4 Kasım 2009 Çarşamba

İKİ YEŞİL SUSAMURU - BUKET UZUNER



Kitap: İki Yeşil Susamuru
Yazar: Buket Uzuner
Tarih: 02.11.2009
Yer: 11 Tünel
Sunucu: Yonca
Katılımcılar: Ayşe, Ayşen, Aycan, Aysun, Bilgen, Belkis, Billur, Gülda, Gülden, Peyman





'' Hayallerimiz en saklı yüzümüze tutulan aynadır bence. ''





BUKET UZUNER


3 Ekim 1955 tarihinde Ankara’da doğmuş. Kendisinden gezgin yazar olarak bahseden Buket Uzuner’in gezginlik yaşamı Hacettepe Üniversitesi'nde Biyoloji Bölümde okurken çıktığı yolculuklarla başlamış. İnterrail bileti alıp tren ile Avrupa’yı dolaşmış. Biyolog olarak gittiği (Norveç) Bergen Üniversitesi'nde mikrobiyel, ekoloji ve sosyoloji, (ABD)Michigan Üniversitesi'nde toplum sağlığı konularında yüksek lisansını tamamlamış. (Finlandiya)Tampere Teknik Üniversitesi, Su Teknolojisi Bölümü'nde ve O.D.T.Ü. Çevre Mühendisliği Bölümü'nde araştırmacı görevlisi olarak çalışmış.





Çocukluğunda astronot ya da denizaltı kaptanı olmanın hayalleri kuran Buket Uzuner, akademisyen olduktan sonra da gezgin ruhunun peşinden sırt çantası ile ülke ülke dolaşmış. Bu gezilerde sürekli notlar alıyormuş ve yazamadan yaşayamayacağını, yazmanınsa onun için; astronot ya da denizaltı kaptanı olmak gibi olduğunu fark etmiş.

Akademisyenliği bırakıp tam zamanlı gezgin ve yazar olabilmek için ise birçok başka işte çalışmak zorunda kalmış. Çeviri de yapmış, kafe’de garsonluk da, sinema, reklâm ve turizm alanlarında da çalışmış. Üç kıtanın (Avrupa, Amerika, Afrika) genel olarak kuzeyine yaptığı tren yolculuklar ile türlü kültürler ve insanlarla tanışmış. Tüm bunlar öykülerine ve romanlarına, ayrıca gezi yazılarına da konu olmuş ve olmaya devam ediyor.

Hikâye ve yazıları 1977'den itibaren; Varlık, Dönemeç, Türk Dili, Oluşum, Sanat Olayı, Cönk, Gösteri, Gergedan, Argos, Yaşasın Edebiyat gibi edebiyat ve kültür dergilerinde yayımlanmış.

Benim Adım Mayıs 1986 yılında yayınlanan ilk hikâye kitabı. Orhan Veli’nin şiirleri ile bezeli bu kitap ile insan psikolojisi, yalnızlık, bağımlılık, sevgi gibi kavramlara yer veren kısa ama vurucu öykülerden oluşur.

Buket Uzuner, öykü anlatmayı seven bir yazar. Onun nerede ise tüm söyleşilerinde öykü’ye olan tutkusunu görmek mümkün. 1988’de yayınlanan hikâye kitabı Ayın En Çıplak Günü’nde en yakınlarımıza bile gösteremediğimiz savunmasız, iddiasız, direnmesiz, gösterişsiz ve kimseyi içine almadığımız günleri/anları yazdı.

1989 yılında Güneş Yiyen Çingene adlı hikâye kitabını, aynı yıl yazdığı Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları adlı gezi kitabı takip etti. Bu anı kitabı ile Norveç, İsveç, Finlandiya, Amerika, Cezayir, Danimarka ve Rusya’da yaptığı uzun tren yolculuklarını anlatırken bir yandan da hem kendisinin hem de karşılaştığı kişilerin ne kadar önyargılı olabileceklerini de ifade etti.





1991 yılında yazdığı İki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve 1993 yılında yazdığı Balık İzlerinin Sesi adlı çok ses getiren romanlarına rağmen öyküden vazgeçmeyerek 1993’te yayınlanan Karayel Hüznü adlı hikâye kitabını Şair Metin Altıok anısına yazılmış bir şiir ve öykülerden oluştu. Şiire ve şairlere duyduğu sevgiyle 1994’te Şairler Şehri’yle kendi başına düş kuran öyküleri birbiri ile bağladı.



1997 yılında yazdığı Kumral Ada Mavi Tuna adlı romanı, ustası Atilla İlhan’a ithaf etti. Kitabı okuyanlar içinse uzun süre etkisinden kurtulamayacakları ve iç hesaplaşmalara devam ettirecek izler bıraktı. Bu izleri o yıl sonrasında doğan çocuklarda da görmek mümkün. Birçok çocuğun adının Ada ve Tuna olmasında bu kitabın etkisi yadsınamaz.

1998 yılında Şehir Romantiğinin Günlüğü 2000 yılında ise New York Seyir Defteri ile gezi yazılarına devam etti. 2001 yılında yazdığı Uzun Beyaz Bulut- Gelibolu romanını 2002 yılında Gümüş Yaz, Gümüş Kız izledi. Bu biyografi ile edebiyatta gümüş yılını da kutlamış oldu.

2003 yılında Şiirin Kızkardeşi Öykü ile öykülerinin ne kadar güzel bir tadı olduğunu tekrar hatırlattı. 2004 yılında yazdığı deneme kitabı Selin ve Cem ’le Yolculuklar da ise gençlere tavsiye niteliğinde idi.

Atatürk Havaalanında bulunmak zorunda kalan 15 kişinin yaşamından alınan kesit ile İstanbul’u anlatan romanı İstanbullular 2007 yılında yayınlandı.
2009 yılında yayınladığı Yolda, farklı şehirlerde geçen gerçek/kurgu hikâyelerden oluşmaktadır.

Edebiyatın okulu olmadığını ve yazmak eylemi için Usta Çırak ilişkinin çok önemli olduğunu vurgulayan Buket Uzuner tüm ustalarına kitaplarından selam yollamaya devam eder. Onun ustaları arasında Attila İlhan, Tomris Uyar, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu da vardır. Dolayısı ile geçen aylarda Elif Şafak ve Adalet Ağaoğlu arasında yaşanan tartışmada, son derece samimi ve akılcı bir yaklaşımda bulunarak Adalet Ağaoğlu’nun daha iyi dinlenmesi ve neden böyle dediğinin de araştırılması gerektiğini söylemiş ve genç yazarlara/çıraklara öğüt vermiştir.



Şanslı olan çırakların ustaları ile tanışabileceğini, bu şansı olmayanın ise, ustalarının kitaplarını dikkatle okuması gerektiğini ifade eder. Bir okurun da mutlaka hamal okur olmaktan kurtulup, çok satanlara, popüler olana aldırmaksızın iyi koku alarak ve büyük bir titizlikle okunacak kitapları seçmesini önerir.

Bunu dışında migreni olduğu, kitaplarını evine yakın kafelerde yazdığını, kedileri sevdiğini, bir çocuğu olduğunu “Yolda”nın devamını yazmayı planladığını, “çokyalnızım.com” adlı bir novella-kısa roman ve Uyumsuz Bayan Defne Türker’in Büyük Kaçış’ı adlı bir başka roman üzerinde çalıştığını biliyoruz.

Okurdan ve hayattan kopuk bir yaşam sürmediği içinde onu Moda’da, Santana konserinde, ya da bir söyleşide görmek her zaman çok keyif verici oluyor.

Romanları yedi dile çevrilen Buket Uzuner 1996 yılında (ABD) Iowa Üniversitesi'nin (IWP) onur üyesi olmuş, 2004 yılında da ODTÜ senatosu tarafında takdir belgesiyle onurlandırılmıştır. Balık İzlerinin Sesi adlı romanı ile 1993 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü ve Kumral Ada Mavi Tuna adlı romanı ile de 1998 yılında İ.Ü.İletişim Fakültesi Ödülü almıştır.

İki Yeşil Susamuru




Kitabın yazarını, isminin Nilsu Baran olduğunu söyleyen, otuzlu yaşlarda, alımlı bir genç kadın ziyaret eder. Elinde kendi hayat hikâyesi olduğunu söylediği bir dosya vardır. Genç kadın, yazardan hikâyesinin bir romana dönüştürmesini istemektedir.

Yazar, bazı çevre/mekân ve insan adlarını değiştirerek hikâyeyi bir romana dönüştürür.

Nilsu Baran on dört yaşında iken, annesi bir ressama âşık olduğu için evi terk eder. Nilsu da hayatındaki en büyük acı olan ve tüm hayatı boyunca izlerini, etkilerini yaşayacağı bu terk edilme ile tanışır. Bu terk edişin ardından annesi ve babası boşanır ve her birinin hayatlarına yeni kişiler girer.

Nilsu’nun doktor olan babası eşinin kendisini terk etmesinin acısını atlattıktan ve kabuğundan sıyrıldıktan sonra Selen adında genç, bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadın ile tanışır. Nilsu’nun hayatına giren Selen önceleri onun için çok büyük bir tehdit iken, daha sonra kendisini bulmasına yardım eden çok önemli bir karaktere ve arkadaşa dönüşür.

Nilsu annesinin evi terk etmesini bir tür intihar olarak görmek istemektedir. Anneannesi ile beraber yaşarken, hayatına kendisinden yaşça epey büyük Mike gider. Okuduğu lisede Amerikan Edebiyatı öğretmenliği yapan Mike intiharın gizemine hayrandır. Çünkü annesinin ölümünün ardından babası intihar etmiştir. Mike, Nilsu için önceleri bir öğretmen, sonrasında sevgili ve ardından da yaşamı boyunca onu derinden etkileyen bir arkadaşa dönüşür.

Nilsu’nun annesi, kızını ve hatta çok sevdiği oğlu Cem’i yok sayarak İşadamı Fikret ile evlenir. Kızı ve oğlunu bu derece ihmal etmesi her iki çocukta da derin izler bırakır.

Teoman’ın da annesi intihar etmiştir. İki kere evlenmiş ve iki çocuğu olmuştur. Nilsu ile tanışana kadar hayatında hep bir eksiklik olduğuna inanmaktadır. Bu iki yitik ruh Yeşiller Partisinin bir toplantısı esnasında tanışır ve birbirlerine âşık olur.

Roman anneler, babalar, sevgililer ve diğerleri ekseninde, boşanmış ailelerin parçalanmış çocukları, intihar, terk edilme, aşk temalarını işleyerek bir kadının sancılı olgunlaşma sürecini anlatır.

Yazarın elindeki dosya bittiğinde ise bir son yoktur. Bunun üzerine yazar, okurlarına nasıl bir son istediğini sorar, ancak titiz bir çalışma yapmak için de, dosyada adı geçen kişilerle irtibat kurmaya çalışır. Sadece kendisi de önemli ve saygın bir yazar olan Neyyire Gömüç’e ulaşabilir. Neyyire Gömüç’ün anlattıkları ise, dosyada yazılı olanla hem çok büyük bir benzerlik taşımaktadır, hem de hiçbir ilgisi yoktur.



Anneleri, Babaları (Çocuklar)

Nilgül Baran ve Eşi (Nilsu ve Cem)

Cahide Ertan ve Hilmi Ertan (Teoman ve Nergis)

Anneanne (Nilgül Hanım)

Alica ve onu tutku ile seven eşi (Michael McClure)

Anne ve Baba (Selen)

Zeynep ve Teoman (Deniz)

Ülker ve Teoman (Alican)



Sevgilileri

Nilsu: Mike, Murat, Sadun Gülbek, Hakan, Teoman

Teoman: Zeynep, Ulla, Sevinç, Ülker, Nilsu

Selen: Nilsu’nun babası, Steven

Nilsu’nun babası: Nilgül, Selen, Bankacı Şule Hanım

Nilgül Baran: Nilsu’nun babası, Ressam ve işadamı Fikret

Nergis: Işık, Hakan

Neyyire Gömüç: Enver Ziya


Diğerleri

Elvis: Nilsu’nun kedisi, evi terk etmişti.

Nane: Neyyire Gömüç’ün kedisi

Viking: Teoman ile Nilsu’nun kedisi

Ernesto: Selen’in Amerika’da sahip olduğu kedi.



Kahramanlar:

Teoman: Türklerin asla örgütlenemez bir ırk olduğuna kesin gözle bakmasına rağmen, enerjisini, vaktini ve heyecanlarını yeni bir oluşum kurmak için harcayan, başından iki evlilik geçmiş, iki çocuk sahibi, hep terk edilen, beraber olduğu kadınların içindeki gizliyi çıkartan, daima naif, filantrop (insan sever), yaratıcı kocaman bir çocuk.

Daha iyisini kurabilmek için, yeni bitirdiğini yıkma cesaretini gösterebilecek kadar karşı durabilecek, herkes için tek tek, bambaşka yollar olduğuna inanan biri. Ütopyacı, yeşil bir susamuru.

Cahide Hanım: Teoman’ın annesi. Kitaplara düşkün, dışarıdan bakılınca düzenli, düzgün ve hoş bir kadın gibi görünen ancak tatlı dilli, yumuşacık ve sonsuz izlenimi veren hoşgörüsüyle ustaca gizlediği ‘dediği dedik’ düzenini mutlaka kurup sürdüren “saklı inatçılardan” biri.

Oğluna çok düşkün, yaşıtlarından oldukça farklı bir kadın. “Bu farklılığı ancak anlayacağına inandığı, değecek insanlara gösteren, kaliteli ve gerçek müşterileri için açan zengin bir ruh dükkânının titiz sahibesiydi. (sy.47)” Teoman’a sorumluluklarını bilip, görevlerini alsa unutmamasını öğütleyen bir Apaçi’ydi. Aynı zamanda; “Sahip olunan şeyin değeri yiter (sy.63)” diyerek yarattığı çelişki ile yaşamını etkileyendi.

Hilmi Bey: Teoman’ın babası. Güzel, kültürlü sadık karısı, sağlıklı iki çocuğu ve dürüst, düzenli, usul usul ilerleyen kariyer üçgeni içinde yaşayan, her şeyin yolunda olduğundan emin, erkenden yatan, bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden iyi bir insandı.

Nergis: Teoman’ın hayranlıkla karışık bir aşkla bağlı olduğu ablası. Akıllı, güçlü, zarif, annesi tarafından yeterince sevilmemiş olması sebebi ile sesinde hep bir tutam sitem, bir çimdik hüzün barındıran, yaşı ilerledikçe de iyice annesini andıran Modigliani resimlerindeki kadınlara benzeyen biraz kırgın ama güçlü bir kadın.

Zeynep: Teoman’ın ilk eşi, kızı Deniz’in annesi. İlk tanıştıklarında uysal, canlı biri iken, kızları Deniz’in doğumundan beş ay sonra evi terk edip, eylemci çalışmalara başlayan, hapis yatan ve hapis sonrası başarısızlığa uğrayan devrim düşlerinin tek sorumlusu olarak gördüğü Teoman’ı hayatından tamamen çıkartan, otoriter, baskıcı bir kadın.

Ulla: Teoman’ın eski sevgililerinden biri. Yaşamı bir bütün olarak algılayıp ve öylece seven bir kadın. Mücadele etmeyi sevmeyen, ama öğrenmeye de doyamayan…

Ülker: Teoman’ın ikinci eşi, oğlu Alican’ın annesi. Teoman ile ilk tanıştıklarında cevval ve kıvrak bir kadın iken, evlilik ve çocuk sahibi olduktan sonra hızla ışığı azalan, solan ve kendini sevmekten vazgeçen biri.

Deniz: Teoman’ın kızı. Nilsu’nun aksine babasının sevgililerini bir rakip, düşman olarak görmeyip, onlarla uzlaşmacı bir ilişki kurmaya çalışan, akıllı, olgun bir genç.

Nilsu: Terk edilmeye dayanamadığı için terk eden, yaralı, babasına düşkün, her erkekte babasını arayan, yaşamı sorgulayan bir kadın.

Nilgül: Nilsu Baran’ın annesi. Uzun içki kadehlerinin kristalinde parlayan ‘gözde salon kadın’ olma arzusu ile evini, çocuklarını bırakabilen, bencil, ancak bir erkek ile varolabilen bir kadın.

Nilsu’nun babası: İyi baba ve koca olduğu için bunların kendi doğası olan iyi bir sevgili rolünde başarısız olan, tıp doktoru. Beynindeki kanallar, bilimsel konulara ayrılmış, sosyal, psikolojik konular, hele güncel olayların analitik yorumu diye bir şey gelişmemiş, güdük kalmış bir birey.

Selen: Nilsu’nun babasının sevgilisi, ilerleyen zamanlarda Nilsu’nun en iyi arkadaşı, sırdaşı. Giysileri, konuşması, gülüşü, bakışı, elleri, ayakkabıları, oturuşu, kalkışı, sesi, esprileri, kokusu, tarzı ile çok farklı bir kadın. “Sanattan günlük yaşamına uygun bir elbise dikebilmiş, bu elbiseyi potsuz ve kesim hatasız bedenine oturtabilmiş, şık giyinen bir insandı. (sy.77)”

Yakından tanındığında ise; son derece iddialı, alıngan, içe dönük, karamsar bir kişiliğe de sahipti. Bu ikilem onu daha da özel kılıyordu. Ama Selen tıpkı dişimin arasına sıkışmış bir et parçası gibiydi. Çıkmıyordu, görünmüyordu ve rahatsız ediyordu. (sy.84)” Selen aynı zamanda yaşamı seçebilecek kadar şanslı ve güçlü biri.

Kendisini her kitabına yerleştirdiğini düşündüğüm Buket Uzuner’in bu kitaptaki karşılığının Selen olduğunu düşünüyorum.

Michael McClure: Nilsu’ya iyi bir yazarın ve iyi bir kitabın kokusunu almayı öğreten, ilk sevgilisi. Kendi köklerini arayan, intiharın gizemine hayran bir Amerikan Edebiyatı öğretmeni. Nilsu’ya göre, Selen’in erkeği, babamın da Amerikalı’sıydı! “Selen’e âşık olmadığım, babamla da sevişemediğim için Mike’a yönelecektim. (sy.105)”

Nilsu ve Cem’in Anneannesi: Ketum, gururlu, inatçı olmasına rağmen güvenilir ve dayanıklı bir Girit kadını. Kitabın ilerleyen sayfalarında hayatında gizli kalmaya özen göstermiş olduğu bir aşk acısı yaşadığı ve bunun benzerini kızının da yaşamaması için elinden geleni yapmasına rağmen kızına engel olamayan, ölüm sebebine ‘beyin kanaması’ yazılmasına rağmen yürek kanamasından öldüğünü düşünülen kitabın en yaşlı karakteri. “Çünkü insan mutsuzluktan ölebilir.(sy.137)”

Cem: Nilsu’nun erkek kardeşi. Asla numaraya yapmayacak kadar düz, dürüst ve direkt bir çocuk ve sonrasında da öyle bir yetişkin. Kurallara, aile değerlerine saygılı, mesafeli.

Hakan: Ünlü bir amiralin ortanca oğlu, Nilsu’yu çok güldürebilen eski sevgililerinden biri iken, ayrılmalarından yıllar sonra Nergis’in sevgilisi ve Nilsu’nun konkur ortağı olarak tekrar hayatların giren neşeli, canlı, doğru düzgün biri.

Neyyire Gömüç: Kitaptaki en şaşırtıcı karakter. Teoman’ın annesinin liseden en yakın arkadaşı, şimdinin ünlü bir öykücüsü. Tren’e bindi mi, Enver Ziya ile evlendi mi? Kitabın sonunu tamamen alt üst eden, Teoman’ın annesi hakkında en fazla bilgiye sahip olmasına rağmen bir türlü bunları Teoman ile paylaşmayan, yaptığı Buhara Pilavı ile ünlü, papatya ve Jan Garbarek seven romancı.

Işık: Nergis’in ilk eşi. Çok yakışıklı, bütün kızların hayranlık, erkeklerin de biraz kıskançlık duyduğu biri iken ‘profesyonel devrimci’ olmak için, okulu, eşini bırakmak zorunda kalan ve kaybolan biri.

Mike’ın anne ve babası: Alica özgürlüğüne düşkün, göçebe ruhlu bir kadın iken, babası ise Alica’ya bağımlıdır.

Mike’ın da annesi Mike’ı ve babasını Mike üç yaşında iken terk etmiş. Mike’ın babası ise ömrünün sonuna kadar, hiç usanmadan eşinin peşinde sürüklenmiş. Annesi bir kaza sonucu öldüğünde ise, babası da hiç tereddüt etmeden kendisini öldürmüş.

Selen’in anne ve babası: Farklı boyutlarda yaşayan, sürekli konferanslara, yolculuklara, toplantılara, açılışlara katılan ancak çok durağan bir yaşam süren kişiler.

İş Adamı Fikret: Nilsu’nun annesinin ikinci eşi. Nilsu ve Cem ile tanışmaları oldukça münasebetsiz bir şekilde başlamış ve ne kadar denerse denesin çocuklarla bir iletişim kuramamış, Nilgül Hanım’ın isteklerini karşılayabilecek zenginlikte ve olgunlukta biri.

Şule Hanım: Nilsu’nun babasının evlendiği Bankacı hanım.


İki Yeşil Su Samuru’nun İçinde Atıf Yapılan Düşünürler, Sanatçılar, Romanlar ve Roman Kahramanları:

Bu kitabı ilk okuduğumda içinde bulunan düşünce, felsefe, yazar ve kitap çeşitliliği beni çok etkilemişti. Buket Uzuner sadece bir roman yazmamış, bir okura; bir öğretmen tavrı ile ne okumasını, neyi araştırması gerektiğini de bir paket içinde sunmuş. Diğer kitaplarında da sıkça kullandığı bu yöntem, kitaplarını aynı zamanda birer kaynakça haline de getiriyor.

Birinci bölüm “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte” cümlesi ile Nilgün Marmara ile açılıyor.

Teoman kendisini bir anarşist olarak nitelediği ve gelişimini şekillendiren; Godwin (Otorite Doğaya Aykırıdır), Proudhon (Mülkiyet Nedir?), Bakunin, Pissaro, Stéphane Mallarmé, Oscar Wilde, Max Stirner, Leo Tolstoy, M.Gandhi, Aldous Huxley (Cesur Yeni Dünya)
Taozim’e ilgi duymaya başlaması ile; Lao- Tse (Yüce Aklın Erdemi), Foucault, Hermann Hesse’nin bu sefer Siddhartha’sı, Schumacher

Hümanist ve inançlı ruhunu benzettiği Hermann Hesse'nin Bozkır Kurdu romanı ve vahşi ruhlu Harry Haller’i

Yine hayal gücünün zenginliği, olanı değiştirme, rahatsız olma/etme, şablonlardan nefret etme ve yeniden yaratma isteği ile; belki de edebiyat tarihimizin en sıra dışı eserlerinden biri olan Emre Kongar’ın Hoca Efendi’nin Sandukası, yeni sonlar yazdığı Shakespeare’ler ile tekrar hatırlatılan Kral Lear, Cordelia, Gustave Flaubert’in sonu değiştirilen Madame Bovary’si (Emma ve Charles Bovary)

Ütopya ve Red konusunda annesi ile birbirlerini beslediklerinde;

Mozart, Puşkin, Gauguin ve Sait Faik, Orhan Kemal, Orhan Veli’nin aylaklıkları, sevdalı düşleri…
Annesine düşkünlüğü söz konusu olduğunda; Freud, Marilyn French.

Annesinin intiharının ardından onu daha iyi tanıyabilmek, nedenini anlayabilmek için günler boyunca okuduğu; Cesare Pavese, Stefan Zweig, tuhaf bir intihar ile dünyadan ayrılan Albert Camus (tabiî ki Yabancı), Rainer Maria Rilke, “İntihar etmeyi planlayanlara, matematikle uğraşmalarını, matematikle kurtulacaklarını öneren” Francis Bacon, “Yazamazsam, tek yol intihardır,” diyen André Gide, “İyi bir eylem, güzel bir hareketten sonra kendini öldürebilirsin,” yorumunda bulunan Jean-Jacques Rousseau, Genç Werther’in Acıları ile Goethe

Ulla ile tanışması ile; Dalay Lama, Carlos Casteneda,

Nilsu’nun genç kızlık döneminde daha güçlü bir kadın olmasına yardım eden Selen ve Mike ve diğerlerinin de yardımı ile keşfettiği;

Brecht (İyi Bir Adam)

Oğuz Atay’ın ödül almış olmasına rağmen, aydınları ve aydın sorumluluğunu gırgıra alması sebebi ile görmezden gelinen bir başucu kitabı olan; Tutunamayanlar

Selen’in evi (özellikle hepimizin o dönemde olmasına can attığımız evi), eve ilk gittiğimizde eşlik eden, Bob Dylan, Simon and Garfunkel, Joan Baez

Güvenli, biraz saldırgan, muzır, yaramaz, ele-avuca sığmaz, yaratıcı ve farklı Sevgi Soysal ve tabiî ki Yenişehir’de Bir Öğle Vakti

İlk aşkı Mike ile; Hemingway, Faulkner, Williams, O’Henri, Steinbeck ve tabii ki Jack London

Mike ve intihar ilişkisini anlamaya çalışırken Virginia Woolf ve tabii ki onun The Waves’i

Nilsu’nun aşk hayatı karmaşıklaştığında; Electra’nın, erkek kardeşi Orestes’e, anneleri Clytemnestra’yı öldürmekte yardım ettiğini yazan Sophokles, Shakespeare’den bu sefer Hamlet,
Selen ve Mike tanıştıklarında; Nietzsche, John Baylercorn,

Selen Amerika’ya yerleştiğinde özlediği kitapları istediğinde; Pınar Kür, Tomris Uyar, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Metin Eloğlu

Selen’in Amerika’dan tavsiyesi ile Joyce Carol Oates

Mike’ın babasının günlüklerini bulup okuyup kendisi de bir roman yazma kararı verdiğinde Hemingway’in Güneş de Doğar’ı

Selen’in Nilsu’nun babasına olan derin hislerini anlatan; Kavafis’in Kent şiiri

Mike’ın Nilsu’nun yaşam, dirim olduğunu anlatmasına ve beraberce intihar edebilecek bir çift olamayacaklarını anlatmak için Zweig ailesi. (Stefan Zweig Nazizm’in yükselmesi ve Avrupa’nın içine düştüğü durum ve yaşamdaki düş kırıklıkları sebebi ile 22.02.1942 tarihinde karısı Lotte ile beraber intihar etmiştir.)

İkinci bölüm’ün açılış cümlesi olan “Beş yüz yıldan beri, ülkenin hiçbir yanında kimsenin sevinçten ölmediği ileri sürülür” ile G.C.Lichtenberg

Teoman ve Nilsu’nun beraberlikleri ile Saki, Saki’nin Laura ve Amanda’sına rakip olarak Tennessee Williams’ın The Glass Menagerie’si. Teoman’ın Nilsu’nun evine taşınması ile Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreyya, Atilla İlhan, Can Yücel

Kadın erkek ilişkileri tartışırlarken Sartre, konu AŞK’tan ve şehirlerden açılınca Nedim Gürsel, Teoman’ın yaşamaya olan tutkusunu açıklarken Nazım Hikmet ve Yaşamak Şakaya Gelmez’i, kedilere olan düşkünlük söz konusu olduğunda Metin Altıok, başka bir sayfada Milan Kundera

Ressam olarak Modigliani, Erol Akyavaş, Hayati Misman ile Buket Uzuner okura yepyeni pencereler açıyor. 1900 filmi de hem oyuncuları hem de konusu ile romana eşlik ediyor.



Romandan

İntihar:

Yaşamın yolu gibi, ölmenin yolunu da kendimiz seçmeliyiz. O halde intihar edebilenler, yaşamın yolunu seçebilen, tercihini yapabilen insanlar mıdır?

Neden yaşam sofrasından, karnı doymuş bir konuk gibi kalkıp gitmiyorsunuz? Açgözlülük edip, sonuna kadar yaşamakta direnmek, utanmazlık mı yani? (Neyin sonuna dek?) (sy.50)

İntihar, ölümü seçebilmektir Teo! (sy.51)

“Felsefenin tek ciddi ve gerçek sorunu vardır: İntihar! Yaşamın yaşanmaya değer olmadığı felsefenin temel sorunudur.” Camus’ün Sisyphos Söylencesi’nden alıntı yapıp, “Yabancı’nın içine eklemişti bu satırları annesi. “Genç Werther’in Acıları’nın içinden de, “Felsefe yapmak, ölmesini öğrenmektir” yazılı bir not çıktı. (sy.52)

“Sorumluluklarım bitti: Ölümü seçebilmekte geç kalmak istemedim. (sy.53)

Boşanma:

Ailesiz büyüyen çocukların mutlaka eksik bir duygusal yanları olduğunu çok iyi biliyorum. Bu en ‘mükemmel’ romanda bile, ciddi bir gramer hatası gibi, iz bırakıyor belleklerde…(sy.21)

Ama annesi-babası ayrılan çocuklar için, o sıralar bilmediğim başka tehlikeler de vardı: Güven ve belirlilik kavramlarının güdük kalması! Yaşam boyu insanlara güvenememek, aşka inanmamak ve belirsizlik içinde kaygan bir zeminde tutunmaya çabalamak!... (sy.23)

Tüm umutsuzluğuma karşın içimde gizlice taşıdığım, aklıma geldikçe utandığım saklı bir beklentiyi, aslında annesiyle babası boşanmış bütün çocukların her yaşta ve her konumda içlerinde taşıdıklarını çok sonraları öğrendim. Bütün çocuklar için birbirine en yakışan çift anne ve babalarıdır! Çünkü ‘anne’ ve ‘baba’ kelimeleri tıpkı lego parçaları gibi birbirine sımsıkı oturur, uyuşur ve kenetlenir. (sy.40)

Çünkü anneler, babalarına âşık kız çocuklarının en büyük rakipleri de olsalar, sonuçta tehlikesizdirler. Ama ‘birisi’ bilinmeyendir ve çok tehlikelidir!

Bildiğim tek şey, anne-babaları ayrılmış bütün çocukların en büyük fantezilerinin, ayrılma koşulların ne denli rasyonalize etseler de, ebeveynin yeniden birleşmeleri olduğudur. Tam bir içgüdüsel fantezidir bu! Yaşam boyu, gizlice sürer. (sy.108)


Evlilik Neye Dönüsüyor?

Birinin uzun içki kadehlerinde parlayan ‘gözde salon kadını’ olma arzularının solarak, hırçın ve ilgisiz bir ete dönüşmesi… Öbürünün kendi içinde yaşadığı yaratıcı coşkusunun öksüz kalıp, yapayalnız kenara itilmesi… (sy.22)


Kadın Erkek İlişkileri ve Aşk ve Yaşam ve Anneler, Babalar, Sevgililer

Çok gençken herkesi, her şeyi, hatta dünyayı değiştirebileceğimizi sanırız. Nasılsa hiç yaşlanmayacak, hiç ölmeyecek ve sonsuza ulaşacağızdır. Oysa duvarda tek bir tuğla olduğumuzu ve ancak ‘iyi bir tuğla’ olmayı başarmakla yükümlü olduğumuzu görürüz bir gün. (sy.39)

Hayallerimiz, en saklı yüzümüze tutulan aynadır bence. (sy.67)

“Gece çöktüğünde annem küçük kâseler içinde ayıklanmış nar getirirdi önümüze. Radyoda dinlediğimiz programlara, okuduğumuz kitaplara ve oynadığımız oyunlara belli etmeden göz ve kulak misafiri olurdu. Bu, belli etmeyişindeki incecik ilgi, sıcacık şefkat beni mutluluktan deli ederdi. Hem bağımsız olmak, hem de kollandığını bilmek. (sy.72)

Annesi, babası, çocuğu, sevgilisi, arkadaşı, kim olursa olsun, bir insan, öbürüne ulaşmak için göze aldıklarıyla sevilir. Öbürüne ulaşmak yürek ister. Göze alabilmek ister. Bir insandan bir başkasına geçmek, emek ister, sevgi ister, yürek ister. Bunlar bile köprüleri kurmaya yetmez bazen… (sy.75)

Türk aydını korkaktır! Özgün olacağına taklitçidir, sekterdir, kıskançtır! (sy.81)

Hemingway hayata bir kavga, bir oyun, bir gösteri olarak bakmıştır, ama aslında en çok bir arayıştır yaşam, onun için. (sy.117)

London, bazen bilinçli, çoğu zaman bilinçsiz olarak, içinde çelişen iki karşıt uç arasında kurduğu incecik köprüde, son derece rahatsız yaşamıştır. Hem düzenli, yerleşik, hem serüvenci, serseri…Sonunda elbette böylesi karşıt iki kişilikten biri baskın çıkıp, öbürünü yok edecek, böylece huzura kavuşacaktı. Doğal olan budur!”

Gördüğüm, bildiğim, yakını olduğum insanlar, en sevdiklerini, en değer verdiklerini bile kolayca terk edebiliyorlardı. Taze ilişkilerine, terk ettikleriyle ihanet edebiliyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürüyorlardı. ‘İhanet’ ve ‘terk’ kaçınılmazdı. Aksini bilmiyordum


Diğerleri:

Yeşiller Partisi:


Yeşiller Partisi 2 Temmuz 2008 tarihinde Türkiye’nin 57. partisi olarak kurulan bir siyasî partidir.
1988 yılında kurulup, 1994 yılında kapanan Yeşiller Partisinin ardından süregelen Yeşiller Hareketi, 2002 yılından bu yana partileşme çabaları sonucu, 40 kurucu üyenin girişimiyle oluşturulmuştur. Genel Başkanlık sistemi yerine "parti eş sözcüleri" kavramıyla hareket eden Yeşiller, aynı zamanda kurucular arasında yer alan Bilge Contepe ve Ümit Şahin'in eş sözcülüğünde partileşmişlerdir. Yeşiller Partisi, doğaya uyum, sürdürülebilir yaşam için küresel düzeyde mücadele, erkek egemenliğinin ve şiddetin reddi, doğrudan demokrasi, yerellik, adil paylaşım, özgür yaşam ve çeşitliliğin korunması ilkelerini güder. Küresel Yeşiller Hareketinin bir parçası olduğu ifade edilen partide % 50 kadın kotası bulunmaktadır. (*)


Ayrıntılı bilgi için: http://www.yesiller.org/V1/index.php?option=com_frontpage&Itemid=1
İnsan Hakları Derneği

İnsan Hakları Derneği (İHD), 98 insan hakları savunucusu tarafından 17 Temmuz 1986 tarihinde kuruldu. Kurucular, derneğin kuruluş amacını Tüzük'te; "Derneğin tek ve belirli amacı, 'insan hak ve özgürlükleri' konusunda çalışmalar yapmaktır." şeklinde açıkladılar. Yazarlar, gazeteciler, doktorlar, avukatlar, mimar ve mühendisler ve tutuklu ve hükümlü yakınlarından oluşan 98 kişi İnsan Hakları Derneği'nin kuruluşuna imza attılar. Türkiye genelinde 34 şubesi bulunan İHD'nin yaklaşık 16 üyesi vardır. Dernek bugüne kadar, barış, düşünce özgürlüğü, genel af vb. başlıklarda çeşitli kampanyalar düzenleyerek hükümetler üzerinde etki yaratmaya çalıştı. (*)

Ayrıntılı bilgi için: http://www.ihd.org.tr//

Uluslararası Af Örgütü:


Uluslararası Af Örgütü veya Amnesty International (yaygın olarak Amnesty veya AI), Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve diğer uluslararası standartlarca belirlenmiş her türlü insan hakkını savunma ve teşvik etmeyi amaç edinmiş uluslararası bir sivil toplum kuruluşudur.
AI hiçbir devlet, siyasi ideoloji, veya dine bağlı değildir, kâr amacı gütmez. Özellikle düşünce suçlularının serbest bırakılması, siyasî suçlularının adil bir şekilde yargılanması, işkence, idam ve tutuklulara gösterilebilecek her türlü zulmün bertaraf edilmesi, siyasi cinayet ve adam kaçırma ve her türlü insan hakları ihlaline karşı durulması konusunda çeşitli kampanyalar düzenler.
1977 yılında Nobel Barış Ödülünü kazanan AI bugün yaklaşık 2 milyon üyesiyle 162 ülke ve bölgede faaliyet göstermektedir. Kuruluşundan bugüne kadar 44.600'den fazla tutukluyu savunmak ve desteklemek amacıyla çalışmıştır. (*)


Ayrıntılı bilgi için: http://www.amnesty.org.tr/ai//

Taoizm:

Taoizmin kurucusu Laozi'ya göre nesnelere ve kavramlara verdiğimiz anlamlar arzuları ve amaçları doğururlar. İyi ve kötü, alçak ve yüksek, aydınlık ve karanlık gibi. Bu anlamlardan kopmamız arzu ve amaçlarımızdan ayrılmamız sonucu eylemsizliğe varırız. Eylemsizlik bir kere kavrandığında uyumlu yaşama geçiş kapısı açılır. Geçmişin pişmanlıkları ve gelecek kaygısı ve planları gibi gerçek yaşamdan koparan etkiler aynı zamanda insan yaşamında bir tür dengesizlik hali yaratır. Uyumlu yaşam ve doğal akış insanın içinde bulunduğu an ile bütünleşerek yaşamasını sağlar. Bu uyuma yolu izlemek denir. Yol anlamına gelen tao kelimesiyle kastedilen budur.

İşte bu öğretileri ortaya koyan ve Taoizm’in kurucusu olarak bilinen Laozi’nun hayatı hakkında bilgimiz çok azdır. Onun yaşayıp yaşamadığı bile tartışılmıştır. Hakkında birçok görüş ortaya atılmış ve efsaneler uydurulmuştur.

Çinin ünlü tarihçilerinden Sima Qian M.Ö. 100 yılında yazdığı Shiji (şı-ci) adlı eserinde Lao-zi’nın biyografisini şu şekilde yazmıştır: ‘‘Lao-Tzu Chou devletinin Ku mıntıkasında Li-hsiangg’da Chü-jen köyünde doğmuştur. Kendi adı Erh, aile adı Li, müstear adı Tan’dır. Chou sülalesi imparatorluğunun tarihçisi ve kütüphane muhafızıdır.” Buna göre onun asıl adı Li Tan (Lao-Tan)’dır. Lao-Tzu, ona verilmiş bir lakaptır; ‘‘İhtiyar Bilge’’ anlamına gelir.

Çin sözlü geleneğinde M.Ö. 604 diye bilinen doğum yılı, Shı-chı’de kayıtlı değildir. Bu, tarihin daha sonraları belirlendiğini göstermektedir. Bununla beraber bu belge onun yaşadığını gösteren en iyi kanıt olarak kabul edilmektedir.
Mitolojiye göre, Laozi’nın annesi nurdan gebe kalmış,hikâyelerin çoğu Budizm’den sonra Budist hikâyelerine rağbet için yazıldığı iddia edilir. Laozi'nin,babasız bir şekilde dünyaya gelişi mitolojisinden yola çıkılarak bazıları bir peygamber olabileceği fikrini ileri sürer. (*)

Uygarlık, doğal düzenin bozulması anlamına geldiğinden, her toplumsal reform, aslında uzak bir geçmişe bir dönüştür ve başlangıçtaki bozulmamışlığa ulaşmak amacındadır.

Bilen konuşmayandır, konuşansa bilgisiz.

Yeterince paran olmalı, bu şans getirir, ama çoktan fazlası zararlıdır.

Keskin silahlar var oldukça, o ülkede kargaşa artar.
Az nüfuslu küçük ülkeler oluşturunuz. Böylece, gereksindiğinizden ve ulandığınızdan yüzlerce kez fazlasını sağlayabilirsiniz.

İnsanların yaşamlarını değerli kılın ve bunu onlara hissettirin. Böylece uzağa göçmek istemeyeceklerdir.


(*) http://tr.wikipedia.org/

Anarşizm:

Yunanca ‘yönetimsizlik’ anlamına gelen ‘an arkhos’ kelimesinden kaynaklanır. İnsanların devletsiz olarak hakça ve uyumlu bir düzen içinde yaşayabileceklerini, bir devlet sisteminin kurulmasının insanlara zarar verdiğini benimser. Bu sebeple de Marksizm ve Sosyalizm’den de ayrılır.


Kitaptan Bizi Geçmişimize Götüren ve Gülümseten Küçük Detaylar:


Tommiks
Teksas
Kaptan Swing
Tom Branks
Jaws Filmi
1900 Filmi
King Kong
Baylan Pastanesinden alınan bitter çikolatalar
Divan Pastanesinin meşhur çifte kavrulmuş fıstıklı lokumu
Björn Borg
Caretta Carettalar
Jan Garbarek’in İstanbul’da verdiği konser



Sorular:

Romanda modern zaman kadın erkek ilişkisine alternatif çözümler ararken birçok soru ile de baş başa bırakıyor:

1. Nilsu’nun Mike’a annesinin intihar ettiğini söylemesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Sırf birini en zayıf yanından yakalamak, limanın bütün kapılarını kapanmamak üzere kolayca açmak için acımazsızca yalan söylenebilir mi?

"Daha sonra birçok erkeği de önlenemez ve kontrol edilemez biçimde örseleyecek oluşum, onları yaralar içinde bırakıp terk edişlerimde de, o sırada Mike’a karşı duyduğum tuhaf, tanımlanması güç, hatta tiksindirici keyfi yaşayacaktım. Sanki içimde yatan sinsi bir dişi şeytan zaman zaman uyanıyor, zehrini beni seven erkeklere akıtıp, böylece besleniyordu. Ne kendimin ve psikologların ne de Selen’in engel olabildiği bu “femme fatal’’e, ancak Teo ‘dur’ diyebilecekti; yıllar sonra…"(sy.106)

2. Kitapta sıklıkla bahsi geçen, anne ve babanın sevişmelerinin çocukların üzerindeki etkisi?

“Annemi yeme babacığım, ne olursun!...” (sy.108)

3. Babanız ve sevgiliniz ilk kez birbirleri ile tanıştığında neler hissettiniz?

"Böylece babam ve sevgilim, kendilerini ve birbirlerini çok mutlu kılan bir görüşme yapmış oldular. Biri öbürünü: ‘akıllı, aydın ve önyargısız bir Amerikalı’, öbürü de bunu:’yüz çizgilerinin derinine intihar etmiş yakınını acısı sinmiş, hâlâ şaşkın ama kuvvetli bir gentleman’ olarak pek beğendiler. Olsun! İkisi de beni seviyor ama… Seviyorlar değil mi?..." (sy.119)

4. "Bir ilişkide kendinizi ve karşınızdakini değerlendirirken, önceki ve sonraki eşler/sevgililer önemli bir ölçüt müdür? Hep birbirine benzeyen kişileri mi severiz aslında? Ya da bunun tam tersi bir durum söz konusu ise bunda bir hata mı vardır? Bir insanın sevmek, paylaşmak, beraber yaşamak için seçtiği insanlarla kimliğini ele vereceğini düşünmemiştim… Doğru olabilir miydi?" (sy.126)

5. "Evet, aslında nasıl bir adam baban? Kim? Eğer, bağımsız ve güçlü kadınları beğeniyor, onlarla modern, paylaşımcı, sorgulayan ve yeniliğe açık ilişkiler yaşamak istiyorsa, şimdi benimle yaşayan adam kendisidir. Ama eğer bu adam kendisi ise, klasik, bağımlı ve ancak erkeklerle varolabilen bir kadınla yıllarını geçirmesi nasıl açıklanabilir?" (sy.126)

6. Acı ile nasıl başa çıkıyorsunuz? Terk edilmeden terk edenlerden misiniz? Yoksa terk edilenlerden misiniz?

"Acı! Acı çekmek en kötü duyguydu. Acı çekmek, terk edilmekle özdeşleşmişti bende, sanıyorum. Acı çekmekten kaçabilmek, bu duyguyu engelleyebilmek ya da geciktirebilmek için her şeyi yapardım; her şeyi. Örneğin terk edilmeden terk etmek, incitilmeden incitmek vbg." (sy.132)

7. "Ama mutsuzluğun ilk patolojik belirtisi, köklü alışkanlıkları terk etmek ya da abartmaktır." (sy138) Bizler ne yapıyoruz?

8. "Bir insan, bütün hayatı boyunca, ancak tek bir kişiyi çok sevebilir." (sy.139) Acaba?

9. "Yaşam güçtür, evet yaşam güçtür. Ama bir kez bu gerçeği içtenlikle anlar ve kabul edersek, yaşam artık güç gelmeyecektir bize, çünkü bir kez kabullenilen gerçek, artık sorun olmaktan çıkar (…) Bu sorunlara ağlamak, sızlamak mı, yoksa onları çözmek mi istiyorsunuz? Çocuklarımıza çözümler öğretmek istiyor muyuz?" (sy.140)

10. "Poh-pohlanmak ve muhtaç olunmak duyguları… Bu ikisi, ne çok erkeği kıskıvrak bağlar. Bu duygular bittiğinde ya da azaldığında, bunlar üzerine kurulan ilişkiler de tökezler." (sy.145) İlişkilerimizi hangi zemine dayıyoruz?

11. "Hangi kadın daha iyi tanır bir erkeği; kız kardeşi mi, sevgilisi mi, annesi mi? Bir erkeğin yaşamındaki bu üç önemli kadına sunacağı, üç farklı yüzü ve ruhu olabilir mi?" (sy.149)

12. "İnsan, yanlışlarını yinelediğini anlayabilmek için, orta yaş sınırına kadar gidebiliyor. O noktada ya kendini eğitmeyi başarıyor ya da iştahsız ve bıkkın birine dönüştüğünü görüyor." (sy.162) Ya biz?

13. "İyi bir kızdı Sevinç. ‘İyi’ olmanın o berbat ortalamalığını, bütün özellikleriyle yaşıyordu." (sy.175) İyi olmak ortalama olmayı gerektirir mi?

14. "Erkeklerin en önemli kararlar arifesinde inisiyatifi kadınlara bırakmasının aslı, sorumluluktan kaçma duygusudur." (sy.179) Ya sizce?

15. "Oysa, benimle beraber olacak erkeğin, yüreği enine boyuna gelişmiş, kahkahasının beyaz özgürlüğü, göz yaşının tuzlu emeğiyle hak edilmiş olmalıydı.

O erkek –her kimse, neredeyse ve varsa?- benimle başa çıkabilmeli, beni sevdiğini dolu dolu hissettirebilmeliydi.

Egosunu hiç değilse, yeri gelince kontrol edebilen ‘ancak sevgiyle başa çıkılır seninle’ diyerek, çaresizliği reddeden, hem çocuk, hem yetişkin bir erkek var mıydı? Daha doğrusu, oğlunu böyle yetiştirmeye yetkin bir anne var mıydı?" (sy.187)

16. "Pek az kadınla-erkek birbirlerinin ruhlarını, bedenlerinden önce çırılçıplak görebilir. Pek çoğu da, ruh kısmını çıplak olarak göremez; hiçbir zaman." (sy.203) Bu doğru mu?

17. "Babalığın, annelik gibi bir duygu olduğuna inanmıyorum ben." (sy.233) Nedir babalık?

18. "Her kentin bir aşk çağrıştırdığını Nedim Gürsel mi söylüyordu?" (sy.236)

19. "Şimdi geriye bakıp, düşündüğümde, zaten yaşamı eksik, yetersiz ve hatalı bulma eğiliminde olan annemin, aslında nasıl bir cehennemde yaşamış olduğunu anlıyorum. Daha doğrusu anladığımı sanıyorum. Belki de, çaresizliğe uzanan kronik hırçınlığı ve huysuzluğu, bu nedenlerle iyice alevleniyordu." (sy.189) Annelerimizi anlamayı deniyor muyuz?

20. "Bir kadınla, bir erkek bu sorumlu-sorumsuzluk çizgisini doğru çizebilirlerse, uzun yıllar heyecanlı yaşayabilirler; birlikte yan yana…

Yoksa, aşk pırıltılarıyla kamaşan gözlerim mi yanıltıyor beni?

Yoksa, aynı çatı altına giren bir kadınla, bir erkeği mutlaka monoton, bıkkın ve soğutucu bir son mu bekliyor? Belki de, her aşkın burun üstü düştüğü bir yer ve zaman vardır. Var mı acaba? Olmalı mı? Olacak mı?" (sy.224)

21. "Aşk var mı?" (sy.225)



Yonca

8 yorum:

Yaşar dedi ki...

bu kitap hakkındaki düşüncelerinizi de merak ediyorum... okurken ben çok defa başa dönmek zorunda kaldım, sürekli not tuttum... isimler sanırım çok yakın olduğu için birbirine karmaşık bir hal aldı çoğunlukla...

sizce...

billur dedi ki...

Sevgili Yonca;

Hem hazırladığın sunumun içeriği ve bizi sürüklediği yerler ve çeşitli itiraflara neden olan konulara yaklaşımın hem de gece için yaptığın hazırlıklarda bize sunduğun sürprizlere bayıldım. Benim, Bizi Geçmişe Götüren ve Gülümseten Detaylardan payıma Jan Garbarek düşmesi de ayrıca çok hoşuma gitti.
Yüreğine ve Ellerine Sağlık.

Kitaba gelince; okuduğum dönemde -ki ikinci baskısı Gür Yayınlarından olan versiyonudur -çok çarpmıştı;yapılan tüm benzetmeler, sorgulamalar ve 18lerinde bir genç kız olarak ifade edemediğim tüm duygular bu kitaptaydı adeta. Hele senin de dediğin gibi kitapta geçen ve o ana kadar adını duymadığım veya duysam da ilgilenmediğim her yeni ismi keşfetmemi sağlaması da beni bir Buket Uzuner hayranı yapmıştı.
Ama 40larına yaklaşırken ikinci kez okunacak bir kitap mı; bir klasik olabilir mi Türk Edebiyatı için? Hayır demek zorundayım. 18 lerinde olan iki yeğenin okusa etkilenirler mi? Belki sonunu şaşırtıcı bulabilirler o kadar.Belki de Uzuner de bir jenerasyon önde olmanın ve değişimlerin yaşandığı dönemlerimize denk gelmenin avantajını yakalamış ve gözlemlerinden ve gezilerinden edindiği zenginlikle iyi bağdaştırmış diye düşünüyorum.

Sevgiler
Billur

Ayşe dedi ki...

Sevgili Yonca,

Yine keyifli bir akşamdı çok teşekkür ederim. Çok güzel ayrıntılar düşünmüşsün. Asıl bu ayrıntılar bu toplantıları çok heyecanlı yapıyor.

İtiraf ediyorum 95 veya 96 da bu kitabı birkaç arkadaşın tavsiyesi ile almış ve 30 veya 40 ıncı sayfadan sonra kitabın kapağını kapatıp bana göre değil demiştim. Bu sefer kulübümüz sayesinde bu kitabı baştan sona okudum. Ve yine bana göre değil!.. Ama herşey bana göre olsa zaten batmışız.

Kitap beni yormadı çünkü yalın ve akıcıydı. İçinde atıf yapılan düşünürler, sanatçılar, romanlar..... gelince açıkcası ben biliyorum ya sen gibi bir his yarattı ve buda hiç hoşuma gitmedi. Öykünün içinden çok yanında sunulmuş gibi geldi. Yazım tavrı beni meraktan ziyade ne demek istiyorsun gibi bir düşünceye itti. Ayşe

Gulda dedi ki...

Yonca’cığım,

Her şey çok güzeldi. Çok keyifli bir gece daha yaşadık sayende. Ellerine sağlık, ayrıca belirtmeliyim çok güzeldin yine.

Kitabı herhalde 10 yıldan fazla zaman önce okumuş olmalıyım. Beni o zaman karakterler de hikâye de çok etkilemişti. Size bir öncesi, sonrası yapmak istedim:

İlk okuduğumda Nilsu'nun çok özel bir kadın olduğunu, çocuk yaşta yalnız ayakta kalmayı başarabilmiş, kendi yaşamına sahip çıkabilen, büyük bir güçlülükle terk edebilen, özgürce cinsel deneyim yaşayabilen bir karakter olarak görmüştüm. Şimdi ise son derece şımarık, can sıkıcı, bencil, özgüveni olmayan ve sevmeyi sırf sevilebilmek için kullanabilen biri olarak gördüm.

Teoman: O dönem için son derece beklenen ve âşık olunacak bir erkek kavramı iken, şimdi okuduğumda en hoşlanmadığım “Proje Adamlarından” biri olduğunu düşündüm.

Kitapta sıkça kullanılan üç noktalar, ünlemler, önemli kelimelerin tırnak içinde verilmesi o zaman sonrası hayranlıkla denediğim, ancak artık sürekli görmekten kaynaklı ve asıl yazımı bozduğuna inandığım ayrıntılar, bilhassa tırnaklar, yazarın yazı dili ile “Amerikan özentisi” tadında…

Bu roman o zaman için hayal bile edemeyeceğimiz dünyaların kapılarını aralamış ve birçok bilgiyi de zahmetsizce bulmamı sağlamıştı. Şimdi okuduğumda ise kitabın içindeki malzemeleri çok özenle, bolca seçilmiş ama kıvamı ve tadı hiç tutmamış bir pasta lezzetinde olduğunu düşündüm.

Kısaca ikinci kez okunacak kadar zamansız ve mekânsız bir roman değil.

Sorularının cevabını vermek ise zor, çok zor Yonca.

İçimde kalmadı, mutluyum…

Çağdaş Yılmaz dedi ki...

çok güzel bir yazı ve blog ...

Peyman dedi ki...

Yonca'cim çok güzel bir sunum gecesi daha yaşadık. Ellerine, emeğine sağlık.

Kitabı ben de ikinci defa okudum ve evet yukardaki yorumlara katılıyorum. On sene önce belki daha fazla tam hatırlamıyorum, okuduğumda çok dolu, hayatın hiç bilmediğim bir başka yönünü bana gösterir gibiydi. Oysa bu sefer okuduğumda zaten benim de bildiğim ve bana hiç de yabancı olmayan yaşamdan kesitleri aktardığını fark ettim. Üstelik de okuru etkileyeceğini hatta şaşırtacağını düşündüğü ama sadece okurda "bu ne şimdi" düşüncesini uyandıran bir sonla kitabı bitirdiğini hatırladım.


Yazarın Gelibolu adlı kitabını da okuduğumda çok beğenmiştim. Belki tekrar okumakta fayda var.Kimbilir belki kitapla ilgili o zaman hissettiklerimi şimdi hissedemeyeceğim.

Sevgiler,

billur dedi ki...

Sayın Yaşar Bey;

Umarım arkadaşımız Yonca'nın bloga girmiş olduğu karakterler bölümü hepimize yardımcı olacak ve kafa karışıklığımızı giderecektir.

Eğer vaktiniz olursa Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (Ayfer Tunç)adlı kitabı okuyun ancak okumadan önce kalın iki ortalı bir defter almayı ihmal etmeyin çünkü kitabın içinde 250 ayrı karakter süreli yer değiştirerek karşınıza çıkıyor:)Ama gerçekten son dönemde okuduğum en etkileyici kitaplardan biriydi.

Sayın Ziverbey ;

Övgü dolu yorumunuz için teşekkür ederiz.


Sevgiler
Billur

Yaşar dedi ki...

Çok çok özür dilerim, blogunuzu takip etmeye yeni başladım sayılır ve ben henüz çözdüm sayfaları :)) Keşke kitabı okurken Yonca Hanım'ın açıklamalarını okumuş olsaydım. Neyse, yine de teşekkür ederim, çok güzel bir blog bu (bunu yeni farkediyorum) hepiniz harikasınız :))

dostlukla...

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails