Masalını Yiteren Dev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Masalını Yiteren Dev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2011 Cuma

Bozkır Aydınlığında Aşk




Kitap : Bozkır Aydınlığında Aşk
Yazar : Adnan Binyazar
Mekan : Pierre Antakya Cuisine
Sunucu: Ayşe, Billur, Gülda
Katılımcılar: Ayşen, Aycan, Aysun, Belkıs, Berna, Nur, Özlem, Peyman, Yonca






Adnan Binyazar

7 Mart 1934 yılında Diyarbakır’da doğmuş Adnan Binyazar. Doğum günü ve yerinin özellikle üzerinde durmak isterim. Darlık, yokluk içinde geçen çocukluğu boyunca hiç yaş günü kutlanmamış. Hatta kendi deyimiyle “Yaş günü bir yana, yaşamayı bir an önce sonlandıran ortamlarda büyümüş.” 7 Mart 1964 yılında Çorum’da öğretmenlik yaparken sabaha kadar şarap içerek tek başına yeni yaşını kutlamış ve “Tohum” adını verdiği bir yaş günü hikâyesi yazarak, annesinin kendisini nasıl doğurduğunu anlatmış. 1965 yılında yazdığı bu öykü ile Öğretmenler Bankası Öykü Ödülü'nü kazanmış. Aynı öyküyü 74 yaşında "Varoluşun Sesi" adıyla yeniden yazıp Şah Mahmet adlı kitabına almış.

“Bilinç neydi?..
Benliğin sonsuz boşluğunda zerre olduğuna erme duygusu…”
(Şah Mahmet – Varoluşun Sesi sf.136)



Öykü ödülü almasına rağmen altmış bir yaşına kadar bir daha öykü yazmamış.
“Benim için yaş günleri, varoluş-yok oluş düşünceleri arasında sersem bir sarkaca döndüğüm hüzün günleridir. Resim, müzik, ya da yazın, sanatı yaratıcılığa yönelten bir duygu gücüdür” diyor Adnan Binyazar.


Yoksulluk içinde geçmiş çocukluğu Adnan Bey’in. Adnan Bey’in babası adliyedeki görevinden ayrılıp, dava vekilliği yapmaya başladığı esnada bir davayı izlemek üzere Sivas’a gitmiş ve bir daha da dönmemiş... İstanbul’a yerleşmiş. Annesi uzun süre dirense de fakirliğe, sefalete yenik düşmüş ve kardeşi ile Adnan Bey’i babasının yanına yollamış. Babası ve yeni annesiyle tanışmış İstanbul’da. Sonra bir küfeyle gelivermiş babaları. İki kardeş sırtlayıp küfeleri yollara düşmüşler…

İlkokula ancak on dört yaşında başlayabilmiş. Nüfus kâğıdı dahi yokmuş o sırada! .

Baba Binyazar sorumsuz bir hayat yaşamış. Adnan Bey ve ailesine çok acılar çektirmiş, içki masalarında yemiş tüm maaşını. Oysa kalemi de kuvvetliymiş. Binyazar soyadı da babasının uzun ve etkileyici sözlerle bezediği dava dilekçelerinden gelirmiş…

Adnan Binyazar’ın 2000 yılında yazdığı ve bu sene 14.baskıya ulaşan “Masalını Yitiren Dev” adlı romanı yazarın çocukluk ve ilk gençlik anılarından oluşuyor. Bu romanı annesi Pakize Gündüz’ün ölüm haberini aldıktan sonra bir uçak yolculuğunda kurgulamış. Pakize Hanım acılarının, çektiği sıkıntıların, gördüğü şiddetin başkaları tarafından bilinmesini hiç istemezmiş.


“Çocukluk, bir dev masalıdır. Masalı bozulmuş çocukluk ne ise, masalını yitiren dev de odur. İkisi de şaşkın, güçsüz ve umarsızdır. Birbirlerini yitirdiklerinde, çocukluk devin, dev çocukluğun büyüsünü bozar. Büyü bozulunca, çocuk, yaşamı boyunca, masalını arayan bir dev gibi çırpınır durur.” Masalını Yitiren Dev sf.19

“Geçmişimden başka bir kalıt (miras) taşımıyorum. Masalını Yitiren Dev’le, ‘açtığım kendi kuyumun içine dalarak’ yaşadıklarıma sahip çıkıyorum.” Masalını Yitiren Dev sf.19

Köy Enstitüsü’ne girerek kurtuluşa ulaşmış. Ancak enstitüye girmesi de o kadar kolay olmamış. Şehir doğumlu olması sebebiyle sorun çıkmış. Diyarbakır/Ergani Dicle Köy Enstitüsü’nün 101 numaralı öğrencisi olarak kaydolması uzun süren yürüyüşlerin ve uğraşların ardından gerçekleşebilmiş.

Tarla biçerken bile Cervantes okuyan bir edebiyat tutkunu olarak Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nde okumuş. Sonrasında değişik okullarda Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yapmış. Tayinini Çorum Kız Lisesi’ne çıkmasıyla hayatı tamamen değişmiş. Okulun son sınıf öğrencilerinden Filiz’i ilk gördüğünde âşık olmuş. Otuz iki yıl boyunca süren evlilikleri Filiz Binyazar’ın kansere yenik düşmesiyle son bulmuş. Filiz Hanım’ın ölümünden sonra Adnan Bey’in hayatı bir daha eskisi gibi olamamış.

“Baktım içeride genç bir adam tek başına oturmakta;
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine.”
Edgar Allan Poe Kuzgun -Bozkır Aydınlığında Aşk sf. 126-

Yazarın 2005 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer bulunan Ölümün Gölgesi Yok adlı romanı bu büyük ve tarifi zor aşkı anlatır.

“Bu hastanenin köşesinde, gün gün sonsuz uykusuna yaklaşan eşimin solgun yüzüne bakıyor; içinde “ölüm” yolcusu taşıyan kırık bir takanın mecalsiz kürekçisi gibi, elimi uzatıp sevgilimi kurtaramayışın aczini duyuyordum.” Ölümün Gölgesi Yok sf.17

Mustafa Ayaz

Eserleri:

Adnan Binyazar edebiyatımıza çok önemli katkıda bulunan, oldukça üretken bir yazardır. Toplum ve Edebiyat adlı deneme kitabı ile de deneme yazarlığına ve okuma kültürüne yaptığı değerli katkılar nedeniyle 2010 yılı Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü almıştır.

Deneme-Eleştirileri:







Toplum ve Edebiyat




Ağıt Toplumu
Ozanlar, Yazarlar, Kitaplar
Ayna
Duyguların Anakarası
Edebiyatın Dar Yolu
Ardında Leke Bırakmamalı Sevgi

Halk Yazını İle İlgili Kitapları:

Dede Korkut
Dedem Korkut’tan Üç Öykü
Kan Turalı
Halk Anlatıları
On Beş Türk Masalı
Elif ile Mahmut
Kerem ile Aslı

Biyografi:

Atatürk Anlatıyor

Romanları:
















Masalını Yitiren Dev
Ölümün Gölgesi Yok



Öyküleri:



















Şairin Kedisi
Şah Mahmet
Bozkır Aydınlığında Aşk

Gülda

Bozkır Aydınlığında Aşk





Adnan Binyazar’ın son öykü kitabındaki hem bazı öykülerin anahtar sözcüklerini daha öykülerin hamuru karılmaya başlamadan önce öğrenme kıvancı yaşadığımız hem de bazılarının yaratılış serüveninde duyumsanan hislerin bize aktarılmış olması nedeni ile öykülerin ilk satırlarından itibaren beni ve Gülda’yı içine almamış olması mümkün değildi.

Kitap yedi öyküden oluşuyor ve Üç Sokağın Kimsesizin adlı ilk öyküde Adnan Binyazar çocukluk ile ergenlik sancılarının ilk duyulduğu, anasızlığın ve görünürde bir babanın gölgesinde kaybolan bir çocukluğun geçirildiği Kocamustafapaşa’da geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyor... Ancak yaşanmışlıklardan çok az ize rastlıyor bu semtte ve zihninde capcanlı kalmış hatıralara sığınıyor. Çoğu acılı olsa da kimi güzellikleri de hatırlıyor bu semtte yaptığı yolculukta Adnan Binyazar ama “zaman denilen kemirgenin” dişlerini görünce içini bir hüzün kaplıyor ve yıllar önce yolunu açık eylemesi için ellerini göğe açtığı Sümbül Ağa Camisi’nin avlusunda kılınmak üzere olan bir cenaze namazında hayatın kaçınılmaz sonunu görüyor. Yaşam eninde sonunda bir namazlık saltanattan ibaret olarak mı son buluyor diye insan sorgulamadan edemiyor.

Kitaba adını veren Bozkır Aydınlığında Aşk‘ta ise ben satırlar arasında gezinirken yaşanmaya doyulamamış bir aşk ile sarhoş olduğumu hissettim. Birlikteyken bile birbirine hasret kalınan bir sevgi olabilir miydi gerçekten? Bir aşk gerçekten bir bozkır gibi el değmemiş bir şekilde yaşanabilir miydi? İki âşık gerçekten böyle konuşabilirler miydi?

Üçüncü öykü Eğri Göl’de yaşlıca bir kişinin hastalıkla yüzleşmesi ve ölüm korkusu karşısında hissettiklerini dile getirişi ve bu esnada kullanılan benzetmeler gerçekten çok içtenlikli idi. “Öğrenci görünümlü iki genç hemşire, doktoru duyar duymaz çevremde telaşlı iki beyaz güvercin kesiliyor…” Tüm öykülerde altını çizmeden geçemeyeceğiniz satırlar mevcut ama özellikle bu öyküde ölüm korkusunun kıskacından kurtulmaya çalıştığı, bir savaş verdiği ve anlatıcının kendini sokağa attığı anda ifade ettiği “Genzimle burnumun arasında unutulmuş ağıtlar mırıldanarak yürürken, soluğum genişliyor, beynim ruhsal saçmalıklara başkaldırıp özgürleşiyor. Yüreğimde duygunun tavus kuşu kanatları açılıp renkleniyor. Sağduyunun soylu atıyla yarışa çıkıyorum.” ifadesi anlatıcının bir an ölümden korkan, bir an ölümle yüzleşmekten korkmayan çelişki dolu duygularını ustaca dile getiriyor. Gerçekte hangi duyguya yakın olduğunu bile kendine itiraf etmekten aciz. Bir türlü ama ne kadar duygu ve düşüncelerle boğuşsa da bir şeyi itiraf etmek zorunda kalıyor anlatıcı o da “İnsanın ulaşamayacağı tek yer kendi içidir.” Anlatıcı kendi içine ulaşamasa bile çok önceden kaybettiği ve kavuşmayı hasretle beklediği ve ölümünü anlamlı kılacak olan sevdiceğine ulaşmaya çalışıyor. Ölümle sessizleşen aşklarında dile getirilemeyenleri dile getirmek için...

Bu öykü sona erdiğinde, Eğri Göl ile Bozkır Aydınlığında Aşk’ın birbirini tamamlayan iki öykü olduğu hissi uyandı içimde ve her ne kadar kurgudan yola çıkılarak yazılsa bile içselliği çok barındıran özellikler daha çok gözüme çarptı. Belki Adnan Binyazar’ın hayatından bazı kesitleri bilmek ve bunlarla ilgili olarak Ölümün Gölgesi Yok ve Masalını Yitiren Dev’i okumuş olmak ben de bu izlenimi doğurmuş olabilir ancak zaman zaman kendisinin de öykülerde atıfta bulunduğu dipnotlar nedeni ile bu kanım daha da kuvvetlendi. Kim bilir belki Metroda Bir Kırmızı Pabuçlu adlı öyküde ifade edildiği gibi “bilinçaltı leş mezarlığıdır.”

Billur

Metroda Bir Kırmızı Pabuçlu’yu okurken kaçınılmaz olarak aklım Masalını Yitiren Dev’de Orduevi’nde Kırmızı Pabuçlar filmini izleyen gencecik bir delikanlıya gitti. Bu öykünün hikâyesini epeydir merak ediyordum zaten. Zihninde tasarladığı gün bahsetmişti Adnan Bey “Metrodaki Kırmızı Pabuçlu” kadından. Cebinde taşıdığı küçük not defterine notlar almıştı. Henüz demlenmemişti öykü. Dediği gibi Öykü, yazılıp bittikten sonra yazılmaya başlamalıdır.” olmalıydı. Günlerce düşünmüştüm nasıl bir öyküyle karşılaşacağımı!



“İyi bir öykü nedir?” diye sorsalar bu öyküyü sunmak isterim. “İyice azaltılıp sadeleştirilmiş bir anlatımla geçmişten geleceğe uzanıp en nihayetinde nakavt eden bir kurgusu olmasıyla bu öyküyü seçtim.” derim. Kırmızı karaya değsin Stendhal’ın Kızıl ile Kara’sı bambaşka bir şekilde dillensin arzu ederim. Böylesine içten ve kırılgan belleğime dokunmasına susarım.

İşte iyi bir öykü bu işte! Hem tamamen yaşamın içinde, hem de her şeye aykırı belki de…

“Ondan geriye, narçiçeği-siklamen karışımı renkte, üstüne kan pıhtıları bulaşmış kırmızı pabuçlar kaldı; benden de, onun ayak izini taşıyan siyah bir pantolon…

Sonra? ..

Sonrası karanlık? ..
Ölü bir sessizlik…”
Bozkır Aydınlığında Aşk sf. 95

Dubai’yi ben de gidip gördüm. Hatta “başı göğe eren gökdelenler de, dev bir tükenmez kalemi andıran ‘Burj Al Arap’ da içimde yeni zindanlar yarattı.” Ancak orada geçirdiğim kırk sekiz saatte orayla ilgili düşüncelerimi anlatmam gerekse Adnan Binyazar’ın Sabah Gülüşleri adlı öyküsünü uzatmak isterim.

“Dünyanın bütün tombul kadınları aynı onda, öne arkaya kaykılarak mı yürür?” ben de merak ederim. Burj Al Arap’tan girip, tombul kadın yürüyüşleriyle gelişen ve ilmek ilmek zihnin lâbirentinde dolanan bu öyküyü ders niteliğinde bir masaya yatırıp cümle cümle ezberlemeyi dilerim.

4 Haziran 2011: 39. İstanbul Müzik Festivali Açılış Konseri’ne gitmeden önce Adnan Binyazar ile buluşuyoruz. Bize sırrı kendinde saklı, lezzeti tam yerinde bir çay demlemiş Adnan Bey. Billur ile kütüphanenin önünden ayrılamıyoruz, Calvino kitaplarımızın yetersizliği tam önümüzde, okumadığımız/vazgeçtiğimiz onca klasik karşımızda… Adnan Bey’in çalışma odasına girdiğimizde sanki bir mabede girmişçesine saygıyla eğiliyoruz. Bıraksanız günler geçirebiliriz mekânda, gördüğüm ev güzel evlerden birindeyim, başım dönüyor.

Elimizde Bozkır Aydınlığında Aşk’ın imzalı nüshası, öyle güzel, öyle bitmesini istemediğimiz bir sohbet ki! Ömrüm boyunca unutmayacağım anlardan biri olarak kaydediyorum belleğime.

Adnan Bey Buluntu Bebek’ten bir paragraf okuyor, ben “hayatın çözümsüzlükler karmaşasında” boynumu iyice büküyorum. Bebek çöpten çıkıp ses veriyor; üzerime yaşamımın tüm ağırlığı çöküyor.

“Şu yeryüzünde insandan daha zavallı, daha değişken bir yaratık var mı? Bozkır Aydınlığında Aşk sf. 142

Defalarca bu öyküyü tekrar okuyorum, Adnan Bey’in sesi belleğimde. Belli, biliyorum okurken de iyice demlenmesi lâzım. Dönüyorum yeniden, öykünün çemberinden kendimi tamamlıyorum.

Leyla Gencer’i sahnede izlemiş, Renee Fleming’in tüm albümlerine sahip, opera tutkunu, Anadolu’nun tüm ezgilerini yüreğiyle yaşatmak isteyen, Shakespeare soneleriyle konuşan ruhu gencecik Adnan Binyazar’ın koluna giriyorum:

“Yeni bir öykü daha istiyorum!”

Bozkır Aydınlığında Aşk’tan Dipnotlar (*):

ÜÇ SOKAĞIN KİMSESİZİ


Cahit Külebi (10.01.1917 – 20.06.1997)





1917 Tokat doğumludur. Türkülerden ve halk şiirlerinden yararlanarak çağdaş bir şiir dili oluşturmuştur. İçerik olarak yurt sevgisi, doğa ve insan sevgisini işlemiştir. Şiirlerinde çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmıştır. Anlatımı rahat anlaşılır, içten ve duyarlıdır. Şairler arasında titiz bir şiir işçisi olarak anılır.

“Masmavi dumanlar tüter
Onların gözlerinde,
Kara çalılara benzeyen bacakları
Toz toprak içinde”
dizesiyle Bozkır Aydınlığında Aşk’ın ilk dizesinde yer almaktadır.

Sümbül Efendi Türbesi



İstanbul’un Fatih ilçesindeki Kocamustafapaşa Camisi’nin avlusunda bulunan bu türbe 1529 yılında yaptırılmıştır. Sümbül Sinan Efendi “Halveti” tarikatının Cemali koluna bağlı Sümbülîye şubesinin kurucusudur. Sümbül Sinan Efendinin gerçek ismi Yusuf’dur ama halk ona Sümbül Efendi ismini yakıştırmıştır. 1451 yılında Merzifon’da doğmuştur. İstanbul’a gelerek medrese eğitimi almıştır. Daha sonra Halveti Tarikatına girmiş, ardından Mısır’a gitmiştir. Dergâh şeyhi Mehmed Cemaleddin Efendi’nin ölümü üzerine İstanbul’a gelerek 1494 yılında tekkenin başına geçmiştir. Sümbül efendi birçok mürit yetiştirmiş ve camide vaaz vermiştir. Yavuz Sultan’ın yaptırdığı Yavuz Sultan Selim Camisii’nde 1523’te ilk vaazı vermiştir. 1529 yılında 78 yaşında dergâhının haziresine gömülüp üzerine türbesi yapılmıştır.

Kocamustafapaşa

Fatih ilçesine bağlı İstanbul’un bir semtidir. Semtte bir Bizans İmparatorluğu’ndan kalma bir çok tarihi yapı mevcuttur. Semtin adı, Bizans döneminden kalan Ayios Andreas Manastırı Kilisesi’ni 1489 yılında camiye çeviren ve 1512 yılında idam edilen Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. Bizans döneminin de önemli bir dini merkezi olan bölge, Halvetiye tarikatının önemli şeyhlerinden olan Sümbül Efendi’nin tekkesinin burada olmasıyla bu önemini devam ettirmiştir.

Kocamustafapaşa İlköğretim Okulu




1875 yılında, Ders Nazırı Süleyman Paşa tarafından, Kırkiki Yıl Askeri Rüştiye adıyla kurulmuştur. Kurulduğu tarihten bugüne Askeri Rüştiye, Numune Mektebi, Fatih 28. İlkokulu, Kocamustafapaşa İlkokulu isimleriyle hizmet vermiştir.

Kocamustafapaşa İlköğretim Okulu’ndan:

Recep Peker (Başbakan)
Şemsettin Günaltay (Başbakan)
Cevdet Sunay (Cumhurbaşkanı)
Lütfü Kırdar (İstanbul Valisi)
Fatma Girik (Sanatçı ve Şişli Belediye Başkanı) gibi ünlü isimler çıkmıştır.


BOZKIR AYDINLIĞINDA AŞK

Marcel Schwob (23.08.1867 – 12.02.1905)

1867 yılında Fransa’da doğdu. Ailesinin erkekleri ya haham ya da tıp doktorudur. Kendisi nin filozofi ve Uzakdoğu dillerinde doktorası vardır. Apuleius, Petronious, Hugo ve Poe hayranı olup ileride yazarlığını belirleyecek adlar olmuştur. Öyküleri insan ve hayatın ölüm, sadizm ve korkutucu taraflarıyla örülmüştür.


Marilyn Monroe ( 1.06.1926 – 05.08.1962)

Asıl adı Norma Jeane Mortenson olan ABD’li sinema oyuncusu, şarkıcı ve modeldir. 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızı, seks sembolü ve pop ikonudur.


EĞRİ GÖL


Anna Ahmatova (23.06.1889 – 05.03.1966)

Romantik ve duygusal Saint Petersburg geleneğinin en önemli temsilcisi Rus şairdir. Çalışma alanı, kısa lirik şiirleri evrenselleştirmektir. Eserlerinde Stalinizm gölgesinde yaşayan yaratıcı kadınların kaderini zaman ve anı olarak türlü temalarla anlatır.


Edith Piaf ( 19.12.1915 – 10.10.1963 )

Fransız sanatçı yaşadığı zamanın en sevilen sanatçılarından biridir. Gençliğinde en yakın arkadaşı Momone ile birlikte Paris sokaklarında şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışır. Momone ile sokakta şarkı söylerken, Fransa’nın ünlü müzikhollerinden birinin sahibi olan Louis Leplee ile tanışır. Leplee, Piaf’ın sesine hayran kalır ve lakabını “Kaldırım Serçesi” olarak belirler.








Arbeits Moral

“Çalışma Ahlakı” kavramını araştırırken karşıma çok hoş bir şey çıktı ve bunu sizinle de paylaşmak isterim. “Arbeits Moral” aynı zamanda Alman yazar Heinrich Böll’ün çok meşhur bir kısa öyküsünün de adıymış.


Öykü kısaca, Batı Avrupa’nın ismi verilmeyen bir rıhtımında girişimci bir turist ile balıkçının karşılaşmasından çıkan kısa bir sohbettir:

İyi giyinişli bir turist, rıhtımda resim çekerken; balıkçı teknesinde uyuklayan eski püskü elbiseli bir balıkçı dikkatini çeker. İşine tembel yaklaşımından düş kırıklığına uğrayan girişimci turist balıkçının yanına yaklaşır ve neden balık tutmak yerine uyukladığını sorar. Balıkçı, “sabah balık tuttuğunu ve ürünün onu iki gün yeterli olacağını” söyler. Turist, balıkçıya gün içinde birkaç defa avlanmaya çıkarsa bir yıl içinde motor, ikinci yılında tekne ve nicesini alabileceğini söyler. Sonrasında bir gün soğuk hava deposu inşa edebileceğini, yetinmeyip salamura fabrikası, akabinde balık restoranı inşa edebileceğini ve aracı kullanmadan ıstakoz ihraç edebileceğini.. anlatır. Sakince turisti dinleyen balıkçı “sonra ne?” der. İlgilendiğini sanan girişimci turist heyecanla devam eder, “Bundan sonra umursamadan güneş altında rıhtımda denize bakarak uyuklarsın” der. Balıkçının cevabı ise “Ama ben zaten bunu şu anda bunu yapıyorum!” der. Aydınlanmış girişimci turist, düşünceli bir şekilde ve biraz da gıpta ederek balıkçının yanından ayrılır

Cahit Sıtkı Tarancı ( 02.10.1910 – 13.10.1956 )


Diyarbakır’ın soylu ailesi Pirinççizadeler’dendir. Sanat için sanat ilkesine bağlı kalmıştır. Tarancı’ya göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar göstermemiş ve çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin ve karışık değildir. Şiirlerinde yaşama sevinci, ölüm temalarını, mutlu sevdalar, yalnızlık, yitik aşklar, yalnızlık işlemiştir.

Yahya Kemal Beyatlı ( 02.12.1884 – 01.11.1958 )


Üsküp’de dünyaya gelmiştir. Divan şiiri üzerine yoğunlaşmıştır. Klasik şiirimizin temel özelliklerine bağlı kalarak, kendine özgü bir dil oluşturmuştur. Beyatlı’ya göre şiirin temeli sözcüklerdir ve bunlar “anasının ak sütü gibi temiz bir dile” aittir. Şair İstanbul dışında yetiştiği için İstanbul’da konuşulan Türkçe’ye hayrandır ve onun adeta bir musikiyi çağrıştırdığını söyler. Her ne kadar edebiyatımıza batılı bir bakış kazandırmaya çalışsa da eserlerinde doğu edebiyatlarının özellikle şekil konusunda etkili olduğu görülür.



Kutsal Kitap Yuhanna

Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış olan dört İncil… İncillerde, İsa’nın hayatı ve öğretileri anlatılır.

Yuhanna’nın kelime anlamı “sevgili” veya “sevilen” demektir. Balıkçılık yaparak geçinen misyoner Yuhanna’nın M.S. 90’lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir. Yahya Peygamber’in dini faaliyetlerinden İsa’nın göğe yükselişine kadar olan zaman aralığını kapsar. Yuhanna İncili, İsa’nın kilisesinin oluşumunu anlatır. Cennetteki krallığından insanlığa yol göstermeye devam edeceği vurgulanır. Bu anlamda, diğer İnciller gibi belirli bir kesimi değil, tüm insanlığı hedeflediği düşünülebilir. Diğer İnciller İsa’nın doktrinlerine geniş yer verir ancak Yuhanna İncili ise İsa’nın insani veya dünyevi faaliyetlerine vurgular.

Krumme Lanke, Berlin

Berlin’in güney batınsındadır. Krumme Lanke gölü 1100m uzunluğunda, evresi 2.5km, derinliği 6.6m ve yüzeyi 154.000 m2 dir. Göl kenarından geçen koşu yolu koşucular ve yürüyüşçüler arasında popülerdir.



Alphonse de Lamartine ( 21.10.1790 – 28.02.1869 )

Katolik bir ailenin çocuğu olan Fransız yazar, şair ve politikacıdır. Şair ve yazarlığının yanı sıra idam cezasına ve köleliğe karşıtlığıyla tanınır. Önemli eserleri arasında 1859 yılında Paris’te yayınlanan Histoire de la Turquie (Osmanlı Tarihi) bulunmaktadır. Bu eserini yazarken Fransa’daki Türk ve Osmanlı kaynaklarını incelemiş ve İstanbul’u da ziyaret etmiştir. Lamartin İstanbul’u "Dünyaya bir kere bakmak zorundaysan sadece İstanbul'a bak!" sözünü söyleyerek İstanbul'un güzelliğine ve haşmetine olan hayranlığını belirtmiştir.

YOL ÖZLEMLERİ

Binbir Gece Masalları

Orta Çağ’da kaleme alınmış Orta Doğu kökenli edebi eserdir. Eser Şehrazad’ın hükümdar kocasına anlattığı hikâyelerden oluşur.

Fars kralı Şah Şehriyar -Hindistan ile Çin arasındaki bir adada hüküm sürer-. Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi hanımıyla geçirdikten sonra tan vakti hanımını idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder. Vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın hikaye dinlemeden uyuyamadığını söyler ve her gece Dünyazad'ın da yardımıyla çok güzel ve heyecanlı hikayeler anlatmaya başlar ama tam şafak vakti geldiğinde, hikayenin en heyecanlı yerinde, hikayeyi anlatmayı keser. Hikayenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın hikayeye ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Her gece bir önceki masalın devamını anlatıp yeni bir hikaye ye başlar ve yine tam tan vakti hikayenin en heyecanlı yerinde anlatmayı bırakır. Kitabın sonuna kadar yer alan hikayeler, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayelerdir. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuğu doğurmuştur ve evliliklerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır.

METRODA BİR KIRMIZI PABUÇLU

Ferruh Tunç

1958 yılında Antalya’da doğmuştur. Kariyerine maliye müfettişi olarak başladı ve mesleğini uluslar arası denetim ve danışmanlık şirketlerinde sürdürdü. 1990 yılından sonra; Adam Sanat, Broy, Yeni Biçem, Edebiyat ve Eleştiri, Varoş, Papirüs, Mecaz, İmge-Öykü vb. dergilerde şiirleri ve yazıları yayımlandı. 2010 yılında yayımlanan “Melez Zamanlar” kitabıyla Necatigil Şiir Ödülü ve Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü kazanmıştır.

Behçet Necatigil (16.04.1916 – 13.12.1979)

Necatigil İstanbul’da doğan şair; şiir başta olmak üzere, tiyatro oyunları ve radyo tiyatroları yazdı.

Şiirlerinde, büyük kentlerde geçim sıkıntısıyla kuşatılmış bir biçimde yaşayan insanları ele almıştır. Şiirleriyle birçok ödül aldığı gibi, şiirini felsefe ile harmanlamış ve felsefeyi şiirle aşabilmiştir. Doğ Batı kültürünü eserlerinde ustalıkla birleştirmiştir.


Edgar Allan Poe ( 19.01.1809 – 07.10.1849 )


Amerika Romantik Akımı’nın öncülerindendir. Şair, kısa öykü, editör ve edebiyat eleştirmenidir. Modern anlamda korku, gerilim ve polisiye türlerinin de öncüsüdür. Her ne kadar günümüzde önemli bir yazar olarak kabul görse de kendi döneminde sık sık küçük düşürülmüş ve yanlış anlaşılmıştır.


Diego Velazquez (06.06.1599 – 26.06.1660)

İspanyol ressam Kral IV. Felipe’nin sarayında baş ressam olarak çalışmış, Barok döneminin kendine özgü portreleriyle ünlenmiştir. Işık ve gölgeyi ustalıkla kullanarak; döneminin geleneği olan “güzeli resmetme geleneği” dışına çıkıp doğal olanı resmeden bir ressam olmuştur.

SABAH GÜLÜŞLERİ

Şeyh Galip (1757 – 1799 )

Esed ve Galip mahlaslarıyla yazdığı şiirlerini toplayarak 24 yaşında iken divanını meydana getirdi. Şeyh Galip, hiç kuşkusuz Nedim’den sonraki dönemin en önemli şairlerindendir. Sembolizm bir tarzın Türk Edebiyatındaki öncüsü olmuş, birçok buluşu ve yarattığı mazmunlarla Divan Edebiyatı’nın gelişmesinde büyük bir rol oynamış olmasına rağmen divan şiirinin geleneklerinden de kopmamıştır. Bugün Şeyh Galip'in şiirleri gösterdiği harika sembolizm ve betimlemelerle özellikle Batıda fazlasıyla beğeni toplamaktadır. Şeyh Galip'in eserlerinin en önemli yönlerinden birisi de tasavvufi temellere sahip olmasıdır. Şeyh Galip tasavvuf edebiyatı açısından çok önemli bir isimdir.


Shakespeare
(26.04.1564 – 23.04.1616)

Dünyanın en büyük yazarlarından biri sayılan Shakespeare, gerek yarattığı karakterleriyle, gerek kurgusuyla neredeyse bugüne gelen tüm eserlere ilham kaynağı olmuştur. Kendi tiyatrosu “The Globe” için yazdığı oyunlara ek olarak Soneleriyle de ünlüdür.


Arap Emirliklerinde Erkek Giysisi

BULUNTU BEBEK

Oscar Wilde (16.10.1854 – 30.11.1900)

İrlandalı oyun yazarı, kısa öykücü, şair ve romancı. Viktoryan döneminin en başarılı ve ünlü yazarlarından biridir. Üslubu iğnelidir. Wilde hayatının büyük bir bölümü boyunca sosyalizmi destekledi.




Kuzgun” Edgar Allan Poe (Çevirmen: Burçak Özlüdil )

Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna;
Sabırsızlıkla beklerken sabahı, ilişti gözlerime sıcak bir odanın
aydınlığı.
Gözlerimi diktim camlara, baktım içeride genç bir adam tek başına
oturmakta;
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine, başı önde derin derin düşünmekte
Kendi çilem yetmezmiş gibi bana, uçtum yüzü kederle güzelleşen bu
adama
Mezer taşını andıran bir koltukta oturan o yıkılmış adama.

Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalı
Yabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,
Uykunun eşiğinde düşerken başım öne, aniden bir tıkırtı geldi içeriye
Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın
"Bir ziyaretçi olmalı," diye mırıldandım, "bir ziyaretçi çalıyor kapısını
odamın
Yalnızca bu, başka bir şey değil."

Korkunca kanatlarımın sesinden, ürküttüm onu istemeden,
Başladı kendi kendine konuşmaya, belki de ihtiyacı vardı bir arkadaşa
Nasıl bir acıydı onu böyle içine döndüren, gözleri açıkken kabuslar
gördüren,
Keşke konuşacak kadar gelişmiş olsaydı dilim, bu düşküne hemen yardım
ederdim
O ise unuttu bile beni, unuttu odasının önündeki gölgemi.
Anlamsızca mırıldanıyor dudakları, yitik bir bakışı gizliyor
gözkapakları.


Ah, çok iyi anımsıyorun, solgun bir aralıktı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı
Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa; -ödünç almak için aradım kitaplarımda
Acının ara verdiği anı boşuna -yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-
O eşsiz, ay yüzlü masum kız, meleklerce konmuştu Lenore adı,
Sonsuzluğa karışan o yitik adı

Fısıldayınca böyle sevgilisinin adını, yaşayacak sanıyor yeniden o
tutkulu anları
Buruk bir sanrı salınıyor tüllerle, salınıyor tüllere bürünmüş bir
genç kız görünümünde
Salınıyor ışığın aydınlatmaya yetmediği bu alacakaranlık adamın
yüreğinde,
Bitmek tükenmek bilmeyen o uğursuz kış gecesinde,
Titrek bacaklarının üzerinde doğrularak, dinlemeye çalışıyor o tuhaf
hayali
En renkli düşlerin bile özlemini dindiremeyeceği o narin hayali

İpeksi mor perdelerin üzgün, kararsız sesi
Ürküttü beni, o güne kadar hissetmediğim bir dehşetti kaplayan içimi
Hızla çarparken yüreğim, sürekli yineledim
"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın
Hepsi bu, başka bir şey değil"

Dikkatsiz bir kıpırdanış, fark ettirdi beni, fark ettirdi kara
gölgemi.
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için güvenli yuvamı bırakıp penceresine konduğumu.
O kendi cinnetini büyüterek içinde, savuruyor belleğini karanlık
rüzgarların önüne;
Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o katıksız
acıdan.
İşitiyorum korkusunu duvarların ardından, görüyorum sararmış yüzünü
pencerenin kenarından.

Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur olan, uyukluyordum, çalındı kapım,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle ki emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı" - İşte açtım ardına dek kapımı;
- Yalnızca karanlık, başka bir şey değil

Yanlış yerde arıyor beni, bir insan sanıyor bu solgun sisler içinde
bekleyeni.
Çok genç sayılmasa da tanıyamamış daha insanoğlunu;
Umut diye onlara sesleniyor hala, hiç anlayamamış yaşamı bu zavallı
budala.
KAhrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine, o genç kızın hayalini artık
bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.

Karanlığın derinliklerini gözledim, uzun süre orada korkuyla merakla bekledim
Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün düşünmeye cesaret edemeyeceği düşler;
Ama sürekliydi sessizlik ve hiçbir yanıt vermedi
Söylenen tek sözcük, fısıldanan bu addı, "Lenore?"
Fısıldadım, yankı bana fısıldadı yeniden, "Lenore!"
Yalnızca bu, başka bir şey değil.

Odama döndüğümde, bütün ruhum yanıyordu bedenimde.
Yeniden duydum daha güçlü bir tıkırtı,
"Eminim," dedim, "eminim, bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı;
Yalnızca rüzgar, başka bir şey değil!

Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,
Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlemeden bir dakika,
Bir lord ya da lady edasıyla, tündei odamın kapısına,
Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde;
Tünedi ve oturdu, hepsi bu.

Bu abanoz siyahı kuş takındığı sert, kara ifadeyle,
Döndürdü karamsarlığımı bir gülümsemeye.
Dedim: "Kesinlikle korkak değilsin, kırık olmasına rağmen sorgucun,
Gecenin kıyısından gelen, ölüye benzeyen antik kuzgun,
Söyle nedir gecenin ölüler kıyısındaki adın!"
Dedi: "Hiçbir zaman!"

Şaşırdım bu tuhaf kuşun konuşmasına, böyle açıkça,
Çok kısa ve ilgisiz olmasına rağmen yanıtı;
Katılmadan edemeyiz bu fikre kutsanmamıştır hiç kimse
oda kapısının üstünde bir kuş görmekle;
Kuş ya da canavar tüneyen kapısının üstündeki büste,
anılan "Hiçbir zaman" gibi bir isimle.

Ama kuzgun tek başına oturarak sakin büstün üzerine;
Yalnızca bir sözcük söyledi, o sözcük taşıyordu sanki ruhundan;
Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de başka bir şey çıktı ağzından.
Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,
Ama kuş dedi: "Hiçbir zaman!"

Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,
"Kuşkusuz," dedim, "bildiği bu birkaç sözcüğü,
Öğrenmiş, insafsız belaların kovaldığı mutsuz bir sahipten;
Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.
Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:
"Hiç-hiçbir zaman!"

Ama kuzgun hala döndürüyordu hayalimi gülümsemeye;
Oturdum kuşun, büstün, kapının önündeki koltuğun üstüne;
Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm hayalden hayale,
Düşündüm geçmişten gelen bu uğursuz kuşu;
Geçmişten gelen bu zalim, tuhaf, korkunç, sıkıcı, uğursuz kuşu.
O tekrarladı ilençli sesiyle, "Hiçbir zaman!"

Oturup, tahmine koyuldum tek hece söylemeden kuşa,
Ateşli gözleri kalbimi dağlayan kuşa;
Tahminimi sürdürdüm yaslayarak başımı;
Lambadan süzülen ışığın aydınlattığı yastığın kadife kumaşına,
Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife şekilleniyordu ışıkla;
O hiç yaslanamayacak, ah! Hiçbir zaman, bir daha!

Sanki hava ağırlaştı gizli bir buhurun kokusuyla; sallandı yer,
Ayaksız meleklerin adımlarıyla, ayak sesleri dönüştü tüy kaplı zeminde
çıngırak seslerine.
"Zavallı," diye bağırdım kendime, "Tanrın gönderdi bu iksiri sana
melekleriyle,
Unutasın diye bir an Lenore'un anılarını.
İç, kana kana iç bu ilacı, unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Bir kışkırtıcı mıydı seni gönderen, ya da fırtına mı bu kıyıya getiren,
Yine de çok cesursun bu ıssız, büyülenmiş yerde-
Korkunun terk etmediği bu evde -yalvarırım bana doğruyu söyle-
Var mı? Var mı umar Tur-i Sina'da? -söyle- yalvarırım söyle!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Üzerimizde uzanan cennet adına, ikimizin inandığı tanrı adına;
Söyle bu hüzün yüklü ruha, o uzak cennette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı o kutsal kıza?
Sarılabilecek miyim meleklerin Lenore diye andığı o eşsiz, ay yüzlü kıza?
Kuzgun dedi: "Hiç - hiçbir zaman!"

"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun kuş ya da iblis!" diye bağırdım.
"Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!
Tek bir kara tüyünü bile bırakma, işareti olarak ruhunun söylediği o yalanın!
Yalnızlığımı bozma! Kapımın üstündeki büstü terk et!
Gaganı çıkar yüreğimden, bedenini kapıdan al git!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

Kuzgun bir an olsun ayrılmadı, oturdukça oturdu,
Oturdukça oturdu oda kapımın hemen üstündeki Pallas büstünde;
Benziyordu gözleri hayal kuran bir şeytanın görüntüsüne,
Vuruyordu kara gölgesini yere lambadan yansıyan ışık;
Kapalı kaldu ruhum bu kara gölgenin içinde,
Kurtulamayacak - Hiçbir zaman!


Sait Faik ( 23.11.1906 – 11.05.1954 )

Adapazarı’nda doğan Türk öykü, roman yazarı ve şairdir. Klasik öykü tekniğini yıkmış ve insanları hem iyi hem de kötü yönleriyle oldukları gibi ama şiirsel bir dille anlatmıştır. Batı’daki gelişmeleri takip etmiştir ancak belli bir tarzın takipçisi olmamıştır.

“O günlerde büyük ressamların yapıtlarının yer aldığı Die badende (Yıkananlar) adlı bir katalog geçmişti elime. Baktıkça, katalogdaki resimlerin, kadın arınık çıplaklığa erdirme sanatı olduğunu düşündüm.” Bozkır Aydınlığında Aşk sf.146

Stefan Zweig (28.11.1881 – 23.02.1942 )

Avusturyalı oyun yazarı, gazeteci, roman ve biyografi yazarıdır. Kitap Kulübümüzde de incelediğimiz bu roman Zacıma duygusunun nelere yol açabileceğini, insanı nasıl çatışmadan çatışmaya sürükleyebileceğini anlatan bir başyapıttır.

(*) vikipedia, kim kimdir

Ayşe


Masalını Yitiren Dev - Adnan Binyazar



Masalını Yitiren Dev’i bir akşam elime aldım ve 232. sayfaya kadar yüreğime ağu dolu sıyrıklar ala ala bir solukta okudum. Okurken ilk düşündüğüm şey Adnan Binyazar’ın insanın yüreğini usul usul ama sıkıca kavrayan sözcüklerinin ne kadar güçlü olduğu idi. Sözcükler o kadar güçlü idi ki adeta yüreğime bir kement atıyor ve her çekişte kendi iç dünyasına sürüklüyordu.

Çocukluğundan başlayıp ergenlik yıllarının başına kadar anlatılan yaşananlar insanda asla bir duygu sömürüsü veya ona acı yaşattığını düşündüğünüz kişilere karşı düşmanca duygular yaratmıyordu. Tüm kahramanları onun gözünden o olgun ve affedilmişlik duygusu ile tanışmanızı sağlayacak kadar sağlam bir duruş sergiliyordu.Şaşırtıcıdır ki bunca acı ve hüsran içinde bazı bölümleri okurken ben “vay hınzır vay” hatta -sonraki sayfalarda beni utandıracağını bilemeden- “seni piç kurusu seni” diye yarı kızgınlık yarı şefkat içeren nidalar da savurmuyor değildim.



Bu nidaları savurduğum anlardan biri Bozkır Aydınlığında Aşk adlı kitabındaki Üç Sokağın Kimsesizi’nde dediği gibi belki de duygu günahı işlemesiydi. Yürüyüşü kelebek uçuşmalarına benzeyen ve kendi soluk sesinden bile neredeyse ürken Karnik Ağa’yı,beğendiği Nevin’e gücünün nelere yettiğini göstermek amacı ile yerinden sıçratmanın kendisini delice kahkahalara boğduğu, arkasından yürüyüşünü taklit ettiği bir kadının uzun eteğine basıp, etek sökülünce onun çırılçıplak kalmasına sebebiyet verdiği kendince muhteşem gösterisi, ustasının lafına uyup İsmail Dümbüllü’nün kafasının ortasına basarak ünlü olma çabasının anlatıldığı bölümlerde her ne kadar acılar içinde yoğrulup bir acı, terk edilmişlik, masalını yitirmişlikten oluşan bozkırlardaki bitki yumakları gibi yuvarlandığını az önce okumuş olsam bile Adnan Binyazar’ın küçüklük yaramazlıklarına kaşımı çatmaktan kendimi alamıyordum. Ve anlıyordum ki Adnan Binyazar’ın kaleminin gücü de buradan geliyor; o Yol Özlemleri öyküsünde ifade ettiği gibi tam bir sözcük avcısı... Sözcükleri avladıktan sonra ise kurduğu sözcüklerden oluşan sürüye çok iyi çobanlık ediyor.

Adnan Binyazar, seçtiği sözcüklerle öylesine canlı bir ortam yaratıyor ki nenesini anlattığı bölümde kırmızı elmacık kemikleri ve annesinden yediği çimdiğin acısını onun sıcak bedeninde avuttuğu satırlarda, o sıcak bedenin kokusunu ve acıları sağaltıcı manilerini ve şefkat dolu duaların rahatlatıcı etkisini hissedebiliyor insan. Hamallık yaptığı günlerden birinde bir müşterinin hanımın küçük bir tepsiye koyarak verdiği mercimek çorbasının sıcaklığının soğuktan buz gezmiş bir ruhu nasıl ısıttığını duyumsayabiliyor, dudakları yakan metal kaşık kendi dudağınıza değmiş gibi bir an yüzünüzü acı ile buruşturuyorsunuz. Ama bir daha ne zaman bir hamal çocuk görseniz ellerinin soğukluğunu yüreğinizde hissetmemeniz mümkün olmuyor.

Bu hislerle okumamı sürdürürken Diyarbakır günlerinin anlatıldığı bölümler benim için biraz daha renkli bir okuma ile geçiyor. Hele Haco Bibi ile tanışmam Eğri Göl öyküsünde bahsedildiği gibi mutluluk gelişi gidişi tez bir konuk olsa ve acı postunu atmış yüzsüz yüzsüz ileriki sözcükler arasından bana sırıtsa da kitabı elimden bırakmama ve o dakika kahkahalarla sonrasında da aklıma düştükçe hep mutlulukla gülümsememe neden oldu ve hala oluyor.

Yüreğimdeki sıyrıklar hafif hafif sızlarken Haco Bibi benim için romanda bir diriliş anı idi, zeka ışıltısı idi, Haco Bibi hayat tecrübesini ve gözlemlerini bir kelime ile anlatan kadın idi, Haco Bibi acılara meydan okuyabilme cesaretini göstermekti benim gözümde o an ...Kimdir peki ? Adnan Binyazar’ın babasının kayınvalidesi ve evin dinamosudur. Adnan Binyazar o dönemlerde Huriye adında bir kıza evlenmeyi düşünecek kadar ilgi duymaktadır ama kızımız biraz oynaktır. Kız oğlan kız olup olmadığını öğrenmek de evlilik kararı için çok önem teşkil etmektedir. Bu can alıcı soruyu Haco Bibi’ye sorar Adnan Binyazar. Haco Bibi cevap verir: “Vallah oğlum, kızdır, velakin bir fırt kalmıştır.!”

Diyarbakır günlerinde anlatılan ve anlatılmayan pek çok çoğu acı, azı tatlı yaşanmışlıktan sonra kitabın sonuna doğru Adnan Binyazar’ın Köy Enstitüsüne kaydolmasında duyduğum sevinci anlatamam. Kılleş Köyü’ne kadar 30 km yürüyüp belge aldığı an sanki benim oğlum tutsaklıktan çıkıp zafer bayrağını bir tepenin üst noktasına dikmiş gibi hissettim.

O an artık Adnan Binyazar’ın Romeo ve Juliet’e, Hamlet’e ve Don Quijote’a kavuşma anı olduğunu biliyordum çünkü Eğri Göl’de de kaleme alındığı gibi kitaptan başka hiçbir nesnenin, birbirinin içinde düğümlenen çelişkilerden Adnan Binyazar’ı kurtaramayacağını biliyordum.

Billur


14 Haziran 2010 Pazartesi

EKİN YAZIN DOSTLARI



Billur ve ben geçtiğimiz Pazar günü Sn. Adnan Binyazar’ın daveti ile Ekin Yazın Dostları ile tanıştık. Adnan Bey Masalını Yitiren Dev ve Ölümün Gölgesi Yok üzerinde konuşma yapacaktı ve her iki roman da bizi çok ilgilendiriyordu.

Ben her zamanki merakım ile gitmeden önce Ekin Yazın Dostları ile ilgili araştırma yapıp, şaşkınlık ve hevesle öğrendiklerimi Billur’a anlattım. Hafif solmuş yüzlerimizle bir an birbirimize kalakaldık. Kıskançlıkla değil, hayranlıkla anlattım:

“Geçen yıl Kitap Fuarına katılmışlar, toplantılarına yazarları ya da çevirmenleri davet etmişler, İzmir’de, Ankara’da ve İstanbul’da kitap tartışma grupları oluşturmuşlar. Gruba girmek, okumaları takip etmek ile ilgili bir sürü kural koymuşlar, sistemli ve son derece tutarlılar.” Dolayısı ile Adnan Binyazar’ın konuşmasını dinlemenin yanı sıra merak ettiğimiz bir topluluğu da görecek olmanın heyecanı ile Caferağa Medresesi’ne gittik.

Girer girmez Sn. Adnan Binyazar’ın nezaketi ile gruba tanıştırıldık. Sn. Aydın Ergil, kendilerini daha yakından tanıyabilmemiz için; Kitap Fuarı için bastırdıkları broşürü verdi. Elimize verilen broşürü incelemeye başladık:

“Ekin Yazın Dostları, ekine (kültüre) ve yazına (edebiyata) ilgi duyanları bir araya getirerek, görüşlerini yazarlarla ve sanatçılarla değerlendirebilecekleri toplulukları oluşturmak için 2006 yılına İstanbul’da kurulmuştur. Ekin Yazın Dostları, ilk aşamada Kitap ve Tiyatro alanlarında etkinlik göstermeye başlamıştır.

Ekin Yazın Dostları’nın İstanbul, Ankara ve İzmir’de tartışma grupları bulunmaktadır. Her grup her ay toplanarak önceden belirlenen kitabı tartışmaktadır. Tartışmalara kitabın yazarı ya da çevirmeni de çağrılmaktadır.

Okunan kitaplarla ilgili haberler, yorumlar ve bilgiler internet sitesinde, Facebook’ta ve aylık e-kitap bülteninde yayımlanmaktadır.

Ekin Yazın Dostları, 2009’da ikinci kez katıldığı Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nda düzenlediği iki söyleşi ve imza günleri ile daha fazla kitap okuruna erişmeyi hedeflemektedir.

Grubun amacı tüm illerde, ilçelerde ve köylerde okuma grupları oluşturarak Türkiye’de okuma alışkanlığının arttırılmasında öncülük etmektir.

Öte yandan tiyatro izleyicileri de Ekin Yazın gruplarında buluşmaya başlamışlardır. Tiyatro sezonuyla birlikte oyun tartışma toplantıları başlayacaktır.”




Yavaş yavaş yazın dostları gelirken Sn. Aydın Ergil ile kısa bir sohbet ettik. Aydın Bey ve eşinin tiyatroya çok önem veren kişiler olduğunu öğrendik. Aydın Bey Tiyatro Grupları bölümünü daha etkili bir hale getirebilmek, sitelerinde daha fazla oyun yorumuna yer verebilmek istediklerini anlattı. Bana tiyatroya gidip gitmediğimi sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemedim:

“Aslında ben tiyatroya ilgimi yitirmiştim ama bir süredir en azından her ay bir oyuna gitmeye çalışıyorum” dedim.

Evet, ben tiyatroya gitmeyi on yıl kadar önce bıraktım. Bir oyundan diğerine koşarken, bir şekilde tiyatrodan sıkıldığımı fark ettim. Aslında Tiyatro’dan değil, Türk Tiyatrosu’ndan sıkıldım. Haldun Dormen’i perukası ile görmekten, Vişne Bahçesi’nden, Yıldız Kenter’in –ki kendisine hayranlık duyarım- abartılı tiratlarından, onun taklitlerinden, hafif ve seyirciyi sıkmayacak oyunlar olsun diye, müsamere kıvamında gösteriler izlemekten... Ama geçtiğimiz senelerde; bir arkadaşımızın önerisine uyarak ayda bir oyuna gitme kararı verdik. Dot, İlyas Odman sağ olsun, değişik kalıpları yıkan oyunlar/gösteriler de izlemeye başladık. Tabi arada yine diğerleri de eksik kalmadı ama tiyatroya tekrar ilgi duymaya başladım.”

Aydın Bey ise geçen sezon tam 90 oyun izlediklerini söyledi. Devlet ve Şehir Tiyatrosu'nda oynanan tüm oyunları izlemişler, kalanları da özel tiyatrolardan seçmişler. Bazı günler, günde 2 oyuna gitmişler. Tiyatroya bu kadar düşkün ve yetkin bu kişiler karşısında benim; "Dot’tan, Kumbaracı’dan başka kuş tanımam" tavrımın çok yersiz/cahilce olacağına karar verip, derin düşünceler içinde kaldım.

Ekin Yazın Dostları her ay bir kitap okuyup tartışıyorlar. Bu ay okumalarına Sn. Adnan Binyazar’da katılacağı için Adnan Bey’in Masalını Yitiren Dev ve Ölümün Gölgesi Yok adlı kitapları seçmişler. Sunum, kitabın yöneticisi tarafından açıldı. Herkes kitap ile ilgili fikirlerini beyan ederken, yazara da sorular yönelttiler. Gerek yönettikleri sorular, gerekse de kitaplar hakkındaki fikirleri, buldukları özenli detaylar, kendi yaşamlarından da kesitlerin eklenmesi ile bir yandan çok şaşırtıcı, bir yandan da çok doyurucu bir toplantı oldu. Adnan Binyazar’ın bir sözü ise sanırım kulaklarımdan hiç çıkmayacak:

Bir üye; “babanızı nasıl affettiniz?” diye sordu.

Adnan Binyazar cevabının sonunda “bir de ben saldırganlığımı çocukluğumda bıraktım” dedi. İtiraf ediyorum aslında; Adnan Binyazar’ın her cümlesini not almak, kaydetmek istiyorum.

Sn. Adnan Binyazar bilgi birikimi, duyarlı kişiliği hem de iyi bir konuşmacı olmasının da etkisi ile gerek anıları, gerek nasıl bir ruh hali ile kitapları yazdığı ile ilgili ve hayata dair çok güzel bilgiler, ipuçları verdi. Saat 15:00 de başlayan toplantıda ilk önce Masalını Yitiren Dev konuşuldu. Saat 18:00 olduğunda ara verildi, ancak akşam konsere gideceğimiz için Ölümün Gölgesi Yok kısmına kalamadık. Aydın Bey diğer kısmın da bir o kadar süreceğini söyledi. Bu aynı zamanda çok özveri ve büyük bir bağlılık gerektiren bir husus.

Ben toplantıdan çıktığımda açıkça söylemem gerekirse biraz yorulmuştum. Bu keyifli yorgunluk, ruhumu da doyurdu. Kitap gruplarının ne kadar önemli olduğu konusu ise yol boyunca tekrar Billur ile konuşmaya devam ettik.

Hem ben hem de Billur kitap okumaya oldukça fazla zaman ayırırdık ve yıllardır okuduğumuz kitaplarla ilgili genelde birbirimizle konuşurduk. Ne zaman ki Ayşe’nin muhteşem önerisi ile Ayşe’nin Kitap Kulübü'nün bir parçası olduk, kitaplar ile ilgili bakış açımız da değişti. Bir kitabı okumak çok gerekli ama bir kitabı okumuş olan 12 kişi ile paylaşmak, onların kitap ile iletişiminden birçok farklı şey öğrenmek kişiyi daha zenginleştiren bir yöntem. Biz, burada benim hayat boyu okumayı seçmeyeceğim kitapları da okuduk ve o kitaplardan daha çoğunu, o kitaba bakan 12 diğer kişiden aldığımı söyleyebilirim.

Biz bu blogda kendimizi tanıtırken “Birbirinden farklı 13 kişilik” olduğumuzu söyledik. Biz birbirimize hiç benzemezken aslında birbirimize çok benzer özelliklere de sahibiz. Öncelikle, kesişim kümeleri ile –bunun detayını anlatmak çok karışık- birbirimizin en yakın arkadaşını tanıyoruz, aynı yaş grubundayız. Hepimiz “Jude Law ve Colin Firth’ü” seviyoruz ya da bu grup sayesinde daha da sevdik. Hepimizin grupta bir yedeği de var. Sadece kulüp toplantılarında birbirimizi görmüyoruz, birbirimizi sürekli görmek için bahaneler de yaratıyoruz. Dolayısı ile bu bizim birbirimizden kopmadan ve güçlenerek devam etmemizi de sağlıyor.



Ekin Yazın Dostları grubundaki kişiler arasında çok genç, daha yaşlı, üniversite öğrencisi, öğretim görevlisi, emekli, belki ev hanımı olan birbirinden çok farklı görünen üyeler vardı. Yazın Grubu ile bir araya gelmiş olduklarını ve beraberliklerinin de bununla sınırlı kaldığını tahmin ediyorum. Her biri diğeri ile çok mesafeli ve ciddi idi. Bu derece benzemezliğe rağmen 2006 yılından beri devam etmelerini, büyümelerini ve hedeflerini hayranlıkla karşıladığımı belirtmeliyim. Bu ciddiyetleri sayesinde de çok önemli ve daha da güçlü bir topluluk olacaklarına ve Türkiye’de okuma alışkanlığının artırılmasında çok önemli görevler alacaklarına eminim. Yazarlarımızın ve çevirmenlerin de onlara verdiği önemden de bu anlaşılıyor. Her birini ayrı ayrı tebrik ediyorum. Kitap okumayı hayati bir ihtiyaç olarak görenlerin bir kitap kulübüne üye olmalarını özellikle öneririm. Biz dengemizi böyle sağlayabildiğimiz için şimdilik dışarıdan üye almıyoruz. Ancak gerçekten böyle bir özveri ve sebat ederek bir okuma grubuna/tiyatro grubuna ihtiyaç duyanların; Ekin Yazın Dostları ile irtibata geçmesini ve kendilerini kabul ettirmelerini tavsiye ederim.

Saldırganlıklarımızı bir noktada bırakmamız dileği ile

Gülda

İletişim Kitap:
http://eydost-kitap.azbuz.ekolay.net/
e-posta: eydostkitap@gmail.com
Tiyatro:
http://eydost-tiyatro.azbuz.ekolay.net/index.jsp
e-posta: eydosttiyatro@gmail.com

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails