19 Kasım 2009 Perşembe

MADRİD'DE İKİNCİ GÜN

Ya da Küçük Domuzun Laneti

Sabah kalkınca Küçük Domuzun Lanetinden sıyrılamayan Gülda’nın kötü bir gece geçirdiğini öğreniyorum, Ender çoktan çıkmış. Gülda kahvaltı etmek için Plaza Mayor’a gitmeyi öneriyor.

Plaza Mayor’a giderken birden kraliyet ailesine refakat eden kortejin geçtiğini ve atlıların arasındaki kupa arabasında prensin olduğunu görüyoruz. Atlar etrafı pislerken de belediyenin temizlik aracının onları takip ettiğini!



Sonra yürüyüşe devam ediyoruz ve arada turistik eşya satan dükkânlara bakıyoruz. Sonunda 17.yüzyıldan kalma bu eski meydana varıyoruz. Meydanın ortasında bu meydanı yaptıran III. Felipe’nin at üstünde bir heykeli bulunuyor. Zamanında burada boğa güreşleri, geçit törenleri ve Engizisyon davalarının izleniyormuş. Meydanın etrafı kafeler ve dükkânlarla dolu.

Meydanın güneybatı ucunda bulunan merdivenlerden çıkmaya karar veriyoruz ve yürüye yürüye geleneksel tarzda restoranların bulunduğu Calle de Cuchilleros’a varıyoruz. Hala kahvaltı edecek bir yer bulabilmiş değiliz ve zaten kahvaltı saati geçeli çok olmuş durumda. İnatla yürümeye devam ediyor ve Palacio Real’in arka girişine denk geliyoruz…Etrafa bakınırken bir de ne görelim prens dönüş yolunda...



Teatro Real’in oradaki güzel görünümlü kafelerden birine oturmaya karar veriyoruz. Garson menüyü getiriyor ama yazanları anlamak pek olası değil. Gülda’nın yiyeceklere bakmak için içeriye girmeye karar verdiği bir anda garson yanıma geliyor. Ben de “arkadaşım içeride, menüyü anlayamadık, gelince sipariş vereceğiz” diyorum. Garson dudak büküyor ve menüyü de elimden başka bir şey dememe fırsat vermeden çekip alıyor. Gülda az sonra içerden döndüğümde olanı anlatıyorum ve mekânı terk ediyoruz. Ahh be ! Azıcık İspanyolcam olsa ya da adam İngilizce anlasa…

Madrid’in orta yerindeyiz ve açız, saat 13.00 suları…Teatro Real’in içindeki mağazadan alışveriş yapıyor ve Cafe Teatro Real‘in hoş göründüğüne karar verip içeri giriyoruz. Garson kız atlıyor, masalar rezerve diye. Bize kapı kenarı bir masa veriyor ve kahve istiyoruz çünkü hiçbir şekilde yemek/yiyecek servisi de yok… Gülda sigara için bara geçiyor. Ben de ardından seğirtiyorum. Az ötemde duran kuravansalara bakıp yutkunarak kahvemizi içip çıkıyoruz.



Bir taksiye atlayıp Paseo del Prado’ya gitmeye karar veriyoruz, hedef önce karın doyurmak ve hürmet görmek. Bunun için de Hotel Ritz’e gidiyoruz… Moralim yerine geliyor… Şimdi en sevdiğimiz resimlerden birini görmeye gidebiliriz…

Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofía:



Müzenin en önemli ve tanınmış eseri Picasso’nun Guernica’sı Gülda ile benim en sevdiğim resimlerin başını çekmekte… Ancak sanırım yorgunluktan olsa gerek gözleri gibi baktıkları resmin önünde fotoğraf çektirirken flaşımız patlıyor. Allahım! Rezil Olduk! “Tamam, Gülda ben ayarladım” derken bir flaş daha! O anda orada yok olmak istiyorum.



Müzede ayrıca DALİ’nin The Great Masturbator, The Persistence of Memory ve The Invisible Man resimlerini de dünya gözüyle görmek mümkün oldu.



Müzeden sonra Paseo de Recoletos’ta bulunan Cafe Gijon’a gitmeye karar veriyoruz. Madrid’in kafe hayatı 20 yüzyıl başında çok önemli bir yer tutmakta imiş ve buralarda konuşulanlar, tartışılanlar siyasi gündemi belirlemede ciddi bir etkiye sahipmiş. Bunlara tanıklık eden pek çok kafe şimdi kapanmış da olsa hala hayatta olanlardan biri Cafe Gijon 1888’de açılmış. Dost Kitabevi’nin Madrid kitabında“Kafenin içinde krem rengi dövme demirden sütunlar ve siyah –beyaz masalar dikkat çekiyor” cümlesine ben ilk başta gülüyorum çünkü bana göre çok sıradandı. Ayrıca yediğim profiterol dünyanın en korkunç profiterolü idi. Mutsuzluğumuzu sezen bize servis veren garson çıkışta ben yine çanak çömlek alırken Cafe Gijon’un menüsünü verdi. Veeee bir anda Cafe Gijon ile ilgili hayal kırıklığım azalır gibi oldu.



Sonrasını ise gerçekten hatırlamıyorum umarım kötü şeyler yapmamışımdır.

Sevgiler

Billur

HAYIR, UNUTULAMAZSIN SEN, MADRİD,

Beni tanıyanlar bilir, başıma ne geliyorsa; ya meraktan ya yemekten geliyor. Bir kez daha, yine Madrid’de, yine aynı sebeplerden tüm geceyi tuvalette geçirip, sonrasında son derece kalitesiz bir bulaşık deterjanı ile “pintiliğimizden en ucuzunu almış olduğumuza söylene söylene” fayansları temizledim. Sabah ise, kaynayan bir mide, soyulmakta olan ellerimle dışarı çıktık. Aklımda ise; İlya Ehrenburg’un "Hayır, Unutulmazsın Sen, Madrid" şiiri. Benim için unutulmaz kılan ise; Ehrenburg’un kemiklerini sızlatmıştır diye düşündüm.

Madrid’de; bulundukları konum itibariyle üçgen içerisinde yer alan ve içerisindeki sanat eserleri ile büyüleyici oldukları için de “Sanatın Altın Üçgeni” (Golden Triangle of Art) diye nitelendirilen üç önemli müze var. Prado Müzesi, Thyssen Bornemisza Müzesi ve Reina Sofia Müzesi. Bu müzelerde bulunan eserler; Avrupa’da bulunan en önemli eserler olarak nitelendiriliyor. Madrid’e çok sayıda turist geliyor, bu sıkıcı şehrin bu kadar turist çekmesinde en büyük etken, yine bu müzeler.

Biz Altın Üçgen’in ilk kenarına; o gün açık olan Reina Sofia Müzesi ile başlayabiliyoruz. Bu müze de ağırlıklı olarak 20.yüzyıl eserlerinin sergileniyor. Herkes burada, Miro’lar, Picasso’lar, Dali’ler ve diğerleri…

18. yüzyılın sonunda inşa edilmiş olan bir hastane, daha sonradan Kraliçe Sofia’ya atfen müzeye çevrilmiş. Bölüm bölüm ve oda oda olması da bunu açıklar nitelikte. Ek binaları ise Barselona’da bulunan Torre Agbar’ı da inşa eden Jean Nouvel tasarlamış. Bütün o camlar, asansör de çizgisini devam ettirir nitelikte. Anlaşılan İspanya, Fransa’nın en ünlü mimarlarından biri olan Nouvel’yi seviyor, Nouvel de İspanya’yı.





Guernica ile ilgili ahkâm kesmek niyetinde değilim ama eğer bir gün CV hazırlamam gerekse; hobiler bölümüne Guernica’yı izlemek yazma niyetindeyim.

İşveren sorarsa "nasıl bir hobidir Guernica?" diye: Üzerine sayfalarca yazabileceğim, saatlerce konuşabileceğim, ne kadar okursam ve ne kadar araştırsam dahi hâlâ yüzlerce soru üretebildiğim, evimde Kendime Ait Oda’mda Billur’un benim için yaptığı –nasıl yapabildiğine hala şaşırıyorum- puzzle’ına bakıp ya da Ka’nın hediye ettiği Guernica kupamdan kahve içerken, merakımı iyice arttıran, her gördüğümde sanki ilk defa görüyormuşçasına parçalar bulduğum bir resim ve tarihçesi içindir. Ve öyle güçlü bir hobidir ki; konusu Guernica olan tüm film, tiyatro, danslara gitme ve bir çöpçü tavrı ile çıkan her haberi, yorumu okuma hevesindeyim diyeceğim. Ve yine, bu hevesle; "Guernica, yarın hemen Bask’a iade edilmelidir" sloganı atacağım.

Gerçi Picasso,İspanya barışa kavuşunca bu eserin Prado Müzesinde sergilenmesini vasiyet etmiş ama Picasso barış sonrası İspanya’sında bu kadar keskin sınırlar olabileceğini düşünememiş de olabilir ve aslında "Paella" Valencia’nın, "Flamenko" Sevilla’nın, "Krallık ve Kan" Madrid’in, "Antonio Taipei Barselona"’nın (bu örnekler de satırlarca çoğaltılabilir) ise "Guernica" içinse en fazla iddia Bask’ın Guernika-Lomo kasabasındır diye mırıldanmaya devam ediyorum.

Guernica ile başlayan siyah beyaz serüvenimizse; Reina Sofia Müzesi’nin bahçesinde yorgunlukla oturduğumuz ve kimsenin oturmadığı banklarda resmileşiyor. Bankın üzerinde "dikkat boyalıdır" yazılı olabileceğini kanaat getirdiğimiz ama ellerimiz ile kontrol etmemiz sonucu kurumuş kararı verdiğimiz yerden kalktığımızda ise beyaza boyanmış kotlarımız ile yola devam ediyoruz.



Ne girişi, ne çıkışı, ne de önerilen dolaşma güzergâhı belli olmayan ilk Madrid müzemiz bittiğinde ise; yürümeye devam ediyoruz.

Şehrin eski giriş kapısı olan Puerta de Alcala’yı, Banco de Espana ve Plaza de Cibeles’i de gördük diye işaretledikten sonra, Calle de Serrano'da boyanmış kotlarımız ile gezmek istemediğimiz için eve doğru yola koyuluyoruz. Puerto Del Sol Meydanı’na geldiğimizde inşaat ve karmaşa sebebi ile zar zor görebildiğimiz Madrid’in simgesi olan ayı heykeli ile ilgileniyoruz. Sonrasında Timeout’un İngilizce Madrid dergisini bulabilmek ümidi ile El Corte Inglés’in kitap dükkânına giriyoruz ve onlarca Masumiyet Müzesi kitabı ile karşılaşıyoruz. Orhan Pamuk’un İspanya’da çok önemsendiğini bir kez daha görüyoruz. Kitap bloğu ile fotoğraf çekmeye çalıştığımızda ise görevli tarafından engelleniyoruz.



Yorgun argın eve dönüp dinlenme kısmından sonra olanları Billur’un hatırlamaması çok olağan. Çünkü yine Fast Good’a gitmeyi deniyoruz ve yine kapalı olduğu için yakınında bulunan salaş bir restoranda yemek yiyip, bir Flâmenko kostümü almak için 500,00 € harcamamız gerektiğini ve alamayacağımızı tespit edip, üzülerek eve varıyoruz.



Günden Kalanlar/Notlar:

Zar zor almayı başarmış olduğum, en sevdiğim kotumla vedalaşmak gerekiyor.

Ve yine Guernica ile düzgün bir fotoğrafım yok.

Fast Good’da yemek yemeyi başarabilecek miyiz?

Evimizin tam karşısındaki evde oturan, iki gündür aynı iç çamaşırı ile dolaşan adamın başka bir kostümü var mı?

Ne güzel bir kitap Masumiyet Müzesi.

Prense üzüldüm, her Pazartesi, o araçla, o koku eşliğinde dolaşmak eminim çok yorucu ve rahatsız edicidir. Tahminen Porsche'unu en çok o gün özlüyordur.





Ve Madrid için bir şarkı değil, bir şiir bu sefer güne eşlik eden:

HAYIR UNUTULMAZSIN SEN, MADRİD

Hayır, unutulmazsın sen, Madrid,
Kanın, çektiklerin unutulamaz.
Soğuk bir rüzgâr savuruyor toz bulutlarını.
Şu kız neden koltuk değneğiyle yürüyor?
Gün ortasında neden yanıyor fenerler?
Kim görebilecek güneşin doğduğunu?
Karabançel niçin yaşıyor?
Şu beşik niye boş?
Şu anne daha ne kadar zaman anlamayacak, kucaklamayacak?

Göğe de var açılan bir kapı,
İstersen ona inan,
Ama yerdeki yırtık çamaşır parçasını görüyor musun?

Ya kana bulanmış toprağı?
Ve toplar bütün gece anlatıyorlar:
Uzağa kaçılamayacağını, ona bir yardım da edilemeyeceğini?

Güneşin boşuna doğduğunu,
Buraya ne denizlerin,
Ne gemilerin, ne trenlerin,
Ne de şu avare yıldızların erişebileceğini.

İlya Ehrenburg

Gülda

Hiç yorum yok:

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails