Attila İlhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Attila İlhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2011 Perşembe

FENA HALDE LEMAN - Attila İlhan



Ne kadınlar sevdim zaten yoktular.
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir,
Azıcık okşasam sanki çocuktular.
Bıraksam korkudan gözleri sislenir.
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular.
Böyle bir sevmek görülmemiştir.

Hayır, sanmayın ki beni unuttular,
Hâlâ ara sıra mektupları gelir.
Gerçek değildiler, birer umuttular.
Eski bir şarkı, belki bir şiir.
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular.
Böyle bir sevmek görülmemiştir.

Yalnızlıklarımda elimden tuttular.
Uzak fısıltıları içimi ürpertir.
Sanki gökyüzünde bir buluttular,
Nereye kayboldular şimdi, kim bilir?
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular.
Böyle bir sevmek görülmemiştir.

Onu şair kimliği ile tanıdım. Okumamıştım öykülerini, romanlarını.

Severim şiirlerini; duygu yüklüdür.

Kitap Fuarında birkaç şiir kitabını alırken bir de roman alıyım dedim.



Kitabın arka kapağında aynen şöyle yazıyordu:

Attila İlhan'ın cinsellik konusuna cesaretle eğildiği, büyük tartışmalar yaratan bu çarpıcı ve sarsıcı romanı yayımlandığında öyle bir yankı yarattı ki, kitabın adı gündelik dile girerek farklı kullanım alanlarında kendine yer buldu: Kimi zaman bir olgunun normalden fazlalığını anlatmak için kullanılan bir deyim oldu "Fena Halde Leman". Romanda ete bürünen Leman Korkut'la ve diğer kahramanlarıyla Attila İlhan, farklı bir cinselliği konuşulabilir, tartışılabilir, anlaşılabilir, doğal bir durum olarak anlattı. Yüzyıllardır diplerde, derinlerde, yaygın olarak yaşanmakta olanın üstünden perdeyi çekti ve söz konusu cinselliği, Türk edebiyatında ilk kez "suç olmayan bir insanlık durumu" olarak resmetti... Bu cesur roman cinsellikle ilgili tabuları şiddetle sarsıyor ve okurları yeniden ve başka bir düzlemde düşünmeye çağırıyor.

“Cinsellik konusuna cesaretle eğilmek, cinsellikle ilgili tabuları şiddetle sarsmak” sözleri benim için farklı anlamlar taşıyordu. Ben kafamda Leman’ı küçük bir şehirde belki de bir kasabada yaşayan evli, ama bir başkasına aşık, kaçamak sevgiler yaşayan bir kadın olarak tahayyül etmiştim. Yani kitaptaki Leman’ın aksine çok daha masum…

Kitabın konusu, bir gazetecinin, İzmir’in varlıklı ailelerinden Korkut’ların Fransız asıllı gelinleri Leman’a duyduğu ilgi ile hakkında yaptığı araştırmalar sonucunda, Leman Korkut’un gözler önündeki hayatının gizli kalmış farklı bir penceresini aralaması ve Leman’ın sansasyonel cinsel tercihlerini anlatmasıdır.

Başlarda, gizemli bir kişilik profili çizilen Leman hakkında yazılanlar, kitabın sürükleyiciliğini arttırsa da ilerleyen sayfalarda tempo düşmeye başladı.
Eşi Ekrem Korkut’un 27 Mayıs’ta Fransa’ya kaçmasından ve orada ölmesinden sonra, ölümünün arkasındaki sır perdesini aralamak için Fransa’ya giden Leman, içinde pusuya yatmış cinsel dürtülerini, eşinin eski sevgilileri ile açıktan açığa yaşar.

Burada Ekrem Korkut’un da çok dengeli cinsel tercihleri olmadığını, hatta Ekrem Korkut’un bu durumunun genetik faktörlere dayanabileceğini, annesi Haco Hanım ile gelin Leman Korkut arasında geçen yasak gecelerin anlatımı ile keşfediyoruz.

“Anayla oğul arasındaki ilişkinin gizli bağlarını birer ikişer öğrendikçe şu gerçek bütün çıplaklığıyla meydana çıktı: Haco Hanım’a yaklaşırsam Ekrem’den uzaklaşmış olacağım, Ekrem’e yaklaşırsam Haco Hanım’dan! İkisini aynı içten yakınlıkla benimsemek, olmayacak şey: Birisi sevgide ölçü tanımayacak derecede tutkusal, öbürü alıngan da ondan.”

“Ekrem evde olmadığı sürece, güzelliğimin, sağlığımın üzerine titreyen; her tehlikeye karşı beni dişi kaplan gibi korumaya hazır, Haco Hanım’layız, Ekrem döndü mü, yumuşak başlı ve müşfik eş olarak, istediği an elinin altındayım, her söylediğini tartışmadan onaylıyorum. Sonunda elbet başlarken neredeysem orada buluyorum kendimi; içtenlik yerini oyuna bırakıyor; daha gerçek görüneyim diye oynuyorum: Doğal olanı abartıyor, olması gerekeni gizliyorum: Duygusal cambazlık, zor zanaat!”

Leman ve Ekrem’in birlikteliklerinde nasıl da durağan, hatta yalnız bir çift olduklarını, bu yalnızlığın Leman’ı, temeli gençlik yıllarına dayanan bir eşcinsel ilişkinin onda yarattığı özlemi yeniden depreştirdiğini görüyoruz. Kitabın ilerleyen bölümlerinde tüm sapkın ilişkilerin odağında Leman’ı buluyoruz.

“…dinle böceğim, uzun bir seyahate çıkacağım, hareketimden evvel bazı şeyleri söylemek arzusundayım. Yokluğum fazla uzayabilir, zaman zaman, dediklerimi dinleyerek, saptarsın ki: Hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı: İki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmaya kalkıştığından, sukût-u hayaller eksik olmaz! Sen dediğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: Arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı!”

“Çift demek, yan yana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile zor! Onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yaşayacaksın, yani uzaktan. Uzaktaki soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. Yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşamak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir, yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: Sevdiğini, hayalinde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur. Sevmek! Sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak…”

İnsanların cinsel tercihleri, sadece kendilerini ilgilendirir. Ve iki kişi arasında yaşanan her zaman mahremiyettir. İster kadın-erkek, ister kadın-kadın, ister erkek-erkek yaşansın, bu insanların özelidir. Bu ilişkilerle ilgili detayları bilmek, mahremiyete sızmaktır. Kitabı okurken, Leman’ın yaşadığı eşcinsel ilişkilerin detayları, kabullendiğim bu yaşam tarzlarının çarpıklığını somutlaştırdı, beni o insanların hayatlarının içine itti. Ben ise orada olmak istemiyorum, sadece onların kişisel seçimlerine saygı duyuyorum. Eşcinsellik doğuştan sahip olunan bir yazgı olabilir, çocukların tam da cinselliğini keşfettiği, kabullendiği yıllarda ailesinin, yakın çevresinin yanlış yönlendirmesi sonucunda edinilmiş bir tercih olabilir. Ama bu o kişilerin seçimidir.

Kitaptaki karakterlerin çoğunun eşcinsel tercihlerinin olması, her insanın içinde bir nebze de olsa bu çarpık dürtülerin olduğunun göstergesi midir? Çevremizde, içinde bu eğilimleri taşıyan bu kadar çok insan var mıdır? Bu insanlar zaman zaman yaşadıklarından pişmanlık duyarlar mı? Tıpkı Leman gibi…


Peyman

20 Ekim 2010 Çarşamba

Attila İlhan Anısına...

Kanada'da olduğumuz son gece (evet, Gülda ile Kanada'ya gittik; yazılar başlayacak) otel lobisindeki koltukta bir çuval gibi oturduğum dakikalarda ne kadar yaşlandığımı kanaat getirmişken o an iki şey düşünüyordum:

1.Attila İlhan'ın Böyle Bir Sevmek adlı şiiri ,hani şöyle başlar...

ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir....


ve öleli ne kadar zaman olduğu



2.Yukarı kattaki Balo Salonundan gelen Alan Parsons Project'in Old and Wise adlı şarkısını duyduğumdaki şaşkınlık ve her zaman neden ağlamak istediğim...

Dönünce hem şiiri hatırlamak için kitapları karıştırdım hem de Attila İlhan'ın ne zaman öldüğüne baktım. 11 Ekim 2005 tarihinde an gelmiş ve bu dünyadan göçmüş sevgili Attila İlhan. Bunu hatırlayınca da blogda anmadan geçemedim.

an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila ölür


10 Mart 2010 Çarşamba

ALÇALMA -MEHMET ERTE

Dün gece Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi’nde Adnan Binyazar ve Mehmet Erte’nin konuk olduğu söyleşiye katıldık Gülda ile. Söyleşinin konusu yazmaya nasıl başladınız çerçevesinde gelişecekti ve Mehmet Erte adını ise –benim cahilliğim gene- ilk defa duyuyordum.



Mehmet Erte, 1978 yılında İzmir'de doğmuş ve yazar ve şair kimliği ile doğrudan ilgili olmayan bir alanda ,fizik alanında öğrenim görmüş.




İlk şiiri “Yıldırımları Beklemek” Varlık Dergisi’nde 1999 yılında yayımlanmış ve 2003 yılında ise Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’ne layık görülmüş. Suyu Bulandıran Şey adlı dosyası aynı yıl Varlık Yayınları tarafından kitap haline getirilmiş. Bakışın Kirlettiği Ayna adlı öykü kitabı ise 2008 yılında yayımlanmış.

Mehmet Erte’nin çok bilgili ve çok dolu olduğu belli oluyordu ancak kendisinin de ifade ettiği gibi bunları aktarmada biraz başarısız olduğu konusunda doğruluk payı vardı; konuşmak ona göre değil. Ama çok hoş ve doğru şeyler de söyledi; yazarın yazdığının bilinmesini istediğini daha doğrusu bir muhatabının olduğunu bilmesinin öneminden bahsetti. İlk zamanlarda bir şair/yazar nasıl konuşması gerekiyorsa, beylik sorulara nasıl cevap vermesi gerekiyorsa öyle konuşmaya çalıştığından dem vurdu. . İşe de ilk roman denemesi ile başladığını ama yazdıklarının bir işe yaramadığını, kendisini fazla sıkmış olmasından dolayı ilerlemediğini anlattı.



Öykü yazmanın zorluğundan bahsetti ve öykü yazabilmek için ise çok çalışmak gerektiğini şiir yazabilmek için çok uzun süre çalışılması gerektiğine kanaat getirdiğini söyledi. Adnan Binyazar'ın dediği gibi bu nedenle mi acaba "Çok şair var ama çok az şiir var"?

Dün akşam söyleşi bittikten sonra Mehmet Erte’nin kitaplarını almaya karar verdim, nicedir şiir namına bir şey okumadığım gerçeği ortaya çıktı ve yeni dönem şairlerle ile ise hiçbir bağ kurmamış olduğumu hatırladım/anladım.



Sadece 2010 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış olan ALÇALMA adlı şiir kitabını aldım (aslında sadece bu vardı) ve dün gece içinden rastgele sayfaları açtığımda -her şiir kitabını ve öykü kitabını böyle okurum- karşıma çıkan ve okuduğum iki şiiri sizlerle de paylaşmak istiyorum. Kitabın tamamını ise bitirdim ama sindirilmesi ve bir çırpıda okunmaması gerektiğine karar verdim. Aşağıdaki iki şiir ise çok hoşuma gitti.

SİMGELERLE BÖYLE BEN

Size şimdi güneyde bir tatilden dönmek yakışır

Hamburg’da bir toplantı, New York’a bir iş seyahati

Çağdaş Türk kadınını siz düzüyorsunuz

Hyatt’ta bir kahvenin, Ceylan’da bir yemeğin ardından

Karılarınız hiç bu kadar yüksekten görmedi İstanbul’u

Ama onlar da en az metresleriniz kadar mutlu

Uşaklarınız, yardakçılarınız umutlu olmak zorunda, siz değilsiniz

Umutsuzluk değil sizinkisi, can sıkıntısı

Pipetle kokteylinizi karıştırırken ansızın dalgınlaşabilirsiniz

Ama var mı öyle boş gözlerle bedavaya dalgınlaşmak

Karşınıza genç bir kız oturtalım, kolay değil, uğraşın biraz

Haydi kalkın, birlikte Mori’ye gidip suşi yiyin

Günbatımında boğaz, kız hemen ikna olmaz

Chrysler’in ön koltuğunda oturmak

Bir otel odasının buz gibi çarşaflarını ılıtmaz


Öyleyse evinize çağırın, davetinizdeki cesaret şaşırtsın

Karınız yazlıkta olsun, hizmetçiniz izinde

Kızın yüreği bir evin sıcaklığıyla ısınsın

Bakın, daha insanî oldu böylelikle

Ne kadar onurlu olduğunuzu ispat için

Düzün onu salondaki pufun üzerinde

Ve hizmetçinizin yatağında bulun sabahı

Elbette dini karıştırmıyorsunuz işinize

Kız dokunamaz karınızın eşyalarına, kahveyi siz yapın

İlk önce o çıksın evden

Aman, taksi parası vererek orospu yerine koymayın

Altın bir bileklikle alıştırın onu oyuna

Baktınız gururu inciniyor

Ahşap bir takı kutusu hediye edin

Saygı göstermiş olursunuz kızımızın ucuz oyuncaklarına.


İşte ben böyle simgelerle konuşuyorum diye dövdüler beni

Tuzlu suya yatırdılar, yeniden.. yeniden dövmek için

Kolumu bir hamle kırdılar, kalbimi üç günde!





Bu şiirin adını görünce nedense aklıma Atilla İlhan geldi; hani “boynuna o yeşil fuları sarma çocuk” dizesi olan…

FULAR VE RAY

Dün akşam eve dönerken fularımı metroda raylara bırakarak

onu yıllar önce bir yerde unuttuğumu varsaydım.

Dün akşam fotoğraflarımıza tekrar tekrar bakarak

hikâyemizi değiştirmeye çalıştım.


Senden beni boğmanı istemiştim:

O yaz gecesi.. saçım başım darmadağın, giysilerim parçalanmış,

senin yüzünde çizikler, alnında kan. O yaz gecesi eğer

beni boğsaydın, şüphesiz şimdi daha yakın olacaktım yüreğine.

Mesafelerle örülmedi bu duvar. Kapanıp açılınca perde

artık aynı geçmişe bakamazsın. Yaşadım ben

nice sahneyi açıp kapatarak. Her sahnede bir zar.

Nice son yaratarak sildim belleğinden

başladığımız yeri; başka başka noktalardan geçerek

yeniden çizdim her şeyi. Beni boğsaydın eğer o yaz gecesi,

sürekli değişen anlamları olmayacaktı anılarımızın.


Mehmet Erte ile tanıştığıma çok memnun oldum, şiir dünyamıza yeni bir soluk getirmişe benziyor. Şu köy edebiyatı bitsin hele, Türk Şiiri ne alemde konulu araştırma yapacağım. Haydi Hayırlısı!

Sevgiler
Billur

23 Şubat 2010 Salı

ACIBADEM'DEKİ KÖŞK-2010 UBOR METENGA BULUŞMALARI

Dün gece Gülda, Peyman ve benim katıldığımız Ubor Metenga Buluşmaları’nın ilki İKSV’nin yeni binasında Salon Etkinlikleri kapsamında yapıldı. Bu buluşmanın konusunu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Acıbadem’deki Köşk adlı hikayesinin yorumlanması ve bu hikaye üzerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazın sanatı konusundaki özelliklerinin dile getirilmesi oluşturacaktı.

Saatler 20.00’ı birkaç dakika geçmişti ki Yekta Kopan hikâyeye hikâyeye giriş yaptı:

“Acıbadem’deki köşkün hayatımın her safhasında açık bir tesiri vardır.”

Bu cümle ile geçmişe dönerek hikayeye başlayan ama adı verilmeyen anlatıcı bizi - bence ana karakterlerden biri olan- Acıbadem’deki Köşk ve onun söz konusu tesiri yaratmasının biricik nedeni olan annesinin dayısı Sani Bey (yaratan/yapan anlamında) ile tanıştırır. Sani Bey sayesinde anlatıcı etrafını gözlemlemeyi, karşılaştığı gariplikleri sorgulamayı ve sorular sormayı öğrenir. Çünkü Sani Bey ve Köşk birlikte tecessüm etmektedirler adeta zira Sani Bey hayatının felsefesi olan icat, ıslah ve tadil çerçevesinde şekillendirip yürüttüğü hayatını bu köşk üzerinde aksettirmektedir.



Ancak Sani Bey bu üç ana fikir üzerinden giderken yaptığı her icat, ıslah ve tadilat işlevsel olmadığı gibi içinde zıtlıkları da barındırmaktadır ve bunun izleri de ilk köşkün üzerinde görülmektedir:

“…..Meselâ bu köşkte, başka evlerde olduğu gibi merdivenlere tek bir kafes içinden çıkılmazdı. Annemin dayısı hırsız korkusundan her katın merdivenini evin ayrı bir cihetine yaptırmıştı. Böylece evin sokak kapısının yanından en üst kata, sağ taraftan ikinci kata çıkılır, sol taraftan zemin kata inilirdi. İkinci kattan üçüncü kata çıkmayı aklına getiren talihsiz, evvelâ alt kata inecek, oradan üst kata çıkacaktı. …….Buna mukabil üst üste odaların çoğu birbirine yük dolaplarında gizlenmiş dar merdivenlerle bağlıydı. Böylece üst kat sofasında yolunu şaşıran bir hırsız, sağ tarafta bulunan dayımın kayınvalidesinin odasının gizli merdiveninden büyük kolaylıkla dayımın her zaman yatağında ve başı duvara dönük yatan annesinin odasına inebilirdi….” Ya da

…...”Neden dayım sokaktan gelecek her şeyden bu kadar çekindiği halde etrafında sadece alçak duvarlar bulunan bahçe tarafını çok emin bir yer addeder ve mutfak kapısının gece gündüz ardına kadar açık bulunmasına göz yumardı? Nasıl olurdu da dayım bu kadar kilit ve sürgü meraklısı olduğu halde evdeki anahtarların hiçbiri kilitlerine uymazdı…”

Sani Bey’in bu garip merakının doruk noktası köşkte bir gusülhane yaratma çabası ile doruk noktasına varır. Gusülhane bittiği zaman ev halkının karşılaştığı manzara bir banyodan ziyade; ayağa dikilmiş küçük çapta bir dekovil lokomotifine benzeyen soba ve kazanıyla, duvarlarındaki bir yığın çark, büyük vida, musluk, boru ve helezonî borularla, duvar diplerindeki hiçbirimizin tanımadığı bir yığın âletlerle yıkanılacak bir yerden ziyade bir vapurun yeni tertip makine dairesine, bilmediğimiz maddelerle ısınan bir kalorifer teçhizatına, çok lezzetli ve zalim işkencelerin yapıldığı bir yere benzemektedir.



Hikayenin bir diğer önemli kahramanı ve Yekta Kopan’ın da en sevdiği karakter olduğunu ifade ettiği evin arabasını çeken atı Derviş’tir. Derviş sadece bir at değildir, neredeyse insan mertebesine kadar yükselmiştir. Ev halkı her işi onun yanında yapmaktadır. Ancak Sani Bey’in at arabasını yeniden icat etme yolculuğuna kurban verilerek evden geçici bir süre uzaklaştırılmak zorunda kalır.

Zira Sani Bey’in buluşlarına ve çalışmalarına her ne kadar destek verse bile eşi varılan sonuçların niteliğinden şüphe duymaktadır ve ihtiyatlı olunması gerektiği noktasından hareketle Derviş’i evin üst katında icat sonuçlanana kadar saklamıştır. Sani Bey’in uzun uzun uğraşarak at arabasını yeniden keşfetmesine ilişkin bu yolculuk sonunda tekrar basit ve temel işlevi sağlayan ata muhtaç olması belki de onun kafasının karışıklığı, sahip olduğu bilgileri harmanlayamaması ve eksik bilgi sahip olması ve eleştiriye açık olmaması onu yine eskiye/ilk hale muhtaç etmiştir.



Sani Bey’in icat, ıslah ve tadil yaparak geçirdiği hayatında yapılmış ve icat edilmiş herhangi bir nesneyi yeniden ancak farklı yollar deneyerek yeniden keşfetmesi asla onu yıldırmamakta sanki farklı yollardan giderek değişik tecrübeler edinmenin tadına varmaktadır. Ancak Sani Bey her zaman çıkış noktasını kaybetmekte ve amacından uzaklaşmaktadır.

İnatçı, icat, ıslah ve tadilat yaparken daha ziyade alaylı bir şekilde öğrendiği bilgileri ve tecrübeleri harmanlayıp bir kaos yaratmaya yönelik tarzı ile Sani Bey sonunda kendi felaketinin de hazırlayıcısı olur. Ancak yine de herkesin bu ölüm hakkında hisettiği şey üzüntüden daha çok Sani Bey’in inandığı ve bildiği yoldan gitmesi ve isteklerini yapmaya çalışmasının ona mutluluk verdiği ve huzur içinde ebedi yolculuğuna çıktığı yönündedir.

Derviş, Köşk, Anlatıcı ve Sani Bey odaklı bu hikâyeyi okurken gerçekten ilk satırdan itibaren gülmeye başlıyorsunuz ancak dün Ayfer Tunç, Yekta Kopan ve Murat Gülsoy tarafından dile getirildiği gibi okuyucuyu avucunun içine almış kıs kıs güldüren bir hikâyenin içinde kaybolurken birden acı bir gerçekle yüzleştiriliyor ve düşünmeye itiliyorsunuz. Bu noktada da metnin başarısını ve Tanpınar’ın ironi sanatını ne kadar yerinde kullandığına şahit oluyorsunuz.



Tanpınar’ın bu hikâyesi Kopan, Tunç ve Gülsoy tarafından yorumlanır ve düşünceler havada uçuşurken bir edebi metne nasıl bakılacağı, alt ve üst okumaların nasıl yapılabileceği konusunda da hem fikir sahibi oldum hem de yazın sanatında kullanılan terimleri/ifade biçimlerini hatırladım; simgeler, nesne ve hayvanların kişiselleştirilmesi gibi.

Bu noktada Tanpınar’ın aslında bu hikâye ile Doğu-Batı ikilemini dile getirdiği, bilgi sahibi olmadan, araştırmadan ve eleştiri yapmadan yeni şeyleri/düşünceleri Doğu kimliğimizle adapte etmeye çalışışımızın traji-komik sonuçlarını ve Batılılaşma sorununda hep bu yarım ve güdük kalmışlığımızın yansımalarını vurguladığı ifade edildi.



Ayrıca genel olarak Batılılaşma sorunu ekseninde yazılan tüm eserlerde (Araba Sevdası, Kiralık Konak) gündelik hayatta görülen izlerin neler olduğundan bahsedildiği, değişen, dağılan konak hayatları gibi konulara değinilse de bu hikaye ile ilk defa bilim çerçevesinde konunun ele alındığı Tunç’un yorumlarından biriydi.

Ayfer Tunç Köşkün Osmanlı değerlerini temsil eden bir niteliği olduğu noktasından hareketle Tanpınar’ın Sani Bey’in icatlarının doruk noktası olarak gusülhaneyi seçmesinin aslında doğu ve batı kültürü arasındaki farklılığı en iyi vurgulayan iki unsurun ; hamam/banyo seçilmesinin de manidar olduğunu vurguladı.



Ayfer Tunç yaptığı bir zihin sıçraması ile evde saklanan Derviş’e geldi ve Tanpınar’ın Adalet Cimcoz’a yazmış olduğu mektuplardan birinde yurtdışındaki odasında bulunan dolabın büyüklüğünü anlatmak için içinde at saklanacak kadar büyük bir dolap ifadesinin kendisine bir edebiyatçının bir eseri yazarken hayatının dehlizlerinde ne kadar geriye gidebilir sorusunu sormasına neden olduğunu söyledi.



Ayfer Tunç için bu hikâyenin aslında büyük önemi var; zira kendisi Bir Deliler Evi adlı kitabını bu öyküden esinlenerek yazmış. Etkinlikte vurgulanan bir diğer nokta da bu hikâyenin Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ‘nün nüvesi olduğu idi.



SONRA…

Sonra 6. Kata çıktık, güzel manzara eşliğinde yemek yemeğe. Etkinliğin çok hoş, hiç sıkmadan ilerlediğinden, zaman zaman komik zaman zaman düşüncelerin ve yorumların havada uçuştuğu ve küçük sataşmaların yer aldığı eğlenceye varan tatta olduğundan bahsettik.



Bu alt okuma/üst okuma, metaforların tespiti ve benzeri edebi konular, bunlar hakkındaki bilgi eksikliklerimiz, daha okunacak ne kadar çok kitap olduğu, okuyamadığımız, okuduklarımızı zaman zaman unutuşumuz, Ayfer Tunç, Yekta Kopan ve Murat Gülsoy’un tüm bunları nasıl olup da bildiği ve tüm bu sıkıntı, eziklik ve kıskançlık durumlarımıza bazı geçerli mazeretler bulmamız (bu üçlünün bu bilgisi nereden geliyor; işleri edebiyat gibi ) sohbetimizde arka arkaya gelen konular oldu.

Eve döndüğüm zaman ise kütüphaneme girip Tanpınar'ın tüm eserleri olup olmadığını kontrol ettim ve hikayelerinin tamamı ile mektuplarını okumaya karar verdim. Kitapları okşadım ve dün geceki edebiyat sohbetinin tadının damağımda kaldığını hissettim. Elime Mahur Beste'yi aldım ve Neşati'nin gazelinin ilk iki beyitini ezberledim:

Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile
İstemem sensiz geçen sohbet-i yâranı bile



Ardından ne zaman elime Mahur Beste kitabını alsam aklıma Atilla İlhan gelir. Bu nedenle de hemen Mahur Beste şiirini okudum. Burada da paylaşayım istedim.

MAHUR BESTE

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara

Sevgiler
Billur

4 Kasım 2009 Çarşamba

İKİ YEŞİL SUSAMURU - BUKET UZUNER



Kitap: İki Yeşil Susamuru
Yazar: Buket Uzuner
Tarih: 02.11.2009
Yer: 11 Tünel
Sunucu: Yonca
Katılımcılar: Ayşe, Ayşen, Aycan, Aysun, Bilgen, Belkis, Billur, Gülda, Gülden, Peyman





'' Hayallerimiz en saklı yüzümüze tutulan aynadır bence. ''





BUKET UZUNER


3 Ekim 1955 tarihinde Ankara’da doğmuş. Kendisinden gezgin yazar olarak bahseden Buket Uzuner’in gezginlik yaşamı Hacettepe Üniversitesi'nde Biyoloji Bölümde okurken çıktığı yolculuklarla başlamış. İnterrail bileti alıp tren ile Avrupa’yı dolaşmış. Biyolog olarak gittiği (Norveç) Bergen Üniversitesi'nde mikrobiyel, ekoloji ve sosyoloji, (ABD)Michigan Üniversitesi'nde toplum sağlığı konularında yüksek lisansını tamamlamış. (Finlandiya)Tampere Teknik Üniversitesi, Su Teknolojisi Bölümü'nde ve O.D.T.Ü. Çevre Mühendisliği Bölümü'nde araştırmacı görevlisi olarak çalışmış.





Çocukluğunda astronot ya da denizaltı kaptanı olmanın hayalleri kuran Buket Uzuner, akademisyen olduktan sonra da gezgin ruhunun peşinden sırt çantası ile ülke ülke dolaşmış. Bu gezilerde sürekli notlar alıyormuş ve yazamadan yaşayamayacağını, yazmanınsa onun için; astronot ya da denizaltı kaptanı olmak gibi olduğunu fark etmiş.

Akademisyenliği bırakıp tam zamanlı gezgin ve yazar olabilmek için ise birçok başka işte çalışmak zorunda kalmış. Çeviri de yapmış, kafe’de garsonluk da, sinema, reklâm ve turizm alanlarında da çalışmış. Üç kıtanın (Avrupa, Amerika, Afrika) genel olarak kuzeyine yaptığı tren yolculuklar ile türlü kültürler ve insanlarla tanışmış. Tüm bunlar öykülerine ve romanlarına, ayrıca gezi yazılarına da konu olmuş ve olmaya devam ediyor.

Hikâye ve yazıları 1977'den itibaren; Varlık, Dönemeç, Türk Dili, Oluşum, Sanat Olayı, Cönk, Gösteri, Gergedan, Argos, Yaşasın Edebiyat gibi edebiyat ve kültür dergilerinde yayımlanmış.

Benim Adım Mayıs 1986 yılında yayınlanan ilk hikâye kitabı. Orhan Veli’nin şiirleri ile bezeli bu kitap ile insan psikolojisi, yalnızlık, bağımlılık, sevgi gibi kavramlara yer veren kısa ama vurucu öykülerden oluşur.

Buket Uzuner, öykü anlatmayı seven bir yazar. Onun nerede ise tüm söyleşilerinde öykü’ye olan tutkusunu görmek mümkün. 1988’de yayınlanan hikâye kitabı Ayın En Çıplak Günü’nde en yakınlarımıza bile gösteremediğimiz savunmasız, iddiasız, direnmesiz, gösterişsiz ve kimseyi içine almadığımız günleri/anları yazdı.

1989 yılında Güneş Yiyen Çingene adlı hikâye kitabını, aynı yıl yazdığı Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları adlı gezi kitabı takip etti. Bu anı kitabı ile Norveç, İsveç, Finlandiya, Amerika, Cezayir, Danimarka ve Rusya’da yaptığı uzun tren yolculuklarını anlatırken bir yandan da hem kendisinin hem de karşılaştığı kişilerin ne kadar önyargılı olabileceklerini de ifade etti.





1991 yılında yazdığı İki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve 1993 yılında yazdığı Balık İzlerinin Sesi adlı çok ses getiren romanlarına rağmen öyküden vazgeçmeyerek 1993’te yayınlanan Karayel Hüznü adlı hikâye kitabını Şair Metin Altıok anısına yazılmış bir şiir ve öykülerden oluştu. Şiire ve şairlere duyduğu sevgiyle 1994’te Şairler Şehri’yle kendi başına düş kuran öyküleri birbiri ile bağladı.



1997 yılında yazdığı Kumral Ada Mavi Tuna adlı romanı, ustası Atilla İlhan’a ithaf etti. Kitabı okuyanlar içinse uzun süre etkisinden kurtulamayacakları ve iç hesaplaşmalara devam ettirecek izler bıraktı. Bu izleri o yıl sonrasında doğan çocuklarda da görmek mümkün. Birçok çocuğun adının Ada ve Tuna olmasında bu kitabın etkisi yadsınamaz.

1998 yılında Şehir Romantiğinin Günlüğü 2000 yılında ise New York Seyir Defteri ile gezi yazılarına devam etti. 2001 yılında yazdığı Uzun Beyaz Bulut- Gelibolu romanını 2002 yılında Gümüş Yaz, Gümüş Kız izledi. Bu biyografi ile edebiyatta gümüş yılını da kutlamış oldu.

2003 yılında Şiirin Kızkardeşi Öykü ile öykülerinin ne kadar güzel bir tadı olduğunu tekrar hatırlattı. 2004 yılında yazdığı deneme kitabı Selin ve Cem ’le Yolculuklar da ise gençlere tavsiye niteliğinde idi.

Atatürk Havaalanında bulunmak zorunda kalan 15 kişinin yaşamından alınan kesit ile İstanbul’u anlatan romanı İstanbullular 2007 yılında yayınlandı.
2009 yılında yayınladığı Yolda, farklı şehirlerde geçen gerçek/kurgu hikâyelerden oluşmaktadır.

Edebiyatın okulu olmadığını ve yazmak eylemi için Usta Çırak ilişkinin çok önemli olduğunu vurgulayan Buket Uzuner tüm ustalarına kitaplarından selam yollamaya devam eder. Onun ustaları arasında Attila İlhan, Tomris Uyar, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu da vardır. Dolayısı ile geçen aylarda Elif Şafak ve Adalet Ağaoğlu arasında yaşanan tartışmada, son derece samimi ve akılcı bir yaklaşımda bulunarak Adalet Ağaoğlu’nun daha iyi dinlenmesi ve neden böyle dediğinin de araştırılması gerektiğini söylemiş ve genç yazarlara/çıraklara öğüt vermiştir.



Şanslı olan çırakların ustaları ile tanışabileceğini, bu şansı olmayanın ise, ustalarının kitaplarını dikkatle okuması gerektiğini ifade eder. Bir okurun da mutlaka hamal okur olmaktan kurtulup, çok satanlara, popüler olana aldırmaksızın iyi koku alarak ve büyük bir titizlikle okunacak kitapları seçmesini önerir.

Bunu dışında migreni olduğu, kitaplarını evine yakın kafelerde yazdığını, kedileri sevdiğini, bir çocuğu olduğunu “Yolda”nın devamını yazmayı planladığını, “çokyalnızım.com” adlı bir novella-kısa roman ve Uyumsuz Bayan Defne Türker’in Büyük Kaçış’ı adlı bir başka roman üzerinde çalıştığını biliyoruz.

Okurdan ve hayattan kopuk bir yaşam sürmediği içinde onu Moda’da, Santana konserinde, ya da bir söyleşide görmek her zaman çok keyif verici oluyor.

Romanları yedi dile çevrilen Buket Uzuner 1996 yılında (ABD) Iowa Üniversitesi'nin (IWP) onur üyesi olmuş, 2004 yılında da ODTÜ senatosu tarafında takdir belgesiyle onurlandırılmıştır. Balık İzlerinin Sesi adlı romanı ile 1993 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü ve Kumral Ada Mavi Tuna adlı romanı ile de 1998 yılında İ.Ü.İletişim Fakültesi Ödülü almıştır.

İki Yeşil Susamuru




Kitabın yazarını, isminin Nilsu Baran olduğunu söyleyen, otuzlu yaşlarda, alımlı bir genç kadın ziyaret eder. Elinde kendi hayat hikâyesi olduğunu söylediği bir dosya vardır. Genç kadın, yazardan hikâyesinin bir romana dönüştürmesini istemektedir.

Yazar, bazı çevre/mekân ve insan adlarını değiştirerek hikâyeyi bir romana dönüştürür.

Nilsu Baran on dört yaşında iken, annesi bir ressama âşık olduğu için evi terk eder. Nilsu da hayatındaki en büyük acı olan ve tüm hayatı boyunca izlerini, etkilerini yaşayacağı bu terk edilme ile tanışır. Bu terk edişin ardından annesi ve babası boşanır ve her birinin hayatlarına yeni kişiler girer.

Nilsu’nun doktor olan babası eşinin kendisini terk etmesinin acısını atlattıktan ve kabuğundan sıyrıldıktan sonra Selen adında genç, bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadın ile tanışır. Nilsu’nun hayatına giren Selen önceleri onun için çok büyük bir tehdit iken, daha sonra kendisini bulmasına yardım eden çok önemli bir karaktere ve arkadaşa dönüşür.

Nilsu annesinin evi terk etmesini bir tür intihar olarak görmek istemektedir. Anneannesi ile beraber yaşarken, hayatına kendisinden yaşça epey büyük Mike gider. Okuduğu lisede Amerikan Edebiyatı öğretmenliği yapan Mike intiharın gizemine hayrandır. Çünkü annesinin ölümünün ardından babası intihar etmiştir. Mike, Nilsu için önceleri bir öğretmen, sonrasında sevgili ve ardından da yaşamı boyunca onu derinden etkileyen bir arkadaşa dönüşür.

Nilsu’nun annesi, kızını ve hatta çok sevdiği oğlu Cem’i yok sayarak İşadamı Fikret ile evlenir. Kızı ve oğlunu bu derece ihmal etmesi her iki çocukta da derin izler bırakır.

Teoman’ın da annesi intihar etmiştir. İki kere evlenmiş ve iki çocuğu olmuştur. Nilsu ile tanışana kadar hayatında hep bir eksiklik olduğuna inanmaktadır. Bu iki yitik ruh Yeşiller Partisinin bir toplantısı esnasında tanışır ve birbirlerine âşık olur.

Roman anneler, babalar, sevgililer ve diğerleri ekseninde, boşanmış ailelerin parçalanmış çocukları, intihar, terk edilme, aşk temalarını işleyerek bir kadının sancılı olgunlaşma sürecini anlatır.

Yazarın elindeki dosya bittiğinde ise bir son yoktur. Bunun üzerine yazar, okurlarına nasıl bir son istediğini sorar, ancak titiz bir çalışma yapmak için de, dosyada adı geçen kişilerle irtibat kurmaya çalışır. Sadece kendisi de önemli ve saygın bir yazar olan Neyyire Gömüç’e ulaşabilir. Neyyire Gömüç’ün anlattıkları ise, dosyada yazılı olanla hem çok büyük bir benzerlik taşımaktadır, hem de hiçbir ilgisi yoktur.



Anneleri, Babaları (Çocuklar)

Nilgül Baran ve Eşi (Nilsu ve Cem)

Cahide Ertan ve Hilmi Ertan (Teoman ve Nergis)

Anneanne (Nilgül Hanım)

Alica ve onu tutku ile seven eşi (Michael McClure)

Anne ve Baba (Selen)

Zeynep ve Teoman (Deniz)

Ülker ve Teoman (Alican)



Sevgilileri

Nilsu: Mike, Murat, Sadun Gülbek, Hakan, Teoman

Teoman: Zeynep, Ulla, Sevinç, Ülker, Nilsu

Selen: Nilsu’nun babası, Steven

Nilsu’nun babası: Nilgül, Selen, Bankacı Şule Hanım

Nilgül Baran: Nilsu’nun babası, Ressam ve işadamı Fikret

Nergis: Işık, Hakan

Neyyire Gömüç: Enver Ziya


Diğerleri

Elvis: Nilsu’nun kedisi, evi terk etmişti.

Nane: Neyyire Gömüç’ün kedisi

Viking: Teoman ile Nilsu’nun kedisi

Ernesto: Selen’in Amerika’da sahip olduğu kedi.



Kahramanlar:

Teoman: Türklerin asla örgütlenemez bir ırk olduğuna kesin gözle bakmasına rağmen, enerjisini, vaktini ve heyecanlarını yeni bir oluşum kurmak için harcayan, başından iki evlilik geçmiş, iki çocuk sahibi, hep terk edilen, beraber olduğu kadınların içindeki gizliyi çıkartan, daima naif, filantrop (insan sever), yaratıcı kocaman bir çocuk.

Daha iyisini kurabilmek için, yeni bitirdiğini yıkma cesaretini gösterebilecek kadar karşı durabilecek, herkes için tek tek, bambaşka yollar olduğuna inanan biri. Ütopyacı, yeşil bir susamuru.

Cahide Hanım: Teoman’ın annesi. Kitaplara düşkün, dışarıdan bakılınca düzenli, düzgün ve hoş bir kadın gibi görünen ancak tatlı dilli, yumuşacık ve sonsuz izlenimi veren hoşgörüsüyle ustaca gizlediği ‘dediği dedik’ düzenini mutlaka kurup sürdüren “saklı inatçılardan” biri.

Oğluna çok düşkün, yaşıtlarından oldukça farklı bir kadın. “Bu farklılığı ancak anlayacağına inandığı, değecek insanlara gösteren, kaliteli ve gerçek müşterileri için açan zengin bir ruh dükkânının titiz sahibesiydi. (sy.47)” Teoman’a sorumluluklarını bilip, görevlerini alsa unutmamasını öğütleyen bir Apaçi’ydi. Aynı zamanda; “Sahip olunan şeyin değeri yiter (sy.63)” diyerek yarattığı çelişki ile yaşamını etkileyendi.

Hilmi Bey: Teoman’ın babası. Güzel, kültürlü sadık karısı, sağlıklı iki çocuğu ve dürüst, düzenli, usul usul ilerleyen kariyer üçgeni içinde yaşayan, her şeyin yolunda olduğundan emin, erkenden yatan, bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden iyi bir insandı.

Nergis: Teoman’ın hayranlıkla karışık bir aşkla bağlı olduğu ablası. Akıllı, güçlü, zarif, annesi tarafından yeterince sevilmemiş olması sebebi ile sesinde hep bir tutam sitem, bir çimdik hüzün barındıran, yaşı ilerledikçe de iyice annesini andıran Modigliani resimlerindeki kadınlara benzeyen biraz kırgın ama güçlü bir kadın.

Zeynep: Teoman’ın ilk eşi, kızı Deniz’in annesi. İlk tanıştıklarında uysal, canlı biri iken, kızları Deniz’in doğumundan beş ay sonra evi terk edip, eylemci çalışmalara başlayan, hapis yatan ve hapis sonrası başarısızlığa uğrayan devrim düşlerinin tek sorumlusu olarak gördüğü Teoman’ı hayatından tamamen çıkartan, otoriter, baskıcı bir kadın.

Ulla: Teoman’ın eski sevgililerinden biri. Yaşamı bir bütün olarak algılayıp ve öylece seven bir kadın. Mücadele etmeyi sevmeyen, ama öğrenmeye de doyamayan…

Ülker: Teoman’ın ikinci eşi, oğlu Alican’ın annesi. Teoman ile ilk tanıştıklarında cevval ve kıvrak bir kadın iken, evlilik ve çocuk sahibi olduktan sonra hızla ışığı azalan, solan ve kendini sevmekten vazgeçen biri.

Deniz: Teoman’ın kızı. Nilsu’nun aksine babasının sevgililerini bir rakip, düşman olarak görmeyip, onlarla uzlaşmacı bir ilişki kurmaya çalışan, akıllı, olgun bir genç.

Nilsu: Terk edilmeye dayanamadığı için terk eden, yaralı, babasına düşkün, her erkekte babasını arayan, yaşamı sorgulayan bir kadın.

Nilgül: Nilsu Baran’ın annesi. Uzun içki kadehlerinin kristalinde parlayan ‘gözde salon kadın’ olma arzusu ile evini, çocuklarını bırakabilen, bencil, ancak bir erkek ile varolabilen bir kadın.

Nilsu’nun babası: İyi baba ve koca olduğu için bunların kendi doğası olan iyi bir sevgili rolünde başarısız olan, tıp doktoru. Beynindeki kanallar, bilimsel konulara ayrılmış, sosyal, psikolojik konular, hele güncel olayların analitik yorumu diye bir şey gelişmemiş, güdük kalmış bir birey.

Selen: Nilsu’nun babasının sevgilisi, ilerleyen zamanlarda Nilsu’nun en iyi arkadaşı, sırdaşı. Giysileri, konuşması, gülüşü, bakışı, elleri, ayakkabıları, oturuşu, kalkışı, sesi, esprileri, kokusu, tarzı ile çok farklı bir kadın. “Sanattan günlük yaşamına uygun bir elbise dikebilmiş, bu elbiseyi potsuz ve kesim hatasız bedenine oturtabilmiş, şık giyinen bir insandı. (sy.77)”

Yakından tanındığında ise; son derece iddialı, alıngan, içe dönük, karamsar bir kişiliğe de sahipti. Bu ikilem onu daha da özel kılıyordu. Ama Selen tıpkı dişimin arasına sıkışmış bir et parçası gibiydi. Çıkmıyordu, görünmüyordu ve rahatsız ediyordu. (sy.84)” Selen aynı zamanda yaşamı seçebilecek kadar şanslı ve güçlü biri.

Kendisini her kitabına yerleştirdiğini düşündüğüm Buket Uzuner’in bu kitaptaki karşılığının Selen olduğunu düşünüyorum.

Michael McClure: Nilsu’ya iyi bir yazarın ve iyi bir kitabın kokusunu almayı öğreten, ilk sevgilisi. Kendi köklerini arayan, intiharın gizemine hayran bir Amerikan Edebiyatı öğretmeni. Nilsu’ya göre, Selen’in erkeği, babamın da Amerikalı’sıydı! “Selen’e âşık olmadığım, babamla da sevişemediğim için Mike’a yönelecektim. (sy.105)”

Nilsu ve Cem’in Anneannesi: Ketum, gururlu, inatçı olmasına rağmen güvenilir ve dayanıklı bir Girit kadını. Kitabın ilerleyen sayfalarında hayatında gizli kalmaya özen göstermiş olduğu bir aşk acısı yaşadığı ve bunun benzerini kızının da yaşamaması için elinden geleni yapmasına rağmen kızına engel olamayan, ölüm sebebine ‘beyin kanaması’ yazılmasına rağmen yürek kanamasından öldüğünü düşünülen kitabın en yaşlı karakteri. “Çünkü insan mutsuzluktan ölebilir.(sy.137)”

Cem: Nilsu’nun erkek kardeşi. Asla numaraya yapmayacak kadar düz, dürüst ve direkt bir çocuk ve sonrasında da öyle bir yetişkin. Kurallara, aile değerlerine saygılı, mesafeli.

Hakan: Ünlü bir amiralin ortanca oğlu, Nilsu’yu çok güldürebilen eski sevgililerinden biri iken, ayrılmalarından yıllar sonra Nergis’in sevgilisi ve Nilsu’nun konkur ortağı olarak tekrar hayatların giren neşeli, canlı, doğru düzgün biri.

Neyyire Gömüç: Kitaptaki en şaşırtıcı karakter. Teoman’ın annesinin liseden en yakın arkadaşı, şimdinin ünlü bir öykücüsü. Tren’e bindi mi, Enver Ziya ile evlendi mi? Kitabın sonunu tamamen alt üst eden, Teoman’ın annesi hakkında en fazla bilgiye sahip olmasına rağmen bir türlü bunları Teoman ile paylaşmayan, yaptığı Buhara Pilavı ile ünlü, papatya ve Jan Garbarek seven romancı.

Işık: Nergis’in ilk eşi. Çok yakışıklı, bütün kızların hayranlık, erkeklerin de biraz kıskançlık duyduğu biri iken ‘profesyonel devrimci’ olmak için, okulu, eşini bırakmak zorunda kalan ve kaybolan biri.

Mike’ın anne ve babası: Alica özgürlüğüne düşkün, göçebe ruhlu bir kadın iken, babası ise Alica’ya bağımlıdır.

Mike’ın da annesi Mike’ı ve babasını Mike üç yaşında iken terk etmiş. Mike’ın babası ise ömrünün sonuna kadar, hiç usanmadan eşinin peşinde sürüklenmiş. Annesi bir kaza sonucu öldüğünde ise, babası da hiç tereddüt etmeden kendisini öldürmüş.

Selen’in anne ve babası: Farklı boyutlarda yaşayan, sürekli konferanslara, yolculuklara, toplantılara, açılışlara katılan ancak çok durağan bir yaşam süren kişiler.

İş Adamı Fikret: Nilsu’nun annesinin ikinci eşi. Nilsu ve Cem ile tanışmaları oldukça münasebetsiz bir şekilde başlamış ve ne kadar denerse denesin çocuklarla bir iletişim kuramamış, Nilgül Hanım’ın isteklerini karşılayabilecek zenginlikte ve olgunlukta biri.

Şule Hanım: Nilsu’nun babasının evlendiği Bankacı hanım.


İki Yeşil Su Samuru’nun İçinde Atıf Yapılan Düşünürler, Sanatçılar, Romanlar ve Roman Kahramanları:

Bu kitabı ilk okuduğumda içinde bulunan düşünce, felsefe, yazar ve kitap çeşitliliği beni çok etkilemişti. Buket Uzuner sadece bir roman yazmamış, bir okura; bir öğretmen tavrı ile ne okumasını, neyi araştırması gerektiğini de bir paket içinde sunmuş. Diğer kitaplarında da sıkça kullandığı bu yöntem, kitaplarını aynı zamanda birer kaynakça haline de getiriyor.

Birinci bölüm “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte” cümlesi ile Nilgün Marmara ile açılıyor.

Teoman kendisini bir anarşist olarak nitelediği ve gelişimini şekillendiren; Godwin (Otorite Doğaya Aykırıdır), Proudhon (Mülkiyet Nedir?), Bakunin, Pissaro, Stéphane Mallarmé, Oscar Wilde, Max Stirner, Leo Tolstoy, M.Gandhi, Aldous Huxley (Cesur Yeni Dünya)
Taozim’e ilgi duymaya başlaması ile; Lao- Tse (Yüce Aklın Erdemi), Foucault, Hermann Hesse’nin bu sefer Siddhartha’sı, Schumacher

Hümanist ve inançlı ruhunu benzettiği Hermann Hesse'nin Bozkır Kurdu romanı ve vahşi ruhlu Harry Haller’i

Yine hayal gücünün zenginliği, olanı değiştirme, rahatsız olma/etme, şablonlardan nefret etme ve yeniden yaratma isteği ile; belki de edebiyat tarihimizin en sıra dışı eserlerinden biri olan Emre Kongar’ın Hoca Efendi’nin Sandukası, yeni sonlar yazdığı Shakespeare’ler ile tekrar hatırlatılan Kral Lear, Cordelia, Gustave Flaubert’in sonu değiştirilen Madame Bovary’si (Emma ve Charles Bovary)

Ütopya ve Red konusunda annesi ile birbirlerini beslediklerinde;

Mozart, Puşkin, Gauguin ve Sait Faik, Orhan Kemal, Orhan Veli’nin aylaklıkları, sevdalı düşleri…
Annesine düşkünlüğü söz konusu olduğunda; Freud, Marilyn French.

Annesinin intiharının ardından onu daha iyi tanıyabilmek, nedenini anlayabilmek için günler boyunca okuduğu; Cesare Pavese, Stefan Zweig, tuhaf bir intihar ile dünyadan ayrılan Albert Camus (tabiî ki Yabancı), Rainer Maria Rilke, “İntihar etmeyi planlayanlara, matematikle uğraşmalarını, matematikle kurtulacaklarını öneren” Francis Bacon, “Yazamazsam, tek yol intihardır,” diyen André Gide, “İyi bir eylem, güzel bir hareketten sonra kendini öldürebilirsin,” yorumunda bulunan Jean-Jacques Rousseau, Genç Werther’in Acıları ile Goethe

Ulla ile tanışması ile; Dalay Lama, Carlos Casteneda,

Nilsu’nun genç kızlık döneminde daha güçlü bir kadın olmasına yardım eden Selen ve Mike ve diğerlerinin de yardımı ile keşfettiği;

Brecht (İyi Bir Adam)

Oğuz Atay’ın ödül almış olmasına rağmen, aydınları ve aydın sorumluluğunu gırgıra alması sebebi ile görmezden gelinen bir başucu kitabı olan; Tutunamayanlar

Selen’in evi (özellikle hepimizin o dönemde olmasına can attığımız evi), eve ilk gittiğimizde eşlik eden, Bob Dylan, Simon and Garfunkel, Joan Baez

Güvenli, biraz saldırgan, muzır, yaramaz, ele-avuca sığmaz, yaratıcı ve farklı Sevgi Soysal ve tabiî ki Yenişehir’de Bir Öğle Vakti

İlk aşkı Mike ile; Hemingway, Faulkner, Williams, O’Henri, Steinbeck ve tabii ki Jack London

Mike ve intihar ilişkisini anlamaya çalışırken Virginia Woolf ve tabii ki onun The Waves’i

Nilsu’nun aşk hayatı karmaşıklaştığında; Electra’nın, erkek kardeşi Orestes’e, anneleri Clytemnestra’yı öldürmekte yardım ettiğini yazan Sophokles, Shakespeare’den bu sefer Hamlet,
Selen ve Mike tanıştıklarında; Nietzsche, John Baylercorn,

Selen Amerika’ya yerleştiğinde özlediği kitapları istediğinde; Pınar Kür, Tomris Uyar, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Metin Eloğlu

Selen’in Amerika’dan tavsiyesi ile Joyce Carol Oates

Mike’ın babasının günlüklerini bulup okuyup kendisi de bir roman yazma kararı verdiğinde Hemingway’in Güneş de Doğar’ı

Selen’in Nilsu’nun babasına olan derin hislerini anlatan; Kavafis’in Kent şiiri

Mike’ın Nilsu’nun yaşam, dirim olduğunu anlatmasına ve beraberce intihar edebilecek bir çift olamayacaklarını anlatmak için Zweig ailesi. (Stefan Zweig Nazizm’in yükselmesi ve Avrupa’nın içine düştüğü durum ve yaşamdaki düş kırıklıkları sebebi ile 22.02.1942 tarihinde karısı Lotte ile beraber intihar etmiştir.)

İkinci bölüm’ün açılış cümlesi olan “Beş yüz yıldan beri, ülkenin hiçbir yanında kimsenin sevinçten ölmediği ileri sürülür” ile G.C.Lichtenberg

Teoman ve Nilsu’nun beraberlikleri ile Saki, Saki’nin Laura ve Amanda’sına rakip olarak Tennessee Williams’ın The Glass Menagerie’si. Teoman’ın Nilsu’nun evine taşınması ile Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreyya, Atilla İlhan, Can Yücel

Kadın erkek ilişkileri tartışırlarken Sartre, konu AŞK’tan ve şehirlerden açılınca Nedim Gürsel, Teoman’ın yaşamaya olan tutkusunu açıklarken Nazım Hikmet ve Yaşamak Şakaya Gelmez’i, kedilere olan düşkünlük söz konusu olduğunda Metin Altıok, başka bir sayfada Milan Kundera

Ressam olarak Modigliani, Erol Akyavaş, Hayati Misman ile Buket Uzuner okura yepyeni pencereler açıyor. 1900 filmi de hem oyuncuları hem de konusu ile romana eşlik ediyor.



Romandan

İntihar:

Yaşamın yolu gibi, ölmenin yolunu da kendimiz seçmeliyiz. O halde intihar edebilenler, yaşamın yolunu seçebilen, tercihini yapabilen insanlar mıdır?

Neden yaşam sofrasından, karnı doymuş bir konuk gibi kalkıp gitmiyorsunuz? Açgözlülük edip, sonuna kadar yaşamakta direnmek, utanmazlık mı yani? (Neyin sonuna dek?) (sy.50)

İntihar, ölümü seçebilmektir Teo! (sy.51)

“Felsefenin tek ciddi ve gerçek sorunu vardır: İntihar! Yaşamın yaşanmaya değer olmadığı felsefenin temel sorunudur.” Camus’ün Sisyphos Söylencesi’nden alıntı yapıp, “Yabancı’nın içine eklemişti bu satırları annesi. “Genç Werther’in Acıları’nın içinden de, “Felsefe yapmak, ölmesini öğrenmektir” yazılı bir not çıktı. (sy.52)

“Sorumluluklarım bitti: Ölümü seçebilmekte geç kalmak istemedim. (sy.53)

Boşanma:

Ailesiz büyüyen çocukların mutlaka eksik bir duygusal yanları olduğunu çok iyi biliyorum. Bu en ‘mükemmel’ romanda bile, ciddi bir gramer hatası gibi, iz bırakıyor belleklerde…(sy.21)

Ama annesi-babası ayrılan çocuklar için, o sıralar bilmediğim başka tehlikeler de vardı: Güven ve belirlilik kavramlarının güdük kalması! Yaşam boyu insanlara güvenememek, aşka inanmamak ve belirsizlik içinde kaygan bir zeminde tutunmaya çabalamak!... (sy.23)

Tüm umutsuzluğuma karşın içimde gizlice taşıdığım, aklıma geldikçe utandığım saklı bir beklentiyi, aslında annesiyle babası boşanmış bütün çocukların her yaşta ve her konumda içlerinde taşıdıklarını çok sonraları öğrendim. Bütün çocuklar için birbirine en yakışan çift anne ve babalarıdır! Çünkü ‘anne’ ve ‘baba’ kelimeleri tıpkı lego parçaları gibi birbirine sımsıkı oturur, uyuşur ve kenetlenir. (sy.40)

Çünkü anneler, babalarına âşık kız çocuklarının en büyük rakipleri de olsalar, sonuçta tehlikesizdirler. Ama ‘birisi’ bilinmeyendir ve çok tehlikelidir!

Bildiğim tek şey, anne-babaları ayrılmış bütün çocukların en büyük fantezilerinin, ayrılma koşulların ne denli rasyonalize etseler de, ebeveynin yeniden birleşmeleri olduğudur. Tam bir içgüdüsel fantezidir bu! Yaşam boyu, gizlice sürer. (sy.108)


Evlilik Neye Dönüsüyor?

Birinin uzun içki kadehlerinde parlayan ‘gözde salon kadını’ olma arzularının solarak, hırçın ve ilgisiz bir ete dönüşmesi… Öbürünün kendi içinde yaşadığı yaratıcı coşkusunun öksüz kalıp, yapayalnız kenara itilmesi… (sy.22)


Kadın Erkek İlişkileri ve Aşk ve Yaşam ve Anneler, Babalar, Sevgililer

Çok gençken herkesi, her şeyi, hatta dünyayı değiştirebileceğimizi sanırız. Nasılsa hiç yaşlanmayacak, hiç ölmeyecek ve sonsuza ulaşacağızdır. Oysa duvarda tek bir tuğla olduğumuzu ve ancak ‘iyi bir tuğla’ olmayı başarmakla yükümlü olduğumuzu görürüz bir gün. (sy.39)

Hayallerimiz, en saklı yüzümüze tutulan aynadır bence. (sy.67)

“Gece çöktüğünde annem küçük kâseler içinde ayıklanmış nar getirirdi önümüze. Radyoda dinlediğimiz programlara, okuduğumuz kitaplara ve oynadığımız oyunlara belli etmeden göz ve kulak misafiri olurdu. Bu, belli etmeyişindeki incecik ilgi, sıcacık şefkat beni mutluluktan deli ederdi. Hem bağımsız olmak, hem de kollandığını bilmek. (sy.72)

Annesi, babası, çocuğu, sevgilisi, arkadaşı, kim olursa olsun, bir insan, öbürüne ulaşmak için göze aldıklarıyla sevilir. Öbürüne ulaşmak yürek ister. Göze alabilmek ister. Bir insandan bir başkasına geçmek, emek ister, sevgi ister, yürek ister. Bunlar bile köprüleri kurmaya yetmez bazen… (sy.75)

Türk aydını korkaktır! Özgün olacağına taklitçidir, sekterdir, kıskançtır! (sy.81)

Hemingway hayata bir kavga, bir oyun, bir gösteri olarak bakmıştır, ama aslında en çok bir arayıştır yaşam, onun için. (sy.117)

London, bazen bilinçli, çoğu zaman bilinçsiz olarak, içinde çelişen iki karşıt uç arasında kurduğu incecik köprüde, son derece rahatsız yaşamıştır. Hem düzenli, yerleşik, hem serüvenci, serseri…Sonunda elbette böylesi karşıt iki kişilikten biri baskın çıkıp, öbürünü yok edecek, böylece huzura kavuşacaktı. Doğal olan budur!”

Gördüğüm, bildiğim, yakını olduğum insanlar, en sevdiklerini, en değer verdiklerini bile kolayca terk edebiliyorlardı. Taze ilişkilerine, terk ettikleriyle ihanet edebiliyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürüyorlardı. ‘İhanet’ ve ‘terk’ kaçınılmazdı. Aksini bilmiyordum


Diğerleri:

Yeşiller Partisi:


Yeşiller Partisi 2 Temmuz 2008 tarihinde Türkiye’nin 57. partisi olarak kurulan bir siyasî partidir.
1988 yılında kurulup, 1994 yılında kapanan Yeşiller Partisinin ardından süregelen Yeşiller Hareketi, 2002 yılından bu yana partileşme çabaları sonucu, 40 kurucu üyenin girişimiyle oluşturulmuştur. Genel Başkanlık sistemi yerine "parti eş sözcüleri" kavramıyla hareket eden Yeşiller, aynı zamanda kurucular arasında yer alan Bilge Contepe ve Ümit Şahin'in eş sözcülüğünde partileşmişlerdir. Yeşiller Partisi, doğaya uyum, sürdürülebilir yaşam için küresel düzeyde mücadele, erkek egemenliğinin ve şiddetin reddi, doğrudan demokrasi, yerellik, adil paylaşım, özgür yaşam ve çeşitliliğin korunması ilkelerini güder. Küresel Yeşiller Hareketinin bir parçası olduğu ifade edilen partide % 50 kadın kotası bulunmaktadır. (*)


Ayrıntılı bilgi için: http://www.yesiller.org/V1/index.php?option=com_frontpage&Itemid=1
İnsan Hakları Derneği

İnsan Hakları Derneği (İHD), 98 insan hakları savunucusu tarafından 17 Temmuz 1986 tarihinde kuruldu. Kurucular, derneğin kuruluş amacını Tüzük'te; "Derneğin tek ve belirli amacı, 'insan hak ve özgürlükleri' konusunda çalışmalar yapmaktır." şeklinde açıkladılar. Yazarlar, gazeteciler, doktorlar, avukatlar, mimar ve mühendisler ve tutuklu ve hükümlü yakınlarından oluşan 98 kişi İnsan Hakları Derneği'nin kuruluşuna imza attılar. Türkiye genelinde 34 şubesi bulunan İHD'nin yaklaşık 16 üyesi vardır. Dernek bugüne kadar, barış, düşünce özgürlüğü, genel af vb. başlıklarda çeşitli kampanyalar düzenleyerek hükümetler üzerinde etki yaratmaya çalıştı. (*)

Ayrıntılı bilgi için: http://www.ihd.org.tr//

Uluslararası Af Örgütü:


Uluslararası Af Örgütü veya Amnesty International (yaygın olarak Amnesty veya AI), Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve diğer uluslararası standartlarca belirlenmiş her türlü insan hakkını savunma ve teşvik etmeyi amaç edinmiş uluslararası bir sivil toplum kuruluşudur.
AI hiçbir devlet, siyasi ideoloji, veya dine bağlı değildir, kâr amacı gütmez. Özellikle düşünce suçlularının serbest bırakılması, siyasî suçlularının adil bir şekilde yargılanması, işkence, idam ve tutuklulara gösterilebilecek her türlü zulmün bertaraf edilmesi, siyasi cinayet ve adam kaçırma ve her türlü insan hakları ihlaline karşı durulması konusunda çeşitli kampanyalar düzenler.
1977 yılında Nobel Barış Ödülünü kazanan AI bugün yaklaşık 2 milyon üyesiyle 162 ülke ve bölgede faaliyet göstermektedir. Kuruluşundan bugüne kadar 44.600'den fazla tutukluyu savunmak ve desteklemek amacıyla çalışmıştır. (*)


Ayrıntılı bilgi için: http://www.amnesty.org.tr/ai//

Taoizm:

Taoizmin kurucusu Laozi'ya göre nesnelere ve kavramlara verdiğimiz anlamlar arzuları ve amaçları doğururlar. İyi ve kötü, alçak ve yüksek, aydınlık ve karanlık gibi. Bu anlamlardan kopmamız arzu ve amaçlarımızdan ayrılmamız sonucu eylemsizliğe varırız. Eylemsizlik bir kere kavrandığında uyumlu yaşama geçiş kapısı açılır. Geçmişin pişmanlıkları ve gelecek kaygısı ve planları gibi gerçek yaşamdan koparan etkiler aynı zamanda insan yaşamında bir tür dengesizlik hali yaratır. Uyumlu yaşam ve doğal akış insanın içinde bulunduğu an ile bütünleşerek yaşamasını sağlar. Bu uyuma yolu izlemek denir. Yol anlamına gelen tao kelimesiyle kastedilen budur.

İşte bu öğretileri ortaya koyan ve Taoizm’in kurucusu olarak bilinen Laozi’nun hayatı hakkında bilgimiz çok azdır. Onun yaşayıp yaşamadığı bile tartışılmıştır. Hakkında birçok görüş ortaya atılmış ve efsaneler uydurulmuştur.

Çinin ünlü tarihçilerinden Sima Qian M.Ö. 100 yılında yazdığı Shiji (şı-ci) adlı eserinde Lao-zi’nın biyografisini şu şekilde yazmıştır: ‘‘Lao-Tzu Chou devletinin Ku mıntıkasında Li-hsiangg’da Chü-jen köyünde doğmuştur. Kendi adı Erh, aile adı Li, müstear adı Tan’dır. Chou sülalesi imparatorluğunun tarihçisi ve kütüphane muhafızıdır.” Buna göre onun asıl adı Li Tan (Lao-Tan)’dır. Lao-Tzu, ona verilmiş bir lakaptır; ‘‘İhtiyar Bilge’’ anlamına gelir.

Çin sözlü geleneğinde M.Ö. 604 diye bilinen doğum yılı, Shı-chı’de kayıtlı değildir. Bu, tarihin daha sonraları belirlendiğini göstermektedir. Bununla beraber bu belge onun yaşadığını gösteren en iyi kanıt olarak kabul edilmektedir.
Mitolojiye göre, Laozi’nın annesi nurdan gebe kalmış,hikâyelerin çoğu Budizm’den sonra Budist hikâyelerine rağbet için yazıldığı iddia edilir. Laozi'nin,babasız bir şekilde dünyaya gelişi mitolojisinden yola çıkılarak bazıları bir peygamber olabileceği fikrini ileri sürer. (*)

Uygarlık, doğal düzenin bozulması anlamına geldiğinden, her toplumsal reform, aslında uzak bir geçmişe bir dönüştür ve başlangıçtaki bozulmamışlığa ulaşmak amacındadır.

Bilen konuşmayandır, konuşansa bilgisiz.

Yeterince paran olmalı, bu şans getirir, ama çoktan fazlası zararlıdır.

Keskin silahlar var oldukça, o ülkede kargaşa artar.
Az nüfuslu küçük ülkeler oluşturunuz. Böylece, gereksindiğinizden ve ulandığınızdan yüzlerce kez fazlasını sağlayabilirsiniz.

İnsanların yaşamlarını değerli kılın ve bunu onlara hissettirin. Böylece uzağa göçmek istemeyeceklerdir.


(*) http://tr.wikipedia.org/

Anarşizm:

Yunanca ‘yönetimsizlik’ anlamına gelen ‘an arkhos’ kelimesinden kaynaklanır. İnsanların devletsiz olarak hakça ve uyumlu bir düzen içinde yaşayabileceklerini, bir devlet sisteminin kurulmasının insanlara zarar verdiğini benimser. Bu sebeple de Marksizm ve Sosyalizm’den de ayrılır.


Kitaptan Bizi Geçmişimize Götüren ve Gülümseten Küçük Detaylar:


Tommiks
Teksas
Kaptan Swing
Tom Branks
Jaws Filmi
1900 Filmi
King Kong
Baylan Pastanesinden alınan bitter çikolatalar
Divan Pastanesinin meşhur çifte kavrulmuş fıstıklı lokumu
Björn Borg
Caretta Carettalar
Jan Garbarek’in İstanbul’da verdiği konser



Sorular:

Romanda modern zaman kadın erkek ilişkisine alternatif çözümler ararken birçok soru ile de baş başa bırakıyor:

1. Nilsu’nun Mike’a annesinin intihar ettiğini söylemesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Sırf birini en zayıf yanından yakalamak, limanın bütün kapılarını kapanmamak üzere kolayca açmak için acımazsızca yalan söylenebilir mi?

"Daha sonra birçok erkeği de önlenemez ve kontrol edilemez biçimde örseleyecek oluşum, onları yaralar içinde bırakıp terk edişlerimde de, o sırada Mike’a karşı duyduğum tuhaf, tanımlanması güç, hatta tiksindirici keyfi yaşayacaktım. Sanki içimde yatan sinsi bir dişi şeytan zaman zaman uyanıyor, zehrini beni seven erkeklere akıtıp, böylece besleniyordu. Ne kendimin ve psikologların ne de Selen’in engel olabildiği bu “femme fatal’’e, ancak Teo ‘dur’ diyebilecekti; yıllar sonra…"(sy.106)

2. Kitapta sıklıkla bahsi geçen, anne ve babanın sevişmelerinin çocukların üzerindeki etkisi?

“Annemi yeme babacığım, ne olursun!...” (sy.108)

3. Babanız ve sevgiliniz ilk kez birbirleri ile tanıştığında neler hissettiniz?

"Böylece babam ve sevgilim, kendilerini ve birbirlerini çok mutlu kılan bir görüşme yapmış oldular. Biri öbürünü: ‘akıllı, aydın ve önyargısız bir Amerikalı’, öbürü de bunu:’yüz çizgilerinin derinine intihar etmiş yakınını acısı sinmiş, hâlâ şaşkın ama kuvvetli bir gentleman’ olarak pek beğendiler. Olsun! İkisi de beni seviyor ama… Seviyorlar değil mi?..." (sy.119)

4. "Bir ilişkide kendinizi ve karşınızdakini değerlendirirken, önceki ve sonraki eşler/sevgililer önemli bir ölçüt müdür? Hep birbirine benzeyen kişileri mi severiz aslında? Ya da bunun tam tersi bir durum söz konusu ise bunda bir hata mı vardır? Bir insanın sevmek, paylaşmak, beraber yaşamak için seçtiği insanlarla kimliğini ele vereceğini düşünmemiştim… Doğru olabilir miydi?" (sy.126)

5. "Evet, aslında nasıl bir adam baban? Kim? Eğer, bağımsız ve güçlü kadınları beğeniyor, onlarla modern, paylaşımcı, sorgulayan ve yeniliğe açık ilişkiler yaşamak istiyorsa, şimdi benimle yaşayan adam kendisidir. Ama eğer bu adam kendisi ise, klasik, bağımlı ve ancak erkeklerle varolabilen bir kadınla yıllarını geçirmesi nasıl açıklanabilir?" (sy.126)

6. Acı ile nasıl başa çıkıyorsunuz? Terk edilmeden terk edenlerden misiniz? Yoksa terk edilenlerden misiniz?

"Acı! Acı çekmek en kötü duyguydu. Acı çekmek, terk edilmekle özdeşleşmişti bende, sanıyorum. Acı çekmekten kaçabilmek, bu duyguyu engelleyebilmek ya da geciktirebilmek için her şeyi yapardım; her şeyi. Örneğin terk edilmeden terk etmek, incitilmeden incitmek vbg." (sy.132)

7. "Ama mutsuzluğun ilk patolojik belirtisi, köklü alışkanlıkları terk etmek ya da abartmaktır." (sy138) Bizler ne yapıyoruz?

8. "Bir insan, bütün hayatı boyunca, ancak tek bir kişiyi çok sevebilir." (sy.139) Acaba?

9. "Yaşam güçtür, evet yaşam güçtür. Ama bir kez bu gerçeği içtenlikle anlar ve kabul edersek, yaşam artık güç gelmeyecektir bize, çünkü bir kez kabullenilen gerçek, artık sorun olmaktan çıkar (…) Bu sorunlara ağlamak, sızlamak mı, yoksa onları çözmek mi istiyorsunuz? Çocuklarımıza çözümler öğretmek istiyor muyuz?" (sy.140)

10. "Poh-pohlanmak ve muhtaç olunmak duyguları… Bu ikisi, ne çok erkeği kıskıvrak bağlar. Bu duygular bittiğinde ya da azaldığında, bunlar üzerine kurulan ilişkiler de tökezler." (sy.145) İlişkilerimizi hangi zemine dayıyoruz?

11. "Hangi kadın daha iyi tanır bir erkeği; kız kardeşi mi, sevgilisi mi, annesi mi? Bir erkeğin yaşamındaki bu üç önemli kadına sunacağı, üç farklı yüzü ve ruhu olabilir mi?" (sy.149)

12. "İnsan, yanlışlarını yinelediğini anlayabilmek için, orta yaş sınırına kadar gidebiliyor. O noktada ya kendini eğitmeyi başarıyor ya da iştahsız ve bıkkın birine dönüştüğünü görüyor." (sy.162) Ya biz?

13. "İyi bir kızdı Sevinç. ‘İyi’ olmanın o berbat ortalamalığını, bütün özellikleriyle yaşıyordu." (sy.175) İyi olmak ortalama olmayı gerektirir mi?

14. "Erkeklerin en önemli kararlar arifesinde inisiyatifi kadınlara bırakmasının aslı, sorumluluktan kaçma duygusudur." (sy.179) Ya sizce?

15. "Oysa, benimle beraber olacak erkeğin, yüreği enine boyuna gelişmiş, kahkahasının beyaz özgürlüğü, göz yaşının tuzlu emeğiyle hak edilmiş olmalıydı.

O erkek –her kimse, neredeyse ve varsa?- benimle başa çıkabilmeli, beni sevdiğini dolu dolu hissettirebilmeliydi.

Egosunu hiç değilse, yeri gelince kontrol edebilen ‘ancak sevgiyle başa çıkılır seninle’ diyerek, çaresizliği reddeden, hem çocuk, hem yetişkin bir erkek var mıydı? Daha doğrusu, oğlunu böyle yetiştirmeye yetkin bir anne var mıydı?" (sy.187)

16. "Pek az kadınla-erkek birbirlerinin ruhlarını, bedenlerinden önce çırılçıplak görebilir. Pek çoğu da, ruh kısmını çıplak olarak göremez; hiçbir zaman." (sy.203) Bu doğru mu?

17. "Babalığın, annelik gibi bir duygu olduğuna inanmıyorum ben." (sy.233) Nedir babalık?

18. "Her kentin bir aşk çağrıştırdığını Nedim Gürsel mi söylüyordu?" (sy.236)

19. "Şimdi geriye bakıp, düşündüğümde, zaten yaşamı eksik, yetersiz ve hatalı bulma eğiliminde olan annemin, aslında nasıl bir cehennemde yaşamış olduğunu anlıyorum. Daha doğrusu anladığımı sanıyorum. Belki de, çaresizliğe uzanan kronik hırçınlığı ve huysuzluğu, bu nedenlerle iyice alevleniyordu." (sy.189) Annelerimizi anlamayı deniyor muyuz?

20. "Bir kadınla, bir erkek bu sorumlu-sorumsuzluk çizgisini doğru çizebilirlerse, uzun yıllar heyecanlı yaşayabilirler; birlikte yan yana…

Yoksa, aşk pırıltılarıyla kamaşan gözlerim mi yanıltıyor beni?

Yoksa, aynı çatı altına giren bir kadınla, bir erkeği mutlaka monoton, bıkkın ve soğutucu bir son mu bekliyor? Belki de, her aşkın burun üstü düştüğü bir yer ve zaman vardır. Var mı acaba? Olmalı mı? Olacak mı?" (sy.224)

21. "Aşk var mı?" (sy.225)



Yonca

18 Ağustos 2009 Salı

13 KADIN 13 ŞİİR I

Evet, kabul ediyoruz. Yaz gelince tembelleştik. Hepimiz bir an önce mavi suların kollarına atılmak, güneş ile oynaşmak için fıkırdandık durduk ve aylık kitap okuma ve sunum işi biraz tavsadı ama işi bozuntuya vermemek için de yan tarafta gördüğünüz “Tatildeyiz Ama Okumaya DEVAM” ibaresini ekledik. Sonra "yine de bir şey yapalım, bari boş oturmayalım” dedikten sonra aramızda yaptığımız bir toplantıda herkesin bir şiir seçmesi ve en çok oyu alan şiir hakkındaki duygu ve düşüncelerimizi paylaşacağımız ortak bir sunum yapılmasına karar verdik.

13 Kadın Akla İlk Düşen 13 Şiir dediğimizde sırasıyla aşağıdaki şiirler önerildi:

1. En Hüzünlü Ses En Tatlı Ses -Emily Dickinson (Ayşe)
2. Dostluk – Can Dündar (Ayşen)
3. Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var –Ataol Behramoğlu (Aysun)
4. Cımbızlı Şiir –Orhan Veli Kanık (Aycan)
5. Pay-Özdemir Asaf (Belkıs)
6. Yalnız Bir Opera- Murathan Mungan (Bilgen)
7. Kent –Konstantinos Kavafis (Billur)
8. Anlar (Eğer Yeniden Başlayabilseydim Yaşama) - J.L. Borges (Gülda)
9. Ben Sana Mecburum –Atilla İlhan (Gülden )
10. Bu Aşk Burada Biter –Ataol Behramoğlu (Nur)
11. Herşey Sende Gizli –Can Yücel (Özlem)
12. Yaşamaya Dair –Nazım Hikmet (Peyman)
13. Gitmek –Can Yücel (Yonca)

Şimdi bu önümüzdeki Perşembe gerçekleştirilecek olan toplantımızın konusu en çok oyu alan şiir olacak. HEYACANLI MISINIZ?????

Kent’i önermeden önce ilk aklıma düşen şiir Peyman’ın önerdiği şiir idi:

YAŞAMAYA DAİR (1-2-3)

1

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

1947

2

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

1948

3

Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını

yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
'Yaşadım' diyebilmen için...

SUBAT 1948

Nazım Hikmet Ran


HANGİSİNİ ÖNEREYİM DERKEN BU ARADA AYSUN AKLIMA DÜŞEN DİĞER ŞİİRİ DE ÖNERDİ:

YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol BEHRAMOĞLU


SONRA KENDİME "AŞK ŞİİRİ SEÇSEM NE SEÇERDİM?diye sordum ve Gülden'in şiiri geldi:

BEN SANA MECBURUM

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.

Attila İlhan

ARDINDAN BU KADAR MECBUR OLMAK İYİ DEĞİL DEDİĞİM ÖFKELENDİĞİM ANDA :

BU AŞK BURADA BİTER

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir

Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider.
Ataol BEHRAMOĞLU

SONRA NEYDİ AKLIMA DÜŞEN..NASIL UNUTURDUM ? TABİİ Kİ GÜLDA İLE YAPTIĞIMIZ ARJANTİN GEZİMİZİN BAŞ TACI VE ADIM ADIM İZİNİ SÜRDÜĞÜMÜZ BORGES'İN ŞİİRİ :

ANLAR

Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar, çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla, daha çok riske girerdim.
Yolculuk ederdim daha fazla.
Daha çok gündoğumu izler, daha çok dağa tırmanır,
Daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim,
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye...
Gerçek sorunlarım olurdu, hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardanım ben.
Elbette mutlu anlarım oldu ama,
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem; yaşam budur zaten...
“Anlar”, sadece “anlar”... Sizde "anı" yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan
gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda ayakkabılarımı fırlatır atardım
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla,
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım.
Bir şansım daha olsaydı eğer.
Ama işte 85 ‘indeyim ve biliyorum.

Ölüyorum!...

J.L.BORGES

SONRA BU YARIM KALMIŞLIK, YAŞANMAMIŞLIK, YAŞAMAMIŞLIK, ÖLÜM, YAŞAM KORKUSU ŞİİRLERİ FAZLA GELDİ...GİTMEK GELDİ İÇİMDEN VE TAM DA BU SIRADA ÖNERDİ YONCA BU ŞİİRİ:

GİTMEK

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.
CAN YÜCEL

SONRA ....SONRA DİYELİM Kİ GİTTİN NE OLACAK BİLİYOR MUSUN DEDİM VE CEVABIMI BULDUM:

Kent

' 'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim' dedin.
'Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya
-bir ceset gibi- gömülü kalbim
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün
boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın
bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede koşacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka
bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde'

Konstantin Kavafis

DEVAMI YARIN
KUCAK DOLUSU ŞİİRLER
BİLLUR

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails