3 Nisan 2014 Perşembe

BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU'YA - DİDO SOTİRİYU


KİTAP              : BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU'YA
YAZAR             : DİDO SOTİRİYU
SUNUCU          : AYSUN
TARİH              : 31 OCAK 2014
MEKAN            :BÜYÜKADA PRINCESS HOTEL
KATILANLAR :AYSUN, AYŞEN,AYŞE, BİLGEN, BELKIS, BİLGEN, GÜLDA, YONCA, NUR ,REYHAN, ÖZLEM
 

 


 

 
Dido Sotiriyu

Vikipedi,

Dido Sotiriyu (alternativ yazılış: Dido Sotiriu; Yunanca: Διδώ Σωτηρίου, Türkce: Dido Sotiroğlu, d. 18 Şubat 1909 - ö. 23 Eylül 2004), Yunan kadın yazar.

Asıl adı Dido Sotiriu olan yazar, 1909 yılında Aydın'da doğdu. Sol görüşlü ve militan kişilikli Sotiriu, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer almış bir kadın yazardı. Çocuk yılları Aydın'da geçti. 1922 yılında 13 yaşındayken Yunanistan'a amcasının yanına göç etmek zorunda kaldı. Ailesi daha sonra göçtü. Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi. Ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi oldu. Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında yeraltı basınında önemli görevler aldı. 1986'da Livaneli ve Teodorakis'in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer aldı. Aydın'daki çocukluk günlerini anlatan Matomena Homata (Kanlı Topraklar - Benden Selam Söyle Anadolu'ya adlı (çeviren Atilla Tokatlı) kitabıyla 1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü kazandı.

"Anılar garip, kötülüğü bastırıyor ve şeylerin tadını koruyor. Hepimizi Küçük Asya toprağı sevgiyle doğurdu. Bu sevgiyi kendimiz ve çocuklarımız için korumalıyız."

Muhtemelen soyadı türkçe Sotiroğlu türemiştir.

Kitapları

·         Benden Selam Söyle Anadolu'ya (Matomena Homata - Kanlı Topraklar)

·         Ölüler Bekler

·         Elektra

·         Buyruk Beloyannis'in Öyküsü

·         Yalazalar İçinde (otobiyografik roman)

·         Küçükasya Bozgunu ve Emperyalizmin Ortadoğu Stratejisi

Benden Selam Söyle Anadoluya

 

·         1962 de yayınlanan,Yunanistan’da 50 nin üzerinde baskı yapan, dünyada 10 dile çevrilen ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’, özgün adıyla ‘Kanlı Topraklar’ (Matomena Homata) 1970′li yıllarda Türkiye’de en çok okunan romanlardan biridir.
1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü’nü alan bu kitap, kökleri Türkiye’de olan, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye’den göç etmek zorunda kalan ünlü Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun en önemli ve etkileyici kitabıdır.
Dido Sotiriyu, gazeteci yazar Zeynep Oral’a Atina’da “Bir tek düşman vardır: Düşman , ne Türklerdir , ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlar”  diyen yazar, kendisini şöyle tanıtıyor:


“Babam sabun yapımcısıydı. Çocukluk yıllarımda ailemle birlikte doğduğum Aydın ilinde yaşadım. 1922 yılında Anadolu’dan ayrılarak Yunanistan’a amcamların yanına gelmek zorunda kaldım. Ailem daha sonra göçtü. İlk çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Babamın arkadaşı Talat Beyler, sokakta oynadığım Rum ve Türk çocukları bugün bile aklımda. Yaşadığım günlerin, duyduğum gerçek olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan kitap yazma arzusu içimde çığ gibi büyüyordu. ’1962 yılında Benden Selam Söyle Anadolu’ya’ adlı kitabım yayımlandı. Son yıllarda best-seller olan bu kitaba gösterilen ilgi, değerinin yeni anlaşıldığını ortaya koyuyor. Bence bu kitap ilk kez gerçekleri ortaya atıyor. Kitapta geçenler tamamen tarafsız bir gözle yazıldı. Kitabımın Türkçeye çevrilmesinden sonra Türkiye’den birçok yazar ve okurumdan tebrik telgrafları aldım.

 

KİTAPTAN KISACA

Ege’de yüzyıllardır birlikte yaşayan Rum ve Türk halkları 1. Paylaşım Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kendilerini savaşın orta yerinde bulur. O güne kadar komşu olan, acılarını, sevinçlerini paylaşan, birbirinin geleneklerine, değerlerine saygıyla yaklaşan bu iki halk emperyalizmin körüklemesiyle birbirini düşman görmeye başlar.
Kitabın kahramanı Manoli Aksiyotis’in yaşam öyküsü anlatılırken halkları birbirine düşman edenin emperyalizm olduğu tarafsız bir gözle anlatılıyor. Manoli 1. Paylaşım Savaşı’nın sonunda Yunanlıların Anadolu’yu işgal etmesiyle Yunan üniforması altında Türklere karşı savaşa katılıyor. Daha sonra kaçarak Yunanistan’a dönüp mülteci olarak yaşamını sürdürüyor.
Manoli Aksiyotis’in yaşam öyküsü Türk ve Rum halklarının birlikte yaşadığı günlerin anlatımıyla başlıyor. Manoli,

·         “1914′e gelinceye kadar köyde adam öldürüldüğü işitilmiş şey değildi. Sadece bir kere, o da dilberin güzel gözleri için ve tanıklar önünde olmak üzere, iki delikanlı mertçe vuruşmuşlardı” diyor. Ve iki halkın geleneklerini, aynı toprak parçası üzerinde kardeşçe yaşayışlarını, aralarındaki dostluk ve dayanışmayı, ortak yaşamlarının kaynaşmasını anlatıyor.

·        
… Her Allahın günü, dağlardan akın akın Türk köylüleri inerdi pazarımıza. Odun, kömür, kümes hayvanı, kaymak, yumurta, peynir, sözün kısası Anadolu’nun zenginliğini yapan ne varsa satar; ihtiyaçlarını bizim dükkanlardan alıp akşama dönerlerdi. Kimisi dostlarının evinde misafir kalırdı; bizimle birlikte yer, bizimle birlikte yatarlardı. Türk köylerine kocabaş hayvan, at veya süt almaya gittikleri zaman bizimkiler de oradaki dostlarının evinde ağırlanırdı. Ve dağ yollarında karşılaştığımız vakit, kocaman selamünaleykümler çekerdik karşılıklı…”

•     Şevket’in bana karşı beslediği güven, bir olaydan sonra daha da pekişerek arttı. Çoğu Türk köyleri gibi onun köyü de olabildiğine geriydi; doktorun ve öğretmenin ne olduğunu bile bilmezdi zavallılar. Birisi hastalandığı vakit, yakınları civar kasabasındaki şöhretli bir müzzine danışmak için üç saat yol tepmek zorundaydılar
•     Bana bir mum yak... Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar


Türk ve Rum halklarının bu kardeşçe yaşamı 1. Paylaşım Savaşı’nın başlamasıyla birlikte aniden değişiyor.
Yunanistan, Rusya-Fransa-İngiliz emperyalistlerinin müttefiki olarak; Osmanlı İmparatorluğu, Almanya, Avustralya’ya karşı savaşa girer ve 1914′te Anadolu’yu işgale başlar. Osmanlı topraklarında yaşayan halklar arasında düşmanlık tohumları ekilir. O dönem Ortadoğu’da Türkler’in yoğun yaşadığı bölgelerden başlanarak dağıtılan şovenist broşürlerden birinde şöyle yazar:

·         “Eğer biz Türkler açsak ve ızdırap çekiyorsak, bunun bütün sebebi servetlerimizi ve ticaretimizi ellerinde tutan gavurlardır. Kardeşçe geçinmek size ne kazandırıyor? Siz samimi olarak onlara sevgi ve servetinizi ikram ediyorsunuz…” Bu satırları yazan bir Türk değildir. Bunları yazan yabancı sermayenin temsilcisi Deutsche Palestine Bank (Filistin Alman Bankası) yetkilileridir. Osmanlı’nın müttefiki olan Almanlar 1. Paylaşım Savaşı başlamadan önce Türkiye’yi denetim ve izlemeye almışlardır.”

 Manoli o günleri şöyle anlatıyor:

 

·         “Harpten çok önce memlekete bir Alman ‘uzmanları’ akını başlamıştı; tüccar, asker, polis, arkeolog, sosyolog, iktisatçı, doktor, rahip, öğretmen kisvesi altında durumu incelemeye, bizim aslımızı, geçmişimizi ve halimizi, istidat ve servetlerimizi öğrenmeye geliyorlardı. Hepsi de aynı ürkütücü sonuca vardılar: Biz şeytan zekalı Rumlarla Ermeniler, burada fazlaydık; … uyuyan bir Türkiye’de haddinden fazla kilit noktası tutuyorduk elimizde…”

 

·         “Türkiye, Almanya’nın tarafında yer alır almaz, kıyı bölgelerinde oturan Rumlar da sistematik şekilde topraksızlaştırılmaya başlanmıştı. Birkaç saat içinde iç bölgelere göç etmek zorunda kaldılar.”
Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla birlikte başta Avrupa halkları olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde halklar birbirine düşman edildi. Savaş tüm vahşetiyle sürüyordu.”


Bir Türk köylüsü olan Manoli’nin arkadaşı Şevket, Türk köylerinde Rumlara karşı yürütülen karşı-propagandayı Manoli’nin annesine şöyle anlatıyor:

·         “Başlangıçta, demiş Şevket, kimseyi zehirleyemediler. ‘Haydi canım diyordu köylüler, bunlara mı inanacağız, kendi gözlerimize mi? Rumlarla yıllardan beri dostluk içinde yaşadık biz. Aramıza niye kin sokalım?’ Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır amma, yalan söz de kuzuyu kurda döndürür. İnsan dediğin zayıf mahluk. Köye gelenler de bizim menfaatimizin sizleri ortadan yok etmekte olduğunu söylüyorlardı. ‘Gavurlar ortadan kalkınca, arazileriyle malları bizim olacak’ diyorlardı. Hadi bakalım.”


1. Paylaşım Savaşı’nın sonunda Osmanlı İmparatorluğu yenilmişti. İtilaf devletleri tarafından ülke işgal edilmişti. İngiliz ve Fransız emperyalizmi Yunanistan’ı kendi çıkarları için kullanarak Anadolu’ya saldırttılar. Bu kez Yunanlılar Anadolu topraklarında Türk halklarının canını ve malını istiyordu. Bu süreçte Yunan üniforması giyerek savaşa katılan Manoli o günleri şöyle anlatıyor:

·         “… Ve bir an olsun jandarmalar bizim evlerimize girdiği vakit duyduğumuz dehşeti hatırlayamıyorduk. Oysa daha dün bu yüzden Türklere hayvan diyorduk biz. Savaş barbar silahlarını bizim ellerimize vermişti şimdi; kuvvet bizim tarafımızdaydı, efendi bizdik…”

Manoli aynı zamanda yaşanılanlar karşısında nedeni ve niçini sürekli kendisine soran, yanıtını bulmaya çalışan bir askerdir. Yine kendisi gibi asker olan Giritli Mikita Drossakis’le tanışması yaşamında önemli bir dönüm noktası olur. Drossakis sakıncalı bir askerdir. Komünisttir. Önce söylediklerine inanmaz Drossakis’in. Ama söylediklerinin doğru çıkması, Manoli’yi kendisine daha fazla bağlar.

·         “Drossakis’in mantığı her seferinde bende bir yankı buluyordu ama, bir türlü cesaret edip de dinleyemiyordum o yankıyı; dehşete kapılıp kaçıyordum hemen. Çünkü, Drossakis savaşın nedenlerini, neden burada bulunduklarını sürekli anlatmakta ve önyargılarını kırmaya çalışmaktadır. Kafasını biraz olsun çalıştırmak zahmetine katlanmayıp da omuz silkenler, aslında büyük bir suç işliyor. Ve sen, Aksiyotis, sen daha da suçlusun. Sanıyor musun ki tarihi yapanlar hükümet adamlarıyla generallerdir! Gözlerini yumar, kulaklarını tıkarsın, ama onların uçuruma doğru ittikleri bir tekerlek olup çıkarsın. Ama sen böyle aciz bir alet değilsin ki Manoli, halksın sen, halk! Ve olayları değiştirebilmek için anlamak zorundasın.”

Lefter, Drossakis’in Girit’ten arkadaşıdır. Zengin bir ailedendir. O da aynı tümendedir. Sosyalizme inanır, ama mücadeleye kayıtsızdır. Fakat diğer yandan, Drossakis’i sever ve saygı duyar:

·         İlle de bize ikrar verdirecek, ille de sosyalist yapacak bizi. Ama gene de gıpta ediyorum ona vallahi, İnandığı şey için ölmeye hazır çünkü. Ne der bu biliyor musun? Devrimcinin fedakarlığı  der bir kahramanlık değildir, bir zorunluluktur, hayatın bir emridir devrimcinin fedakarlığı. Devrimciysen, niçin ölürsün biliyor musun? Hayatı sevdiğin için, her an başkaldırmak üzere içinde uyuklayan yılanı, büyük egoisti, beni öldürdüğün ve kendini halk kitlelerinin yerine koyduğun için. Tarih sahnesinde şimdi halklar ilerlemekte ve…”

Ve savaş biter. Yunanlılar yenilir. Manoli’nin kimseciği kalmamıştır. Binlercesi gibi o da topraklarını terkeder. Gözleri dolu dolu, bir sandalla uzaklaşırken yurdundan, kendi kendisiyle konuşmaya başlar.

·         “Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket? Ah Şevket; Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!  Ve sen  Kör Mehmet’in damadı. Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum… Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!… Anayurduna selam söyle benden, Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin…”

 

2004 Eylül Dido Sotiriyu Anma Toplantısı

 
1909 yılında Aydın’da doğan ve 2004 yılında Atina’da 95 yaşında yaşama veda eden “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabın yazarı Dido Sotiriyu ölümünün 1. yıldönümünde Selçuk-Şirince köyünde anıldı. Etkinliklerle ilgili dostumuz İskender Özsoy’un 3 Kasım 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan ayrıntılı haberi aşağıdadır.

Anadolu’dan Sotiriyu’ya selâm

İSKENDER ÖZSOY

Benden Selâm Söyle Anadolu’ya adlı kitabın yazarı Aydın doğumlu Dido Sotiriyu, birinci ölüm yıldönümünde Selçuk’un Şirince Köyü’nde anıldı.

Lozan Mübadilleri Vakfı (LMV), Midilli’deki Ege’de Birarada Var Olma ve İletişim Derneği, merkezi İzmir’de olan Barış ve İletişim Derneği, Selçuk Belediyesi ve Şirince Muhtarlığı’nın ortaklaşa düzenlediği etkinlikte Sotiriyu’nun yaşamı ve yapıtları tartışıldı, yaşamının anlatıldığı belgesel gösterildi.

24 Eylül 2004 tarihinde Atina’da akciğer yetmezliğinden ölen Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü sahibi Dido Sotiriyu’yu anma etkinliği LMV Başkan Yardımcısı Müfide Pekin’in sunuş konuşmasıyla başladı.

SADECE GEÇMİŞİ BELGELEMEDİ

Etkinlikte ilk konuşmayı yapan Selçuk Belediye Başkanı Vefa Ülgür, “Dido sadece geçmişi belgelemedi, yaşadı da. O aynı zamanda emperyalizmle de savaştı. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum” derken, Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven Sotiriyu’nun yaşamında önemli yer tutuğunu söyledi.

Özgüven şöyle konuştu:

“1980’li yıllarda Atina’da düzenlenen bir panelde konuşuyordum. Konuşma sırasında Bir ara salona giren bir grup sözümü kesti, bana sataştı. Saldırganlara yanıt vermeye hazırlanırken Dido eliyle ağzımı kapatarak, ‘sen Türkiye’ye geri döneceksin. Ben onlara yanıt veririm’ dedi. Ve topluluğa dönerek ‘küçük faşistler çabuk burayı terk edin’ diye bağırdı. Bir sessizlik oldu ve topluluk arkasına bakmadan salondan çıktı gitti. O an Dido’nun büyüklüğünü anladım. O Türk-Yunan dostluğu için büyük çabalar saf sarf etmiş bir yazardır.”

Özgüven konuşmasından sonra etkinliği konuşmacılarından Sotiriyu’nun yakını yazar Alki Zei’ye Dikili’deki Olof Palme Barış Anıtı’nın maketini hediye etti.

Etkiliğin Midilli’den gelen konuklarından Ege’de Birarada Var Olma ve İletişim Derneği Başkanı Yorgos Papaporfiriyu, Dido’nun acılar çektiğini söyledi, “ama buna rağmen o iki ülke arasında dostluk ve barış köprüleri kurmak için uğraştı, bunu da yapıtlarına yansıttı” dedi.

Bu konuşmalardan sonra Thomas Bolkenhol ve Erman Okay tarafından çekilen Dido Sotiriyu belgeseli “Anıların Tadı” gösterildi.

PANEL DÜZENLENDİ

Belgesel gösteriminden sonra Sotiriyu’nun yaşamının ve romanlarının değerlendirildiği panele geçildi. Panele konuşmacı olarak Sotiriyu’nun yakını yazar Alki Zei, Midillili öğretmen Vasiliki Kurvanin ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr Ayşe Lahur Kırtunç katıldı.

Zei, anma toplantısıyla Sotiriyu’nun Türk ve Yunan halklarının bir araya gelme isteğinin yerine getirildiğini vurguladı.

Yengesi Dido’yu sekiz yaşında tanıdığını söyleyen Zei, onunla ilgili olarak şunları anlattı:

“Dido Sotiriyu amcamın eşiydi. Onu ilk gördüğümde kıskandım. Amcamın koluna girmişti. Göğsünde bir demet yasemin vardı. Amcam ‘işte yengeniz’ dedi. Merhabalaştık. Eve kadar hep o konuştu. Çok kısa zamanda kalbimizi kazandı. Artık o hepimizin yengesiydi. Kimsenin bizim gibi yengesi yoktu. Başından beresini hiç eksik etmezdi. Çocukluğumuz güzel geçti onunla. Sonra işgal, iç savaş ve açlık günleri başladı. Cunta dönemindeki sıkıntıları da beraber yaşadık.Yatakta arkasına yastık koyar, dizlerinin üstündeki tahtada yazılarını yazardı. Yatağının üzeri kağıtlarla dolardı. Devamlı sigara içer ve yanında kocaman bir kupada kahvesi olurdu.”



ZORLUKLARLA GEÇEN BİR YAŞAM

Midilli öğretmen Vasiliki Kurbaniu şöyle konuştu:

“Sotiriyu çocukluğunda beri çok zorluklar çekti. Daha sonra savaş ve göç acılarını yaşadı. Zamanla acıları ve sıkıntıları yoğunlaştı.Yunanistan’da işgali, iç savaşı ve cuntayı yaşadı. Yaşadıklarını eserlerine yansıttı. Yaşadıkları yaratıcılığı artırdı. Hep barış için çalıştı. 1922’de Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalan Dido’yu hep doğduğu topraklar besledi, büyüttü. Onun Benden Selâm Söyleyin Anadolu’ya adlı eseri önemli bir eserdir. Onun eserlerindeki kahramanlar halktır.”

BİR KARŞI DURUŞ

Konuşmasına göçmenlerin her iki ülkede de derin sıkıntılar yaşadıklarını altını çizerek başlayan Kırtunç şöyle dedi:

“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rumlar göçmen kimliğinin vurgulanması ihtiyacını hissetti. Bu noktada Dido Sotiriyu önemli bir isimdir. Onun, Rumların Küçük Asya Felâketi diye tanımladığı 1922’in 40. yılında yayımlanan Benden Selam Söyle Anadolu’ya’sı önemli bir eserdir ve milliyetçiliğe karşı duruştur. Kitapta etnik farklılıkların aşılabileceği, ancak sınıf farklıklarının aşılamayacağı vurgulanır. Sotiriyu bu eseriyle aynı zamanda Yunan resmi tarihine cesaretle karşı çıkar.”

Etkinlikte LMV’nin hazırladığı Dido'nun hayatıyla ve eserleriyle ilgili bir küçük sergi açıldı, yazdığı kitaplar tanıtıldı.

Etkinlikteki konuşmalar Müfide Pekin ve Tanaş Çımbis tarafından Türkçe ve Yunancaya çevrildi. (CUMHURİYET/ 3 KASIM 2005)

 

http://www.google.com/uds/css/small-logo.png

 

Abdi İpekçi

(9 Ağustos 1929 - 1 Şubat 1979), Türk gazeteci, yazar

]İlköğrenimini gördükten sonra Galatasaray Lisesini bitirdi. Sonra bir müddet Hukuk Fakültesine devam etti. Yeni Sabah, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres Gazetesi gibi çeşitli gazetelerde spor muhabiri, sayfa sekreteri ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Ali Naci Karacan'ın çıkardığı Milliyet Gazetesinin yazı işleri müdürü (1954), bir süre sonra da genel yayın müdürü oldu.

1961 senesinden öldürüldüğü 1 Şubat 1979 tarihine kadar aynı gazetenin başyazarlığını da yürüten Abdi İpekçi, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Basın Enstitüsü Başkanlığı, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Uluslararası Basın Enstitüsünün ikinci başkanlığı, Basın Şeref Divanı genel sekreterliği gibi vazifelerde bulundu. Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savundu.

 

Abdi İpekçi Barış Ve Dostluk ödülü

 

Abdi ipekçi'nin anısı için Türkiye'de ve Yunanistan'da ortak bir çalışma çerçevesinde iki yılda bir verilmekte olan ödül. Yunanlı mühendis ve yazar Andreas Politakis'in Milliyet gazetesiyle işbirliği sonucu uygulamaya konuldu. Türk ve yunan halklarını düşün ve sanat yoluyla birbirine yaklaştırmak, kültür ve sanat zenginliklerini kaynaştırarak iki ulus arasında kalıcı bir barışı sağlamak amacını güder. Ödül törenleri bir dönem Atina'da, ertesi dönem İstanbul'da düzenlenir.

 
 

 

ŞİRİNCE

VİKİ PEDİ

 Şirince, İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı ve Selçuk'a 8 km uzaklıkta tarihi mimarisi başarıyla korunmuş turistik bir köydür.

Özgün adı olan Kırkınca'nın efsanevi bir çağda dağlara vuran kırk kişiye atfen verildiği rivayet edilir. Rum telaffuzunda Kirkice, Kirkince ve nihayet Çirkince gibi biçimler alan bu ad, Cumhuriyet'in ilk yıllarında dönemin İzmir valisi Kazım Dirik'in talimatıyla Şirince şeklinde resmileştirilmiştir. 2012 itibariyle nüfusu 536 kişidir.


19. yüzyılda, özellikle ihracata yönelik incir üretimiyle ünlü, 1800 haneli bir Rum kasabasıydı. 1923'te Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sonucu Rumların ayrılmasıyla (çoğu Katerini'nin Nea Efesos köyüne yerleşmiştir), Kavala'nın Müştiyan (Moustheni) ve Somokol (Domatia) köylerinden gelen mübadillerle iskân edilmiştir. Köyün evvelce bağ, incir, zeytinciliğe dayalı olan ekonomisi, bir tütün bölgesinden gelen yeni sakinlerinin elinde bir süre sekteye uğramış, ancak son yıllarda artan turistik önemine paralel olarak, bu sektörler yeniden gelişmeye başlamıştır. Bağcılık ve zeytinciliğin yanı sıra, şeftali, incir, elma, ceviz ve kiraz yetiştirilir. 1950'li yıllarda 2000-3000 civarında iken sonradan 700'e kadar düşen köy nüfusu, 1990'lı yıllardan itibaren turizmin gelişmesiyle birlikte tekrar yükseliş eğilimi içine girmiştir. Köyde halen bazı Rum evleri pansiyon olarak hizmet vermektedir.

Köy içinde harap durumda olan iki Rum kilisesi bulunmaktadır.


Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele - Benzerlikler ve Farklar

 


Dr. Herkül. Millas’ın ‘Yeniden Kurulan Yaşamlar’ Sempozyumundaki konuşmanın metnidir (7-8 Kasım 2003, İstanbul)
 
Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele -
Benzerlikler ve Farklar
 
1998 yılında Oxford’ta gerçekleşen ve Nüfus Mübadelesi’ni işleyen bir sempozyumda ‘Türk edebiyatı ve mübadele’ konulu bir bildiri sunmuştum. Bu sempozyumun tutanakları 2003 yılında yayınlandı (Hirschon). Aradan geçen beş yılda bu ‘edebiyat’ alanında epey yol alındı, yeni gelişmeler yaşandı ve bazı sorulara yanıtlar bulundu.  Bu yazı bir yerde o eski bildirinin bir özeti olacak, ama ayrıca a) hem oldukça genel bir biçimde Yunan edebiyatına hem de b) Türk edebiyatında son yıllarda görülen bazı eğilimlere değineceğim.
 
Edebiyat ve mübadele konusuna ilk göze çarpan Türk ve Yunan edebiyatının ve özellikle romanlarının birkaç açıdan farklar sergilediğidir. Bu farklara değinmeden önce yanlış bir anlamaya yer vermemek için konunun edebiyat olduğu, doğrudan insan duyarlılıklarının olmadığıdır. Konumuz mübadeleye tabi tutulan insanların duyguları ve duyarlılıkları değildir. Evlerinden ve yurtlarından olan insanlar her halde aynı yada benzer duyguları yaşamışlardı. Mübadele denen olayın farklı biçimleri de oldu: kimileri daha düzenli değiş tokuşa tabi tutuldular, kimileri apar topar ve öldürülme tehdidi altında yurtlarını bırakmak durumunda kaldılar. Konumuz bu farklı deneyimler de değildir; yazımda görünen farklardır; bu değiş tokuşun, bu ‘trampanın’, bu takasın edebiyata yansıma biçimindeki farklardır. İki ülkenin edebiyatında   görülen ‘benzerlikler’ ise bu mübadele dramını yaşayanların insan olarak ortak yanlarının doğal ve beklenen bir belirtisi olarak algılanmalıdır. 
 
Yunan Romanı ve Mübadele
 
Mübadeleden hemen sonra Yunanistan’da olayla ilgili bir sıra roman ve kısa öykü yayımlandı. Akla hemen İ. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis, daha sonra F. Kontoglou, D. Sotiriou, L. Nakou, P. Prevelakis, Y. Theotokas, N. Kazantzakis, M. Loudemis ve nihayet yetmişli ve seksenli yıllardan sonra Ch. Samouilidis, T. Athanasyadis, A. Nenedakis, Anzel Kurtyan, Y. Andreadis, ve son yıllarda M. Veinoglou, Katerina Zarokosta  gibi yazarlar anımsatılabilir. Bu yazarların bir kısmı mübadeleyi yaşamış kimselerdi. Romanları anı yada bir sözlü tarih anlamı da taşımaktadır. Anlatıları mübadillerin Anadolu’daki yaşamları ve, daha sınırlı olarak, yerleştikleri Yunanistan’daki yaşamla ilgilidir.
 
Yunanistan’da bu alandaki ilgi yalnız edebiyatla sınırlı kalmamıştır. Onlarca romanın yanı sıra, araştırmalar ve anı kitapları da yayınlanmıştır. Yunan toplumu içinde konuya ilgi duyulmuş, mübadiller geride bıraktıkları memleketleri ve kültürlerini anımsatan pek çok dernek kurmuştur. Canlı tarih araştırmaları yürütmüş ve mübadillerin anılarını, ama kültürlerini yaşatmaya yönelik bir çaba göstermiş olan Küçük Asya Araştırmalar Merkezi de bu çerçevede görülebilir. 
 
Genel olarak baktığımızda, mübadele olayının hemen edebiyata yansımış ve uzun süre edebi yazımın gündeminde kalmış olduğunu ve son yıllara kadar da, aralıklı ve azalmakta olan bir sıklıkla da olsa, bu konunun yazarların ilgisini çekmiş olduğunu görüyoruz. Konuya en başta el atan yazarlar (örneğin İ. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis gibi yazarlar) gerçekçi diyebileceğimiz anlatımla ‘yaşadıkları’ mübadeleyi anlattılar. Yani ‘görgü şahidi’ gibi yazdılar. Sonraki yazarlar, olayla doğrudan ilişkileri sınırlandığı oranda daha soyut, dolaylı, zaman zaman sembolik, hatta masalımsı ve nostaljik bir anlatıma yönelmişlerdir. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşak yazarlarda bu özellikler daha belirgindir. 
 
Bu romanlarda genellikle mübadele öncesi yaşam anlatılmaktadır. Olayların geçtiği yerler daha çok Anadolu ve İstanbul’dur; daha az oranda da mübadele sonrası Yunanistan’dır. Bu çok geniş çerçeve, romanlarda Doğu/Batı yada Orası/Burası yada Bırakılan/Gelinen yöre olarak anlatılsa da, yine de her iki yan bir arada ele alınmakta, her iki taraf iç içedir ve her taraf ötekine dayanarak anlam kazanmaktadır.
 
Bütün düz yazı örneklerinde ‘geride bırakılanın’ ne olduğuna baktığımızda egemen öğe ‘ülke’ ve ‘topraklar’ değildir, gerçek yada hayali bir dar çevre ve ‘ev’dir, bir mahalledir. Yunan edebiyatında ‘ev’ kavramının özel bir yeri olduğunu sanıyorum. Kendi devleti ve özerkliği olmadan yüzyıllarca yaşamış bir cemaat olan Ortodoksların/Grekofon, örneğin Müslüman/Türkofon cemaatlere göre, devletle ve devlet sınırlarıyla ilişkili bir memleket/yurt/vatan kavramı geliştirmediklerini görüyoruz. Bundan dolayı söz konusu Yunan romanlarında - olayın seyrine, anlatılan öyküye  baktığımızda - mübadele de ulusal bir dramdan çok kişisel ve aile dramı olarak ele alınır. Bu romanlarda ‘ulusal çerçeve’ göze batmaz: orduların başarı ve başarısızlıkları, yurdun durumu, siyasi gelişmeler anlatının eksenini oluşturmaz, gündeme pek gelmez; kişilerin dramları temel konudur.
 
Türk edebiyatıyla kıyaslandığında mübadeleyle ilgili Yunan romanlarında olaylara bakma biçimi Ömer Seyfettin, Halide Edip, Yakup Kadri, ve daha sonraları, Kemal Tahir, Halikarnas Balıkçısı ve Atilla İlhan gibi yazarların yapıtlarındaki ‘ulus’ ve ‘vatan’ problematiğini bulamayız. Türk romanlarında olaylar genel bir ulusal çerçeve içinde yer alır. Kahramanlar bu çerçevenin içinde yerlerini alırlar ve anlam kazanırlar. Yunan romanlarında öyküler kişilerin öyküleridir; özellikle ‘görgü şahidi’ yazarların yapıtlarında. Genel bir ulusal çerçeve varsa, bu dolaylı olarak görülür. Tipik örnekler Venezis, Doukas, Mirivilis, Sotiriou’dur.  Türk romanları daha çok Yunan edebiyatında mübadele konusunda tipik örnek oluşturmayan Kazantzakis’in yaklaşımına benzer: romanda temel öğe biz-onlar çatışmasıdır. 
 
Yunan edebiyatında mübadele olayı bir ‘son’ olarak anlatılır. Türk edebiyatında - ve genel olarak Türk tarih yazıcılığında da - İstiklal Savaşının sonu ve dolaylı olarak  nüfus mübadelesi de  - bir ‘başlangıcın’ işaretidir; hatta sevindirici ve umutlu bir başlangıcın işareti. Bu başlangıç yeni bir siyasi rejimle ilgilidir. Bu siyasi değişiklik topluma yeni ve daha mutlu bir geleceği vaat ediyordu. Yunan tarafında aynı dönem kuşkusuz acılı, nostaljik ve bazen eleştirel bir biçimde ele alınan bir ‘son’dur. Romanlarda yapılanların yanlış olduğu gündeme gelir. 20inci yüzyılın yirmili yılları bir başlangıç değil, yeni bir geleceğin değil, olsa olsa yeni bir durumun işaretidir. Olay ‘Küçük Asya Felaketi’ adını alan bir yenilgiyle ilişkilidir.
 
 
 
 
Bu yenilgiyle ilgili acılı süreç, yoksulluk, evden sürgün edilmek, hastalıklarla ve ölümle iç içe olan dönem, genel olarak Ortodoksların hayat görüşüne pek yabancı değildi. Melankolik, hatta mazoşist mitoslar Rum cemaatinin bilinen motiflerindendir. Başka bir çalışmamda İsa’nın acılı ve trajik sonuyla paralel sunulan Ortodoks/Rum cemaatinin mitoslarını anlatmıştım. Küçük Asya felaketi bu bağlamda Yunan halkının kolaylıkla kavram olarak algılayabileceği bir olaydır: eskiden de tekrarlanmış olan bir trajedidir. Hıristiyanların ezilip acı çekmesi yada Bizans’ın  yok olmasıyla Ortodoks cemaatin koruyucu siyasi desteğini kaybedip ikinci sınıf cemaat olması gibi bir felaketti. Venezis açık bir biçimde Yunanlıların cemaat olarak kimliklerini bu acılara dayandırdıklarını anlatır. Bu felaket konusunun bu denli sık ele alınması belki de bu ‘aşinalıkla’ da ilgilidir.
 
Bu bağlamda ‘Türk’ motifi de ulusal mitosa ters düşmemektedir. Çağdaş, Yunan söyleminde ve edebiyatında, yani ulusçu dönemde, ‘Türk’, esaretle ve dolayısıyla acıyla ilişkili algılanan bir motiftir. Genel olarak ‘felaketsiz’ dönemler Türk’ün egemen olmadığı dönemdir; felaket ise Öteki’nin varlığını duyurduğu dönemdir. ‘Birlikte mutlu yaşadık’ motifi ise ancak Türk egemenliğinin sarsıldığı ve kendini duyuramadığı dönemle yada Rumların en azından ekonomik olarak egemen oldukları dönem ve konjonktürle ilgilidir; örneğin 1919-1921 yıllarında İzmir’de‘Öteki’ siyasal olarak üstün yada eşit durumda bulunduğu dönemler için - her iki yanda da - ‘birlikte iyi yaşadık’ denmemektedir
.
 İlk dönem mübadele romanlarının yazıldığı dönem, milliyetçi ideolojinden başka  Marksizm’den de etkilenmiştir. Bu bağlamda Yunan romanlarında mübadele dönemi sınıfsal bir çerçeve içinde de ele alınmıştır. Hemen hemen bütün Yunanlı yazarlar doğrudan yada dolaylı olarak sınıfsal ve ‘enternasyonal’ bir yaklaşım da dile getirmişlerdir. Bu iki yaklaşımın klasik örnekleri olarak  Mirivilis, Kazantzakis ve Dido Sotiriu anımsatılabilir. Bundan dolayı Yunan romanlarında ‘emperyalist’ güçler sık sık Öteki olarak resmedilir. Kimi zaman Batılı güçler ‘felaketin’ sorumlusu olarak sergilenirler. Ancak sınıfsal yaklaşımla ulusal yaklaşım iç içe bulunmakta, bazen aradaki ayırım çizgisini görmek kolay olmamaktadır.
 
 Türk Romanı ve Mübadele - Suskunluk dönemi
 
Türk romanına baktığımızda Yunan romanına göre en çarpıcı farkın mübadeleden hemen sonra bu olayın edebiyata yansımamış olmasıdır. Bu konuda hemen hemen tam bir sessizlik vardır. Özellikle 1923’ten 1960’lara kadar, yani yaklaşık kırk yıl, bir iki romanda bir iki cümleden fazla bir şey bulamıyoruz. İlginçtir, Faik Baysal’ın Sarduvan adlı romanı (1944) şu cümlelerle başlar:
 
‘Sarduvan eski bir Rum kasabası. Yaşlıların dediğine göre yakın zamana kadar da burada Rumlar otururmuş. Yıllar önce bu Rumların bazıları küp küp altınlarını toprağa gömerek yabancı ülkelere kaçmışlar, bazıları da yalancıktan da olsa Müslüman olup oldukları yerlerde kalmışlardır. Ama benim size anlatmak istediğim bunlar değil.’ 
 
Gerçekten de hem bu romanda hem de bu dönemin başka romanlarında konudan kaçınılmaktadır.
Örneğin Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı (1928) romanında konuyla ilgili bir iki cümle buluyoruz: ‘Rumların İzmir’den gitmesi iyi oldu, izi kalmasın bunların!’ anlamında kısaca birkaç cümle yalnız.  Yakup Kadri’nin Panorama’sında (1953) giden Rumlardan söz edilmiyor ama Balkanlar’dan Türkiye’ye gelen ve yerleşen mübadilleri bulabiliyoruz. Ancak gelenler dalavereci ve antipatiktirler; Yanyanlı Fazlı Bey halkı sömüren, sevilmeyen, Rumca konuşan olumsuz bir tiptir. Reşat Nuri Güntekin insanlara çok farklı bakmakta. Ateş Gecesi’nde (1942) dolaylı olarak giden Rumlardan söz edilmekte. Yazar bu insanlardan sevgi ve özlemle söz eder. Nihayet Sabahattin Ali ‘Çirkince’ (1947) adlı kısa öyküsünde ‘devlete’ ve ‘düzene’ bir tür eleştiri yönelterek Türkiye’ye yerleşen mübadillere sağlıklı yaklaşılmadığını, bu insanların zor durumda kaldıklarını anlatmaktadır. 
 
Mübadeleden sonraki yaklaşık kırk yıl içinde bu seyrek ve kısa göndermeler dışında Türk edebiyatında göç ve nüfus değişimi olayı pek ele alınmaz. 1960’tan sonra kimi Marksist yazarlar konuya dolaylı da olsa değindiklerini görüyoruz. Ama mübadeleyi temel konu hatta ‘önemli bir olay’ olarak ele alan yapıt 1980lere kadar bile henüz yoktur.
 
Örneğin Zaven Biberyan’ın Yalnızlar adlı romanında (1965) azınlık üyelerini kastederek ‘bunlar hâlâ yurt dışına gönderilmedi mi?’ diye hayretini ve tedirginliğini dile getiren cahil bir ‘milliyetçiyi’ görüyoruz. Hasan İzzettin Dinamo’nun Ateş Yılları’nda (1968) ve Savaş ve Açlar’ında (1968) Anadolu’dan gidenlerin geride bıraktıkları toprakların nasıl ‘çıkarcılar’ tarafından yağmalandıklarını kısaca okuyoruz. Bu romanlarda mübadelenin yanlış bir uygulama olduğu da ima edilir. Kemal Tahir de Kurt Kanunu’nda (1969) haksız toprak dağıtımından söz eder. Yusuf Atılgan’nın Anayurt Oteli’nde (1973) dolaylı olarak öldürülen Rumlar kısaca gündeme gelir. 
 
‘Suskunluğun’ yorumu 
 
1980den ve hele 1990dan sonra ‘mübadele’ konusunda bir hareketlenme görülür. (Bu arada Yunanistan’da tersine bu konu artık eski önemini yitirmektedir) Tarih ve Toplum dergisi gibi yayın organlarında konu ele alınır. Tarih Vakfı bu konuda bir sergi düzenler (1997). Mübadillerin karşılıklı ziyaretleri gözlenir, Yunanca’dan bu konuda çeviriler yayınlanır, sözlü tarihçilik alanında, geç de kalınmış olsa eksikliklerin giderilmesi yönünde önemli adımlar atılır.  Nihayet 1999-2000 yıllarında Lozan Mübadilleri Vakfı’nın kurulması ile ortaya konuya sahip çıkan bir kurum çıkacak ve bu alandaki çalışmalar daha sistemli ve eşgüdümlü olmaya başlayacak.
 
Edebiyat ve özellikle romanlar alanında büyük atılım 1990lardan sonra görülür. 1980lerde mübadele ve göç hâlâ yazarların temel konusu değildir. Fikret Otyam’ın Pavli Kardeş’inde (1985) giden Rumlardan söz edilir (gittikleri için ‘hain’ de ilan edilerek). Salim Şengil  Savrulup Gidenler’de (Öyküler, 1987) farklı bir yaklaşımla  aynı ayrılışı hüzünlü anar. Mario Levi En Güzel Aşk Hikayemiz (1992) ve Madam Floridis Dönmeyebilir (1990) İstanbul Rumlarının göçünü ve Mehmet Eroğlu Yürek Sürgünü’nünde (1994)  Sakız’a eski dostları görmeye giden Türklerden yine özlemli bir dille söz eder. 
 
 
 
 
 
 
1990 ortalarından sonra gözlenen ‘mübadele romanları’ patlamasına geçmeden o ana kadar gözlenen ‘suskunluk’ dönemine bir açıklama getirmeye çalışmak sonraki romanları daha iyi anlamamıza yardımcı olacağından da yararlı olabilir. Bu alanda Yunan edebiyatıyla kıyaslamalar da yararlı olabilir.
 
‘Bırakılan topraklar’ konusu da, yukarıda gördüğümüz gibi Yunan edebiyatından farklı olarak, yaklaşık 1995 yılına kadar Türk edebiyatında pek işlenmedi. Bir iki istisna vardır: Necati Cumalı (örneğin Yağmurlar ve Topraklar, 1973; Makedonya, 1976) ve dolaylı olarak Reşat Nuri Güntekin gibi yazarlar geride kalan ‘ortak’ Türk-Rum yaşam konusunu işlemişlerdir (Akşam Güneşi, 1926; Ateş Gecesi, 1942). Yine Yunan örneğinden farklı olarak, geride bırakılan toprakların eski isimlerinin önüne ‘yeni’ sıfatını ekleyerek yeni köyler/mahalleler  kurmak uygulaması da pek görülmez. Yunan tarafı ‘kayıp vatanlar’ dedikleri kentleri, köyleri ve hele baba evleri konusunda daha fazla ‘kayıt düşmüşlerdir’. Bu farkın ve Türk tarafında görülen suskunlukların  nedenleri farlı olabilir:
 
1- Yunan tarafı için mübadele ve göç bir yenilginin sonucuydu; Türk tarafı için bir zaferin sonucu. Belki bu yenilgi/zafer çağrışımları olayı Yunan tarafı için daha trajik ve önemli kılmıştır. Ayrıca Yunan romanında Yunanistan’ı terk eden Müslüman mübadillerden fazla söz edilmez. Bunu yapan romanlar sınırlıdır; Loudemis’in ve Nenedakis’in birer romanı ve Venezis’in bir iki öyküsü anımsatılabilir. Türk edebiyatında ülkeyi terk eden Rumlara daha çok rastlıyoruz. Bu farkın bir nedeni Osmanlı/Türk  toplumu içinde vatandaşlığa bağlı sivil (etnik olmayan) yurttaşlık anlayışının Yunanistan’a göre daha yaygın olmaması olabilir. Başka bir nedeni ‘kaybedilene’ kıyılan değerle ilişkili olabilir.
 
2- Yunanistan’a göç eden nüfusun sayısı fazlaydı. Yunanistan’a göç 1.2-1.5 milyon kadardır; Türkiye’ye gelenler 450 bin. Yunanistan’a yerleşenler mevcut nüfusun % 20’si iken Türkiye’de bu oran % 3.8. Ama her iki ülke için de ‘ayrılan’ nüfus %10 dur.
 
3- Türkiye’ye göç kontrollü bir uygulama sonucu olmuştur. Rum nüfus özellikle Batı Anadolu’dan mübadeleden önce zoraki ve büyük bir kargaşa içinde kaçmıştır ve kaçırtılmıştır. Bu nedenle de Yunan tarafında olay daha dramatik algılanmış olabilir.
 
4- Türk tarafı daha önce de Balkan Savaşı nedeniyle göç olayını yaşamış olduğundan belki söz konusu 1923 göçü en büyük dram sayılmamıştı. Türk tarafı bu konuda daha ‘deneyimliydi’ denebilir.
5- Türk mübadillerin çoğu köylüydü ve ortalama okuma yazma düzeyleri, oran olarak kentli nüfusu daha kabarık olan Rumlara kıyasla daha düşük olmuş olabilir. Aralarından yazarların çıkmamış olma olanağı da göz önüne alınmalıdır.
 
6- Mübadele yıllarının hemen sonrasında Türkiye’de Misaki Milli sınırları dışındaki Türklerle ilgilenmek hoş karşılanmıyordu; İttihatçı bir sapma sayılıyordu. ‘Dış Türkler’ konusu tabuydu ve bu tür konular desteklenmiyor, hatta bu tür yaklaşımlara kem gözle bakılırdı. Bu konular siyasal olarak sakıncalıydı. Bu yıllarda Anadoluluk temeli üzerinde bir ulusal kimlik oluşturulmaya girilmişti. ‘Çeşitlilik’, farklı kimlikler, çok seslilik devletçe hoş karşılanmıyordu. Zaten verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi mübadele konusuna değinen yazarların hemen hepsi devletle ‘kavgalı’ olan ‘solcu’ yazarlardı. 
 
1995 yılına kadar mübadele konusunun Türk romanına içerik olarak nasıl yansıdığına baktığımızda ise üç temel yaklaşım görürüz:
 
1- Gidenler yabancıydı, gittikleri iyi oldu. Millet olarak daha homojen olduk, milli devlet güçlendi. Gelenler de pek bizden sayılmaz; aralarınca zaten Rumca konuşuyorlar. Bu grup yazar genelde mübadeleyi olumlu ve yararlı sayıyor.  Aka Gündüz’ün, Yakup Kadri’nin, Fikret Otyam’ın yukarıda verilen metinleri buna örnek sayılabilir. Bu yapıtlarda roman kahramanları etnik bir çerçeve içinde hareket etmekte ve stereotipler olarak biz/onlar biçiminde gösterilmektedirler.
 
2- Mübadele olayına karşı çıkmadan uygulanışını ve toplumsal sonuçlarını eleştiren yazarlar. (Örneğin, Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Tahir). Bu yazarlar, olayı yermeseler de, kabul etmiş görünmekte ama devlet uygulanışını yermektedirler.
3- ‘Rumlar bizim yurttaşımızdı ya da evlerinden ve topraklarından
zorla kovulan masum insanlardı, mübadele kötü bir çözümdü ve mutsuzluk getiren bir olaydı’ diyenler. (Örneğin, Reşat Nuri Güntekin, Zaven Biberyan, Yusuf Atılgan, Salim Şengil, Mario Levi, Mehmet Eroğlu). Bu söylemin temel ekseni insancıl açıdır ve amaç bu drama katılanların insan yanını vurgulamaktır. 
 
Mübadelenin Türk romanında işlenmesi ve ‘Ulusal’ Paradigma 
 
1990larda ve hele 2000 yılından sonra birkaç roman ilk kez  nüfus mübadelesini ve halkların ulusal-sınırlar-arası göçünü ayrıntılı olarak ele alır. Burada kısaca ‘mübadele romanları’ diyeceğimiz bu romanların her birini ayrı ayrı ele almaya ve incelemeye değerdir. Her birinin özgün yanları var. Her biri yazarın kişisel dünyasını ve algılamalarını sergilemekte ve bir olayın nasıl farklı okunuşları olduğunu göstermektedir. Ancak burada olaya daha küresel yaklaşılacak, genel eğilimler gösterilecek ve romanlar ‘örnek’ olarak kullanılacaktır.
 
Mübadele ve göç olayı Türk edebiyatında, genel olarak Türk söyleminde (örneğin okul kitaplarında, tarih yazımında, sanatta vb. olduğu gibi) ‘Öteki’ konusunda görülen eğilimleri göstermiştir: farklı paradigmaların izlenmesi sonucunda oldukça farklı yorumlar ve değerlendirmeler sergilemiştir (Millas 1991, 1994, 1998, 2000, 2000b, s. 201-243, 2001, 2002). Yazarların bir bölümü Türk ve Yunanları ilgilendiren bu tarihi olaylara ‘ulusçu’ anlayışa uyum göstererek başka bir bölümü ise ulusçu anlayışı yadsıyarak bakmışlardır.[10]
 
Burada ‘uyum’ bir paradigmaya uyum anlamındadır; çağdaş ulus gerçeğini ulusçu anlayışa uygun bir biçimde kavramak ve bu anlayışı metin içinde yeniden üretme anlamındadır. Farklı yolu seçenler, değişik ‘oranlarda’ da olsa ulusçu görüş açısından ayrılanlardır. Farkın anlaşılır olması için dünyamızda ve hele Balkanlarda son bir iki yüzyılın bir ideolojisi olan ulusçuluğun tarihselliğinin ve konjonktürel yanının anlaşılması gerekmektedir. Bu anlaşılmadığı durumlarda – söz konusu romanlarda da görüldüğü gibi – ulusçu dünya görüşü yeniden üretilmektedir. Buna göre  romanlarda belli bir söylem ağırlık kazanmaktadır. Genelde ulusçu paradigmanın romanlarda da yansıyan yanları şunlar:
 
1- Olaylar insan yada cemaat dramından çok bir ‘uluslar’ kavgası olarak algılanmaktadır. Tasnif  ve sınıflamalar ‘ulus gerçeği’ temelinde yapılmaktadır. Başka türlü söylersek, olayların çerçevesini uluslar belirlenmektedir. Uluslar daha geniş bir ideolojik konjonktürün sonucu değildirler, hareket noktasıdırlar, olayların eksenidirler. Kahramanlar genellikle bir ulusun üyeleri olarak resmedilmekte, bu sınıflamaya girmeyen kimselere pek rastlanmamaktadır. Ulus kategorisine dahil edilmeyen kimseler ‘ne idiği belirsiz’ kimseler olarak resmedildi.
 
2- Uluslar (ve ulusçuluk) başlangıcı ve dolayısıyla sonu da olacak bir tarihsel fenomen olarak değil, ‘ebedi’ değerler olarak anlatılmaktadır. Bu anlayışın ilk sonucu olarak Türklerin ve Yunanlıların (ve öteki ‘ulusların’) tarihi çok eski sayılmaktadır. Türk-Yunan ilişkileri Bizans dönemine, Selçuklulara, Osmanlılara dek gerilere götürülmektedir. Binlerce yılla yada yüzyıllarla anlatılan ‘ulus’ gündeme gelmektedir.
 
3- Bunlarla ilişkili olarak ulusların bir ‘değişmezliği’ söz konusu olmaktadır. Ulusal ‘karakter’ gibi bir şey ulusların ‘eskiliği’ ile birlikte bulunmaktadır. Bugünü anlatmak için sürekli geçmişe gönderme yapılmakta, bugünü anlamak için ‘ecdada’, ‘tarihe’ - tam olarak söylemek gerekirse, ‘ecdadımıza’, ‘ecdatlarına’ ve ‘tarihimize’, ‘tarihlerine’ – bakma gereği görülmektedir. Kişiler kişiliklerini bu ulusçu kategoriler içinden sağlamaktadırlar. Giderek kişiler daha az saydam ve daha çok ‘öngörülebilir’ olmaktadırlar.  Öngörülebilirlikleri aslında roman kahramanlarının artık ulusal stereotiplere dönüşmüş olduklarının kanıtıdır.
 
4- Nihayet bu tür romanlarda, kaçınılmaz olarak, biz/onlar karşıtlığı ön plana geçmekte - ve kişiler değil – ve ulusların ‘temsilcileri’ bazı Türkler ve Yunanlılar karşımıza çıkmaktadırlar. Kimlik olarak ‘bize’, yani yazara daha yakın olanlar, genellikle daha olumlu kimselerdir, ‘Ötekiler’, şu yada bu biçimde, biraz yada çok kusurludurlar. Kusurlu olmayanlar Ötekiler ise genellikle ‘bizim’ ne denli olumlu olduğumuzu dile getirmek için kullanılırlar. Ayrıca mübadele romanlarında, karmaşık dil/din/köken konuları içerdiğinden ulusçu paradigmayı izleyen metinlerde kahramanların ‘ulusal kimliğini’ kanıtlama kaygısı da oldukça sık gündeme gelmektedir.
 
Her ‘ulusçu’ metinde bu öğelerin hepsi bir arada yer almazsa da genellikle çoğu doğrudan yada dolaylı olarak vardır. Dikkat edilmesi gereken, yukarıda özetlediğim ve temelde bir ulusal kimlik sorunu oluşturan çerçevenin, kulağa hoş gelen siyasal yada romantik söylemle karıştırılmamasıdır. Ulusçu paradigma, ‘barış’, ‘kardeşlik’ söylemini beri etmez. Her ikisi de aynı metinde yan yana ve çelişki oluşturmadan var olabilir. Ulusçu paradigma bir sınıflandırma ve değerlendirme açısı oluşturur; bu ideolojiye bağlı kimseler ille de saldırgan ve barışa ve dostluğa karşı kimseler olmaları şart değildir. Hatta Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmeye yüz tuttuğu, devlet ve hükümetler düzeyinde yumuşamanın görüldüğü 2000 yılından sonra ister ulusçu ister ulusçu olmasın hemen herkesin ‘aşırılıklardan’ kaçındığı gözlenmektedir. Artık saldırgan dilden ve sıfatlardan kaçınılmaktadır. Ancak bu ulusçu ideolojinin aşıldığı anlamına gelmemelidir.
 
Bu tür mübadele romanlarından bir iki örneğe bakalım. 
 
Ahmet Yorulmaz’ın Savaşın Çocukları (1997) mübadeleyi anlatan bir üçlemenin ilk kitabı. Bu romanda ulusal egemenlik ve ulusal kimlik temel bir motiftir. Yazar bazı siyasi görüşleri vurgular. Örneğin a) Antik Yunanlılar ve bugünkü Yunanlılar Türkiye topraklarına karşı ‘yayılmacı’ emeller beslerler, b) Girit Türkler tarafından Venediklerden alındığından ve Yunanlılar sonra geldiğinden Yunanlıların Girit’te hakları yoktur (s.32), c) Giritli Müslümanlar dillerini unutmuş gerçek Türk’türler (s.12), d) Anadolu anayurttur ve Girit yalnız ‘yurt’tur, dolayısıyla Girit’i terk eden Türklerin özlem duyması gerekmez (s. 134) gibi tezler sürekli gündeme gelir,  gerekli gereksiz tekrarlanır. Bu romanı izleyen yazarın Kuşaklar (1999) ve Girit’ten Cunda’ya (2003) adlı romanlarda da aynı motifler işlenir.
 
Kuşaklar’da Yunanlılar Türklere ‘beş yüz yıldır’ kinleri olan bir ‘ulus’ olarak anlatılır (s. 206). Ama aynı zamanda ‘barış’ diler Hasan ve bağnaz Yunanlıya seslenir: ‘İstanbul’a Konstandinopolis demekte direniyorsunuz.... Bu böyle sürer giderse, savaşlar nasıl son bulur, barışı nasıl kurarız, nasıl kucaklaşırız? Hadi söyle bana...’ Ancak Hasan’a aşık olan Marigo stereotip bir Yunanlı gibi kesin konuşur: ‘Şu barış dediğin şeyle senin beynini yıkamışlar’ (s. 206). Mübadele konusu açıldığında ise ‘suç’ Yunan tarafına yüklenir: Rumlar Anadolu’da mutlu yaşardı, ama ihanet etmişler, yabancılara kucak açmışlar, dolayısıyla suç Türk devletinde olamaz, kovulmaları onların hain davranışlarından dolayı gerçekleşmiştir, der Hasan. Mübadele en sonunda ‘Rum hainlerin kovulması’ olarak sergilenir. Marigo’nun Yunan ulusunun ‘karakterini’ ele veren şu sözleri ilginç:
 
‘Biz Yunanlılar tarih tarih olalı hep yayılmacı olmuşuzdur... Yunan yayılmacılığının hem simgesi, hem öncüsü diyasporadır, yani buradan giden soydaşları - ki onlara kolan da denir- vaktinin geldiğini sanarak ayaklanmıştı... Biz ulus olarak yayılmacılıktan  asla vazgeçmeyeceğiz, böyle sürüp gidecek bu işler. Farkındasındır belki, kişisel olarak ben de aynı inançtayım! Biz ölürüz de yayılmacılıktan dönmeyiz!’ (s. 200). 
 
Hasan Marigo’ya barışın ne denli iyi bir şey olduğunu anlatmaya çalışır ama okuyucu, bu tür konuşmaların tekrarı sonucunda Yunanlıların pek iflah olamayacak bir ulus olduklarını anlar.
 
Girit’ten Cunda’ya adlı romanda Giritli Türklerin ‘genetik olarak kesinlikle Türk’ oldukları anlatılır (s.91). Rumların Türkleri Girit’ten ‘sürmenin zevkini yaşadıklarını’ (s.105), Rumların ‘bağnazlığı’, ‘yayılmacılığı’, ‘haksızlığı’, ‘kinleri’ yeniden gündeme gelir (s.106). Türk tarafının eksiklikleri yoktur. Nihayet bu Türk-Yunan karşıtlığının çok, ama çok eski olduğu ilginç bir tarihi tezle anlatılmaktadır: Önce Yunanlılar Çin’e kadar dayandılar. Türkler onları ‘adalara dek püskürttü’. Sonra Yunanlılar Anadolu’nun ortasına kadar gitti. Ve Mustafa Kemal Yunanlıları ‘gerisin geriye gönderdi’. Yani 2300 yıllık Türk-Yunan ilişkileri tarihinden söz edilmektedir. Yunan politikacıları ise bu ‘gel git’ olayını istismar edip koltuklarını sağlıyorlar (s.87). İki ulusun ilişkileri ve mübadele – ve her yanın sorumluluk oranı - bu tür bir söylem içinde sunulur. 
 
Ahmet Coral’ın İzmir, 13 Eylül 1922 adlı romanı da (2003) ‘iyi niyetle’ yazılmış ama ulusçu paradigma sınırlarının içinde kalmış bir yapıt. Arada ‘ulusların dost olmaları’, ‘güvensizliğin pompalanmamasının’ gereği yazılır (s.220) ama barışa  engel olanların ‘Ötekiler’ olduğu da roman boyunca ‘pompalanır’. Yunanlı roman kahramanı yüzyıllar içinde değişmeyen ve sürekli olarak Türk’e karşı saldırgan davranan, bağnaz ve ‘ulusçu’ kimse/kimseler olarak sergilenir. Bu insan, Roma ve Bizans dönemlerinden bugüne dek Megali İdea adına hep Türk’e saldırmaktadır, simgesel olarak bir süreklilik sergileyen, hep aynı kalan ve 500, 1821, 1912, 1921 yıllarında karşımıza sorun olarak çıkan Yunanlıdır. Türk tarafı ise olgunluk örneği ve mutluluk kaynağıdır. İzmir yangınını izleyen mübadele ve göç de bu çerçevede ve haklılık/haksızlık temelinde, ve hangi tarafın ‘haklı’ olduğu konusunda okuyucunun aklında pek kuşku kalmayacak biçimde yorumlanmaktadır. Bu yapıtta kişiler yok olmakta, ulusal stereotipler ve simgeler halinde ortaya çıkmaktadırlar.
 
Yunan Bağımsızlık Savaşının yorumu tipiktir (s.58). Rumlar ‘Türk egemenliğinde bolluk ve refah içinde mutlu yaşamaktadırlar’. Ama bazı ‘aklı başında olmayan’ Rumlar Sakız Adasında küçük Türk garnizonuna saldırır. ‘İçlerinde biriken ‘Osmanlıya baş kaldırılmaz, fare aslana kükreyemez!’ saplantısının yıkıldığını görmenin şehvetiyle ... ağız dolusu küfrediyor ve asırlar boyu biriktirdikleri tüm kini tüfeklerinin namlularından kusuyorlardı’. ‘Türk’ donanması yetişince ‘bizim sarhoş, bitirim, hırsız, korsan ve çapulculardan oluşan kahramanlar alayımız da daha ilk ‘Türkler geliyor!’ sözü edildiğinde, adanın içlerine doğru çil yavrusu gibi dağıldı’. Türk askerler çok farklıydı. Kızıl türbanlarıyla hareket halinde bir gelincik tarlası gibiydiler, ilerlediler, başlarında haşmetli bir süvari vardı. Yunanlıların teslim olmasını ister. Ama Rumlar ‘Türklerin tarihleri boyunca teslim olanları hep bağışladıklarını’ bilen bir ihtiyar Rum’u dinlemediler, ‘galiz küfürlerle’ kurşun sıktılar Türklere. Sonunca bir Rum’un anlattıklarına göre Rumlar yenildi. ‘Efendimiz İsa’nın inançlı fahişesinin adıyla vaftiz edilmiş yaşlı Bayan Madelene, köyün başında Golyat gibi palabıyıklı Türkleri görünce donuna doldurmuş ve köyün gizli girişini gösterivermiş!’
 
Romanın temel kahramanlarından stereotip Yunanlı bu olaylar yaşanırken küçük bir çocuktur. Milliyetçi bir Yunanlının ‘bakir umududur’. ‘Türkleri en nihayet dünya yüzünden silecek, o lanetli ırkı cehennemin en alt katmanlarına sürecek olan Grek idealinin simgesisin sen!’ der genç çocuğa. ‘Biraz sonra göreceklerinin içinde amansız bir kin birikimi sağlayacağına inanıyorum. Bu kin, Türkleri yok etmek ülküsü adına kat edeceğin yollarda rehberin olsun. Sen XII. Konstantinos olacaksın.’ vs. Sonunda genç çocuk Megali İdea idealine inanır ve – sembolik bir biçimde – romanın içinde, hiç değişmeden bugüne dek sürekli olarak karşımıza çıkar.
 
Bu Yunanlı İzmir yangınında da karşımıza çıkar. Olanları bu adam anlatır (s.191-204). Mübadelenin ilk perdesini oluşturan Rumların kaçışının anlatışı da romanda oldukça ilginç. Ermeniler İzmir’in yanmasında oldukça sorumludur; çünkü ‘pabucu Türklere pahalıya satmak isterler’. Türkler tellallarla Ermenilerin ‘mallarıyla kentten ayrılabileceklerini duyuruyorlar’ (nereye gidecekleri romanda açıklanmıyor) ama onlar her nedense direniyor; ve ‘felaketin davetçisi’ oluyorlar. Sonunda yangın çıkar. Rumlar denize doğru kaçar, ‘rıhtım boyunca istif’ olurlar, ateş ile deniz arasında sıkışırlar. Anlaşılan tepelere doğru kaçmak akıllarına gelmemiş. Ve bu ateş yüzünden denize düşerler ve çoğu ölür. Okuyucunun anladığı bu olayın bir panik olayı olduğu, Rumların birbirini ezdiği, hatta olayın İzmir’in alınışından dört gün sonra olduğudur. Bu arada, duyulduğuna göre, başka kentlerde ‘işgal sırasında iyice bilenmiş olan Türk halk, Rum evlerine saldırıyor, mallarını talan edilmesine direnenleri de dövüyormuş. Tabi bunlar arasında ölenler de varmış’.
 
Bu romanlarda, yukarıda sıraladığımız ulusçu paradigma söyleminin bütün özellilerini görebiliyoruz: olaylar iki karşıt ulusun kavgası biçiminde anlatılmakta, ulusal özellikler yüzyıllarca aynı kalmakta, yani ulusal süreklilik temel sayılmakta, kişiler ulusal stereotipler olarak davranmakta ve ‘bizim taraf’, eninde sonunda daha olumlu olandır. Sürekli olarak Ötekinin bize kin beslediği ve saldırgan olduğu tekrarlanmaktadır. Yazarların iki düzeyde hareket ettiğini varsayabiliriz. Bilinç düzeyinde ‘güvensizliğin pompalanmamasından’ yanadırlar; bilinç altı ise güvensizliği yeniden üretmektedir. 1915-1925 yıllarında yaşanan nüfus mübadelesi ve zorunlu göçler de bu bağlamda belli bir ‘anlam’, meşruiyet ve ‘haklılık’ kazanmaktadır: ‘ulusların ilişkileri böyle olduğuna göre çözüm de aynen bu olmalıydı’. 
 
Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Ağlıyor Baksana ve onun davamı olan Karıncanın Su İçtiği ve Tanyeri Horozları şimdilik üçü yayınlanan dört romanlık bir sıradır  (Genel adı Bir Ada Hikayesi 1,2 ve 3 - 1998, 2002, 2003). Bu romanları hem birinci ciltteki görüşlerle öteki ciltler arasında farklı yaklaşımlar sergilediğinden hem de çizilen çerçeve öteki Türk romanlarından farklılık gösterdiğinden yorumlamak ve sınıflandırmak kolay değildir.
 
Bu romanlar ‘mübadele’ olayını ele almaktadır. Birinci ciltte hayali bir adada yaşayan ve Türkçe konuşan Rumlardan söz edilmekte, sonraki romanlarda ada somut olmakta (Cunta) ve Rumlar Yunanca konuşurlar. Ayrıca ikinci ve üçüncü romanda Yunanistan’dan göçen Müslümanlar da görülmektedir. Mübadele hiç kimsenin istemediği olumsuz bir olaydır. Devletle ilişkili kurumlar ve kimseler ‘sorumlu’ gösterilir ve olumsuz davranışlar genellikle onlardan kaynaklanır. Bu açıdan bakıldığında mübadeleye eleştirel yaklaşıldığı söylenebilir.
 
Ancak ‘ulus’ kavramına verilen anlama baktığımızda ulusçu mitoslar öncelik kazanmaktadır. Rumlar, Çerkezler, Kürtler vb. ‘üç bin – beş bin  yıllık’ bir tarihsel süreklilik içinde anlatılırlar (örneğin s. 1/50, 267). Devlete bağlılık ve devlet ordusunda savaşmak erdenli bir davranıştır, ‘anlamsız’  Sarıkamış seferinde olsa bile  (s. 1/58). Özellikle ‘askere’ ve ‘üste’ saygı ve bağlılık ‘iyi yurttaş’ hatta ‘yurttaş’ sayılmanın şartı gibi sergilenir (s. 1/74). Simgesel olarak Rum/Kürt/Çerkez ilişkileri etnik bir boyut edinir. Kişiler bu grup kategorileri içine yerleştirilir ve ele alınır.
 
İkinci ciltte mübadelenin dramı sergilenir, acılar anlatılır, bu göçün neden uygulandığı sorulur; ama yanıt pek belli değildir (s. 2/479). Yine de ‘Ötekine’ karşı olanların paranoyası açıkça gösterilir; bir kaymakam şöyle bağırır bir ara:‘Onlar çocuk değil, her biri bir canavardır. Şu koca memleketi onlar yaktılar, yıktılar, köyleri, kasabaları talan ettiler. İnsanları öldürüp küçük kızların ırzlarına geçtiler. Onlar Ermenidir, onlr Kürttür, onlar Yezidi, onlar Keldani, onlar Çingene, onlar yetmiş iki milletin veledi ninalarıdır. Dört kitapta onların katli vaciptir’ (s. 2/160). 
 
Üçüncü romanda mübadelenin ‘ruhu’ da eleştirilir. İki devlet, Türkiye ile Yunanistan, göçü ve mübadeleyi zorla halka kabul ettirirler (s. 3/288).
 
Bu romanda kesin bir Rum ve Yunan ayırımı vardır. Rumlar ‘bizden’ sayılır çünkü ‘vatanı’ sevmekteler, askerlik yapmaktalar ve Yunana karşı savaşmaktadırlar. Yunanı da pek sevmemektedirler. Romantik ve duygusal yaklaşım kendini roman boyunca duyurur: roman kahramanı kaçıp Yunanistan’dan gerisin geriye gelir evine. Türkiye’de yaşar yeniden. Mübadele hoş olmayan bir olay olarak sergilenir: acılara neden olan bir olaydır.
 
Çağdaş ‘göç romanları’ 
 
1990lı yıllarda ama özellikle 2003 yılında, yani nüfus mübadelesinin 80inci yılında yayınlanan birkaç romanda göçün anlatımında ‘çağdaş’ bir yaklaşım görülmektedir. Yunan romanlarıyla kıyaslandıklarında bu yapıtlarda bir eksiklik görülür: Türk yazarlar 1930 kuşağından farklı olarak bu olayların görgü şahitleri değildir, bundan dolayı da anlatım daha soyut, genellemelere daha fazla dayalı ve daha duygusaldır. Belki daha az ‘gerçekçidir’ bile denebilir. Ama buna karşılık, göç olayını yaşayanların yazdığı romanlara kıyasla son 5-10 yılda roman yazanların önemli bir ‘avantajı’ var: ulusçu ideolojiye ve yaşanan olaylara zamanın sağladığı bir mesafeden bakabilmişlerdir. Yaklaşımları hem daha soğukkanlı hem daha tarafsızdır. En önemlisi de, artık son on yıllarda ulusçuluğun ne olduğunu anlatan önemli araştırmalar yayınlanmış olduğundan ve tarihçilik ve siyaset bilimi alanında atılan büyük adımların sonucu olarak, yalnız olayların anlatılmasıyla yetinilmemekte ‘çağdaş’ yorumlar da edebi metnin içinde sezilir olmaktadır.
 
1930larda yazılan romanların perde arkasında bulunan ahlaki/kuramsal temel Marksizm yada insancıl anlayıştı. Örneğin Dido Sotiriu’nun yorumunda ‘suçlu’, halkları birbirine düşüren Büyük Güçlerdir, yani Kapitalizmdir. Venezis’te olayların acıklı yanını görüyoruz, üzüntüyü ve pişmanlığın duygusunu yaşıyoruz; ama romanlarda ‘yorum’ kıtlığı, hatta yer yer ulusçuluğun kendisi bile seziliyor.
 
Kimi yazar kötü insanları yada ‘fanatikleri’ gündeme getirdiler. Türk tarafında ‘kötü yöneticiler’ mübadillerin çektiklerinin baş nedenidir. Kimi zaman sorun, soyut bir biçimde ‘düzendir’. Ulusçuluğun ne olduğu yazarlar tarafından anlaşılmadığını seziyor okuyucu. Aslında bu romanlar yazıldığında böyle bir ‘eksiklikleri’ yoktu, çünkü o yıllarda ‘ulusçuluğun’ eleştirisi de henüz olgunlaşmamıştı.[13] Bugün, çağdaş gelişmeleri izleyen bir okuyucu 1930ların açıklamalarıyla yetinememekte, o yılların ilerici açıklamaları sayılan ‘sınıfsal’ açıklamalarında artık bir ‘eksiklik’ hissetmektedir; ulusçuluğun eleştirisini aramaktadır. 
 
Bu yazının elverdiği sınırlar içinde, bu ‘çağdaş’ anlatımdan birkaç örnekle yetinelim. Feride Çiçekoğlu’nun Suyun Öte Yanı (1992) göç olayını anlatan ilk romanlardan sayılabilir. Rum ve Türklerin göçü romanda önemli bir konudur. Cunda da Giritli Türkler görülür, daha geç dönemlerde ayrılan İstanbul Rumları ve Yunanistan’a kaçmayı düşünen siyasi Türk göçmen adayları... Hepsi aynı sert, kaba, hoşgörüsüz anlayışın kurbanlarıdır. Devlet politikaları eleştirilir. Örneğin Rumca konuşmak yasaktır Giritlilere Cunda’da: onlardan zorla sanki bir kimlik ‘alınmak’ istenmektedir. Rum evlerinde ise eskiden kalan kan izleri vardır. Vahşeti suskunlukla geçiştirmez yazar; belli ki geçmişle ve kimliğiyle hesaplaşabilmiştir, çağdaş yorumunu yapmıştır. Bu romanla yeni bir yol açılır gibidir. Mübadele başka bir boyutuyla artık gündemdedir.
 
Son yıllarda, her zaman temel konu bu olmasa da, Türkiye’yi terk eden İstanbul Rumlarından söz eden birçok roman yayınlandı. Barış Balcıoğlu’nun Çayınızı Türkçe mi Alırsınız? (1996), Oya Baydar’ın Hiçbiryer’e Dönüş (1998), Yiğit Okur’un  Hulki Bey ve Arkadaşları(1999),  Sergun Ağar’ın Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı (2001), Rıdvan Akar’ın Bir Irkçının İhaneti (2002) – ve okuyamadığım için anmadığım ve bu yüzden yazarlarından burada özür dilediğim daha nice roman – bu tür romanlardan sayılır. Bu yapıtlarda ‘empathy’yi, yani olayları Ötekinin gözünden görebilme ve duyarlılıklarını paylaşabilme yeteneğini derinden duyuyoruz. Balcıoğlu’nun romanında ‘bizim’ ön yargılarımız ve tabularımızla sağlıklı bir biçimde  gülünebiliyor.
 
Y. Okur’un romanında Türk milliyetçiliği en sert biçimde eleştiriliyor. Ağar ve Akar farklı ulusların yakınlığını vurguluyorlar. Baydar yaşadığı kişisel ‘göç’ ile Ötekine daha yakın oluyor. Bu tür romanlar başka türlü bir ‘göçten’ söz ettiklerinden ve mübadele ile doğrudan ilişkili olmadıklarından burada ele alınmayacaktır; ancak ulusçuluğa artık edebiyatta nasıl farklı yaklaşıldığını göstermek açısından hatırlatılmalarını yararlı saydım. 
 
Son yıllarda, hepsi mübadeleyi doğrudan anlatmasalar da bu olayla ilişkili olan ve yeni bir ‘tür’ sayılabilecek romanlar yayınlanmaktadır. Balkanlardan Türkiye’ye gerçekleşen göçlerden önceki – ve ‘oradaki’ - yaşamı (da) anlatan ve hepsi 2003 yılında yayınlanmış olan beş romana herhalde ‘muhacirler romanı’ diyebiliriz. Bu romanlar Türkiye’de gerçekleşen kültürel bir devrimin kanıtı sayılabilir. Okunduklarında neden bu güne dek ‘geride bırakılan vatanlar’ konusunun işlenmemiş olduğu konusunda ip uçları vermektedirler. ‘Terk edilen vatanlar’ konusu Türk edebiyatında çok az işlenmiştir. Yukarıda da andığım gibi, Reşat Nuri Güntekin’in 1926’da yazdığı ve Rodos’u anlatan Akşam Güneşi ile Necati Cumalı’nın 1976 ve 1995 yıllarında yayınladığı  Makedonya 1900 ve Viran Dağlar bu tür kitapların çok az örneklerinde üçü sayılabilir. 
 
Ama  bu 2003 tarihli romanlar eskiyi anlatmaktan da başka (hepsi aynı biçimde ve oranda olmasa da) üç özellik daha taşırlar: A) Bir kimlik beyanı gibidirler. Bugüne dek açığa çıkmamış yada pek duyurulmak istenmemiş bir kimlik romanlarda belli oluyor. Bu kimlik ‘muhacir’, ‘oralı’ yada bir dil, yöre, sınıf, din/mezhep kimliği olabiliyor. B) Zaman zaman bir şikayet, sitem hatta protesto havası taşıyorlar. ‘Devletin’, ‘toplumun’ hoşgörüsüzlüğü ve haksız davranışları yer yer çarpıcı bir dille anlatılıyor. C) Kimi romanlarda ulusçu yaklaşımlar eleştiriliyor, kimi zaman da açıkca ulusçuluk suçlanıyor
 
Selçuk Erez’in Makriköy’e Dönüş romanı bir ailenin hayatını anlatır. ‘Balkanlılık’ metinde her sayfada kendini duyuruyor. İnsanların serüveni, etnik farklar abartılmadan öne çıkıyor. Her ne kadar Cumhuriyet Türkiye’sinin resmi kimlik söylemi en fazla bu romanda duyuruluyorsa da, somut olayların akışı anlatıya farklı bir hava veriyor. Somut insanların öyküleri soyut ve hayali ulus ideolojisini yeniden üretmekte yetersiz kalıyor. Sonunda ‘insan’ öyküleri okuyoruz; kaynaşmış Türkler, Rumların ve başkalarının öykülerini (s. 93, 131, 144-147 vb).
 
Ayten Aygen’in Rumeli Benimdi romanı farklı okuyuşlara açık. Rumeli ayanlarının öyküsüdür; yazarın aile yaşamıdır. Kimlik beyanı yalnız kitabın başlığından belli olmuyor, günlük yaşamın ayrıntılarında sürekli gündemde. Kimliğin bir yanı da ‘Osmanlılık’ ve Bektaşi ve Melami geleneğidir. Kıvanç duyulan bir geçmiştir bu. Roman bir protesto romanı olarak da okunabilir. Hemen hemen bütün aile erkekleri ‘devlet’ tarafında, ‘Osmanlı’ tarafından katledilir. Bu ayanlar devlete sadık kalmakla, hayatlarını ve servetlerini seve seve Osmanlıya bağışlamakla birlikte kimileri zehirlenir, kimileri ipe çekilir, linç edilir, Bektaşiler kıyıma tabi tutulur: 
 
‘Arkasından, dergâhı ateşe verdiler. Yanan binadan can havliyle dışarı fırlayan Bektaşileri bir bir bıçaklayıp katlediyorlardı... Rumeli’de on üç beyi asmışlar, halk kedere boğulmuş... Beyler, gerçekten de kendi ayanlıklarında sorgusuz sualsiz katledilmişlerdi’ (s. 153-154). 
Travma romanıdır bu yapı. Trajik bir aile öyküsünün mezar taşı...
 
Yunanistan’dan mübadele sonucunda Türkiye’ye gelen ve yerleşen Bektaşilerin şikayetleri Ali Ezger Özyürek’in Muhacirler romanında Cumhuriyet dönemine yönelir; kimlikleri kıvançla açıklanır: 
‘Muhacirlerin bir avantajı da Avrupa topraklarından gelmiş olmaktı. Kendilerini Avrupalı olarak tanımlamak onlar için daha ileri bir uygarlık ve görgü düzeyinde bulunmak anlamına geliyordu... geri üretim koşullarında yaşayan yerli nüfusa göre oldukça ileri bir aşamadaydılar’ (s. 174). 
Ama devlet ve toplum Bektaşilerin haklarını tanımaz: 
 
‘Memlekette görece daha özgür iken, buraya geldikleri ilk yıllarda muhacirler yoksulluğun yanı sıra korkudan uzun süre yol toplantılarını yapamadılar. Yaptıklarında da çok gizli koşullarda, köyün girişlerine nöbetçi koyarak yapabildiler... Cumhuriyet laikliği yerleştirmek için her türlü tarikat faaliyetine karşı hoşgörüsüzdü’ (s.173). 
 
‘(Anadolu’daki) insanların dışarıdan gelenleri, yabancıları sevdiği söylenemez. Daha önce Ermenilere ve Rumlara karşı var olan önyargılar, olumsuz düşünceler şimdi muhacirlere karşı da alttan altta getiriliyor... Tedirgin, huzursuz ve çatışmalı geçiyor yaşamları’ (s. 153, 154). 
 
Muhacirlerin kıyaslamalar yeni vatanlarının aleyhinedir: 
 
‘Farklı coğrafyalardan gelmişlerdi.Gelenekleri, inançları, dilleri hatta fiziksel görünüşleri farklıydı... Ne kadar isteseler de bu toprakların geleneklerine uyamazlardı... Onlar daha önce yaşadıkları yerde de kimseyle didişmemişlerdi’ (s.177). 
 
Anadolu’ya uyum sağlamaya çalışan ama bu arada çok acı çeken muhacirlerin serüvenini anlatan romanda ulusçuluğa karşı da bir söylem geliştirilir. Bu ideoloji Balkanlarda yeşermeye başlamadan önce barış içinde yaşayanlar zamanla birbirine saldırmaya başlar. 
 
‘Köyler yakılıyor, yağmalanıyor, çoluk çocuk kadın demeden insanlar öldürülüyordu. Sonra bu kötülükleri yapanlar, vatan, millet, yüce idealler uğruna cinayet işleyip, kan dökenler bir anda çaresiz, can korkusuna düşmüş zavallı insanlar haline geliyorlardı’ (s.66).Yalnız ‘Öteki’ değil, ulusçuluğa inanmış herkes suçludur: ‘Estirilen milliyetçi rüzgarlar, önyargılar, yaşananların acımasızlığı insanları akıldışı eylemlere yöneltebiliyordu’ (s.89). 
 
Ulusçu ideolojiye daha da sert eleştiriler Zeliha Midilli’nin Bir Balkan Şarkısı -  Saranda adlı ve mübadele öncesinde Arnavutluk'ta yaşayan Bektaşilerin öyküsünü anlatan romanda görülür. ‘Milliyet esası üzerinde’ kurulacak devletlerin kaçınılmaz olarak bir göç dalgası yaratacağı anlatılır romanda, ‘en çok kafamı bozan da, yaptıkları kepazeliğe ulvi kılıflar bulmalarıdır’ der roman kahramanı. Ve tabu bir konuya geçilir: 
 
‘Ezelden beri sevemedim şu vatan tabirini. Memleket sözünü şahsen daha sempatik  bulurum. Vatan bana zahiri memleket ise batini bir mevhum gibi gelir. Vatan kendini bizden üstün bir mertebe koyar ve icabederse onun için ölmemizi emreder. Memleket ise kendini bizim altımızda bir mevkiye yerleştirip, onun için ölmemizi değil, üzerinde yaşamamızı ister... Ama insanoğlunun vatanı vardır, o da bütün toprakların üstüdür, yani insanoğlunun vatanı dünyadır’ (s. 281,282). 
 
Ulusal bağımsızlık anlayışı da oldukça heretik bu anlatışta:
 
‘Hür olmanın kendi devletine sahip olmakla alakası yoktur... Ben beni idare edenlerin milliyetine önem vermem. Kim, vazifenin bütün icaplarına sahipse o ifa etsin. Mühim olan benim burada mesut, rahat, müreffeh, istibdattan uzak ve fikren hür bir hayat idame ettirmem’ (s.140). 
 
Bu tür bir söylem Türk romanında yenidir. Türkiye’nin de değişmekte olduğunun kanıtıdır. Eleştiri ‘ulvi’ sayılan ideolojilere ve tabulara da yöneltilmektedir. Bu söylemin temelinde siyasal görüşten başka bir felsefe ve bir kimlik de yatmaktadır. Bir yanda 20inci yüzyıl başlarında Arnavutların kendi dillerinde eğitim yapmaları şikayet olarak sürekli hatırlatılır, öte yanda Bektaşilerin yaşam ve düşüncelerini gündeme getirilir: 
 
‘Dergâh memleketin diğer taraflarındaki tekkeler gibi Sarandalılar için de hakiki bir hürriyet diyarı (idi)... İnsanlar hangi dine, cinsiyete ve zümreye mensup olurlarsa olsunlar, herhangi bir tefrike tabi tutulmadan tekkenin kapısından bir hürriyet ve muhabbet alemine girer gibi giriyorlardı’(s.160). 
Romanda anlatılan bu ortamda insanlar da – göçler başlamadan önce – gerçekten ‘kardeştirler’. Din bile ‘o eski yıllarda’ insanları birbirinden ayırmaz: 
 
‘Devran’ın her Pazar kilisedeki ayine iştirak etmesi gibi, (arkadaşı Papaz Kostas da) zaman zaman tekkedeki ayinlere iştirak ederdi. Zaten Bektaşilerin çoğu kiliseye giderler, hatta gittiklerinde yanlarında umumiyetle haç da taşırlardı’ (s. 96). 
 
Derviş Devran romanlarda karşılamaya pek alışmadığımız görüşleri dile getirir: 
 
‘Allah Müslümanlıkta, Hıristiyanlıkta, Yahudilikte yahut başka dinlerde değildir... Allah’ı bulmak için içinize bakın. O oradadır’ (s.178). 
 


Bu göç ve muhacir romanlarında son zamanlara kadar yasaklanmış, bastırılmış, yada ortaya çıkmaları pek istenmemiş bazı ‘kimliklerin’ seslerini duyuyoruz. Alışageldiğimiz ‘resmi’ görüşler olmadıkları belli. Yunanistan’da da, kimlik alanında olmasa da, ulusçuluğun eleştirisi açısından, artık uluslararası ilişkilere farklı yaklaşılmaktadır. Ulusçu paradigmanın dışında başka bir anlatı oluşmaktadır. Konumuzla daha yakından ilgili iki romana bu ‘okuyuşu’ bitirmek istiyorum. 

 
 
Thanasis Valtinos’un Andreas Kordopati’nin Öyküler Derlemesi - 2 (Sinaksari Adrea Kordopaki - 2) (2000) ve Kemal Anadolu’un Büyük Ayrılık (2003) adlı romanları.


 
Her iki roman da doğrudan mübadeleyi hazırlayan olaylarla ilgilidirler. Her ikisi de ‘Ötekini’ eleştirmeyi bir yana bırakıp olayları doğuran anlayışa ışık tutmaya çalışmıştır. Bu yolda ‘biz’ sayılan tarafı eleştirmeyi çok doğal saymıştır. Yazarlar kendi uluslarının ve ordularının neden olduğu vahşeti ilk kez dile getirmiştir. Bu konuda samimi ve hele cesur davranmıştır.
 
Olaya ne romantik bir beraberliğin sonu olarak, ne ‘Öteki’nin’ neden olduğu bir vahşet olarak, ne milli ve sevindirici yada üzücü bir olay olarak, yani tek yanlı bir olay olarak ele almamışlardır. Ama ne de genel çerçevesi belli olmayan somut ama zamandan ve yöre gerçeğinden kopmuş  bir olaylar zinciri olarak yazmışlardır romanlarını. ‘Neden’ olarak da suçu başkalarına yüklemek istememişlerdir: suçlu emperyalistler, yabancılar, kötü yöneticiler değildir; ne de bu konuda suskunluk vardır. Suç zamanın bir ideolojisindedir, milliyetçiliktedir. Bunda yazarlar uzlaşmış bulunmaktadır. Ancak ulusçuluk soyut bir kavram olarak kendi başına etkisizdir hatta anlamsızdır. Milliyetçiliğe inanmış insanlar araç olarak eyleme geçmedikçe milliyetçilik diye bir şey zaten yoktur.
 
Bu iki yazar mübadele denen bu insan değiş tokuşunun, trampasının, alış verişinin nedeni olarak zamanın ideolojisi milliyetçiliği, ve bunu yaparken özellikle daha yakından tanıdıkları kendi halklarını işaret etmişlerdir. Her iki yazar da çağdaş tarih yorumlarından ve hele milliyetçiliğin tarihinden haberdar oldukları hemen belli oluyor. Bu bilgi birikimini ve yaklaşımı daha erken bir dönemde beklememiz gerçekçi olamazdı; çünkü milliyetçiliğin çağdaş eleştirisi de yenidir. Yirmi otuz yıl önce milliyetçilik derken ‘yurt sevgisi’ anlaşılıyordu. Ancak son yıllarda milliyetçiliğin bir ruh hali de olduğu ve pek sağlıklı olmadığı da dile getirilmektedir.Thanasis Valtinos’un romanında Yunan vahşeti örnekleri okuyoruz: 
 
‘(Kırk kadar Türk kadını Sakarya kıyılarında saklanıyordu.) Ama zavallıları canlı yaktılar bizimkiler. Büyük bir evde bir arada yemek yiyorlardı. Bir sürü aşağılık kimse gitti, kadınlara yapacaklarını yaptıktan sonra evi ateşe verdi; dışarı çıkmamaları için kapıları da kapatarak’ (s. 195). 
Kemal Anadol’un bu romandan da bir iki cümlesini aktarıyorum: 
 
‘Evvela koyu bir milliyetçilik şırınga ettiler. Bizim Rumlar ile Ermeniler Dünya Harbi’nde bunu doruk noktasına çıkardılar. Tehlikeli bir silah bu milliyetçilik. Hemen karşıtını doğuruyor. Jön Türkler de zaten hazırdı buna! Megali İdea mı? Karşısında Turan, Kızılelma! İsyan mı? Al sana tehcir! (s.517).‘Çağın tarihini yazacak olanlar, milliyetçiliğin insanlığa, veremden, vebadan, koleradan da çok zarar verdiğini tespit edecekler... Çünkü milliyetçilik, bulaşıcı, tehlikeli ve ölümcül bir hastalıktır. Ve azı çoğu yoktur bu hastalığın! Az olması tehlikesini azaltmaz’ (520). 
 
Ve Kaptan Petridis konuşuyor: 
 
‘Karşılıklı kan döktük... Milliyetçilik yüzünden! Bize, karşı sahillerden bulaştı bu hastalık. Bizden de Türklere!’ (s. 547).
 
 Türk ve Yunan ‘Göç Romanları’ 
 
‘Mübadele’ ve ‘muhacirler’  romanlarını da içeren ve ‘göç romanları’ diyebileceğimiz yapıtlar Yunanistan’da ve Türkiye’de farklı aşamalardan geçtiler. Yunanlı yazarlar büyük oranda mübadeleyi ve göçü bizzat yaşamış kimselerdi; etkileri yaşamlarında doğrudan hissedilmişti. Bu romanların büyük bölümü ‘sözlü tarihi’ anımsatır. Bu yüzden Türk romanlarına göre daha ‘gerçekçi’ yazı türünü anımsatırlar. Türk ‘göç romanları’ büyük oranda ikinci ve üçüncü kuşak yapıtlarıdır; anlatılanlar bu yüzden daha simgesel, nostaljik ve daha soyuttur.
 
İki ülkede mübadele/muhacirlik/göç olayı farklı dönemlerde kaleme alınmıştır. Göç Yunanistan’da 1930larda önemli bir konu sayılırken, Türkiye’de 1990lardan sonra ilgi odağı olur. Türkiye’deki bu gecikme, tek neden bu olmasa da temelde siyasal nedenler yüzünden olmuştur. Ama bu ‘gecikme’ Türk romanına bir avantaj sağlamaktadır. Yunanlı yazarlar kendileri olayın öznesi olduklarında olaya mesafeli yaklaşamamışlardır. ‘Nedenleri’ açıklama konusunda yetersiz kalmışlardır. Bu eksikliğin ikinci bir nedeni, göç olayının, aslında bir ‘etnik arındırma’ olayı olduğu ve ulusçu (milliyetçi) ideolojinin bir ürünü olduğu da 1930’da anlaşılamazdı. Ulusal ideolojiye eleştiri son yirmi yılda, özellikle akademik alanda ivme kazanmıştır. Çağdaş Türk ‘göç romanı’ hem olaya daha mesafeli olduğundan hem de bu bilgi birikimini kullanabildiğinden, göç olayının, Yunan romanının sağlayamadığı bir boyutunu tamamlamaktadır.
 
Ancak ulusçuluğun eleştirisi günümüz Yunan romanında var olmadığı anlamı da çıkarılmamalıdır. Ancak Yunan romanında bu eleştiri ‘başka’ konuları işleyerek yapılmakta,  kamu oyunu o denli ilgilendirmeyen ‘göç’ olayı içinden dile getirilmemektedir. Yine de, yukarıda gösterildiği gibi, 1922leri gündeme getirerek yazılan romanlarda ulusçuluğa karşı çıkılmaktadır.
Doğal olarak gelişmeler burada özetlendiği biçimde ‘basit’ de değildir. Türk romanı göç olayına farklı biçimlerde yaklaşmıştır. Kimi yazarlar resmi ve ulusçu tarih anlatımından kop(a)mamıştır. Bu metinlerde geçmişe kişilerin açısından bakıl(a)mamıştır. Devletin yerleştirmeye çalıştığı yeni ‘vatan’ bilinci bu yapıtlara da yansır: kimi zaman ‘terk edilen  vatanlar’ bir suskunlukla bütünüyle var olmamış sayılarak, kimi zaman da ‘anavatan Anadolu’nun’ yüceliği, terk edilen topraklara göre aşırı abartılarak.
 
Çağdaş Türk ‘göç romanları’ yalnız ulusçuluğu eleştirmek ve bu inancın gerçek yüzünü sergilemekle kalmamıştır. Ülkede yaşanan yeni özgürlük ortamında bastırılan kimi yöre, dil, inanç, etnik vb. kimliklerini de gündeme getirmiştir. Bunu suskunlukla geçiştirilmiş ‘göç’ olayı kapsamında, bir tarihsellik, ‘bellek’, aile yaşamı anlatma kapsamında yapmıştır. Doğal olarak bu kimlik arayışları Türkiye özgü bir gelişme de değildir; son on yıllarda bütün dünyada görülen bir ‘uyanışın’ bir bölümü de sayılabilir.
 
‘Göç romanlarının’ geleceğini öngörmek kolay değildir. Ama bu geleceğin, bir yanda tarihle ve ulusal kimlikle bir arayış içinde, genel olarak kişilerin kimlik arayışlarıyla, siyasal eleştiriyle, geçmişte reddedilmiş bir gerçeklikle, öte yanda estetik arayışlarla ilişkili olacağını ve okuyucuya yeni ve doyurucu yapıtlarla sunan bir yönde olacağını beklemek gerçekçi bir öngörü sayılabilir.
 



[1] Kaynakça için yazının sonuna bknz.
[2] Türkçe ve Yunanca dışında yazılmış edebiyat metinlerine burada yer verilmemiştir. Örneğin İngilizce yazılmış olan ve Girit ‘mübadelesini’ konu edinen Nicholas Stavroulakis’in Lavender Seller adlı yapıtı (Türkçe çevirisi Lâvanta Lâvanta) burada konu edilmeyecektir.
[3] Edebiyat tarihi bağlamında romanlar ve romancılar ele alınırken ‘ulusal bir dramdan’ söz edilmesi farklı bir olaydır. Burada ‘kişisel ve aile dramı’ derken romanlardaki olaylar zincirinden söz ediyorum.
[4] Edebi metin analizi karmaşık ve farklı yorumlara açık bir işlemdir. ‘Ulusal’ boyutun göreceli eksikliği farklı da yorumlanabilir. Mübadelenin ulusal bir dram olduğunun, bilinçsiz olarak,  kabul edilmek istenmiyor olması da olanaklıdır.
[5] Bu konuda bknz: H. Millas, Türk Romanı ve Öteki, Sabancı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 338-341; ve Ayvalık ve Venezis, Yunan Edebiyatında Türk İmajı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998.
[6] Doğal olarak Türk ulusal söylemindeki ‘birlikte mutlu yaşadık’ söylemi de Müslüman/Osmanlı/Türk egemenliğinin tam sağlandığı dönemlerle ilişkilidir; Yunan egemenliğinin hatta siyasi eşitliğinin gündeme geldiği sürelerde ‘birlikte mutlu yaşıyorduk’ denmez, bu dönem böyle anlaşılmaz. Böyle dönemler ‘sorunlu’ dönemlerdir.
[7] Örneğin, ‘Onlar, yani emperyalistler olmasaydı, yenmiştik, savaşmamıştık, mübadele olmazdı, acısız olurdu’, söylemi tipiktir. Buradaki antiemperyalist söylem milli hedefler adına kullanılmaktadır.
[8] Bu konuda bknz: H. Millas, Türk Romanı ve Öteki, İstanbul: Sabancı, 2000. Mübadeleden söz eden ve gözümden kaçmış romanların bulunması muhtemeldir. Ancak genel eğilim, yani suskunluk, bellidir.
[9] Kayıp ‘vatanlar’ dendiğini ama  ‘vatan’dan söz edilmediğine dikkati çekerim. Milliyetçi ideolojide siyasal ağırlıkla ‘vatan’ kavramı egemendir. Bu sözcüğün çoğul olarak kullanışı pek görülmez; kullanıldığında ise vurgulanan farklı bir anlamdır: kayıp yöreler, köyler, mahalleler, evler, ‘memleket’tir. Bu konuya aşağıda yeniden değinilecektir.
[10] Bu yazıda ulus/ulusçuluk ve millet/milliyetçilik sözcükleri eş anlamlı olarak ve İngilizce’de natıon/nationalism anlamında kullanılmıştır.
[11] Birinci roman için ayrıntılı bilgi (Millas:2000b s. 224-233)de bulunabilir.
[12] Bu konuda bknz: H. Millas (1998b, s. 53-70).
[13] 20inci yüzyılın ortalarına kadar ulusçuluğun eleştirisi ile anlaşılan saldırgan, savaştan yana söylem ve davranışlardı. 1960-1980 yıllarından sonra ulusçuluğun yeni bir ideoloji olduğu, barışçı da olsa belli kimlik yaratarak insanların dünya görüşünü biçimlendirdiği anlaşılınca ulusçuluğun eleştirisi de köklü değişmelere uğradı: artık eksikliklerden söz edilmiyor, bu ideolojinin tarihsel rolündeki sakatlıklarından söz ediliyor, ideolojinin kendisi sorgulanıyor, geçmişi bir bütün olarak ve gerekliliği tartışmaya açılıyor.
[14] Mübadele yüzünden ‘uzak kalmış’ Öteki ile yakınlığı vurgulayan ama mübadele ile doğrudan ilgili olmadıkları için burada ele alınmayacak olan ve son yıllarda yayınlanan romanlar çoktur. Örnek olarak G. Korat’ın, B. Umar’ın, A. Ümit’in romanları anımsatılabilir. Ayrıca roman olmadıkları için buraya dahil edilmeyen ama mübadeleyi bir öykü gibi anlatan ‘anılar’ da var; örneğin İ. Özsoy, O. Türker, K. Yalçın’ın yapıtları. Bu çalışmalar da ‘empathy’yi duyuran yapıtlardır. Tarihsel çalışmalar sınıfına giren ve mübadeleye ‘çağdaş’ bir açıdan yaklaşan kitaplar da bu çalışmanın kapsamına girmemektedir; örneğin, K. Arı, P. Erbil, M.A. Gökaçtı’nın kitapları. (Bütün bu kitaplar için aşağıdaki Kaynakça bakınız).
 Kaynakça
Ağar, Sergun. (2002) (2001). Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı. (İstanbul: Can).
Aka Gündüz. (1928). Dikmen Yıldızı (İstanbul: Semih Lütfi).
Akar, Rıdvan. (2002). Bir Irkçının İhaneti. (İstanbul:Doğan Kitap)
Aladağ, Ertuğrul. (1987). Sekene, Türkleşmiş Rumlar / Dönmeler (İstanbul: Belge & Marenostrum).
Anadol, Kemal. (1988). Karşı Yaka Memleket, Bir Ayrılık Romanı (İstanbul:Milliyet).
----(2003). Büyük Ayrılık (İstanbul:Doğan Kitap).
Arı, Kemal. (1995). Büyük Mübadele, Türkiye’ye Zorunlu Göç. (İstanbul: Tarih Vakfı).
Atılgan, Yusuf. (1974) (1973). Anayurt Oteli (Ankara: Bilgi).
Aygen, Ayten. (2003). Rumeli Benimdi (İstanbul: Remzi).
Bağcıoğlu, Barış. (1996). Çayınızı Türkçe mi Alırsınız? (İstanbul: İletişim).
Baydar, Oya. (1998). Hiçbiryer’e Dönüş, (İstanbul: Can).
Baykurt, Fakir. (1960). ‘Cevizlideki Kilise’, in Efkâr Tepesi (İstanbul: Remzi).
Baysal, Faik. (1972) (1944). Sarduvan (İstanbul: Tel).
Biberyan, Zaven. (1966). Yalnızlar (İstanbul: Öncü).
Coral, Mehmet. (2003). İzmir, 13 Eylül 1922. (İstanbul: Doğan Kitap)
Cumalı, Necati. (1986) (1976). Makedonya 1900 (İstanbul: Makedonya).
---------- (1998) (1995). Viran Dağlar (İstanbul: Cumhuriyet Kitap Kulübü).
Çiçekoğlu, Feride. (1992). Suyun Öteki Yanı (İstanbul: Can).
Dinamo, Hassan İzzettin. (1968). Ateş Yılları (İstanbul: Yalçın).
---------- (1969). Savaş ve Açlar (İstanbul: May).
Erbil, Pervin. (2001). Anadolu’ya Ağlıyordu Niobe, Tüm Yönleriyle Rum Tehciri ve Tehcirin Tarihsel Kaynakları (İstanbul: Sorun Yayınları).
Erez, Selçuk. (2003). Makriköy’e Dönüş (İstanbul: Doğan).
Eroğlu, Mehmet. (1994). Yürek Sürgünü (İstanbul: Can).
Gökaçtı, Mehmet Ali. (2003). Nüfus Mübadelesi, Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi (İstanbul: İletişim).
Güntekin, Reşat Nuri. (1970) (1942). Ateş Gecesi (İstanbul: İnkılâp & Aka).
---- (1970)(1926). Akşam Güneşi. (İstanbul: İnkilap ve Aka).
Hirschon, Reneé. (edit)(2003). Crossing the Aegean, (New York, Oxford: Berghahn Books).
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (1987) (1953-1954). Panorama (İstanbul: İletişim).
Korat, Gürsel. (1994). Zaman Yeli. (İstanbul: İletişim).
---- (1999). GüvercinAğıt. (İstanbul: İletişim).
Levi, Mario. (1990). Madam Floridis Dönmeyebilir (İstanbul: Afa).
---------- (1992). En Güzel Aşk Hikayemiz (İstanbul: Afa).
Midilli, Zeliha. (2003). Bir Balkan Şarkısı, Saranda (İstanbul: Kelebek).
Millas, Herkül. (1991 İlkbahar). ‘History Textbooks in Greece and Turkey’, History Workshop dergisi,  S. 31, Londra.
---- (1994). Yunan Ulusunun Doğuşu, (İstanbul: İletişim Yay).
---- (1998).‘Türk Ders Kitaplarında Yunanlılar: Bütünleştirici bir Yaklaşım’, Tarih Öğretimi ve Tarihte ‘Öteki’ Sorunu,(İstanbul:Tarih Vakfı Yurt Yay).
----  (1998b). Ayvalık ve Venezis, Türk Edebiyatında Türk İmajı, (İstanbul:İletişim).
---- (2000 Bahar).‘Greek-Turkish Conflict and Arsonist Firemen’, New Perspectives on Turkey, S. 22, İstanbul.
---- (2000b). Türk Romanı ve ‘Öteki-Ulusal Kimlikte Yunan İmajı,(İstanbul: Sabancı Üni. Yay.).
---- (2001). Εικόνες Ελλήνων-Τούρκων - σχολικά βιβλία, ιστοριογραφία, λογοτεχνία και εθνικάστερεότυπα, (Yunanlıların ve Türklerin İmajları-Okul Kitapları, Tarih Yazıcılığı, Edebiyatta Etnik Stereotipler), (Atina: Aleksandria).
---- (2000). ‘Non-Muslim Minorities in the Historiography of Republican Turkey: The Greek Case’, The Ottomans and the Balkans: A Discussion of Historiography, derl. Fikret Adanır ve Suraiya Faroqhi, (Leiden: Brill).
Okur, Yiğit. (2002)(1999). Hulki Bey ve Arkadaşları. (İstanbul: Can).
Otyam, Fikret. (1985). Pavli Kardeş (İstanbul: Kaynak).
Özsoy, İskender. (2003). İki Vatan Yorgunları (İstanbul: 2003).
Özyürek, Ali Ezger. (2003). Muhacirler (Bitmeyen Göç) (2003).
Sabahattin Ali. (1975) (1947). ‘Çirkince’, Sırça Köşk adlı yapıtta (İstanbul: Bilgi).
Şengil, Selim. (1983). ‘Karagedik’ in Savrulup Gidenler, (İstanbul: Can). (İlk yayını 1980’de Es Be Süleyman, Es adlı kitapta).
Tahir, Kemal. (1969)  Kurt Kanunu. (İstanbul: Bilgi).
Türker, Orhan. (1998). Osmanlı İstanbul'undan Bir Köşe. (İstanbul: Sel).
Umar, Bilge. (2003). Börklüce. (İstanbul: İnkılap).
Ümit, Ahmet. (2003). Beyoğlu Rapsodisi. (İstanbul: Doğan Kitap).
Yalçın, Kemal. (1998). Emanet Çeyiz, Mübadele İnsanları. (İstanbul: Doğan Kitap).
Yaşar Kemal. (1998). Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (İstanbul: Adam).
----. (2003a)(2002). Karıncanın Su İçtiği - Bir Ada Hikayesi 2. (İstanbul: Adam).
----.(2003b)(2002). Tanyeri Horozları - Bir Ada Hikayesi 3. (İstanbul: Adam).
Yorulmaz, Ahmet. (1998) (1997). Savaşın Çocukları (İstanbul: Belge).
----.(2002)(1999). Kuşaklar, ya da Ayvalık Yaşantısı. (İstanbul: Remzi).
----.(2003). Girit’ten Cunda’ya ya da Aşkın Anatomisi.(İstanbul: Remzi).

Herkül Millas

Vikipedi

1940'da Ankara'da doğdu. Ortaokul ve liseyi Robert Kolej'de okuduktan sonra gene Robert Kolej'de inşaat mühendisliği eğitimi aldı. Gençliğinde atletizmde Türkiye birincilikleri vardır. TİP üyesi olmuş, 1971 yılında Yunanistan'a yerleşmiştir. Mühendis olarak dünyanın çeşitli yerlerinde çalışmıştır. 1990-1995 yıllarında Ankara Üniversitesi'nde Yunanca bölümünün kuruluşuna önayak olmuştur. Türkçe ve Yunanca yayımlanan altı kitabında Türk-Yunan ilişkilerini ve özellikle karşılıklı algılamaları işlemiştir.
 
 
 
 Aynı konudaki makaleleri Almanya, Fransa ve İngiltere'de yayımlanmıştır. Doktora çalışması "öteki" ve ulusal kimlikler üzerinedir. İki ülkenin edebiyatından karşılıklı çevirileri yirmi cildi aşmaktadır. İki kez Abdi İpekçi Barış Ödülü'nü almıştır. Halen Rodos'taki Ege Üniversitesi'nde Türk edebiyatı ve kültürü konularında dersler vermektedir. Ayrıca haftada bir Zaman gazetesinde Türk-Yunan İlişkileri ve Türkiye gündemi hakkında yorumlar yazmaktadır.

Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi

Mübadele döneminin Türk-Yunan ilişkilerini tasvir eden bir karikatür
 

Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye ve Yunanistan'ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen addır. Bu uygulamaya Lozan Antlaşması sırasında karar verildiği için kısaca Lozan Mübadelesi de denir. Göçe tabi tutulan kişilere ise mübâdil denir.

Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu'dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır.[ Mübadele kapsamına giren kişiler ile mübadele kapsamına girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değil din olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçe'den başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hıristiyan Gagavuzlar ile Karamanlı Ortodokslar, Yunanistan'dan gelen Müslümanların arasında da Türklerin yanında Drama, Kavala, Karacaova ve Kesriye'den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Patriyotlar ve kendi dilleriyle konuşan Arnavutlar da bulunmuşlardır.

Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır

Mübadelede Drama, Girit, Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya'dan Türkiye'ye gelen nüfus Doğu Trakya ve Batı Anadolu'da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişlerdir. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi.

 

18. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminden çıkan topraklardaki sivil halk, sürekli savaşlar nedeniyle doğdukları toprakları kitleler halinde terk etmek zorunda kalmıştır. 1821 Mora Ayaklanması, 1856 Kırım Savaşı, 1864 Rus- Kafkas Savaşı, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ( 93 Harbi), 1896-1897 Girit Ayaklanmaları, 1912-1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1919-1922 Türk-Yunan Savaşı sonucu meydana gelen kitlesel göçler, belleklerde derin izler bırakmıştır.

Bu kitlesel göçlerin en önemlilerinden birisi hiç kuşkusuz 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunanistan Hükümeti arasında Lozan’da imzalanan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ile gerçekleşen zorunlu göç uygulamasıdır.

Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinin tarihi süreci irdelenmeden “Mübadelenin’’ nedenlerini, boyutlarını ve sonuçlarını kavramak olanaksızdır.


1800’lü yılların başından itibaren Balkanlar’da Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmalar başlamıştır. 1821 yılında meydana gelen Mora Ayaklanması, 1830 yılında “Yunan Krallığı” adlı bağımsız bir devletin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Bu süreçte Osmanlı uyruğu binlerce Müslüman ve Rum Ortodoks katliama uğramıştır.

6 Nisan 1826’da III. Yunan Meclisi, Osmanlı hükümetine barış teklif etmiş ve Türklerin Yunanistan’da ikamet edemeyeceklerini bildirmiştir.

22 Mart 1829’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Londra’da imzalanan bir protokolle, Yunanistan’daki Müslüman halk ile Osmanlı İmpara-torluğu’ndaki Ortodoks Rumların karşılıklı göçü teklif edilmiştir. İlk kez mübadele konusuna değinen bu protokol, 14 Eylül 1829’da Edirne Antlaşması ile Babıali tarafından da kabul edilmiştir.

Yeni Yunan Krallığı sınırları içinde kalan topraklarda, ayaklanma öncesi 90.000 civarında Müslüman yaşamaktaydı. Çatışmalar bittikten sonra sağ kalan Müslümanların bir kısmı Anadolu’ya, bir kısmı o dönemde Osmanlı Devleti’nin yönetiminde olan Selanik ve civarına göç etmişlerdir. Yunanistan’dan ilk kitlesel göç bu süreçte yaşanmıştır.

İkinci kitlesel göç dalgası ise 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonrasında Teselya Bölgesi’nin Yunanistan sınırlarına katılmasından sonra yaşanmıştır. Bölgenin Yunanistan egemenliğine girmesinden sonra Teselya Bölgesi Müslümanlarının büyük çoğunluğu İmparatorluğun elinde kalan topraklara göç etmek zorunda kalmıştır.

Bir diğer önemli kitlesel göç dalgası da 1896-1897 Girit Ayaklanmaları sırasında yaşanmıştır. 40.000 Giritli Müslüman, o dönemde Osmanlı egemenliğinde olan başta Rodos olmak üzere On iki Ada’ya, Lübnan, Suriye ve Libya gibi Arap ülkelerine ve Anadolu’ya göç etmişlerdir.

En büyük kitlesel göç hareketlerinden biri de halk arasında “Balkan Bozgunu” olarak adlandırılan Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştır.

1912-1913 yıllarında meydana gelen Balkan Savaşları sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Trakya hariç Rumeli’deki toprakları Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan devletleri arasında paylaşılmıştır. Ege Makedonya’sı, Girit, Midilli, Limni ve Sakız Adaları Yunanistan sınırlarına katılmıştır.








Bu savaşlar sırasında bir milyonun üzerinde sivil Müslüman halk, doğdukları toprakları terk ederek İmparatorluğun elinde kalan topraklara sığınmak için göç etmiştir. Bunların yarısı göç yollarında, kıyımdan, açlıktan ve hastalıktan yaşamını yitirmiştir. Sağ kalıp Türkiye’ye sığınanların 200.000 kadarı Yunan Krallığı’nın sınırlarına yeni katılan toprakları terk edenlerdi.




Balkanlar’da yeni kurulan devletler çağın ulusçuluk anlayışı gereği tek dinli, tek soylu homojen bir ulus yaratmak amacıyla Müslümanları göçe zorlamışlardı. Aynı politika İttihat ve Terakki yönetimince Osmanlı Devleti’nin elinde kalan topraklarda da uygulandı. 1913 yılında Bulgaristan hükümeti ile sınır boylarındaki halkı kapsayan sınırlı bir mübadele anlaşması yapıldı. Ardından, 1914 yılında Ege sahillerindeki ve Trakya’daki Rumlar göçe zorlandı. Doğu Trakya’dan 100.000, Ege sahillerinden 200.000 civarında Rum ülkeyi terk etti.









Her iki devletin sivil halka karşı uyguladıkları bu sürgün politikalarına son verilmesi için diplomatik kanallardan çözüm yolları arandı. Sonunda Yunan hükümeti ile İttihat ve Terakki yönetimi arasında Rumeli’deki Müslümanlarla Ege Bölgesi’ndeki Rum Ortodoksların mübadelesi için ön görüşmeler başladı. Ancak araya Birinci Dünya Savaşı’nın girmesi üzerine görüşmeler kesildi.

1914 yılında başlayıp 1918 yılında sona eren Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki yönetimi Almanya’nın safında yer aldı ve bu savaştan yenik çıktı. Sevr Antlaşması’na dayanarak galip devletlerin kararı ve koruması altında Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktı. İzmir’den başlayarak bütün Ege Bölgesini işgal etti. Bölgede yaşayan Osmanlı uyruklu Rumları askere aldı. Bölgedeki Müslüman sivil halkın bir kısmı evlerini, köylerini, kasabalarını terk ederek Anadolu’nun işgal altında olmayan bölgelerine sığındı.

 

 

 



Ege Bölgesinde işgale karşı yerel silahlı direniş grupları oluşmaya başladı. Milis kuvvetleri bir çeşit gerilla savaşı başlattı. Mustafa Kemal önderliğinde örgütlenen milli kuvvetler Türkiye’nin paylaşılmasını ön gören Sevr Antlaşması’nı tanımadıklarını ilan edip direnme kararı aldılar.

1922 yılının Eylül ayına kadar sürecek olan Türk-Yunan Savaşı başladı. Savaşı kaybeden Yunan Ordusu geri çekilirken güzergâhı üzerindeki kasabaları, köyleri yakarak, bölgenin ileri gelen kişilerini de tutsak alarak Anadolu’yu terk etti.

Türklerin zulüm yapacağından korkan Rum Ortodoks dininden sivil halk da ordunun peşinden yollara düştü ve İzmir, İstanbul gibi liman kentlerine yığıldı. Halk, bulabildiği gemilerle adalara ve karşı kıyıya sığındı. Çoğunluğu 9 Eylül 1922 tarihi ile Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı 11 Ekim 1922 tarihi arasında olmak üzere bir ay içinde yaklaşık 650.000 kişi ülkeyi terk etti.
 
Mudanya Mütarekesi hükümleri gereğince Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı boşaltması üzerine Doğu Trakya’dan da yaklaşık 200.000 Rum Ortodoks Yunanistan’a göç etti. 1922 yılının sonuna dek Türkiye’yi terk eden Rum Ortodoksların sayısı 1.000.000’u aştı. Türkiye’den giden Rum Ortodoks mülteciler, Yunanistan nüfusunu beşte bir oranında artırdı. Yunan Ordusu’nun “Küçük Asya” macerası büyük bir felaketle sonuçlanmıştı. Bu bozgun, Yunanistan’da moral bozukluğuna ve iç karışıklıklara yol açtı. Toplumun belleğinde “Küçük Asya Felaketi” olarak derin izler bıraktı.  






İsviçre’nin Lozan kentinde 20 Kasım 1922 tarihinde toplanan Barış Konferansı başladığında Yunanistan’ın bütün kentlerinde sefalet kol geziyordu. Mültecilerin sağlık, beslenme ve barınma sorunları acil çözüm bekliyordu. Ayrıca her iki devletin elinde savaş tutsakları vardı. Yunan Ordusu Anadolu’yu terk ederken sivil halktan ileri gelenleri de beraberinde götürmüştü. Türkiye’nin elinde de Anadolu’nun iç bölgelerinde tutulan gözaltına alınmış Rum Ortodoks siviller vardı.

Konferansta öncelikle tutsakların değişimi ve mülteciler konusu ele alındı.

Konferansın 1 Aralık 1922 tarihli oturumunda Milletler Cemiyeti adına mültecilerin sorunları ile ilgilenmek üzere görevlendirilen Dr. Fridtjof Nansen bir sunum yaptı. Dr. Nansen; “Milletler Cemiyeti Meclisince yüz binlerce göçmenin durumuyla uğraşmak ve onlara maddi yardım yapmak üzere Ekim başlarında İstanbul’a gönderildiğini, burada 4 büyük devletin İstanbul’daki temsilcilerinden azınlıkların mübadelesini sağlamak üzere bir anlaşma yapılmasını gerçekleştirmek amacıyla Türk ve Yunan hükümetleri arasında bir görüşme kapısı açmaya çalışmasını isteyen bir çağrı aldığını, böyle bir mübadeleyi kesin bir barış antlaşması yapılmasını beklemeksizin hemen uygulanmasının gerekli olduğu yolunda bir görüşü dile getirdiklerini, bunun üzerine Yunan hükümetinin rızasını almış bulunduğunu Türk hükümeti ile de ilerleme sağlandığını söylemiştir. Devamında şunu eklemiştir: ‘’Eğer bir çalışma yapılacaksa hemen yapmak ve bir an önce yürürlüğe koymak gerektiğini ifade etmiştir.”

Mübadele konusu bir alt komisyonda ayrıntıları ile tartışıldıktan sonra, Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Rum Ortodoksların zorunlu mübadelesine karar verildi. 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan Hükümeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında “Yunan ve Türk Ahalinin Mübadelesine ilişkin Sözleşme ve Protokol” imzalandı.Mübadele her iki tarafın da çıkarına uygundu. Mübadeleyle her iki ülke hem kendi azınlıklarından kurtuluyor, hem de terk edilen ve edilecek olan toprakları işleyecek taze işgücüne kavuşmuş oluyorlardı.

Bu sözleşmenin birinci maddesi, “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesine girişilecektir.” Hükmünü getirmiştir. Sözleşmenin ikinci maddesi, İstanbul’da oturan Rum’lar ile Batı Trakya’da oturan Müslüman’ları kapsam dışı bırakmıştır.



Mübadele sözleşmesinin imzalanmasından sonra, 1. madde uyarınca Yunanistan’a giden Ortodoks Rumların sayısı yaklaşık 190.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslümanların sayısı da yaklaşık 490.000 kişidir.

Sözleşmenin üçüncü maddesiyle, “Karşılıklı olarak Rum ve Türk nüfusu mübadele edilecek olan toprakları 18 Ekim 1912 tarihinden sonra bırakıp gitmiş olan Rumlar ve Müslümanlar, birinci maddede öngörülen mübadelenin kapsamına girer sayılacaklardır” hükmü getirilmiştir.

18 Ekim 1912 Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı Balkan Savaşı’na katıldığı tarihtir. Sözleşmenin üçüncü maddesi, Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanistan’ı terk eden Müslümanlar ile Balkan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’yi terk eden Rumları da kapsamına almıştır. Bu maddeyle mülteciler sorunu da çözümlenmiş oluyordu.

Zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca “mübadele”, mübadeleyle gelen kişilere de “mübadil” denmektedir.

Mübadele kapsamına girmek demek, ilgili hükümetlerin mübadillerin geride bıraktıkları taşınmaz mallarının karşılığı olarak eşdeğerde mal verme yükümlülüğünü üstlenmeleri demektir. Ne yazık ki, hem gidenler, hem de gelenler bu konuda mağdur olmuşlardır. Büyük çoğunluk bıraktıklarının karşılığını alamamıştır. Aynı dine mensup olmalarına karşın farklı kültürden gelmeleri, bazılarının geldikleri ülkenin dilini konuşamamaları, iklim şartları, ekonomik ve sosyal konumlarının değişmesi gibi nedenlerle mübadiller her iki ülkede de uzun süre uyum güçlüğü çekmişlerdir.

Rum Ortodoks mübadillerin yaşadığı dram gerek Yunanistan’da gerekse Yunanistan dışında; tarihçiler, sosyal bilimciler, sanat tarihçileri, mimarlar, edebiyatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzikologlar tarafından incelenmiş ve bu konuda sayısız eser verilmiştir. Yunanistan’da konu üzerine araştırma yapan enstitüler, döneme ilişkin objelerin ve belgelerin sergilendiği müzeler kurulmuş, anıtlar dikilmiştir.

Türkiye’de ise yakın zamana kadar mübadele konusuna birkaç tarihçi ve sosyal bilimcinin dışında pek eğilen olmamıştır. Sözleşmenin ikinci maddesi, İstanbul’da oturan Rum’lar ile Batı Trakya’da oturan Müslüman’ları kapsam dışı bırakmıştır. Mübadele sözleşmesinin imzalanmasından sonra, 1. madde uyarınca Yunanistan’a giden Ortodoks Rumların sayısı yaklaşık 190.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslümanların sayısı da yaklaşık 490.000 kişidir. Sözleşmenin üçüncü maddesiyle, “Karşılıklı olarak Rum ve Türk nüfusu mübadele edilecek olan toprakları 18 Ekim 1912 tarihinden sonra bırakıp gitmiş olan Rumlar ve Müslümanlar, birinci maddede öngörülen mübadelenin kapsamına girer sayılacaklardır” hükmü getirilmiştir. 18 Ekim 1912 Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı Balkan Savaşı’na katıldığı tarihtir.

Sözleşmenin üçüncü maddesi, Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanistan’ı terk eden Müslümanlar ile Balkan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’yi terk eden Rumları da kapsamına almıştır. Bu maddeyle mülteciler sorunu da çözümlenmiş oluyordu. Zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca “mübadele”, mübadeleyle gelen kişilere de “mübadil” denmektedir. Mübadele kapsamına girmek demek, ilgili hükümetlerin mübadillerin geride bıraktıkları taşınmaz mallarının karşılığı olarak eşdeğerde mal verme yükümlülüğünü üstlenmeleri demektir. Ne yazık ki, hem gidenler, hem de gelenler bu konuda mağdur olmuşlardır

 

 
 Büyük çoğunluk bıraktıklarının karşılığını alamamıştır. Aynı dine mensup olmalarına karşın farklı kültürden gelmeleri, bazılarının geldikleri ülkenin dilini konuşamamaları, iklim şartları, ekonomik ve sosyal konumlarının değişmesi gibi nedenlerle mübadiller her iki ülkede de uzun süre uyum güçlüğü çekmişlerdir. Rum Ortodoks mübadillerin yaşadığı dram gerek Yunanistan’da gerekse Yunanistan dışında; tarihçiler, sosyal bilimciler, sanat tarihçileri, mimarlar, edebiyatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzikologlar tarafından incelenmiş ve bu konuda sayısız eser verilmiştir. Yunanistan’da konu üzerine araştırma yapan enstitüler, döneme ilişkin objelerin ve belgelerin sergilendiği müzeler kurulmuş, anıtlar dikilmiştir. Türkiye’de ise yakın zamana ka dar mübadele konusuna birkaç tarihçi ve sosyal bilimcinin dışında pek eğilen olmamıştır.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails