanı sıra idam cezasına ve köleliğe karşıtlığıyla tanınır. Önemli eserleri arasında 1859 yılında Paris’te yayınlanan Histoire de la Turquie (Osmanlı Tarihi) bulunmaktadır. Bu eserini yazarken Fransa’daki Türk ve Osmanlı kaynaklarını incelemiş ve İstanbul’u da ziyaret etmiştir. Lamartin İstanbul’u "Dünyaya bir kere bakmak zorundaysan sadece İstanbul'a bak!" sözünü söyleyerek İstanbul'un güzelliğine ve haşmetine olan hayranlığını belirtmiştir.

YOL ÖZLEMLERİ

Binbir Gece Masalları

Orta Çağ’da kaleme alınmış Orta Doğu kökenli edebi eserdir. Eser Şehrazad’ın hükümdar kocasına anlattığı hikâyelerden oluşur.

Fars kralı Şah Şehriyar -Hindistan ile Çin arasındaki bir adada hüküm sürer-. Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi hanımıyla geçirdikten sonra tan vakti hanımını idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder. Vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın hikaye dinlemeden uyuyamadığını söyler ve her gece Dünyazad'ın da yardımıyla çok güzel ve heyecanlı hikayeler anlatmaya başlar ama tam şafak vakti geldiğinde, hikayenin en heyecanlı yerinde, hikayeyi anlatmayı keser. Hikayenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın hikayeye ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Her gece bir önceki masalın devamını anlatıp yeni bir hikaye ye başlar ve yine tam tan vakti hikayenin en heyecanlı yerinde anlatmayı bırakır. Kitabın sonuna kadar yer alan hikayeler, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayelerdir. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuğu doğurmuştur ve evliliklerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır.

METRODA BİR KIRMIZI PABUÇLU

Ferruh Tunç

1958 yılında Antalya’da doğmuştur. Kariyerine maliye müfettişi olarak başladı ve mesleğini uluslar arası denetim ve danışmanlık şirketlerinde sürdürdü. 1990 yılından sonra; Adam Sanat, Broy, Yeni Biçem, Edebiyat ve Eleştiri, Varoş, Papirüs, Mecaz, İmge-Öykü vb. dergilerde şiirleri ve yazıları yayımlandı. 2010 yılında yayımlanan “Melez Zamanlar” kitabıyla Necatigil Şiir Ödülü ve Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü kazanmıştır.

Behçet Necatigil (16.04.1916 – 13.12.1979)

Necatigil İstanbul’da doğan şair; şiir başta olmak üzere, tiyatro oyunları ve radyo tiyatroları yazdı.

Şiirlerinde, büyük kentlerde geçim sıkıntısıyla kuşatılmış bir biçimde yaşayan insanları ele almıştır. Şiirleriyle birçok ödül aldığı gibi, şiirini felsefe ile harmanlamış ve felsefeyi şiirle aşabilmiştir. Doğ Batı kültürünü eserlerinde ustalıkla birleştirmiştir.


Edgar Allan Poe ( 19.01.1809 – 07.10.1849 )


Amerika Romantik Akımı’nın öncülerindendir. Şair, kısa öykü, editör ve edebiyat eleştirmenidir. Modern anlamda korku, gerilim ve polisiye türlerinin de öncüsüdür. Her ne kadar günümüzde önemli bir yazar olarak kabul görse de kendi döneminde sık sık küçük düşürülmüş ve yanlış anlaşılmıştır.


Diego Velazquez (06.06.1599 – 26.06.1660)

İspanyol ressam Kral IV. Felipe’nin sarayında baş ressam olarak çalışmış, Barok döneminin kendine özgü portreleriyle ünlenmiştir. Işık ve gölgeyi ustalıkla kullanarak; döneminin geleneği olan “güzeli resmetme geleneği” dışına çıkıp doğal olanı resmeden bir ressam olmuştur.

SABAH GÜLÜŞLERİ

Şeyh Galip (1757 – 1799 )

Esed ve Galip mahlaslarıyla yazdığı şiirlerini toplayarak 24 yaşında iken divanını meydana getirdi. Şeyh Galip, hiç kuşkusuz Nedim’den sonraki dönemin en önemli şairlerindendir. Sembolizm bir tarzın Türk Edebiyatındaki öncüsü olmuş, birçok buluşu ve yarattığı mazmunlarla Divan Edebiyatı’nın gelişmesinde büyük bir rol oynamış olmasına rağmen divan şiirinin geleneklerinden de kopmamıştır. Bugün Şeyh Galip'in şiirleri gösterdiği harika sembolizm ve betimlemelerle özellikle Batıda fazlasıyla beğeni toplamaktadır. Şeyh Galip'in eserlerinin en önemli yönlerinden birisi de tasavvufi temellere sahip olmasıdır. Şeyh Galip tasavvuf edebiyatı açısından çok önemli bir isimdir.


Shakespeare
(26.04.1564 – 23.04.1616)

Dünyanın en büyük yazarlarından biri sayılan Shakespeare, gerek yarattığı karakterleriyle, gerek kurgusuyla neredeyse bugüne gelen tüm eserlere ilham kaynağı olmuştur. Kendi tiyatrosu “The Globe” için yazdığı oyunlara ek olarak Soneleriyle de ünlüdür.


Arap Emirliklerinde Erkek Giysisi

BULUNTU BEBEK

Oscar Wilde (16.10.1854 – 30.11.1900)

İrlandalı oyun yazarı, kısa öykücü, şair ve romancı. Viktoryan döneminin en başarılı ve ünlü yazarlarından biridir. Üslubu iğnelidir. Wilde hayatının büyük bir bölümü boyunca sosyalizmi destekledi.




Kuzgun” Edgar Allan Poe (Çevirmen: Burçak Özlüdil )

Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna;
Sabırsızlıkla beklerken sabahı, ilişti gözlerime sıcak bir odanın
aydınlığı.
Gözlerimi diktim camlara, baktım içeride genç bir adam tek başına
oturmakta;
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine, başı önde derin derin düşünmekte
Kendi çilem yetmezmiş gibi bana, uçtum yüzü kederle güzelleşen bu
adama
Mezer taşını andıran bir koltukta oturan o yıkılmış adama.

Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalı
Yabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,
Uykunun eşiğinde düşerken başım öne, aniden bir tıkırtı geldi içeriye
Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın
"Bir ziyaretçi olmalı," diye mırıldandım, "bir ziyaretçi çalıyor kapısını
odamın
Yalnızca bu, başka bir şey değil."

Korkunca kanatlarımın sesinden, ürküttüm onu istemeden,
Başladı kendi kendine konuşmaya, belki de ihtiyacı vardı bir arkadaşa
Nasıl bir acıydı onu böyle içine döndüren, gözleri açıkken kabuslar
gördüren,
Keşke konuşacak kadar gelişmiş olsaydı dilim, bu düşküne hemen yardım
ederdim
O ise unuttu bile beni, unuttu odasının önündeki gölgemi.
Anlamsızca mırıldanıyor dudakları, yitik bir bakışı gizliyor
gözkapakları.


Ah, çok iyi anımsıyorun, solgun bir aralıktı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı
Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa; -ödünç almak için aradım kitaplarımda
Acının ara verdiği anı boşuna -yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-
O eşsiz, ay yüzlü masum kız, meleklerce konmuştu Lenore adı,
Sonsuzluğa karışan o yitik adı

Fısıldayınca böyle sevgilisinin adını, yaşayacak sanıyor yeniden o
tutkulu anları
Buruk bir sanrı salınıyor tüllerle, salınıyor tüllere bürünmüş bir
genç kız görünümünde
Salınıyor ışığın aydınlatmaya yetmediği bu alacakaranlık adamın
yüreğinde,
Bitmek tükenmek bilmeyen o uğursuz kış gecesinde,
Titrek bacaklarının üzerinde doğrularak, dinlemeye çalışıyor o tuhaf
hayali
En renkli düşlerin bile özlemini dindiremeyeceği o narin hayali

İpeksi mor perdelerin üzgün, kararsız sesi
Ürküttü beni, o güne kadar hissetmediğim bir dehşetti kaplayan içimi
Hızla çarparken yüreğim, sürekli yineledim
"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın
Hepsi bu, başka bir şey değil"

Dikkatsiz bir kıpırdanış, fark ettirdi beni, fark ettirdi kara
gölgemi.
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için güvenli yuvamı bırakıp penceresine konduğumu.
O kendi cinnetini büyüterek içinde, savuruyor belleğini karanlık
rüzgarların önüne;
Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o katıksız
acıdan.
İşitiyorum korkusunu duvarların ardından, görüyorum sararmış yüzünü
pencerenin kenarından.

Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur olan, uyukluyordum, çalındı kapım,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle ki emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı" - İşte açtım ardına dek kapımı;
- Yalnızca karanlık, başka bir şey değil

Yanlış yerde arıyor beni, bir insan sanıyor bu solgun sisler içinde
bekleyeni.
Çok genç sayılmasa da tanıyamamış daha insanoğlunu;
Umut diye onlara sesleniyor hala, hiç anlayamamış yaşamı bu zavallı
budala.
KAhrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine, o genç kızın hayalini artık
bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.

Karanlığın derinliklerini gözledim, uzun süre orada korkuyla merakla bekledim
Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün düşünmeye cesaret edemeyeceği düşler;
Ama sürekliydi sessizlik ve hiçbir yanıt vermedi
Söylenen tek sözcük, fısıldanan bu addı, "Lenore?"
Fısıldadım, yankı bana fısıldadı yeniden, "Lenore!"
Yalnızca bu, başka bir şey değil.

Odama döndüğümde, bütün ruhum yanıyordu bedenimde.
Yeniden duydum daha güçlü bir tıkırtı,
"Eminim," dedim, "eminim, bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı;
Yalnızca rüzgar, başka bir şey değil!

Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,
Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlemeden bir dakika,
Bir lord ya da lady edasıyla, tündei odamın kapısına,
Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde;
Tünedi ve oturdu, hepsi bu.

Bu abanoz siyahı kuş takındığı sert, kara ifadeyle,
Döndürdü karamsarlığımı bir gülümsemeye.
Dedim: "Kesinlikle korkak değilsin, kırık olmasına rağmen sorgucun,
Gecenin kıyısından gelen, ölüye benzeyen antik kuzgun,
Söyle nedir gecenin ölüler kıyısındaki adın!"
Dedi: "Hiçbir zaman!"

Şaşırdım bu tuhaf kuşun konuşmasına, böyle açıkça,
Çok kısa ve ilgisiz olmasına rağmen yanıtı;
Katılmadan edemeyiz bu fikre kutsanmamıştır hiç kimse
oda kapısının üstünde bir kuş görmekle;
Kuş ya da canavar tüneyen kapısının üstündeki büste,
anılan "Hiçbir zaman" gibi bir isimle.

Ama kuzgun tek başına oturarak sakin büstün üzerine;
Yalnızca bir sözcük söyledi, o sözcük taşıyordu sanki ruhundan;
Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de başka bir şey çıktı ağzından.
Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,
Ama kuş dedi: "Hiçbir zaman!"

Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,
"Kuşkusuz," dedim, "bildiği bu birkaç sözcüğü,
Öğrenmiş, insafsız belaların kovaldığı mutsuz bir sahipten;
Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.
Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:
"Hiç-hiçbir zaman!"

Ama kuzgun hala döndürüyordu hayalimi gülümsemeye;
Oturdum kuşun, büstün, kapının önündeki koltuğun üstüne;
Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm hayalden hayale,
Düşündüm geçmişten gelen bu uğursuz kuşu;
Geçmişten gelen bu zalim, tuhaf, korkunç, sıkıcı, uğursuz kuşu.
O tekrarladı ilençli sesiyle, "Hiçbir zaman!"

Oturup, tahmine koyuldum tek hece söylemeden kuşa,
Ateşli gözleri kalbimi dağlayan kuşa;
Tahminimi sürdürdüm yaslayarak başımı;
Lambadan süzülen ışığın aydınlattığı yastığın kadife kumaşına,
Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife şekilleniyordu ışıkla;
O hiç yaslanamayacak, ah! Hiçbir zaman, bir daha!

Sanki hava ağırlaştı gizli bir buhurun kokusuyla; sallandı yer,
Ayaksız meleklerin adımlarıyla, ayak sesleri dönüştü tüy kaplı zeminde
çıngırak seslerine.
"Zavallı," diye bağırdım kendime, "Tanrın gönderdi bu iksiri sana
melekleriyle,
Unutasın diye bir an Lenore'un anılarını.
İç, kana kana iç bu ilacı, unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Bir kışkırtıcı mıydı seni gönderen, ya da fırtına mı bu kıyıya getiren,
Yine de çok cesursun bu ıssız, büyülenmiş yerde-
Korkunun terk etmediği bu evde -yalvarırım bana doğruyu söyle-
Var mı? Var mı umar Tur-i Sina'da? -söyle- yalvarırım söyle!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Üzerimizde uzanan cennet adına, ikimizin inandığı tanrı adına;
Söyle bu hüzün yüklü ruha, o uzak cennette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı o kutsal kıza?
Sarılabilecek miyim meleklerin Lenore diye andığı o eşsiz, ay yüzlü kıza?
Kuzgun dedi: "Hiç - hiçbir zaman!"

"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun kuş ya da iblis!" diye bağırdım.
"Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!
Tek bir kara tüyünü bile bırakma, işareti olarak ruhunun söylediği o yalanın!
Yalnızlığımı bozma! Kapımın üstündeki büstü terk et!
Gaganı çıkar yüreğimden, bedenini kapıdan al git!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

Kuzgun bir an olsun ayrılmadı, oturdukça oturdu,
Oturdukça oturdu oda kapımın hemen üstündeki Pallas büstünde;
Benziyordu gözleri hayal kuran bir şeytanın görüntüsüne,
Vuruyordu kara gölgesini yere lambadan yansıyan ışık;
Kapalı kaldu ruhum bu kara gölgenin içinde,
Kurtulamayacak - Hiçbir zaman!


Sait Faik ( 23.11.1906 – 11.05.1954 )

Adapazarı’nda doğan Türk öykü, roman yazarı ve şairdir. Klasik öykü tekniğini yıkmış ve insanları hem iyi hem de kötü yönleriyle oldukları gibi ama şiirsel bir dille anlatmıştır. Batı’daki gelişmeleri takip etmiştir ancak belli bir tarzın takipçisi olmamıştır.

“O günlerde büyük ressamların yapıtlarının yer aldığı Die badende (Yıkananlar) adlı bir katalog geçmişti elime. Baktıkça, katalogdaki resimlerin, kadın arınık çıplaklığa erdirme sanatı olduğunu düşündüm.” Bozkır Aydınlığında Aşk sf.146

Stefan Zweig (28.11.1881 – 23.02.1942 )

Avusturyalı oyun yazarı, gazeteci, roman ve biyografi yazarıdır. Kitap Kulübümüzde de incelediğimiz bu roman Zacıma duygusunun nelere yol açabileceğini, insanı nasıl çatışmadan çatışmaya sürükleyebileceğini anlatan bir başyapıttır.

(*) vikipedia, kim kimdir

Ayşe


Masalını Yitiren Dev - Adnan Binyazar



Masalını Yitiren Dev’i bir akşam elime aldım ve 232. sayfaya kadar yüreğime ağu dolu sıyrıklar ala ala bir solukta okudum. Okurken ilk düşündüğüm şey Adnan Binyazar’ın insanın yüreğini usul usul ama sıkıca kavrayan sözcüklerinin ne kadar güçlü olduğu idi. Sözcükler o kadar güçlü idi ki adeta yüreğime bir kement atıyor ve her çekişte kendi iç dünyasına sürüklüyordu.

Çocukluğundan başlayıp ergenlik yıllarının başına kadar anlatılan yaşananlar insanda asla bir duygu sömürüsü veya ona acı yaşattığını düşündüğünüz kişilere karşı düşmanca duygular yaratmıyordu. Tüm kahramanları onun gözünden o olgun ve affedilmişlik duygusu ile tanışmanızı sağlayacak kadar sağlam bir duruş sergiliyordu.Şaşırtıcıdır ki bunca acı ve hüsran içinde bazı bölümleri okurken ben “vay hınzır vay” hatta -sonraki sayfalarda beni utandıracağını bilemeden- “seni piç kurusu seni” diye yarı kızgınlık yarı şefkat içeren nidalar da savurmuyor değildim.



Bu nidaları savurduğum anlardan biri Bozkır Aydınlığında Aşk adlı kitabındaki Üç Sokağın Kimsesizi’nde dediği gibi belki de duygu günahı işlemesiydi. Yürüyüşü kelebek uçuşmalarına benzeyen ve kendi soluk sesinden bile neredeyse ürken Karnik Ağa’yı,beğendiği Nevin’e gücünün nelere yettiğini göstermek amacı ile yerinden sıçratmanın kendisini delice kahkahalara boğduğu, arkasından yürüyüşünü taklit ettiği bir kadının uzun eteğine basıp, etek sökülünce onun çırılçıplak kalmasına sebebiyet verdiği kendince muhteşem gösterisi, ustasının lafına uyup İsmail Dümbüllü’nün kafasının ortasına basarak ünlü olma çabasının anlatıldığı bölümlerde her ne kadar acılar içinde yoğrulup bir acı, terk edilmişlik, masalını yitirmişlikten oluşan bozkırlardaki bitki yumakları gibi yuvarlandığını az önce okumuş olsam bile Adnan Binyazar’ın küçüklük yaramazlıklarına kaşımı çatmaktan kendimi alamıyordum. Ve anlıyordum ki Adnan Binyazar’ın kaleminin gücü de buradan geliyor; o Yol Özlemleri öyküsünde ifade ettiği gibi tam bir sözcük avcısı... Sözcükleri avladıktan sonra ise kurduğu sözcüklerden oluşan sürüye çok iyi çobanlık ediyor.

Adnan Binyazar, seçtiği sözcüklerle öylesine canlı bir ortam yaratıyor ki nenesini anlattığı bölümde kırmızı elmacık kemikleri ve annesinden yediği çimdiğin acısını onun sıcak bedeninde avuttuğu satırlarda, o sıcak bedenin kokusunu ve acıları sağaltıcı manilerini ve şefkat dolu duaların rahatlatıcı etkisini hissedebiliyor insan. Hamallık yaptığı günlerden birinde bir müşterinin hanımın küçük bir tepsiye koyarak verdiği mercimek çorbasının sıcaklığının soğuktan buz gezmiş bir ruhu nasıl ısıttığını duyumsayabiliyor, dudakları yakan metal kaşık kendi dudağınıza değmiş gibi bir an yüzünüzü acı ile buruşturuyorsunuz. Ama bir daha ne zaman bir hamal çocuk görseniz ellerinin soğukluğunu yüreğinizde hissetmemeniz mümkün olmuyor.

Bu hislerle okumamı sürdürürken Diyarbakır günlerinin anlatıldığı bölümler benim için biraz daha renkli bir okuma ile geçiyor. Hele Haco Bibi ile tanışmam Eğri Göl öyküsünde bahsedildiği gibi mutluluk gelişi gidişi tez bir konuk olsa ve acı postunu atmış yüzsüz yüzsüz ileriki sözcükler arasından bana sırıtsa da kitabı elimden bırakmama ve o dakika kahkahalarla sonrasında da aklıma düştükçe hep mutlulukla gülümsememe neden oldu ve hala oluyor.

Yüreğimdeki sıyrıklar hafif hafif sızlarken Haco Bibi benim için romanda bir diriliş anı idi, zeka ışıltısı idi, Haco Bibi hayat tecrübesini ve gözlemlerini bir kelime ile anlatan kadın idi, Haco Bibi acılara meydan okuyabilme cesaretini göstermekti benim gözümde o an ...Kimdir peki ? Adnan Binyazar’ın babasının kayınvalidesi ve evin dinamosudur. Adnan Binyazar o dönemlerde Huriye adında bir kıza evlenmeyi düşünecek kadar ilgi duymaktadır ama kızımız biraz oynaktır. Kız oğlan kız olup olmadığını öğrenmek de evlilik kararı için çok önem teşkil etmektedir. Bu can alıcı soruyu Haco Bibi’ye sorar Adnan Binyazar. Haco Bibi cevap verir: “Vallah oğlum, kızdır, velakin bir fırt kalmıştır.!”

Diyarbakır günlerinde anlatılan ve anlatılmayan pek çok çoğu acı, azı tatlı yaşanmışlıktan sonra kitabın sonuna doğru Adnan Binyazar’ın Köy Enstitüsüne kaydolmasında duyduğum sevinci anlatamam. Kılleş Köyü’ne kadar 30 km yürüyüp belge aldığı an sanki benim oğlum tutsaklıktan çıkıp zafer bayrağını bir tepenin üst noktasına dikmiş gibi hissettim.

O an artık Adnan Binyazar’ın Romeo ve Juliet’e, Hamlet’e ve Don Quijote’a kavuşma anı olduğunu biliyordum çünkü Eğri Göl’de de kaleme alındığı gibi kitaptan başka hiçbir nesnenin, birbirinin içinde düğümlenen çelişkilerden Adnan Binyazar’ı kurtaramayacağını biliyordum.

Billur


6 Ekim 2011 Perşembe

GURMENİN SON YEMEĞİ - Muriel Barbery


“Uyuşmuş yaşlı bir kokana gibi son derece dikkatli bir şekilde dudaklarımı bu akışkan yanardağ lavına değdiriyordum ve… Ey o müthiş etkinin şiddeti! Ağzın içinde bir biber yanması ve zincirlerini koparmış bir sürü unsurun aniden patlayıp yayılması; ağızdaki organların hiçbiri artık varlıklarını sürdürmüyorlar, ne dil var, ne damak var, ne yanakların içi, ne de ağız mukozası: sadece içimizde başlayan ve ortalığı kasıp kavuran bir kara savaşının her şeyi yerle bir ediyormuş duygusu. Hayranlığın o insanı kendinden geçiren etkisiyle ağzımdaki ilk yudumun normalinden biraz daha uzunca bir süre dilimin üstünde gezinmesine izin verdim, aynı merkezden yayılan dairesel dalgaların dilimin yüzeyinde yayıldıklarını hissediyordum. Bu viski içmenin birinci şekliydi: vahşice okkalı bir yudum almak ve buruk ve sert tadını algılayabilmek için biraz ağızda tutmak, sonra aceleyle ikinci ikinci yudumu alıp hemen yutmak ve biraz gecikmeyle tüm sinir ağınızın kızışmasını hissetmek; hem de ne kızışma, adeta yanma! Bu, güçlü alkol içeren içki içicilerinin basmakalıp bir şekilde yaptığı gibi doymak bilmeyen açgözlülüklerinin öznesini oluşturan alkolü, tek seferde mideye indirmek, sonra şokun etkisiyle gözleri kapamak, ardından rahatlama ile yaşanan sarsıntının ifadesi olarak derin bir iç geçirerek nefesi ağızdan dışarıya vermek; işte, viskinin ikinci içiliş şekli bu. Alkol gırtlaktan transit olarak geçtiği için dil üstü dokuları işlevlerini yapmayarak hissiz kalıyorlar, ama göğüsteki sinir ağının dört dörtlük duyarlılığı sayesinde içinizi alkol plazma bombasının sıcaklığı sarıyor. Isınıyor, tekrar ısınıyor, yüksek hararet göğsünüzün her tarafını sarıyor, insanı kendine getiriyor, mutluluğu hissediyorsunuz. Etrafa yaydığı mutluluk ışıltılarıyla insanı rahatlatan bir güneş adeta.”

Bu satırları okurken, gün sonunda “bugün kendim için ne yaptım” sorusuna cevap olabilecek şekilde Starbucks’ta oturmuş chai tea latte içiyordum. Kişilerin kendileriyle özdeşleşmiş günlük alışkanlıkları olmasını hoş buluyorum. Starbucks’a her sabah gittiğimde halimi hatırımı soran, günde binlerce kahve hazırlayan ama yine de yüzlerindeki gülümsemeyi yitirmeyen -mesai bitimine doğru copy-paste bir gülümseme olduğunu tahmin ettiğim- “her zamankinden mi?” diye sorarak beni ve alışkanlıklarımı benimsediklerini gösteren, satış tekniklerini algılamış ve sindirmiş gençleri seviyorum. Kendimi evimdeymişçesine rahat hissettiren bir duygu içime yerleşiyor. Alışkanlıklarımızla, kendimize ne kadar odaklandığımızla, hizmet aldığımız kişilerle komünikasyon konusunda yazılacak çok şey var tabii ama, burada asıl bahsetmek istediğim o sabah kitabımı okurken nasıl da bir anda damağımın gerildiğini, ağzımda chai tea latte yerine boğazımı yakarak geçen, içime ani bir sıcaklık dalgası salan kuvvetli bir tat hissetmemin sebebi Barbery’nin viski ile ilgili satırlarıydı.

Büyükannesinin lezzetli yemekleriyle damak zevkinin farkındalığını yakalayıp, bunu kendine meslek edinen bir gurmenin ölüm döşeğinde yaşamını gözden geçirmesi, yakın aile çevresiyle ilişkilerinin sorgulanması, ölmeden hemen önce boğazından geçecek yemeğin arayışı anlatılıyor.

Bu aksi, geçimsiz ihtiyar gurmenin hayatta zevk aldığı sadece lezzetli, şık yemekler değil, basit yemeklerle bezenmiş sade bir sofra ile buna eşlik eden içten, samimi bir sohbet de onu zevkin doruklarına çıkartabiliyor.

Yemek yemeyi veya sevdiği bir içkiyi içmeyi cinsel birleşmeyle bağdaştırıyor. Yemekten aldığı zevk orgazmla eş değer.

Aksi, uzlaşması zor büyükbabasını yargılarken, aslında onun kendisinin bir yetişkin olarak portresinin yansıması olduğunun farkında değil.

Yaşamında bir yere sahip insanlar, kariyer merdivenlerini tırmanırken ona ışık tutmuş, lezzet dünyasında onu zirveye taşıyacak şekilde vizyonunu geliştirmek adına önünde yeni ufuklar açmış.



Fas doğumlu Fransız yazar Muriel Barbery, bu romanında Fransız mutfak sanatının inceliklerini, geleneklerini yine akıcı, renkli bir dille anlatmış.

Hep arayışı içinde olduğumuz, tadını hatırlayamasak da kokusunun peşinde koştuğumuz lezzetlerin varlığı yadsınamaz. Tam olarak aradığımızın ne olduğunu bilmeyiz, sadece ararız. Çocukluğumuzdan, gençliğimizden anılarda ararız o peşinde koştuğumuz tadı.
Ve kokular hatıraları çağrıştırır.

Roman, ilk sunumum için seçtiğim, yazarın Kirpinin Zarafeti adlı romanının geçtiği Grenell Sokağı 7 numarada geçiyor. Ve sevgili Renée kısa bir başlık altında bizi selamlıyor.



Aşağıda Amazon.com’un Muriel Barbery ile kitabı hakkında yaptığı bir ropörtajdan alıntıyı da görebilirsiniz.

Amazon.com: Do you see yourself writing more novels set in Number 7, rue de Grenelle?

Muriel Barbery: No, I think I am through with this locale. And it was by chance, I didn't plan to set my second novel in the same place as the first one. I have been lucky enough to have travelled a lot over the last two or three years and now I long for new literary horizons. Besides, the setting was not very important for me. It provided a means of amusing myself by deploying a satirical tone, but this is absolutely not the point in either novel.

Amazon.com: This story teems with the Maître's lush, intimate memories of meals past. Are any of these memories your own? Do you have a favorite among them, or a personal food memory you could tell our readers about?

Muriel Barbery: I am an ordinary person and as it is for all of us, it is for me: food is linked with very early and intimate memories. All great chefs have such blessed remembrances of precocious culinary ecstasies. And those of the novel are mine, of course. I couldn't describe emotions and feelings that are not authentic. When I read it over, I think that the whiskey moment makes the greatest impression on me, because it was at the same time intense and unexpected.

Amazon.com: The Maître is a caustic, cryptic kind of character (outside of his own recollections), compared to Renee Michel, whose quirky intelligence endears you to her. Which is more challenging for you to write: a person you love or a person you hate?

Muriel Barbery: Both are easy and difficult to exactly the same extent. They match with different moments of my life; I don't choose the characters: they blossom naturally at an uncontrollable moment and I just try to follow their voice. But I spent much more time with Renée than with Pierre Arthens; this was a moment of writing infused with pure joy, with a feeling of freedom I had not felt when writing my first novel. I felt free to write with no fetters, for the mere intoxication of abandoning myself to all the sensations and emotions this voice was offering to me. She led me much further than I could have ever imagined.

But on the other hand, adopting Arthens's voice was an extraordinary experience: the voice of a man, a brutal one, without qualms or remorse, extremely distant from my own character, was a matchless means of addressing some significant matters I otherwise wouldn't have dared to evoke.

Amazon.com: You thank the renowned French chef Pierre Gagnaire at the close of the novel. What was his role in your inspiration for the Maître’s story?

Muriel Barbery: When I wrote the novel, I could not afford to go to fancy restaurants. But I wanted to write a scene in just such a setting, to show the contrast between complexity and simplicity, luxury and raw, rough but deep sensations. I had heard him speaking about his art, and he spoke with great poetry. I sent him a letter asking for a carte and a menu of his restaurant. I used it in the chapter about the mayonnaise. I often think that denominations of dishes in French restaurants are slightly or frankly ridiculous and pompous. But sometimes it's beautiful. In this case, I enjoyed reading his carte a lot.

Amazon.com: The idea of a "last meal" is a seductive one, and certainly a hard choice. We won’t give away the Maître’s final feast, but we are curious to know what you’d choose.

Muriel Barbery: It's a very personal and intimate question, indeed. If I write novels, it's because I need fiction to put what I feel into words. And who knows what one would choose? The imminence of death is an extraordinary and radical counselor.


Peyman


5 Ekim 2011 Çarşamba

Güz Sancısı




Kitap : Güz Sancısı
Yazar : Yılmaz Karakoyunlu
Mekan : A'pera
Sunucu : Berna
Katılımcılar: Ayşen, Aycan, Aysun, Ayşe, Billur, Bilgen, Belkıs, Gülden, Nur, Özlem, Peyman, Yonca







Yılmaz KARAKOYUNLU:




1936 yılında İstanbul'da doğumuştur.

Şanlıurfa kökenli babası hukukçu Zeki Arif Bey

Demokrat Partinin kurucularındandır.

1959’da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olup, Georgia Üniversitesi‘nden MBA derecesi almış ve Doktorasını İstanbul Üniversitesinde tamamlamıştır.

Kısa bir süre banka müfettişliği yaptıktan sonra Devlet Planlama Teşkilatına girmiş, Finansman Şubesi Müdürlüğünü üstlenmiştir.

DPT’den sonra Kanal D, Sabancı Holding ve Tekstilbank gibi şirketlerde Yönetim Kurulu Başkanlığı, Genel Müdürlük ve Genel Koordinatör olarak çalışmış, batışıyla Türkiye'nin bir dönem ekonomisini ve siyasetini temelden sarsan Banker Kastelli şirketlerinin Genel Koordinatörlüğünü yapmıştır.

1995 yılı seçimlerinde Anavatan Partisi'nden İstanbul Milletvekili seçilmiş, 1999 yılı seçimlerinde yeniden parlamentoya girmiş, Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmiştir.

Koalisyon hükümeti sırasında, Ecevit Kabinesinde Devlet Bakanı ve Hükümet sözcülüğü yapmış, TRT, Anadolu Ajansı, Basın Yayın Genel Müdürlüğü ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığından sorumlu bakan olarak çalışmıştır.

Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmaktadır.

Evli 2 çocukludur. Ama ailesi hakkında detay bilgi yok. İzmir Urla’da yaşıyor.


EDEBİYAT İLE İLİŞKİSİ:

Yazmaya 1951 yılında şiirle başlamıştır.

İlk şiirleri rubailer tarzındadır. Hala rubai kalıbı ile şiirler yazmaktadır. Edebiyat eleştirmenleri Yılmaz KARAKOYUNLU’yu önemli rubai yazarları arasında değerlendirmektedirler. «Rubai; söz hikmet söyleme sanatı olarak kabul edilir Aruz ölçüsüyle yazılır. 4 dizelik bir divan edebiyatı nazım biçimidir. Rubailerde birinci, ikinci, dördüncü dizeler uyaklı, üçüncü dize ise serbesttir»

Yazarın şiirleri 40’dan fazla neo-klasik bestecimiz tarafından güfte olarak kullanılmıştır. 220’e yakın Türk Müziği şarkısı ve saz eserleri TRT Repertuarındadır.

Roman yazmaya ise 1986 yılında başlamıştır. Karakoyunlu siyasi geçmişi olmasına rağmen her zaman yazar olmak istediğimden çok emin olduğunu söylemektedir.

“Yazar olmak konuda beni edebiyat öğretmenim zorladı. Batı kökenli romanlardan çok zevk alır, bilgiler ve tecrübeler edinirdim. Yerli edebiyatta yeni dönem Cumhuriyet romancılarımızdan çok etkilenmiştim. Demokrasiye geçiş döneminden sonraki yazarları çok değerli bulmuştum.‘’ demektedir.

Yazar bazı romanlarında aile fertlerini karakterler olarak romana yerleştirdiğini, romanlarında da annesi, babası ve eşinin karakterlerinin yeri ve etkisinin büyük olduğunu söylemektir.

Karakoyunlu, kitaplarını ilk olarak eşi Altan Hanıma okuttuğunu ve böylelikle «hem yüksek bir edebi zevk müdahalesi» aldığını hem de bütün yazım hatalarının en doğru kurallar çerçevesinde düzeltildiğini belirtmektedir.

Yazdığı romanı 3-4 ay bekletip okuduğunu ve bu anlamda
kendi romanın okuyucusu olduğuna işaret eden yazar
Karakoyunlu, okuyucu olarak ufak tefek düzeltmeler de
yaptığını dile getirmiştir.

Roman yazarken sosyal problemlerden bahsetmek gibi bir amacı olmadığını söyleyen Karakoyunlu, seçtiği konu içinde sosyal meselelere yer vermek gerekiyorsa konuyu yansız olarak yansıtan bir değerlendirme yaptığını söylemektedir.

Kendisi de siyasetin içine olmasına rağmen Karakoyunlu’nun romanlarında çok net olmasa da hikayenin geçtiği dönemdeki siyasal iktidarlara karşı eleştirisel bir yaklaşımı var.

Okuduğunda zevk alacağı ya da etkileneceği bir roman nasıl olursa o şekilde yazmayı tercih ettiğini dile getiren yazar, «Yazarken okuyucuyu ne de yazar olarak kendimi düşünürüm, sadece romanı düşünerek yazarım. Okuyucu aradığını bulmuşsa amaç gerçekleşmiş demektir. Bu da bana mutluluk verir» demektedir.

Genelde romanlarında aşk ilişkileri ile birlikte yakın siyasi tarihi işlemektedir.

Yılmaz Karakoyunlu sevilen TV dizilerinde senaryo danışmanlığı görevini üstlenmiştir. Hatırla Sevgili, Elveda Rumeli, Karayılan dizileri Yılmaz Karakoyunlu'nun senaryo danışmanlığı ile gerçekleştirilmiştir


ESERLERİ:

Salkım Hanımın Taneleri (1989):




İkinci Dünya savaşı sırasında İstanbul’da servetlerin azınlıkların elinden Anadolu’dan gelen Türklerin eline geçmesi, bu süreçte dağılan aileler, yaşanan ahlaki yozlaşmayı ve varlık vergisi nedeni ile güç duruma düşen azınlıkların dramı, vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale’ye sürgüne gönderilmesi işlenmektedir.

Üç Aliler Divanı (1991) :




Romanda, Atatürk’e İzmir’de yapılan suikastı ve Cumhuriyet kurucu kadroları ile ittahatçılar arasındaki çekişmeler anlatılmaktadır. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali Bey’in de içinde bulunduğu İttihatçıların Mustafa Kemal’e karşı düzenlenmek istenen suikastın içinde yer aldıkları gerekçesiyle Mustafa Kemal tarafından görevlendirilen İstiklal Mahkemelerinde yargılanmaları işlenir. Yazar Üç Aliler Divanını en iyi romanı olarak tanımlamaktadır.

Güz Sancısı (1992):

Çiçekli Mumlar Sokağı (2000):




Kurtuluş savaşı döneminde geçiyor. Batum’dan İstanbul’a göçen insanların Saraya, Galataya ve dergahlara dağılışlarının, Kurtuluş savaşına katılmalarının ve savaş sırasında Mustafa Kemal’e yapılan yardımların hikayesi anlatılmaktadır.

Penbe Donu Köstebek (2000) :




Bu kitapta Karakoyunlu’nun politik yazıları toplanmıştır. Köstebeğin yer altındaki yuvasının iki deliği vardır. Birincisi herkes tarafından bilinen deliktir. Köstebek bu delikten girer çıkar. İkinci deliği ise köstebeğin sadece kendisi bilir. Tuzağın gizlendiği kir yuvasıdır. Bu delik, burun ucuyla dokunulduğu anda açılacak kadar ince toprak tabakasıyla örtülüdür. Bir hile ihtiyacında köstebek burnuyla bu deliğe dokunarak yer üstüne çıkar ve oyununa başlar.

Yorgun Mayıs Kısrakları (2004):




Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından 1960'a kadar uzanan bir dönem anlatılmaktadır. Romandaki olaylar gerçeklere dayanmaktadır, ancak yazarın kaleminde yeniden şekillenmektedir. Romanda, Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım ile Yahya Kemal'in aşkı, Nazım Hikmet'in Piraye‘ye aşkı, Adnan Menderes'in eşi Berin Hanıma duyduğu sevgi, opera sanatçısı Ayhan Aydan'la yaşadığı büyük aşk, yazar Suzan Sözen ile yaşadığı ilişki anlatılmaktadır. Romanda yer alan aşkların özelliği evli kadınlar ile yaşanmasıdır.

Perize-Ezan Vakti Beethoven (2005) :




1980’lerde geçiyor. Romanda genç bir müzisyen kız ile orta yaşlı, hızlı ve evli bir solcu gazete yöneticisinin aşkı etrafında 12 Eylül öncesi ile sonrasında sosyalizmin çöküşünü anlatılıyor. 1980 darbesinden sonra ülkeye dönen Haldun ulusal bir gazetenin genel yayın yönetmeni görevini yürütüyor ve sosyalizm mücadelesini sorguluyor. Aynı zamanda gazetenin hissedarı olan eşi Câvidan ise ortağıyla mücadele içinde iktidarını sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bu iki savaşın arasında kalan ve ezana pan flütle eşlik eden naif Perîze ise sadece sevdiği adama sahip olmak istiyor.

Serçe Kuşun Sonbaharı (2010):




Yılmaz Karakoyunlu, bu romanda, Nâzım Hikmet şiirleştirdiği, pek çok roman ve oyuna konu olan Şeyh Bedreddin’i farklı bir yaklaşımla romanlaştırıyor.

Serçe Kuşun Sonbaharı bir “tarihi roman” Şeyh Bedreddin İsyanı’nı, tarihin gerçeklerini gözden kaçırmadan, Yıldırım Bayezid-Timurlenk çatışmasının ve Osmanlı’yı yok olmanın eşiğine getiren Fetret Devri’ni ele alıyor.
Serçe Kuşun Sonbaharı aslında bir “aşk romanı”. Şeyh Bedreddin’e ilk kez bir erkek ve bir “âşık” olarak bakıyor, baldızı Mâriye’ye olan ateşli tutkusunu ve Bedreddin’in bu aşk ile olgunlaşması işleniyor.

Serin Kız’ın Gökkusağı (2011) (Masal) :




İdil, Serin Kız ve Ömer’in bir ömür boyu sürecek dostluklarının başlangıcına şahit oluyor, eski İstanbul’da bir gezintiye çıkıyoruz. Yıllar öncesinde geçen, Çatalca’dan eski Aksaray’a uzanan bu hikayede dostluğun, dürüstlüğün ve sevginin değeri anlatılıyor.

Öykü:

Mor Çiçekli Natürmort (1984)
Mevsimler Eskidi Biraz (2000)

Oyunlar:

Sokullu (Zirveden Sonra) (1989)
Altın Huylu Doruklar (1990)
Romenos Diogenes (1991)
Brütüs Aranıyor (1997)
Önce İnsan (Mithat Paşa) (1997)
Kuzguncuklu Fazilet (1997)
Şimşir Kafes (1997)
Dümdüz Dünya (1997)
Ok ve Yay
Mavi Saplı Hayaller

Şiirleri:

O Hayal Aynasından (1989)
Rubailer (2000)


GÜZ SANCISI- KARAKTERLER 1:

Behçet: Behçet baba otoritesi ile yetişmiş, dünya görüşü olarak nerede durduğunu tam olarak belirleyememiş biri. Kararsızlıklar yaşayan ama aynı zamanda muhafazakar ve içine dönük bir kişilik. Aile tarafından soyun devamını sağlaması bekleniyor. Ester ile birlikte olmaya çalışarak babasına ve yıllardır içinde yaşadığı düzene baş kaldırıyor.

Ester : Sarışın mavi gözlü cazibeli güzel genç yahudi bir hayat kadını. Babaannesinin baskısı altında yetişmiş çocuk ruhlu bir fahişe. Kırılgan bir yapısı var. Hayatta babannesinden başka yakını yok. Babaannesi ile arasında sevgi, nefret arasında gidip gelen bir çıkar ilişkisi var. Babaanne tarafından üst düzey bürokratlara pazarlanıyor.

Nemika: Nemika akıllı, ne istediğini bilen biri. Aslında Behçetten hoşlanıyor, ancak Behçet Nemikayı arkadaş olarak gördüğü için ve evililik ailelerin verdiği bir karar olduğu için, bu evliliği istemez görünüyor. Behçeti kensisinin elde etmesi gerektiğini düşünüyor. Sonrasında ise Behçet ona geldiğinde kabul ediyor.

Babaanne: Hırslı, görmüş geçirmiş bir kadın. Gençliğinde revüde striptiz yapmış bir dansçı. Oğlunu kaybettikten sonra torunu ile yaşıyor. Torununun para kazanma şekli nedeni ile utanç yada kızgınlık duymuyor. Torunu ile Behçet’in aşkını istemiyor. Hem bu işin bir sonu olmayacağını görüyor, aynı zamanda torununu artık çalıştıramayacağı içinde endişeleniyor. Torunun kaderini çizmiş biri. «Kendini zora sokacak şartlarda bütün değerleri gözden çıkarabilen bir kadın»

Hacı Kamil Efendi: Behçet’in babası Konya’nın zengin muhafazakar toprak ağası ve 300 yıllık bir ailenin temsilcisidir. Siyasetin içinde değil, ancak ilişkileri sayesinde siyasette de etkin. Eşini çok erken kaybetmiş, sonrasında kendini din ve tasavvufa vermiştir. Oğlunu kendi yetiştirmiş ve oğlu üstünde baskı kurmuştur. Çok fazla göstermese de aslında duygusal bir yanı var.

Madam Rhea: Madam Rhea bir deniz kazasında çok sevdiği eşini kaybettikten sonra yalnız yaşayan, yaşadığı çevrede saygı duyulan Rum bir kadındır. Hacı Kamil Efendiden hoşlanmış ancak aralarında bir şey yaşanmamış.

Emirdağlı: Anadolu kökenli kaba pısırık serseri biri. Çocukluğunda üvey babası tarafından dövülüp horlanmış bir karakter. Ama romanın ilerleyen kısımlarında Anadolu delikanlısı tavırları da ortaya çıkıyor.

Fatümet-üz Zehra: Oğlunu ve gelinin kaybetmiş yokluklar içinde torununa bakma çalışıyor. Kocası Sarıkamışta Hacı Kamil Efendinin babasının hayatını kurtarmış. Bu nedenle aileden yardım görüyor.

Demokrat partinin iktidarda bulunduğu ve giderek güçlendiği yıllarda mutsuz ve hayatlarından memnun olamayan karakterlerin yaşadıkları anlatılır. Asmalımescit’te hayat kadını olarak çalışan Ester ve tıp eğitimi gören Behçet’in hayatları kesişir.

Ester, para karşılığı erkeklerle birlikte olan, akşamları Asmalımescit çevresinde müşteri arayan genç ve güzel ama bir yanı çocuk kalmış bir kadındır. Annesi başka bir erkek için ailesini terketmiş, babası da öldükten sonra babaanesi ile birlikte yaşamaktadır. Behçet ise Konya’nın ileri gelenlerinden Hacı Kamil Bey’in oğludur.

Galatasaray Lisesini bitirmiş ve tıp eğitimi almaktadır. Galatasaray Lisesinde okurken diğer taraftan Bahariye Mevlevihanesinde tasavvuf eğitimi almıştır. Birisi babaannesinin, birisi babasının ağır baskısı altında yetişmiş, kişiliklerini geliştirememiş iki insan aşkla birlikte başkaldırıyı öğrenirler. Ester babaanneye, Behçet ise başta babası olmak üzere, yetiştirildiği düşünce sistemine baş kaldırır.

Demokrat partinin sünnet töreninden dönen Behçet Asmalımescit’te Ester ile karşılaşır. Ester’e para verdiği halde onunla birlikte olmak istemez. Onunla sohbet etmek yaşamını öğrenmek ve onun güzelliğini seyretmek Behçet’e yetmiştir. Ester’i akşam evine kadar bırakan Behçet babaanne ile tanışır ve kültürü ile bu kadını etkilemeyi başarır. Ester’den hoşlanan Behçet onunla görüşmeyi sürdürür. Aslında Ester’in hayat tarzı Behçet’in bu zamana kadar sürdürdüğü sıradan sakin muhafazakar hayat tarzına terstir.

Behçet Ester’den etkilenmiştir ve sonraki akşam Asmalımescit’te tekrar Esteri bulur. Geceyi sohbet ederek, birlikte Beyoğlu sokaklarında gezerek geçirirler. Esteri akşam eve bıraktığı sırada Behçet bu sefer babaannenin tepkisi ile karşılaşır. Evde hatırlı bir müşteri Ester’i beklemektedir. Ester’in yaşlı müşteri ile birlikteliğine kapı arasından şahit olan Behçet, bu durum karşısında çok yaralamıştır. Önce evi terk eder, ancak sonrasında eve tekrar dönerek babaannenin karşı koymasına rağmen, Esteri alır ve Madam Rhea’nın apartmanında okul döneminde hastalandığı sırada yaşadığı eve götürür.

Behçet Ester ile görüşmeyi sürdürürken, Hacı Kamil Bey Behçet’i yakın arkadaşının kızı Nemika ile evlendirmek istemektedir. Nemika istemez görünse ve Behçet’in bu evliliğe hazır olmadığını düşünse de aslında Behçet’ten hoşlanmaktadır.

İki sevgili bu evde aşklarını yaşamaya başlarlar. Üst katta yaşayan Madam Rhea Ester’e ilgi gösterir. Madam Rhea Ester ve Behçet’i ailesi yerine koymakta ve her ikisinin evliliği için hazırlıklar yapmaktadır.

Aslında ikisinin arasındaki ilişki aşk olarak adlandırılsa da daha çok yaşamaktan memnun olmadıkları hayatlarına baş kaldırabilmek için birbirlerine verdikleri destek, birbirlerine duydukları ihtiyaç gibi...

Bu arada İstanbul’da Kıbrıs sorununun yol açtığı gergin günler yaşanmaktadır. İstanbul’da yapılan gösterilerde Kıbrıs halkına destek verilmeye çalışılmaktadır.

Babaanne ise Esteri eve döndürme çabaları içindedir. Önce Nemika ile konuşmaya gider. Nemika’dan istediği işbirliğini sağlayamayan babaanne İstanbula ziyatere gelmiş olan Hacı Kemal Beyi bulur ve Behçet’in nasıl bir kızla birlikte olduğunu Hacı Kemal Bey’e anlatır.

Babaannenin Hacı Kamil Bey ile Rejansta yemekte buluştuğu sırada Ester ve Madam Rhea Madam Katerina’nın dükkanında Behçet ile ve Mardinli ile karşılaşırlar. Birlikte Beyoğlu sokaklarında alıveriş yaparken bir yandanda ortalıkta insanlar slogan atarak dolaşmaya başlamışlardır. Olacakların kaygısını yaşayan Madam Rhea onları Aleksandra apartmanına geri dönmeye ikna eder Eve dönen Madam Rhea, Behçet ve Ester evde Hacı Kamil Efendi ve Babaanne ile karşılaşırlar. Babaanne Esteri eve dönürmek için son kozunu kullanıp Hacı Kamil Efendiye Esterin kim olduğunu anlatmıştır.

Evde Ester ve babaanne tartışırlar, Behçet ise babasına Esteri sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini söyler. Evde yaşanan tartışmalardan sonra Ester sokağa fırlar, Behçette onu takip eder. Ancak sokakta azınlıklara karşı protesto başlamıştır.

Türkler azınlıkların evlerine, dükkanlarına saldırmaktadır. Bu karmaşa içinde Behçet saatlerce Esteri arar. Bir ara bir kaç kişi Ester’e saldırmak üzereyken onu bulur ve kendisi adamlar ile uğraşırken Esterin kaçmasını ve eve gitmesini ister.

Olaylar bir kaç saat içinde çok şiddetlenir ortalık dahada karışır. Ester bu karılşıklık içinde eve geri dönmez, daha önce Neve Şalom Sinagogu’nda karşılaşmış olduğu Salamon Adato’nun yardımı ile bir eve sığınır. Olayların yatışmasının ardından Behçet günlerce Esteri arar, ama bir türlü bulamaz. Günler süren arayışın sonunda, gecenin bir yarısı Nemika’ya gider ve bir daha da Nemikanın yanından ayrılmaz.

Ester İsraile göç eder ve burada bir jeolog ile evlenir. İki çocukları olur.
Behçet ve Nemika evlenirler, ancak çocukları olmaz.Bir evlatlık alırlar.
Babaanne kuledibi’nde kalır. Jeolog damadının yardımları ile geçinir. Zaman zaman Mardinli hukuk talebesi de yardımcı olur.

Madam Hacı Kamil Bey’in evlilik teklifini kabul etmez ve Rhea Selanik’e göç eder. Zaman zaman İstanbul’a gelir . Öldüğünde Alex’in mezarına gömülür.

Hacı Kamil Bey İstanbul’a yerleşir. Aleksandra apartmanını satın alır. Bu apartmanda Fatümet-ül Zehra ve torunu ona hizmet ve yoldaşlık ederler.

Demokrat partinin iktidarda olduğu ve güçlendiği yıllarda mutsuz ve hayatlarından memnun olamayan karakterlerin yaşadıkları anlatılır.

Roman Behçet ve Esterin birkaç günlük süre içinde yaşanan imkansız aşkları üstüne kuruluyor.

Asmalımescit’te hayat kadını olarak çalışan Yahudi Ester ve tıp eğitimi gören muhafazakar Behçet’in hayatları kesişir. Behçet gördüğü anda Esterden etkilenir ve onu otel odasına götürse de para karşılığı Ester ile birlikte olmaz.

Asmalı mescitte karşılaşıp, birbirlerinden etkilenen ve aşık olan İki sevgili babaannenin bu aşka karşı koymasına rağmen, Madam Rhea’ya sığınıp onun verdiği destek ile aşklarını yaşıyorlar.

Babaannne bu aşka engel olmak için boş durmuyor. Önce Nemika’ya gidiyor. Ester’in ne iş yaptığını kim olduğunu anlatıyor. Ondan beklediği yardımı alamayınca Hacı Kamil Efendiyi bulup gerçekleri ona anlatıyor.

Ester ve Behçe’tin Hacı Kamil Efendi ve Babaanne ile karşılaştığı ve bütün gerçeklerin ortaya döküldüğü anlarda Beyoğlunda 6-7 Eylül olayları patlak veriyor.

Evde yaşananlar karşısında sokağa fırlayan Ester olayların ortasında kalıyor.

Bir ara peşinden gelen Behçet Esteri bulup tecavüzden kurtarsa da sonrasında tekrar kaybediyor ve günlerce aramaya rağmen Esteri bir daha bulamıyor.


GÜZ SANCISI – SATIR BAŞLARI

Romanda imkansız bir aşk var. Ester bir hayat kadını ve gayri-muslim. Behçet ise muhafazakar bir aileden geliyor.

Behçet Esterin hayat kadını olduğunu biliyor ama onunla para karşılığı yatmıyor.
Babaanne bu ilişkiyi istemiyor. Gelir kaynağının kesileceğinden korkuyor. Ama tecrübeli bir kadın, aslında bu işin sonu olmadığını da görüyor. Torunu ile birlikte bir hayat kurmuş. Onu kaybetmekten de korkuyor olabilir.

Hacı Kamil Bey oğluna göre katı sevgisiz tüccar ruhlu bir adam ama Madam Rhea’ya göre kendisi ile Saint Antuan Kilisesini ziyaret edecek kadar yakın biri.

Nemika Behçeti aslında hem istiyor hemde Behçetten koca olmayacağını düşünüyor.

Bütün yaşananlardan sonra Behçeti elde ediyor. ‘’Doğru zaman doğru yer’’
Madam Rhea ölmüş kocası Alex’e çok aşık. Gönlü Hacı Kamil Bey’e kayıyor. Ama yine de onunla olamıyor.

Fatümet-ül Zehra’nın Armenak’a yardıma koşması, Ermeni Tanaşı kurtarması aslında bu olaylarda yaşananlara karşı olan Türklere bir örnek.

Dönemin Başbakanı Menderesin yazar Suzan Sözenle ilişkisi gerçekte yaşanmış bir hikaye.

6-7 Eylül olaylarını konu alan ilk roman olan Güz Sancısı 1992 yılında basılmıştır. 1999 yılında Yiğit OKUR tarafından Hulki Bey ve arkadaşları adında ikinci bir roman daha yazılmıştır. Bu konu ile ilgili diğer eserle araştırma niteliğinde

Kitapta 6-7 Eylül talanına yer veren Yılmaz KARAKOYUNLU Mülkiye imtihanları için İstanbul’da olduğu sırada meydana gelen olaylara bizzat şahit olmuştur. Yazar, “Tepebaşı bölgesinden itibaren, yaşananları gördüm. O manzaraya tahammül etmek mümkün değildi. 6-7 Eylül tam bir tahripti” demektedir.

Ester’de aslında, yazarın 6-7 Eylül olaylarını izlediği günlerde Asmalımescit‘te gördüğü bir kızın portresiymiş. Karakoyunlu «Ester, öyle bir korkuyla birine yetişmek istiyordu ki, inanılmaz acı hissi bıraktı üzerimde. 18-19 yaşındaydı ve çok güzeldi. Ben de o yaştaydım. Gördüğüm ve etkilendiğim kızın Rum, Yahudi, Türk yahut Ermeni olduğunu bilmiyordum. Sadece, telaşla olaylardan kaçan ve Asmalımescit Sokağı'na sapan bir fidan boyluydu. O yol Pera Palas'a çıkar. Romanın önemli bölümünü o bölgede işledim. Olaylara şahit olduğum zaman bir rubai ,rubaiden 36 yıl sonra ise romanı yazdım. » demektedir

Olaylar sırasında o zamanların ünlü bir kürk mağazasının vitrini yazarın gözlerinin önünde aşağı indirilmiş ve içeri giren bir kadın çok pahalı bir kürkü üstüne giyip, bir tanesini de koltuğunun altına alarak Yılmaz Karakoyunlu’nun şaşkın bakışları altında yürüyüp gitmiş. Romanda yazar bu olaya yer verilmemiş olmakla beraber, 2008yılında çekilen film’de bu sahne yer almış ve kadını Zuhal OLCAY oynamıştır.

Bir başka olay da yazarı çok etkiliyor; Bir mücevher mağazasının vitrinini indiren yağmacılardan bir kısmı elmasları, altınları ayaklarının altında ezip parçalıyorlar. Karakoyunlu, “İki tip insan vardı. Bir grup mücevherleri ayaklarının altında parçalayacak kadar nefret doluydu. Diğerin grubun ise tek amacı yağmalamaktı” diyerek o gün yaşadıklarını anlatmaktadır.

Roman, Asmalımescit, Kuledibi, Galata, Talimhane, Tünel semtlerinde, Neve Şalom, Baylan Pastanesi, Atlas Sineması, Galatasaray Lisesi, Galata Mevlevihanesi, Ralli Apartmanı gibi tanıdık mekanlarda geçmektedir.


Roman günümüz Türkçesi ile ama ağdalı bir dil ile yazılmıştır. Romana edebi bir dil
katabilmek için zaman zaman Osmanlıca kelimeler kullanılmış.

Romanın o dönemin tarihi gerçeklerini anlatmakla beraber, belgesel hissi vermediğini söylemek mümkün.

Siyasi partiler bakış açısı da bugünden pek farklı değil; CHP dinsiz DP ise dini kurtaran parti olarak görülüyor. İslam ticaretinin kapitalizm ve Marksizim arasında üçüncü ve en yeni kuvvet olarak hakim kılınması hedefleniyor. İslamın yarattığı tüccarın kendi malının sahibi olması gerektiği ve memleketin imkanlarını ellerine geçirenlerden bu imkanların geri alınma zamanının geldiği düşünülüyor.


ROMANDA YER ALAN DÖNEMİN SİYASETÇİLERİ ve SANATÇILARI:

Celal BAYAR :




Cumhurbaşkanı-27 Mayıs darbesi ile tutuklandı. 1961’de idama mahkum edildi İdamdan yaşı nedeni ile kurtuldu. 1964 yılına kadar tutuklu kaldı. Daha sonra rahatsızlığı nedeni ile serbest bırakıldı. 1986’da 103 yaşında öldü.

Adnan MENDERES :




Başbakan-27 Mayıs darbesi ile tutuklandı ve İmralı’da idam edildi. 1990 yılında naaşı İmralı’dan alınarak devlet töreni ile anıtmezara getirildi.

Namık GEDİK:




İçişleri Bakanı- Olaylardan sonra istifa etti. 27 Mayıs’ta ise harp okulunda pencereden atlayarak öldü.

İzzet AKÇAL:




Demokrat Parti hükümetinde devlet bakanlığı yapmıştır. Mesut Yılmazın amcasıdır. Yassıada’da ömür boyu hapse mahkum edildi ve 1965 yılında affedildi ve 1987 yılında öldü.

Fahrettin Kerim GÖKAY: İstanbul Valisi- 6-7 Eylül olayları karşısında yetersiz kalması nedeniyle, o günlerde İstanbul'da bulunan ve olayların başlangıcında "Milli Gençliğin Kıyamı" tabirini kullanan İçişleri Bakanı Namık Gedik ile beraber, istifa etmek zorunda kalmıştır. 1987 yılında ölmüştür.

Fatin Rüştü ZORLU:




1955 yılında 6-7 Eylül olayları sırasında Devlet Bakanı olarak Londra’daydı. 27 Mayıs darbesi sonrasında tutuklanarak 1961 yılında idam edildi. Naaşı Menderes ile birlikte anıt mezara getirildi.

Fuat KÖPRÜLÜ:




Bayar, Menderes ile birlikte Demokrat Partiyi kurdu. Parti 1950 seçimlerini kazanıp iktidara gelince, dışişleri bakanı oldu. 1956’ya kadar sürdürdüğü bu görevi sırasında Türkiye’nin NATO’ya girişinde etkin rol oynadı. Tarihçi kimliği ile tanınır. 1966 yılında öldü.

Cahide SONKU:




Sinema ve tiyatro dünyasında 1940’ların yıldızıdır. Ayakkabısından şampanya içilen kadın olarak ünlenmiştir. Ancak daha sonra maddi kayıplarında etkisi ile alkol problemi yaşamış ve 1981 yılında vefat etmiştir.

Suzan SÖZEN:




Lacivert gözlü kadın olarak tanınmıştır. 10 tane kitap yazmıştır. Ancak, Menderes ile yaşadığı ilişki nedeni ile kitapları edebiyat dünyasında yer bulamamıştır. Edebiyatçılar, eğer bu ilişki olmasaydı, romalarının Kerime Nadir romanları kadar değerleri olabileceğini söylerler. Romanda Adnan Menderes ile aşkı yer almaktadır. 1960 ihtilaline kadar romanda da geçen Ralli Apt. yaşamış ve 2000 yılında ölmüştür.


MEVLEVİLİK:




Mevlânâ Celâleddin Rûmi adına, oğlu Sultan Veled tarafından kurulan tarikatın adıdır.

Mevlânâ (1207-1274) Konya da dostlarının katıldığı özel toplantılar düzenler, bu toplantılarda tasavvufi ve dini sohbetler yapar, şiir söyler, zikrederek sema ederlermiş.

Zamanla bir tören niteliği kazanan bu toplantılarda ney, kudüm ve benzeri çalgıların çalındığı zikirler, törenler daha derli toplu ve ölçülü yapılmaya başlanmış.

Kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılan, halk ve aydınlar arasında büyük bir ilgi uyandıran bu toplantılara İran, Arabistan ve Anadolu'nun birçok yerinden katılanlar Mevlânâ'ya karşı derin bir sevgi ve saygı duyanlar olmuş. Mevlana’nın ölümünden sonra oğlu bu toplantıları resmileştirerek tarikat niteliği kazandırmış. Bu tarikatlarda insanlar tasavvuf eğitimi almaya başlamış.

Mevlevihanlerin en büyüğü, tarikatın merkezi olan Konya'daki Mevlevîhâneydi. Osmanlı döneminde Konya'dan sonra İstanbul, Manisa ve Gelibolu'dakiler gelirdi. Balkanlar ve Ortadoğuya kadar yayılmışlardı.

Genellikle külliye biçiminde planlanmış olup, merkezinde semahane, çevresinde türbe, mezarlık, ve mescid yer almaktadır.

İstanbul’da birçok mevlevihâne vardı. Bunlar Galata Yenikapı gibi bulundukları mevkilerin isimleriyle anılırdı.


GALATA MEVLEVİHANESİ;




Beyoğlunda Tünel tarafında bulunur.

Orijinal adı Kulekapı Mevlevihanesi olan Galata

Mevlevihanesi İstanbul’un fethinden sonra 1491 yılında Osmanlı’nın yeni başkentinde kurulan ikinci mevlevi tekkesidir.

Mevlevihane Bizans’ın St. Theodore Manastırının olduğu yere 1491 yılında Mevlâna'nın torunu Sema-i Mehmet Dede tarafından kurulmuş ve 1950’li yıllara kadar faaliyette kalmıştır.

Girişte bulunan küçük mezarlıkta Şeyh Galip ‘in mezarı bulunur.

Mevlevihane 1975 tarihin ise halkın ziyaretine açılmıştır. Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılmaktadır.

Her ayın ikinci ve son Cuma günleri düzenlenen semaa gösterileri ile geçmişle günümüz arasındaki bağı devam ettirir.


BAHARİYE MEVLEVİHANESİ:




Bahariye, asıl adı ile Beşiktaş Mevlevihanesi İstanbul’da günümüze ulaşamayan mevlevihanelerden biridir.

Beşiktaş Mevlevihanesini Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa 1613 yılında yaptırmıştır. Sultan Abdülaziz Çırağan Sarayını yaptırırken Beşiktaş Mevlevihanesini de yıktır, bunun üzerine Mevlevihane 1867 yılında geçici olarak Fındıklı’daki Karacehennem İbrahim Paşa Konağına taşınmış, orada iki yıl kalmıştır. Bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi’nin bulunduğu yerdeki yeni Mevlevihane’nin yapımı tamamlanınca da oraya taşınmıştır.

Mevlevihane’nin kötü yazgısı peşini bırakmamış, yapımından beş yıl sonra buraya bir kışla yapılması kararlaştırılınca Mevlevihane 1873’te Eyüp’ün Bahariye semtine taşınmıştır. Bahariye Mevlevihanesi, dergâhların kapatılmasından sonra bakımsız kalmış, semahanesi 1935’te yıktırılmış, 1938-1939’da harem dairesi yanmıştır.

Günümüzde Eyüp Belediyesi Mevlevihane’yi yeniden canlandırmaya çalışmaktadır.


1955 YILININ ÖNEMLİ OLAYLARI:

İstanbul'da yaşayan başta Rum olmak üzere azınlıklara yönelik tahrip ve yağma hareketi yapıldı.

Batı Almanya NATO'ya katıldı.

Türkiye'nin İstanbul ve Ankara illeri dışındaki ilk üniversitesi olan, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Trabzon'da kuruldu.

Disneyland açıldı.

1954 yılında geçirdiği büyük yangın felaketinden sonra onarımına başlanan Kapalıçarşı, yeniden hizmete açıldı.

ABD’de kağıt paralara ‘’In God We Trust" yazısı eklendi

Türk Havayolları Anonim Ortaklığı Kuruluş Kanunu kabul edildi.

Siyahi Rosa Parks, bir şehir içi otobüsünde beyaz birine yer vermeyi reddettiği için tutuklandı. Bu olaydan sonra zenciler 1 yıl otobüse binmedi ve her yere yürüyerek gittiler.

Guinness Rekorlar Kitabı ilk kez yayınlandı.

Nükleer enerjiyle çalışan ilk denizaltı olan, ABD'ye ait ''Nautilus'' suya indirildi.
Anneler Günü Türkiye'de ilk kez kutlandı.

James Dean California araba kazasında öldü.

Albert Einstein öldü.

Nicolas Sarkozy, Fransız siyasetçi- Alain Prost, Fransız yarış pilotu- Steve Jobs, Apple,CEO- İlhan İrem, Sanatçı-Murathan Mungan, Türk oyun yazarı, şair- Nilüfer, Sanatçı - Bill Gates, ABD'li iş adamı- Murat Bardakçı, tarih yazarı, - Whoopi Goldberg, sinema oyuncusu, doğdu


6-7 EYLÜL OLAYLARI: Türkiye’nin utandığı günler….




1953 yılından itibaren Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasını isteyen Yunanlıların Kıbrıs’ta yaşanan saldırılara destek olmaya başlaması ile Türk Yunan ilişkileri bozulmaya başlıyor.

1955 yılı ise Kıbrıs Türklerine yapılan baskıların Türkiye kamuoyunda ön sayfalarda olduğu bir dönem.

Kıbrıs’taki sorunlar nedeni ile 29 Ağustos 1955’de Türkiye ve Yunanistan Londra Konferansında bir araya geliyor.

Bu süreçte Türkiye’de ise Rum azınlığın topladığı yardımları Kıbrıs’daki ENOSİS çetelerine gönderdi şüpheleri yayılıyor ve bu şüpheler basına yansıyor.

5 Eylül günü Adnan Menderes Kıbrıs Türktür derneği başkanı ile görüşüp, Londra’daki toplantıda Fatin Rüştü Zorlunun zor durumda lduğunu ve destek istediğini söylemiştir.

Atatürk’ün Selanik’teki evinde bomba patlaması haberi, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13:00 haberlerinde radyoda yayımlanıyor. Sonrasında DP yanılısı İstanbul Ekspres gazetesi ‘’Atamızın evi bombalandı” manşetiyle gün içinde ikinci baskı yapıyor. Gazetenin tirajı, 20 bin civarında olduğu halde 6 Eylül’de ikinci baskısı 290.000 adet basılıyor ve Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul’da satılarak, halkı galeyana getirmek üzere kullanılmıştır.

6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleşiyor.

Amaç, aslında sadece protestodur. Çünkü aynı anlayış içinde Atina'da da benzer protestolar yapılmaktadır. Ancak İstanbul'da devreye çapulcuların girmesiyle ve istenmeyen olaylar böyle başlamış, güvenlik güçleri müdahale etmeyince/ müdahale yeterli olmayınca olaylar kontrolden çıkmıştır.
İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli’deki Haylayf Pastanesi’ne yapılmıştır.

Ardından büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başlanmıştır.

İstanbul’daki azınlıkların ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergilemiştir.

Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, 20-30 kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel araçlar yanında , otobüs, vapur gibi
toplu taşıma araçları ile de sağlanmıştır.

7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000′den fazla taşınmaz tahrip edilmiş ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalanmıştır.

İstanbul’un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapılmış. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırmışlar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açıp, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak paramparça etmişlerdir.

İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortadoks kilisesinin tamamı ateşe verilmiş, Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edilmiş

İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalanmışlardır. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıkmıştır. (Örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi.)

Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştür. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayri-resmi rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Tecavüze uğrayan kadınların sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir. O dönemde basına uygulanan sansür nedeni ile sayılar hala tartışmalıdır.

214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır. Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon – 1 milyar Türk Lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemiştir. Ama bu vaad edilen tazminatların çoz az bir kısmıdır.

Zamanın gazetelerine göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır. Halbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59′u Rumlara
aittir. Kalan yüzde 17′sinin Ermenilere, yüzde 12′sinin Yahudilere ait olması, hatta Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.

Olaylarla ilgili olarak önce 3.150 kişi tutuklanmış, sonra bu sayı 5.100′e yükselmiştir.

Başlangıçta soruşturmalar Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve gençlik örgütleri etrafında yoğunlaşmış olsa da 12 Eylül günü Meclis’e taşınan olaylarda DP iktidarı komünistleri suçlamış, aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru’nun bulunduğu yaşayan fişlenmiş komünistler hakkında dava açılmıştır.

Davalar beraatle sonuçlanmış ama sonrasında Kıbrıs Türktür Cemiyeti kapatılmıştır.

1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının da gündemine oturmuştur. 27 Mayıs darbesinden Yassıada Yargılamalarında olayların DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes’in provokasyonu sonucu kontrolden çıktığı iddia edilmiş ve mahkeme Demokrat Parti yönetimini 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırmıştır.

Atatürk’ün evine bomba atmakla suçlanan Oktay ENGİN Yunan makamlarınca Selanik’te tutuklanır ve sonrasında kefalet ile serbest bırakılır.

Serbest bırakıldıktan sonra Yunanistan’dan kaçan Oktay ENGİN sonraki dönemlerde çeşitli kamu hizmetlerinde bulundu ve 22 Şubat 1992 – 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir valiliğine kadar yükseldi.

Kıbrıs Türktür demeğinin başkanı Hikmet BİL ise İstanbul’da tutuklanır. 1957 yılında Beyrut’a basın ateşesi olarak gönderilir. 1989 yılında Burhan Felek Basın Hizmet ödülü alır. 2003 yılında 85 yaşında ölür.

Hikmet BİL’in adı KIBRIS’da bir sokağa verildi.

İçişleri Bakanı Namık GEDİK olaylardan sonra istifa etti. 27 Mayıs’ta harp okulunda pencereden atlayarak öldü.

Fatin Rüştü Zorlu ve Adnan Menderes Yassıada’da yargılanırken, yargılama konularından biri de 6-7 Eylül olaylarıdır.

Yağmalanan dükkanlar olaydan birkaç gün sonra hepsi siyaha boyanarak tekrar açıldı.

6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olmuştur.

Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olarak görülmüş ve kendilerini güvende hissetmedikleri için, özellikle Rumlar yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Nesiller boyu bu topraklarda yaşamış olan İstanbul’un gayrimüslim yerlileri, bu gibi davranışlar sonucu evlerini ve anavatanlarını terk etmek durumunda kalmışlardır.

Birkaç bin Rum Mersin ve Tarsus’a yerleşmişlerdir.

Rum nüfusun zamanla azalmasıyla Rumların ekonomideki etkisi zayıflamaya başlamış ve Anadolu Türklerin İstanbul’da sermayeye hakim olması hızlanmıştır.

Azınlık sermayesiyle birlikte İstanbulun azınlık kültürü, geçmişinin bir kısmı yok olmuştur.

Olayların sonrasında İstanbul’da kalan Rumlar’ın büyük çoğunluğu ise zamanla İstanbul’u terk ederek Yunanistana gitmiştir.

Nüfus mübadelesi sonucunda 1925 yılında yaklaşık 100.000′e düşen İstanbul’daki Rum nüfus, 2010 yılında 3.500 kişiye kadar inmiştir.

Ülkeyi ilk terkedenlerin kız çocuğu olan Rumlar olduğu söylenmektedir.





İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails