Leyla İpekçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Leyla İpekçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2012 Cumartesi

KAMBUR - ŞULE GÜRBÜZ



Sema Kaygusuz’un Karaduygun’u her bir cümlesiyle beni başka bir yere götürüyor. Bu yüzden oldukça uzun soluklu bir okuma olacak. Karaduygun’un kabından taşan her duygu; başka başka acıları, insanlık hallerini ve kitapları işaret ediyor. “Dünyanın Uğultusu” nu Birhan Keskin, Musa Anter, Orhan Miroğlu’yla duyurmaya başladığı ilk sayfalardan itibaren, gürültülü bir akıntıya sürüklüyor.

“Bir türlü geçmeyen dakikayı beklemek,
çizgisel bir oluşun tümüyle dışında kalmaktı hem,
Hem de uzun sürmüş tamiratıydı
Mekaniği bozuk bir yelkovanın.”(
Karaduygun Sf.15)

“Şule Gürbüz,” diye fısıldıyorum Karaduygun’a. Mekaniği bozuk bir yelkovan için ondan yardım istenebilir. Satırların arasında ismini görmesem bile varlığını hissediyorum. Kaybolma isteği kaybolmuş Kambur düşüyor aklıma. Zaten son günlerde dönüp dönüp tekrar okuyorum Kambur’u.

Mekanik saat ustası olarak çalışan Şule Gürbüz’ün ilk romanı Kambur. 1992 yılında yazmış. Kısacık. Leyla İpekçi’nin Maya romanıyla ünsiyet kurduğu kitaplardan biri. Bir kontrbastan alev çıtırtılı sesler çıkarabilecek kadar yetenekli biri Kambur. Önden bakınca cüce, arkadan bakılırsa koca bir tümsek görünümünde, ayakları 46 numara. “Akıl ideale varamayınca hicve varıyor.” diye geçiriyor aklından. Nüktedan! “Akıl hiçbir yere varamayınca, duvara yazı olur.” şeklinde değiştirebiliyor cümleyi.

Kederli, huzursuz biri. Yitiriyor, eksiliyor, ufalanıyor yaşadıkları karşısında. “Ben söyleyemediklerimim.” diyor samimiyetle, büyük harflerle. “İçtenlik, gürültüden başka bir şey değildir.” diye ekliyor. Söylediklerini yarı yarıya savunup, hem de yerin dibine batırmak istiyor.

“Söz aynaysa, yansıtır yalnızca –hiçbir zaman kendisi değildir.- İnsanlar bu aynaların düz mü eğri mi olduğuyla ilgilidir; benimse aynaları kırmak, en büyük zevkim.” diye akıtıyor içindeki irini, yüzümün tam ortasına. Yok yok, bu yeterince doğru bir ifade olmadı: Düşüncelerini olağan dışı bir zihin akışıyla birleştirip, bir bıçakmış gibi tüm bedenime saplayıp, acımasızca parçalıyor.

Sonra bazı günlere notlar düşüyor. "Yazayım da yatayım yazıyor." 12 Eylül 1954 tarihinde. “Bir şeylerin, insan soyunun devamı olmak beni öyle sıkıyor ki…” diyor, başka bir yılda. Neden o tarihleri seçiyor acaba?

“Gülmeyin canım, gülmeyin –
Benim de bir idealim var; bir
Köpek olmak, kudurmak ve
Herkesi ısırmak istiyorum.”


Romanın tüm satırları metaforlarla örtülü. Okurken tekinsiz bir his, bir uğultu ele geçiriyor. Son derece eksiltilmiş, sade cümlelerle teker teker öldürüyor gerçek sandığım doğruları. Neyse, yine de Kambur, güvenebileceğimiz şeyler de olduğunu hatırlatıyor:

“Güven, güven, güven…
Güvendiğim tek şey, bir gün ölecek olmam.”


Gülda


2 Ocak 2012 Pazartesi

MAYA - LEYLA İPEKÇİ



Maya Hakkında Oldukça Kişisel Bir Yazı


Maya, epey bir süre önce okuduğum bir kitaptı. Maya’nın endişe, şiddet ve yoksunluk dolu hikâyesinden çok etkilenmiştim. Sonra rafların bir yerinde yitirmişim romanı. Kitap Fuarı'nda Timaş Yayınları standında yeni baskısını gördüğümde kayıtsız kalamadım ve yeniden satın aldım. Eve döndüğümde Arzu Başaran’ın Maduniyet Serisi'nden kandan kırmızı bir çalışmasının yerleştiği romanın kapağını çevirdim ve hırpalanmış Maya’yla yüzleştim.



Okuduğu kitapları unutuyor olduğuna üzülen biriyle konuştuğumda, bunun önemli olmadığını anlatmaya çalışıyorum. “Satır satır tekrar edebilmeye, konusunu, karakterlerin adlarını, kimin kimi öldürdüğünü, yıkımları, neşelenmeleri hatırlamaya gerek yok, bir his kalıyor geriye, belki çok uzunca bir süre sonra bambaşka bir yerde karşına çıkıyor.” diyorum. Bir elmayı ısırdığında, sokaklarda amaçsızca dolaştığında, ağlayan bir çocuğu susturamazken, bir sorunu çözmeyi ya da birini anlamayı denerken, bombalar patladığında, deprem bir ülkeyi paramparça ettiğinde, bir yeni yıl sofrasında... cümlelerin öznesi düşüveriyor önüne.


On üç yıl öncenin Maya’sı zihnimde tekrar uyanırken, bu sefer yeni Ben’i yere yıktı. Net ve kısacık satırlarda, sekiz yaşındaki Baldamlası Maya’nın kaktüs mezarlığındaki cam kırıklarına basmamaya çalışarak, sevdiği kim varsa yitirerek ulaştığı yirmi yedili yaşlara varma öyküsünün, onca yıldır içimde katman katman nasıl çoğaldığını izledim. Otuz ikinci sayfada “Ağlaya ağlaya uyudum. Ne çok gözyaşı çıkıyor benden, şaşırıyorum. Demek ki, birisi sus diyene kadar bütün çocuklar sonsuza kadar ağlayabilir…” diyordu Maya. İşte tüm bu süre boyunca ne zaman ağlasam gözyaşımın hiç bitmeyeceğini düşünerek, içimdeki çocuğa “Sus!” diyorum. Şimdi nerede okuduğumu çoktan unuttuğum bu hissin kaynağına inerken; “Kuştüyü yastıkların altına yeni sevgi sözcükleri bırakan dolgun kalçalı bir kız çocuğuyum. Kendime yeniyetme topuzlar örüyorum.” (sy.109)



Gözden geçirilmiş yeni baskıda Leyla İpekçi, romanla ünsiyet kurduğu Agota Kristof’un Büyük Defter’i, Romain Gary’nin Onca Yoksulluk Varken’i, Joanne Greenberg’in Sana Gül Bahçesi Vadetmedim’i, hayat kitabım Ingeborg Bachmann’ın Malina’sı, J.D.Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı, Nietzsche’nin Ecce Homo ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü, Şule Gürbüz’ün Kambur’u, Dostoyevski’nin Yeraltından Notları'na selam yolluyor. Ben de Maya'yı yeniden ekliyorum kabıma.

Ve Maya diyor ki; “insan ancak yanında sırtını dayayacak biri bulduğunda dayanmaya ne çok ihtiyacı olduğunu düşünüyor.” (sy.107)

Kendi cam kırıklarımın üzerinde çıplak ayaklarımla yürüdüğümde, bu korkunç acının bir kısmını yeniden Maya’da bırakıyorum.


Bir şarkı eşlik ediyor kesik kesik.



Gülda


İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails