6 Kasım 2009 Cuma

Çocuk ve Kitap


Hamileliğimin ilk haftalarında anne karnındayken bebekle kurulan iletişimin çok önemli olduğunu, bebeklerin 11.haftadan itibaren dış dünyayla bağlantıya geçtiklerini okumuştum. Ben de 12. haftadan itibaren doğmamış bebeğime masal kitapları almış, bebekler için hazırlanmış müzik cd’leri toparlamıştım. Her gece yatmadan önce, yatakta rahat bir pozisyon alıp, cd koyup, masal kitabı okuyordum.

Henüz adının ne olacağını bilmediğimiz haftalarda bebeğim karnımda hareketlenmeye başlamıştı ve artık ona okuduğum masalları veya dinlettiğim müziği sevip sevmediğini ona soruyordum. “Sevdiysen karnıma vur” diyordum ve bekliyordum. Aradan birkaç dakika geçmeden içerden ilk işaret geliyordu; pat pat pat…

İşte bebeğimle kitap serüvenimiz bu şekilde başladı.

Şimdi 6,5 yaşında ve biz bugüne kadar neredeyse her akşam kitap okuma seansları düzenledik.

Dışarıda vakit geçiriyorsak en çok keyif aldığımız şey, mutlaka yolumuzdaki kitapçılara uğramak, kitapları koklayıp okşamak ve tabii kitap almaktır.

Bizim evde kitaplar oraya buraya atılmaz, özenle muhafaza edilir, yaprakları kıvrılıp koparılmaz, aralarına ayraçlar, post-itler konulur. Beğendiğimiz satırların altlarını çizeriz, küçük notlarımız olursa en arka sayfaya veya öndeki boş sayfaya kurşun kalemle not alırız.

29 Ekim öncesinde Emre –bebeğimin adı Emre- Şişli Belediye’sinin ilköğretim okulları arasında düzenlediği “Benim Renklerimle Cumhuriyet” konulu resim yarışmasına katılmak istedi.

Harika resim yapmıyor benim oğlum, hatta çöp adamı bile zor çiziyor. O sürrealist resimden anlayan bir çocuk. Şekilleri birbirine uydurup, renkleri öyle güzel harmanlıyor ki, küçük Miro’m diyorum ona bu yüzden.

Resim yapmayı seven bir anne olarak, ben de destekledim tabii oğlumu resim yarışmasına katılması konusunda.
Atatürk’ün Cumhuriyet yolunda Samsun’a çıkışını resmetmek istedi. Gökyüzünü bir Türk bayrağı ile örttü…

29 Ekim günü yarışmaya katılan resimler Profilo AVM’de sergilendi. Aynı gün yarışma sonuçları açıklandı ve tabii bize ödül yoktu.

Zaten ödüllerin sahipleri bulmasında da bir amaca hizmet vardı gibi geldi bana. Kazananların çoğu tek bir okuldan çıktı. Enteresan…

Ben zaten biliyordum kazanamayacağımızı, önemli olan yarışmaya katılmak istemesiydi.

Önceden onu olası sonuçlara alıştırmak için ne kadar dil döktüysem de ne yazık ki hüsrana uğradı.

Yarışma sonuçları açıklanmadan önce Profilo AVM’de bir de imza günü organize edilmişti. Yazar Süleyman Bulut çocuklar için kitaplarını imzalıyordu.

Üç tane kitabını aldık; “Büyük Atatürk’ten Küçük Öyküler” adlı derleme öykülerin oluştuğu iki kitap ile “Sarıtay”. Emre kitapları Süleyman Bulut’a imzalattı. Şimdi de elinden düşürmüyor. Kütüphanesinde Can Yayınları köşesi yapmış, tüm Can Yayınları kitaplarını orada toplamış J



Süleyman Bulut, ilkokuldayken öğretmen olmak istermiş. Ortaokulda pilot olmaya karar vermiş. Lise’de tiyatroya gönül vermiş. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okurken aslında onun kalbinde yatanın edebiyat olduğunu anlamış. İstanbul Radyosu’na çocuk oyunları yazmaya başlamış. İlk kitabı Kar Tanesi. Kendisini hâlâ Türkçe’nin ve harflerin öğrencisi olarak nitelendiriyormuş.





Çocuklar ile kitaplar arasında ölmez bir bağ kurmanın ilk koşulu, çocuğa model olmak diye düşünüyorum. Kitapların hayatı boyunca her anlarında eşsiz bir dost olacağını algılamaları ve kabul etmeleri yönünde de yol gösterici olmak yine biz ebeveynlerin görevi.

Günlerinizin kitapsız geçmemesi dileğiyle….

Peyman

2 yorum:

Gulda dedi ki...

Emre’yi anlamamak mümkün mü? Hepimiz ödül alma programına bağlı yaşıyoruz çoğunlukla. En bir şey olamazsak, sanki hiçbir şey değilmişiz gibi geliyor, yaş 6 ya da 37 fark etmiyor:) Annem de geçen ay bana, aynı senin Emre ile konuştuğun gibi dil döktü, önemli olan odur, budur dedi. Bense ona; ama ama, keşke keşke, o olsaydı, şu olsaydı diye mızıldandım. Annelerin hiç değişmez görevi çocuklarını avutmak sanırım:)

Süleyman Bulut’un son derece mütevazı bir beyefendi olduğunu düşünüyorum. O hâlâ kendisini harflerin öğrencisi olarak nitelendirsin, ben ise kendisini; kızdığında dahi kelimeleri son derece yerinde seçebilen, ne demek istediğin çok kısa, öz anlatabilen ve son derece zeki biri olduğunu izliyorum. Bir kelime cambazı olarak, hiç kırmadan, kızgınlığını dahi ifade edebiliyor. Belki de; bu öğrencilik ve en birinci olmama hali bu yetkinliği sağlıyordur. Belki de ondan hepimizin öğreneceği çok şey vardır.

Emre’yi bu kadar özenle yetiştirmene hayranlık duymamak ise mümkün değil. Anlattıklarından onun 6,5 yaşında değil de çok büyük biri olduğunu düşünüyorum.

Sevgilerimle

Peyman dedi ki...

Gülda'cım evet zaman zaman biz de Emre'nin sanki çocuk değil yetişkin biri olduğunu zannedip yanılıyoruz. Ona yaşından daha büyük muamele ederken buluyoruz kendimizi. O zaman da neden bize çocuk gibi davranarak karşılık verdiğini anlamıyoruz.

Biz daha önce Süleyman Bulut'un herhangi bir kitabını okumamıştık. Sarıtay'ı çok beğendik. Tam bölge ismi verilmemiş ama kışın evlerin karlar altında kaldığı bir doğu köyünde geçtiğini düşündüm. Atlar ile insanların dostluğunu, ama insanların çıkarları için gün gelip dost gördükleri atlara sırt çevirdiklerini anlatmış. Aslında bu sadece insanlarla-hayvanlar arasında olan bir ilişki değil, son yıllarda çoklukla insanların arasında zaten görmeye, duymaya alışık olduğumuz bir ilişki şekli.
Süleyman Bulut da bu ilişkiyi duygusal bir dilde anlatmış.

Son bir şey :) Annene "ama"larla "keşke"lerle mızıldanma. Ne söylüyorlarsa hepsi onların yaşadıkları tecrübelerin bir yansıması. Mutlaka bir bildikleri vardır. Üstelik de bazen çok rahatlatmıyorlar mı bizi? :)
Sevgiyle kal...

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails