27 Ekim 2009 Salı

Billur Gülda Barselona ya da İspanya Yollarında III

GRAN TEATRE del LICEU’DA OPERA

Evet. Programımız yoğun ve sanat dolu. Evden telaş içinde çıkıyoruz. Bir an önce GRAN TEATRE del LİCEU’daya yetişmeliyiz çünkü operaya gidiyoruz. La Rambla Caddesi üzerinde olan Barselona’nın Opera Binasının önüne zamanında varıyor ve hemen yan sokağındaki yerden biletlerimizi alıyoruz.



Yerimiz balkonda, şımşıkıdık yerlerimize oturmuşuz ancak biraz yanda kaldığımız için ışıklar söner sönmez boş yerlere geçmeye karar veriyoruz. Önce bir çekingenlik var ama bakıyoruz ki herkes aynı şeyi yapıyor, rahatlıyoruz.



Opera Binasının içi gerçekten çok etkileyici. Biz de niye böyle bir opera binası yok diye hayıflanırken.... Işıklar Söndü.....

L’arbore di Diana veya The Tree of Diana:

18. yüzyılda yaşamış olan ve zamanında Mozart ile kıyaslanarak Valencia’lı Mozart diye anılan Vicente Martin i Soler’in iki perdeden oluşan ilk defa 1787’de sahnelenen bu opera bufa (komik opera) büyük bir başarıya imza atmış. Librettosu Mozart’ın Figaro’nun Düğünü ve Don Giovanni operalarını yazmış olan Lorenzo Da Ponte tarafından kaleme alınmış.

Ahlak ve namusun bekçisi/kraliçesi olan Diana’nın (Roma mitolojisinde ayın ve bakireliğin tanrıçası) bahçesinde büyük elmaları olan bir ağacı vardır. Ne zaman Diana’nın perilerinden biri ağacın yanına yanaşsa parlamaya ve ses çıkaran bu elmalar perileri sınamaktadır. Eğer peri ahlaka mugayir davranışlar sergilerse siyah bir renk almakta ve onu cezalandırmaktadır. ANCAK AŞK bu uygulamayı hiç yerinde bulmaz ve olaya müdahale ederek perilerin aşka düşmesi için kolları sıvar. Hatta sonunda Diana’nın kendisi de aşka mağlup olur. Sonunda AŞK’a mağlup olur ve ağacın yıkılmasını emreder, AŞK da bahçeyi aşk sarayına dönüştürür.

İfade edildiğine göre, Diana ve perilerin rahibeleri, AŞK’ın ise imparatoru simgelediği hususunda otoriteler arasında geniş bir mutabakat varmış.




Benim favorim AŞK idi. Önce kadın kılığında çıktığı için kadın mı erkek mi olduğunu anlayamamıştım çünkü sesi hiç erkek sesine benzemiyordu. Sonradan AŞK rolünü kim üstlenmiş diye baktığımda Michael Maniaci olduğunu öğrendim. 1976 doğumlu Amerikalı bir sanatçı ve erkek-soprano olarak bahsediliyor kendisinden. Sesi hormonal bir bozukluk olmamasına rağmen kırılmamış ve bir soprano niteliğine bürünmüş. Gerçekten etkileyici bir sesi vardı.



Kostümleri de çok başarılı bulduğumu söylemeliyim klasik çizgilerin dışına çıkarak çok hoş yorumlanmıştı.

Salonun tek kusuru klimayı fazla açmış olmaları idi. Ben de kah Ender’i siper alarak kah titreyerek inatla seyrettim.

Operadan sonra yemek yeme ihtiyacımız hâsıl oldu ancak yorgunduk ve bir yerde rezervasyon yaptırmamıştık. Eve dönüş yolumuz üzerinde olan TAPA TAPA’ya gittik. (Passeig de Gracia 44) uğradık; ben gene “ Nedir bu tapas mapas doyar mıyım, yenilesi bir şey mi gibi Gülda’yı çıldırtıcı sorularımla boğarken içeri girdik.



Gülda’nın yaptığı açıklama ve Barselona kitabından okuduğum bilgiler ışığında öğrendiğim şudur ki; tapa, küçük tabaklar içinde sunulan bir çeşit meze anlamına geliyormuş. Geçmiş yıllarda İspanya'da şarap mahzenleri esnafa ve mahalleliye şarap mahzenlerinden kadehle şarap satarlarmış. Şarabı servis yaparken tozdan, çöpten, sinekten korumak için kadehin üzerini bir tabakla kapatırlar, tabağın içi de boş olmasın diye şarapla birlikte iyi giden bir yiyecek koyarlarmış. Tapa bu tabağın adıymış.

Önce tedirgin davranan ben sonradan 8 -9 çeşit tapas siparişi verip, Ender ve Gülda’nın siparişlerine de bir iki ısırık attırdım! Sonrasında spazm geçirdim ama çok güzeldi. Hemen hepsi güzel kızarmış ekmeklerin üzerinde gelen bu mezelere bayıldım. Hele mini mini hamburger çok iyiydi.

Bir gün ve geceyi tamamlamıştık...Yarın Antoni Gaudi ‘nin eserlerine ilgi ve şefkat göstermeye karar vererek evimize uyumaya gittik...Git gide havlularımızın azaldığı evimize....

Sevgiler

Billur

Gülda ve Liceu:


Barselona’ya bir daha gidersem Liceu’da bir opera ve Palau de la Música Catalana’da bir konser izleyeceğim demiştim. İspanya gezimiz defalarca tehlikeye düştü, son güne kadar gidebilecek miyiz endişesi içinde idik. Ama yine de her şeyden (buna vizeler de dahil) önce gidilecek konserlerin biletlerini almıştım.




Operanın biletlerini Liceu’nun kendi internet sitesinden ve sorunsuzca aldım. Zaten beni konser biletleri yanılttı. Kolayca İspanya’da izleyeceğim konserlerin biletlerini internetten aldığıma göre, tren biletlerini de alırım, araç da kiralarım, yemek rezervasyonu da yaptırırım diye düşündüm.

Barselona’da da ciddi bir trafik problemi var. Yürüyerek on beş dakikada gidebileceğimiz Liceu binasına yağmur sebebi ile taksi ile gitme kararı verdik ve trafikte sıkıştık. Acaba gecikir miyiz endişem -yani önce bir sigara içebilecek vaktim kalacak mı?- yersiz çıktı ve biletlerimizi teslim almayı da ve sigara içmeyi de başardık.



Yerimiz çok yukarıda ve çok köşede idi. Ancak ben, gayri ihtiyari İstanbul’dan alışkanlıkla hemen girişteki salona yöneldim ve sonra birkaç kat yukarı çıkmam gerektiğini fark ettim. L’arbore di Diana Operası bildiğim, sevdiğim ya da hakkında çokça konuşabileceğim ve orta bölüme 192,00 € bütçe ayırabileceğim bir opera değildi. 50,00 € luk kenar ve yukarı bölüm ise Opera Binasının muhteşemliğini kavrayabileceğimiz ve burnumuz kanamadan da Opera’yı izleyebileceğimiz bir bölümdü ve biraz daha ortaya geçince daha da iyi bir yer oldu.



Açıkçası salon çok ama çok soğuktu. Dijital elmalar, kostümler, orkestra, mekân, sanatçılar hepsi çok etkileyici olsa bile benim o soğukta konseri bitirmem, aynı zamanda tatilimi de bitirmeme neden olacaktı. Dolayısı ile ikinci bölümü kafe’de bir ekran karşısında izlemeyi tercih ettim. Bu sayede ikinci bölümü; İngilizce alt yazılı kahve, bira eşliğinde en önemlisi uyuklamadan bitirebildim.



Konser başlamadan az önce Billur’dan, biletimi saklamak için geri aldığıma çok emindim o da verdiğine ama arada aşağıya koşa koşa indiğimde biletimin yanımda olmadığını fark ettim. Sigara içmek için dışarı çıkarsam, biletim olmadığı için geri dönemeyecektim. Onca katı tekrar çıkıp Billur’dan biletimi istediğimde son derece emin bir şekilde “biletin bende değil sana verdim” dedi. Sonra da tüm biletler ondan çıktı. Nasıl olduğuna dair ikimizin de hiçbir fikri yok. Aslında tüm İspanya’da zaten bir miktar şaşkın ve balık hafızalı idik.

Konser bittiğinde Billur ve Ender’i beklerken ben, görevli gelip, L’arbore di Diana Opera’sının gala daveti olduğunu ve davetli değilsem artık gitmem gerektiğini son derece kibar bir şekilde söylediğinde ise, sıcacık sandalyeden kalkmak biraz zordu. Ne olacak bu AKM'nin geleceği sorularımın eşliğinde Katalan'ların muhteşem Opera Binasından ayrıldık.



Çok sevdiğim Katalan bir tanıdığımın tavsiyesini dinleyip Tapa Tapa'da çok güzel Tapas'lar yedik. Ama yorgun arkadaşlarımı biraz daha yürümeye ikna edemediğim için Casa Mila'yı ve Casa Batllò'yu gece ışıklandırması ile tekrar göremedik.

Gülda

26 Ekim 2009 Pazartesi

Birden ........

Aycan, bilmiyorum neden ama yazını okuyunca birden bu Müzik aklıma geldi.....


4 Smokers Outside The Hospital Doors (Live) - Editors



Pull the blindfold down
So your eyes can’t see
Now run as fast as you can
Through this field of trees

Say goodbye to everyone
You have ever known
You are not gonna see them ever again

I can’t shake this feeling I’ve got
My dirty hands, have I been in the wars?
The saddest thing that I’d ever seen
Were smokers outside the hospital doors

Someone turn me around
Can I start this again?

How can we wear our smiles
With our mouths wide shut
‘Cause you stopped us from singin’

I can’t shake this feeling I’ve got
My dirty hands, have I been in the wars?
The saddest thing that I’d ever seen
Were smokers outside the hospital doors

Someone turn me around
Can I start this again?
Now someone turn us around
Can we start this again?

We’ve all been changed
From what we were
Our broken parts
Left smashed off the floor

I can’t believe you
If I can’t hear you
I can’t believe you
If I can’t hear you

We’ve all been changed
From what we were
Our broken parts
Smashed off the floor

We’ve all been changed
From what we were
Our broken parts
Smashed off the floor

Someone turn me around
(We’ve all been changed from what we were)
Can I start this again?
(Our broken parts smashed off the floor)
Now someone turn us around
(We’ve all been changed from what we were)
Can we start this again?
(Our broken parts smashed off the floor)

24 Ekim 2009 Cumartesi

İKİ KADIN, İKİ HAYAT, İKİ VEDA

Bir kadın düşünün, 'hükümet' gibi derler ya iri yarı ama buna rağmen her hareketinde bir incelik, her sözünde dobralık ve her kalp atışında sevgi titreşimi olan bilge bir kadın. Çocukları uğruna kendi hayatını ertelemiş fedakar bir anne, gerçek bir dost, bu yazın başında annemin davetlisi olarak Bodrum'a giden geleneksel yaz seyahatlerini gerçekleştiren 'altın kızlardan biri'. Dostlukları, şimdi 43 yaşında olan çocuklarının ilkokul 1.sınıf sıralarında başladı ve bugüne kadar aralıksız sürdü. Hayatı paylaştılar, en çok eşleri çekiştirdiler, önce çocuklar sonra torunlar için endişelendiler, seyahatlere çıkıp çılgınlar gibi güldüler, felekten bir gün çalıp içip eğlendiler, memleketlerini, Atatürk'ü çok sevdiler onu anlayan son jenerasyon olduklarını söyleyip bundan dolayı hem gururlandılar hem kahroldular. Zamanla fire vermeye başladılar, birbirlerine destek oldular, çocuklarına/torunlarına göz ucu ile bakıp 'sırasıyla' diyerek sanki yolunu şaşırmasın diye kadere fısıldadılar. Bodrum dönüşü Haziran sonu karın ağrısı şikayeti ile gittiği hastanede konulan teşhis : Rahim kanseri herkesi yıktı ama hayatın her türlü zorluğuyla sevgi dolu yüreği ile başeden bu gönlü güzel kadının mücadeleyi bırakmayacağına inandı herkes ama bir tek kader inanmadı ve 22.Ekim.2009 Perşembe günü Gürsel teyzenin bizce beklenmedik erken sırası geldi. Hoşçakal Gürsel Teyze!...

Bir hoş kadın düşünün bembeyaz saçlar, yaşına uygun koyu renk şık kıyafetler, yüzündeki çizgilere - keskin olanlar bir hüzün , yumuşak olanlar bir mutluluk çentiği gibi - rağmen asil bir hanımefendi. Hep biraz tedirgin ve ürkek... Gençliğinden beri UMUTSUZ BİR ROMANTİK, aslında siyasi, sosyal, toplumsal sorunların farkında hem iki oğulu ve iş aşkı ile hayatının aşkı eşi arasında hep tercih yapmak zorunda kalan savcı eşinin yaşadıklarından, gördüklerinden, anlattıklarından dolayı ... mecburi hizmete gittikleri her köyde, kasabada, şehirde iliklerine kadar hissettiği için ... farkında ama farkında olmamayı seçmek istiyor, seçiyorda... O inci kolyesini takıp mum ışığında eşi ile aşk dolu bir yemeği düşlerken eşi önüne gelen gencecik insanların dosyalarını inceliyor, tarihin yanlış yazılmaması için doğru, vicdanlı kararlar vermeye çabalıyor, çocuklarına tüm bu karmaşanın içersinde iyi bir eğitim sağlayabilmek için çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor ... O zarif kadın etrafında çiçekler, güzellikler,çocukları ve eşi olsun isterken tersine etrafı acı, üzüntü, gözyaşı dolu ... Açık pembe rujunu sürüp kocasının kolunda Süreyya Pasajı'nda film izlemeye gitmek isterken evinde oturup okumakta olduğu kitaba aklını veremeden eşinin getireceği yeni bir kötü dosyayı/olumsuz haberi bekliyor. Hayat hızla geçip gidiyor. Çocuklar (Ali,Can) büyüyor, gelinler (Zümer,Aysun) katılıyor aileye sonra torunlar (Öykü,Elif) geliyor sırasıyla ... bu kırılgan aşk kadını hayat mücadelesinde hep yanlız olduğunu düşünüp kimseyle konuşmadan içinde büyütüyor hayal kırıklıklarını,zorluklarını ... hayatın acımasız yönünü kabullenemiyor ve birgün pili bitip sanki pes ediyor. Teşhis : Alzheimer sanki o hayalinde yarattığı dünyaya eşi ve çocukları ile çoktan gitmiş, geçmişi hatırlamak istemiyor gibi ... ama bu hastalık/kaçış kolay değil. Gittikçe hayata küs, gittikçe hayata isteksiz oluyor. Uzun ve yorucu bir süreç başlıyor herkes için ama en çok kendi için ... Ve bugün o yolun sonu. O zarif kadın bugün hepimize zarifçe, sessizce bence yine ürkekçe veda etti. Hoşçakal Güzin Teyze!...

http://www.alzheimernedir.com/uzmanGorus.asp

23 Ekim 2009 Cuma

Billur Gülda Barselona ya da İspanya Yollarında II

Billur’un Barselona’da İkinci Günü:

UYANDIM....Önce bir an durup hasar kontrolü yapıyorum. Hayır. Midemde veya başka herhangi bir yerimde bir bozulma işareti yok. Takdirle karşılıyorum şefi. Biraz yol yorgunluğu var ama hemen evden çıkmaya çalışıyoruz çünkü kiraladığımız arabayı teslim etmek yükümlülüğümüz var. Doğru yola... Barselona sokaklarına Türk şoför kimliği ile çıkıyoruz. Ulaşmamız gereken yer Sants Tren İstasyonu. Yalan yanlış yollardan sonra hislerimizle yön buluyor ama benzin işini halledemiyoruz. Arabayı teslim ediyoruz ve karnımız acıkmış olduğu için hafif bir gerginlik içindeyiz. Ama havanın güneşli ve sıcak olması bize iyi geliyor.

İSPANYOLLAR ve KAHVALTI

Bana bu İspanyol milletinin garip bir kahvaltı anlayışı olduğu Gülda tarafından 10 kez anlatılsa da ben gene de ümitliyim. Tamam, tulum peyniri, zeytin ve demleme çay bulamayacağımı biliyorum ama ne bileyim bir “ tostadas” mı yok canım? EVET, var; hep etli, Jamón’lu, omleti de ekmeğin içine koyuyorlar. Bir de domates sürme huyları var ki ekmeğin içine, ben pek hazzetmiyorum bundan. İlk kahvaltım biraz hüsranla sonuçlanıyor aslında çok haksızlık etmeyelim pek de kahvaltı saati değil, Türkiye için bile!



Bu İspanyollar/Katalanlar (nasıl da ırkçı ve etkiketçiyim!) sabahın erken saatlerinde sıcak çikolatanın içine bizim tulumba tatlısı şeklinde ama daha ince bir hamuru batırıyorlar ve tabii ki yiyorlar ya da sütlü kahve içiyorlar. Saat 10.30 civarında ise siz kahvaltı amaçlı bir şey istediğinizde de onlar bira içmeye başlıyorlar ve patatesli omlet gibi daha yemekvari şeyler yiyorlar.
Kahvaltının ardından Miro Parkına doğru yürüyüşe geçiyoruz ve Kadın ve Kuş adlı eserine hayranlık dolu olarak bakıyorum.

10 poz resim çektirdikten sonra parkın içinde yürüyoruz. Bu arada Gülda Barselona’da bir oylama yapıldığını ve insanların yarısından fazlasının “isteyenin çıplak gezebileceği” yönünde oy kullandığını anlatıyor. Heyecanla her köşe bucakta çıplak insan aransam da göremedim tüm Barselona seyahati boyunca, buradan duyurulur.

BARRİ GOTİC VE PİCASSO MÜZESİ

Parktaki gezintiden sonra Barri Gotic’e doğru gidiyoruz metro ile doğruca. Burası gerçekten etkileyici. 1000 yıldan beri yerleşim merkezi olarak kullanılmış, daracık, labirent gibi sokaklardan mevcut. Her yer de kafeler, mağazalar var. Başınızı çevirdiğiniz her yer de ise antik dönemden bir iz görmek olası. Burada Barselona Katedrali görülmeye değer ancak kapalı olduğundan içine giremedik ki zaten artık Katedral görmek istemiyorum/z. Dış taraftan bakmak daha keyifli geliyor.



Biraz sokaklar arasında oyalandıktan sonra Picasso Müzesi’ne Gülda’yı kafesine bırakarak giriyoruz. Pazartesi hariç her gün açık saat 10.00’dan itibaren. Müzede küçük ama sırta asılacak biçimde olan çantamı bırakmam isteniyor ya da önüme asmam. Bunun mantığını çözemedim ilk müze gezişim değil bu arada ama önüme asınca değişen nedir?

Bu müze 1963' yılında Picasso'nun hem arkadaşı hem de sekreteri olan Jaume Sabartes'in koleksiyonunda yer alan eserlerden oluşturularak açılmış. Müzede erken dönem resimleri, kendi portreleri ve ilk kübik resimleri bulunuyor.



Picasso Barselona’ya 13 yaşındayken babasının öğretmenlik görevi nedeni ile geliyor. Picasso’nun erken dönem resimlerinde Katalan ressam adayı Manuel Pallares Grau ile tanışması ve dostluğu onun modern resmin kaynağı sayılan Demoiselles d’Avignon’u yapmasına vesile olmuş. Ayrıca Pallares’in köyünde kaldığı dönemde de yine ilk manzara resimlerini ortaya koymuş.



Bir galeride ise Velasquez’in Las Meninas adlı resmini ayrıştırıp, bölüp, kesip, çarpıp çıkararak yaptığı betimlemeler yer alıyor ki çok hoşuma gittiğini söylemeliyim.



Picasso’nun en sevdiğim resimlerinden bazıları burada yer alıyor. Huşu içinde müzeden çıkıyor ve derhal mağazasından magnet ve ıvır zıvır topluyorum. En sevdiğim yerler müze mağazaları , buranınki de hiç fena değil.



Barri Gotic’te biraz daha sallandıktan sonra Ender bizden ayrılıyor ve Gülda ile ne yapacağımızı düşünüyoruz. Sahile doğru yürümeye karar veriyoruz. Hedef Barcelonata’ya giderek ilk paellamızı yemek. Hedefe doğru ilerlerken İspanya’nın yaşayan en önemli ressamı Antoni Tapies’in Picasso’ya adadığı Monument Homage to Picasso adlı eseri görüyoruz. Bu eser tam da Parc de la Cıutadella’nın karşısında yer alıyor. Bu eser Picasso’nun kübist çalışmalarının anısına yapılmış.



Hadi parka gidelim diyen Gülda ile Parka da bir göz atıyoruz; Gülda’nın bu park takıntısı sonradan Madrid de iyice ayyuka çıkıyor.


Beni bir tenhada kıstırmak mı istiyor nedir?! Park gezimiz kısa sürüyor; yorgunuz çünkü.



Port Vell’e doğru yürüyoruz; yolumuzun üzerinde dev yengeçler ki bunlardan birini yeme hayali içindeyim ,



ve Kristof Kolomb heykeli çıkıyor. Sonunda Port Vell’e ulaşıyoruz ; bu marina La Rambla’nın ucunda yer alıyor. Kafeler, restoranlar ile dolu. Sonunda yemek yiyebileceğiz.

Paella ve Ben

Evet. Bu kadar söyleniyorum ama sevdiğim yemekler de var İspanya’da. Bol midyeli, kalamarlı ve karidesli paellalar! Araplardan alınan pirincin et veya deniz ürünleri bazen her ikisiyle de karışık bir biçimde safran ile açık ateşte pişirilen geleneksel bir yemek!



Karnım doyunca; mutluyum.

La Rambla


Yemekten sonra artık eve dönmeyi ama dönüş yolu olarak da La Rambla denilen bizim İstiklal Caddesi benzeri en ünlü caddesini şöyle bir gezmeyi istiyoruz.Ağaçlıklı güzel bir cadde La Rambla ve kalabalık. Gazete bayileri, sokak satıcıları, kafeler, mağazalar ve hayranlık uyandıran pandomim sanatçıları (birini gerçekten sırları dökülmüş heykel sandım!) Burayı gezerken çantalarımıza biraz daha dikkat ediyoruz. Bu caddedeki en önemli binalardan biri Gran Teatre del Liceu ki akşama orada opera izleyeceğiz.

Aaaa O DA NE? Ayağımın altında Miro mozaiği var! Hemen ayağımı çekiyorum ama herkes üstüne basıp geçiyor! Şuraya bak! Elalemin caddelerinde Miro mozaiği bulunması vakayı adiyeden bir olay!


Tam söyleneceğim;
“Gülda bak Carrefour! Market alışverişimizi yapabiliriz”.
Gülda çaresizce bakıyor;
“ taşıyacak mıyız eve kadar?”
“ben taşırım”
20 dakika sonra elimizde market torbaları, Gülda bana söylene söylene içinden [inkar etmesin biliyorum!] “ay sen bana ver, yok ben iyiyim” nezaket cümleleri ile eve gidiyoruz.
Akşama OPERADA olacağız.
Devam edecek....
Sevgiler
Billur

Gülda’nın Barselona’da İkinci Günü:

Erkenden uyandım, banyo yaptım. Kahvemi içtim. Evin internetinin gayet sağlıklı çalışmasından faydalanıp işlerimi yaptım. (Geçen sene Buenos Aires’te kiraladığımız evde internet çalışmadığı için sürekli Celeste adlı çok güzel bir Arjantinli kızla Billur’un değimi ile Tamirci Bob tavrı ile cebelleşip durduğum için bu sefer ilk iş interneti kontrol ettim.) Bir gün sonra neler yapacağımızı, akşam nerede yemek yiyeceğimizi ve gün içinde neler yapılması gerektiğini planladım.

İnternetten Madrid tren bileti almayı tekrar denedim. http://www.renfe.es/‘ten bilet almak nerede ise imkânsız. Site çok sorunlu. Zaten ileriki günlerde fark ettim ki İspanya’da internet vasıtası ile hizmet almak çok kolay değil. Restoran hizmetinde de, araç kiralamada da, hep sonunda bir kere sesinizi duymak istiyorlar sanki. Eğer benim gibi takıntılı biri iseniz, gidip tren istasyonundan tüm biletlerinizi bir kerede almanızı öneririm. Gerçi internetten alınan biletler daha indirimli oluyormuş ama Renfe Devlet Demiryollarının sanırım daha çok para kazanmaya ihtiyacı vardı.

Tekrar kahvemi içtim. Sonunda dayanamayıp, Billur ve Ender’i uyandırdım. Uyanan güzeller de, yıkanmak, mailleri kontrol etmek, kahve içmek gibi hayatsal işlerini yaptıktan sonra dışarı çıktık.

Bence tren istasyonunu çok kolay bulduk. İstanbul’dan transfer ettiğimiz şoförümüz, gerçekten Barselona’da taksi şoförlüğü yapabilirdi. Ayrıca kendisine gelen ilham ile hem İspanyolca, hem de Katalanca’da anlamaya başlamıştı. Tek sıkıntısının, İspanyolca düşünüp, Katalanca’ya çevirmek ile ilgili olduğunu ilerleyen saatlerde öğrendik.

Benzin işini çözemediğimiz için aracı teslim ederken bir miktar daha para ödeyeceğimizi düşünmüştük. Nereden bakılsa 200 Km yol yapmıştık. Ama Billur’un pek hazzetmediği Katalan hanımefendi, o da bizden olsun diyerek bize hoş bir jest yaptı. Bir sonra kiralayacağımız aracı da Atesa’dan kiralama kararı verdik.

Benim ikinci İspanya gezim olduğu ve baskın kişiliğimle yapılacaklar konusunda biraz gıcık bir tavırla (gerçi ben tavrımın Harry Potter'daki Hermione’ye benzediğini düşünmüştüm ama) yapılacaklar dosyamı açtım.

Ben İspanyol Halklarını ve yaşam tarzlarını çok beğeniyorum. Tüm tatilimi eğer İspanyollar olmasa idi Dünya başka bir yer olurdu diyerek savunmada geçirdim.

Zaten sabah kahvaltı yapmadığım için de sabaha bir kahve ya da Chocolate con Churros ile başlayıp, 10.30 gibi bira ve tortilla ile gerçek kahvaltı yapmalarını çok güzel buluyorum. Annem ne zaman sabah kahvaltı yapmadan sokağa çıkma dese; ona “tüm İspanyollar böyle yapıyor hem de çok uzun yaşıyor” deyip onu ikna etmeye çalışıyorum. Sonra saat 14.00 gibi şarap ile bir öğle yemeği arada Siesta, sonra Tapaslar ve 22.00 gibi yemek. Benim için son derece makul. Billur sevmedi ama ekmeğe domates sürmeleri çok lezzetli idi. O zaten ekmeğine salça da sürüp yemezmiş, domates suyu, domates çorbası da sevmediğini belirteyim. Lütfen hemen Katalan’lara çamur atmayalım.

Benim şehrimde kapanmak daha kabul görse de, çıplaklığın serbest bırakılmasını (2004 yılından beri Barselona'da serbest) daha doğru buluyorum. Kimse çıplak gezmek zorunda değil ama istiyorsa da gezebiliyor işte. Gerçi biz çıplak birini görmedik ama görenler oluyormuş. Sadece çıplak bisiklete binmek pek kolay değilmiş.

Ben büyüyünce Barselona’da yaşamak istiyorum. Bir şehir olsam Barselona olmak istiyorum. Ancak kimsenin evsiz olmadığı bir Barselona. O kadar çok evsiz ve dilenci vardı ki yine, tüm o mimari, o zenginlik, o yemekler, sanat eserleri ve denize rağmen çok ciddi bir acı her an gözler önünde idi. Bundan 6 yıl önce de gitmiştim, pek bir ilerleme kaydedilememiş gibi geldi.



Benim park ve asıl köprü takıntım var. Billur’u tüm park ve köprülerde fotoğraflayacağım. Park sonrası, Barcelonata’ya gidip benim en sevdiğim köprülerden biri olan köprüde yürüdük. Zaragoza’ya gidip Zaha Hadid’in köprüsünden geçemeyeceğimiz için biraz içim burkulsa da Paella’yı görünce hemen kendime geldim. Paella minimum iki kişilik yapılıyor. Ben tek başıma geldiğimde de sürekli Paella ve deniz ürünü yediğim için tüm vücudum kızarmıştı. Billur sayesinde tek başıma tüm Paella’yı bitirmek zorunda kalmıyorum bu sefer.



Market konusunda ise söyleyeceğim şudur: Gitmemiz gerekiyordu ve gittik. Hiç gereksiz bir şey almadık. Promosyonlara aldırmadık. Sadece ben torba taşımayı sevmem. Çok uzun süre Gima'nın internet sitesinden alışveriş yaptım. Şimdi de Tansaş yanı başımızda. Gerekince gidip iki domates, bir patates alıp geliyorum. En büyük korkum o market torbaları ile Barselona sokaklarında yürürken bir tanıdığa rastlamaktı. “Ne yapıyorsun Gülda burada? diyen tanıdığa, üç günlüğüne buraya gezmeye geldik tüm marketi yüklendik eve gidiyoruz mu? diyecektik.” Benim de bir duruşum var(dı). Madrid’de market alışverişi çığırından çıktı. Ayrıca bir kez daha belirtirim, torbaları Billur’a taşıtmadım. Bir büyük torba aldık, bir ucundan o, bir ucundan ben tutup sürükleye sürükleye eve getirdik.

Ben de devam edeceğim, bir de ne yaptığımızı hatırlasam.

Gülda

21 Ekim 2009 Çarşamba

Dünyanın Kalbine Dokunan Kütüphane Kedisi Dewey



Bu kitabı seçmemin sebepleri öncelikle kendimi gerçek bir hayvansever olarak adlandırmam, ikincisi hayatımdaki önemli isimlerin 10 yaşındaki yeğenim Elif'in, ablamın, annemin ve Ayşe'ciğimin kendi aramızda tabiri caizse ''kedici'' olmasıdır.
Kitabın gerçek bir hikaye olması beni derinden etkiledi ama aslında Dewey'e benzer bir çok akıllı, duyarlı kedinin evimizin bireylerinden farksız olduğu o günleri hatırlayıp gülümsememe zaman zaman da ağlamama sebep oldu.

Dewey yavru bir kedi, ölmek üzereyken Iowa Eyaletinin Spencer kasabası Halk Kütüphane yöneticisi Vicki Myron tarafından bulunur. Vicki ve dostları tarafından kütüphane'de bakılmaya başlanır. Akabinde kasaba halkının olumlu&olumsuz dikkatini çeker.Vicki, onun kütüphanede kalması için mücadele verir, başarır da... Böylece sarı kahramanımız Dewey on dokuz yıl boyunca Spencer halkına umut, inanç ve sevgi üzerine dersler verir.


Kanımca, bu kitap Nobel veya edebiyat ödülü alamaz, edebiyat dünyasını sarsamaz hatta hatta ilkokul çağı çocuklarına kitap okumayı sevdirmek için önerilebilecek cinsten bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Sevimli sıcak bir hikaye, samimi, içten, karşısındakiyle konuşurcasına bir anlatım, basit bir dil (korkunç çeviri !...) peki öyleyse ben bloğumuza böyle bir kitabı neden yazdım ? Bu kitabın insanların barbar vahşetlerine karşı çok iyi bir cevap niteliği taşıdığına inadığım için, yeryüzündeki tek 'can taşıyan' varlıkların biz olduğuna kanaat getirmişlerin ne büyük bir yanılgı içersinde olduklarını anlasınlar diye ... ve aklımdan çıkmayan çöp öğütücüsüne atılan yavru köpek yüzünden, sopa ile döve döve öldürülen foklar yüzünden, açlıktan derisi çekilmiş köpeğin üstüne su döküp yetinmeyip tekme atan gırtlağını sıkma noktasına geldiğim duyarsız adam yüzünden, 'elleme ısırır' diyen ebeveynler yüzünden yazdım bu kitabı bloğumuza... daha çok onların okumasını istediğim bir kitap bu. Belki 'Dewey' medeniyetin, eğitimin bile yumuşatamadığı kalpleri hikayesi ile yumuşatmayı başarır, sahibesi Vicki'nin Dewey'in ölümü ardından dediği gibi : 'Her neredeysen' benim senden tek istediğim bu sarı pisicim!...





Vicki ve Dewey'e Sevgilerimle ...

Aycan

28. İSTANBUL KİTAP FUARI



31 EKİM 2009 CUMARTESİ/8 KASIM 2009 PAZAR


Ekim ayının ilk 19 gününü İstanbul dışında geçirip, Ka’ya, evime, arkadaşlarıma, aileme, işime geri dönmüş olmanın mutluluğunu yaşarken bir yandan da birikmiş olan işler, yapılacaklar, gitmek istediğim partiler, konserler, Bienal, sosyal görevlerim ve ihmal ettiğim projeler arasında sıkışıp kaldım. Her şeyi yapmak istiyorum ama bedenim bana ihanet ediyor. Sadece evde boş boş oturmayı istiyorum bir yandan da. Hem çok mutluyum, hem de çok sıkıntı içindeyim. Bu kadar iç dökmenin ardından konuya geleyim en iyisi.

2002 senesine kadar Tepebaşı’na büyük bir mutluluk ile gittiğim, Beylikdüzü’ne taşındığından beri de gelecek sene gitmeyeceğim dememe rağmen günleri yaklaştıkça içimi saran heyecanla hangi gün gitmeliyiz kararını vermek için uzun uzun –ve hep aynı cümleler ile- konuştuğumuz Kitap Fuarı etkinliğine gitmemizi öneriyorum.

Kitap Fuarına Gitmeyi Neden Seviyorum?


Öncelikle o kadar kitabı o kocaman mekân içinde sadece izlemek bile hoşuma gidiyor.

D&R ve Remzi Kitap Evi gibi her yerde bulabildiğim ama içinde kitap bulamadığım -iddia ediyorum bizim Tansaş’ta, Remzi’de (Kanyon) olduğu kadar kitap var- kitapçılardan başka alternatiflerim de olduğunu görmeyi seviyorum. Aynı zamanda sattığı kitabı bilen görevlilerle de konuşmak hoşuma gidiyor.

Hangi gruplar güçlenmiş, kim ne yapmış görmek iyi bir tecrübe oluyor. Geçen yıl gördüğüm Dini Kitap stantları ve kitap sayısı beni hayrete düşürmüştü.

Sevdiğim yazarları görmeyi ve kitap imzalatmayı seviyorum. Asıl sevdiğim ise, fuar Tepebaşı’nda iken barda Can Yücel’i dinlemekti o ayrı.

Eve dönüp aldığım kitapları, katalogları incelemek tamamen ayrı bir zevk veriyor.

Kitap Fuarına Gitmeyi Neden Sevmiyorum?

Çok uzak ve çok soğuk bir mekân. Geçen yıl giderken kaybolmuştum.

Doğru düzgün bir ATM bile yok.

Hafta sonu çok kalabalık oluyor, hafta içinde ise gitmek çok zor oluyor.

Cafe’si çok kötü. Kahveler ise daha kötü.

Eskiden % 35-40 gibi indirimler olurdu, şimdi ise Çok satanlardan başka bölüm yok nerede ise. Çok Satanlar bölümü görmekten çok sıkıldım.

İmza Günleri için
http://www.tuyap.com.tr/webpages/kitap09/imza-gunleri.php

27. İstanbul Kitap Fuarından Kalanlar:

Geçen yıl Michel Foulcault’nun altı ciltlik Seçme Yazılar’ını almıştım. Her ne olursa olsun günde on sayfa dahi olsa okuyacaktım. Ancak 1.cildini bitirebildim.

Yine aldığım Kürt Öykü Antolojisi’ne elimi dahi sürmedim. Neyse ki aldığım diğer kitapları okumuşum. Bu sene kesin kararlıyım. Aldığım her kitabı okuyacağım. Peyman gibi olacağım. Kütüphane’de okunmamış kitap kalmayacak.

19 Ekim 2009 Pazartesi

31. Kıtalararası Avrasya Maratonu İle Ayşe & Aycan Koşuyor - 18.10.2009





Feneryolu Aycan Residance:

Dıt dıt dıt dıt dıt………

Sabah saat 07.30 kütük gibi uyumuşum ..... (Ayşe)

Zır zır zır zır zır………

Sabah saat 07.35 yatağımda Ayşe yatıyor, lanet olsun her yerim tutulmuş, salondaki koltukta gözlerimi zor bela açtım (Aycan)

Aycan kahvaltıda döktürmüş brokoli bilem vardı!.. (Ayşe)

Oh hanım efendi giyinirken biz kahvaltı hazırlayalım makyaj bile yapmış !.. (Aycan)

8.35 hadi Aycan rap rap gitme zamanı Ohhhhhh sen halen hazırlanıyor musun? (Ayşe)

8.35 ne işimiz var yağmurda koşmak kim ben kim, Ahhhhh Ayşe ahhhh (Aycan)

Altunizade Köprüsü:



Sonunda buradayım sonunda Aycan'ı kandırdım sonunda sonunda sonunda…… (Ayşe)

Ne bu yaaa kızım Aycan, nasıl bitireceksin 8 km’yi ? Ya sonuncu sen gelirsen, ya tüm TV kanalları seni gosterirse ? Vaz geçsem mi acaba? (Aycan)




09.30 başladı ayyy koşsam mı? yürüsem mi? Ayşe ne yapıyor? Dur ona bakiyiiim! (Aycan)




Aycan, Aycan!.. Bu taraftan..... Asya'dan Avrupa'ya koşuyoruz ters yöne saptın………. (Ayşe)



40669 kere maşallah iyi gidiyorum zevkliymiş bu iş hatta eğlenceli de ... (Aycan)



www.ayseninkitapkulubu.blogspot.com!.. Başka bir şey demeye gerek var mı????? (Ayşe)




Aman çocuk oyuncağıymış Ayşecim … keşke kızlarda olsaydı ….(Aycan)



Aycan, seni ciddiyete davet ediyorum başlayalı daha 100 metre olmadı!..... (Ayşe)



Yuppiiiiii....... ufukta köprü göründü, işte kanıtı !..




Ben yanlış mesleği seçmişim benden iyi ayaklı reklam olurmuş!... (Ayşe)



Ve nihayet köprüdeyizzzzzzzz !..... (Aycan & Ayşe)



Belkıs ile konuşurken bile reklam yaptım!...... (Ayşe)
Bende fotoğrafını çektim !.... (Aycan)



Köprü üstünde hoşumuza giden insan manzaraları (Aycan & Ayşe)













Kendimi bir an Rocky Balboa gibi hissettim …… (Aycan)



40668 kere maşallah tu tu tu tu tu tu ……. (Ayşe)



Haberciler bile bize poz verdi ……. (Aycan & Ayşe)



Skandal, Skandal, Skandal Resim (Aycan & Ayşe)



Mutluyuz, gururluyuz, güzeliz ,genciz, azimliyiz ve köprünün ortasındayız…… (Aycan & Ayşe)



2009’da da Aycan & Ayşe Ortaköy’ü fethetti eat your heart out Fatih Sultan Mehmet!...





Barbaros Bulvar'ından inerken Aycan’ın kamerasına takılanlar……





Oppsssss!...... Kamera kaydı......



Ve ve ve ve ve ve 8km sonra……….



Ne uzun yoldu siz tahmin edin !... Ayse yolda soulmate buldu, köprüyü geçerken Esma Sultan’da evlendi, çoluk çocuğa karıştı ve bir de üstüne 8km maraton koştu…..



Bütün bu yazılanlara inanmıyorsanız alın işte size MADALYALARIMIZ……





Sabah erken kalktık, kıtalararası 8km yürüdük, Ayşe çoluk çocuğa karıştı, madalya kazandık eeeeee artık iyi bir öğle yemeğini hak ettik…….







Aç kurt sipariş verir



Ayşe'nin nutku tutulur ....



Kısaca……

365 günün 1 gününü ÇOK farklı yaşadık!... Dünyanın neresinde bir kıtadan diğerine yürüme şansınız oluyor ? Sizi temin ederiz ki ölmeden önce yapmanız gerekenlerden biri bu olmalı !!!!! ….



Aycan & Ayşe

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails