18 Mart 2010 Perşembe

ESKİ TOPRAK - SAMİM KOCAGÖZ

Literatür Yayınları Samim Kocagöz’ün kitaplarını tekrar yayımlıyor ama anlaşılan Eski Toprak adlı romana sıra daha gelmemiş. Dolayısı ile Cem Yayınevi’nden çıkmış Eski Toprak adlı romanı; herhangi bir kitapçıda, Kitap Fuarı'nda, hatta Pandora Kitapevi’nde bulamadım. Cem Yayınevi’nin internet sitesinin ise acilen bakıma ihtiyacı var. Simurg Kitapevi’nin internet sitesine de bakmıştım. Stokta mevcut değildi. En son çare Simurg’u aradım, birkaç gün içinde kitaptan hem de iki tane bulup ayırdılar. Eğer bir kitap arıyorsanız ve bulamadı iseniz “Ne kitapsız, ne kedisiz olmaz” diyen Simurg’a uğramanızı öneririm.

—"İşini iyi yapan insanlarla çalışmaksa ne kadar güzel."




Kitabı elime alınca, sararmış sayfalarına, küçücük yazılarına bakarken, kitabın içinde bir gazete kupürü buldum. Üzerine kırmızı bir kalem ile Milliyet 30 Mayıs 89 yazılmıştı. Kültür – Sanat Sayfasından alınmış kupürde;

ORHAN KEMAL ÖDÜLÜ’NÜ ALAN KOCAGÖZ

. “Kardeşimden armağan”

Orhan Kemal Ödülü’nü “Eski Toprak” adlı romanıyla kazanan Samim Kocagöz, “Bunu kardeşimin bir armağanı olarak kabul ediyorum” dedi. Kocagöz’le İzmir’de uzun süredir hasta yattığı evinde görüştük. “Orhan Kemal benim 50 yıllık arkadaşım. Bu yaşımda bu ödülü kardeşimin bir armağanı olarak kabul ediyorum. Kendisi ile sık sık Yeditepe Yayınları’nda beraber olurduk, ben İzmir’e yerleşince de mektuplaşmaya başladık.”

“Son olarak şunu söylemek istiyorum. Ödülü aldığıma çok sevindim. Çok hastayım, ödülü almaya gidemeyeceğim. Oğullarımdan birini göndereceğim.” (Haber: Tülay Cengiz – İzmir) yazıyordu.

Aslında eski kitap almayı sevmiyorum, uzun süre kütüphanede durmuş bir kitabı da okuyamıyorum -o tozlu sayfalara alerjim var, sürekli hapşırıyorum ve aslında kitaplarımı saklamayıp başkalarına vermemin önemli sebeplerinden biri de bu- ama kitabın içinden çıkan bu kupür beni derinden etkiledi. Kitaba, Orhan Kemal Roman Ödülü almış kitapları okuma projemize hevesimi iyice arttırdı. Kitap, unutulmuş herhangi bir kitap olmaktan çıkıp canlandı. Yazarı çok tanıdığım, bildiğim bir yazara dönüştü, kitabın Sahibinin Sesi oradan cevap verdi.

Samim Kocagöz

“Selim İleri,17/10/2008 tarihinde Radikal Gazetesinde Samim Kocagöz’ün Kalpaklılar adlı kitabını tanıtırken; Samim Kocagöz hiçbir zaman ‘başrol’deki yazarlardan olmadı. Önemi üzerinde durulmadı Kocagöz’ün” diye başlamış yazısına. Selim İleri’nin böyle yazmış olması benim Samim Kocagöz’ü bilmeme cehaletimi azaltmaz ama yine de bir şekilde içime su serpti. Ayrıca artık Samim Kocagöz’ü tanıyorum, tüm kitaplarını da okumaya kararlıyım.





Google'da yaptığım aramalar sonucu Samim Kocagöz’le ilgili oldukça fazla bilgiye ulaştım. Utancım daha da arttı.

Samim Kocagöz 1919 yılında Aydın’ın Söke ilçesinde doğdu.
–Doğum yeri, muhteşem köy tasvirlerine nereden ilham aldığını açıklıyor.- İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü′nü bitirdikten sonra, 1942′de Lozan Üniversitesi'nde Sanat Tarihi öğrenimi gördü. Birçok dergide hikâyeleri yayımlandı. Bir yandan çiftçilik yaparken bir yandan da İzmir Devlet Konservatuarı’nda Tiyatro Tarihi ve Edebiyat dersleri verdi.

Eserleri:


Romanları


İkinci Dünya (1938),
Bir Şehrin İki Kapısı (1948),
Eski Tüfek
Yılan Hikayesi (1954),
Onbinlerin Dönüşü (1957),
Kalpaklılar (1962),
Doludizgin (1963),
Bir Karış Toprak (1964),
Bir Çift Öküz (1970),
İzmir′in İçinde (1973),
Tartışma (1974),
Mor Ötesi (1986), (1987 Ferid Oğuz Bayır Sanat Ödülü)
Eski Toprak (1988), (1989 Orhan Kemal Roman Ödülü)

Eserlerinden bazıları Almanca, Rusça, Fransızca ve Bulgarca′ya çevrildi.

Çocuk Kitapları:

Nasrettin Hoca (1970)

Hikâye Kitapları:


Telli Kavak (1941),
Sığınak (1946),
Sam Amca (1952), (Yeni İstanbul gazetesinin New York Herald Tribune gazetesiyle ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikâye Yarışması Türkiye birinciliği)
Cihan Şoförü (1954),
Ahmet′in Kuzuları (1958),
Yolun Üstündeki Kaya (1964),
Yağmurdaki Kız (1967), (1968 Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü)
Alandaki Delikanlı (1978), (1979 Lions Kulübü Hikâye Ödülü)
Koca Tülü (1982),
Gecenin Soluğu (1985)
Bütün Öyküleri (1991)

Deneme/İnceleme/Eleştiri:


Zar Kanat (1981),
Roman ve Yazarlık Onuru (1983)

Tiyatro Oyunu:

Islak Ekmek (2006-2007 tiyatro sezonunda İzmir Devlet Tiyatrosu, yazarın hemen hiç bilinemeyen "Islak Ekmek" adlı oyununu repertuvarına aldı.)

Günce/Anı/Gezi:

Bu da Geçti Yahu (1990)

Anılarını yazmakta zorlanmış olan Kocagöz; Bu da Geçti Yahu’nun ardından verdiği röportajı okumanızı tavsiye ederim:

"Anılarımı yazmak çok zoruma gitti; sanki vasiyetnamemi yazıyorum”

5 Eylül 1993′te yaşamını yitiren Samim Kocagöz’ün adına Karşıyaka İzmir’de bir park ve bir Öykü Ödülü bulunuyor. Söke’de yayımlanan Beşparmak Dergisi her yıl Samim Kocagöz’ün anısına bu yarışmayı düzenliyor.

Beşparmak Dergisi’nin bir internet sitesi henüz yok. Ancak Genel Yayın Yönetmeni Sn. Talat Avcı çok ilgili ve heyecanla işine sahip çıkan bir kişi. Bana da Beşparmak Dergisini ve Samim Kocagöz Öykü Ödülü ile ilgili bilgileri yollamaya söz verdi. Bilgiler geldiğinde o da bir başka yazının konusu olacak sanırım.

Posted by Picasa


Eski Toprak:

Samim Kocagöz’ün 27 Mayıs 1989 tarihinde Orhan Kemal Roman Ödülünü kazandığı "Eski Toprak" adlı eseri, belgesel bir roman olarak nitelendirilebilir.

Yaşadığı devrin tanıklığını yapan, toplumsal gerçekçilik akımının izlerini taşıyan işaretleri ile Cumhuriyet tarihi, Eski Toprak bir aydın ve çevresinde Anadolu’nun batısının güneyinde bir köyden anlatılıyor. Romanın kahramanın hatıraları ile Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden 1971’e kadar olan dönem ve 12 Mart’a nasıl gelindiğinin hesabı veriliyor.

15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişi ile 22 Mayıs 1971'de İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Elrom’un kaçırılmasının ardından 1. Ordu Komutanlığının 19 numaralı bildirisine kadar, nerede ise bir yıllık süreçte Cumhuriyet’in tüm tarihi, romanın başkahramanı Kemal Çığ tarafından anlatılıyor. Kemal Çığ tarihin ta kendisi. Hatta Kemal Çığ tarihi bu kadar iyi bilmekle de kalmıyor, geçmişte olanların o güne etkilerini araştırma, çözme ve yorumlama hususlarında da çok yetkin biri olarak okura öğretmeye çalışıyor. Tarihi yargılamıyor ancak her bir olayda tarihe dönüp bakmak gerektiğine işaret ediyor.

Romanın kahramanı Kemal Çığ, paşa dedesinin ve babasının sayesinde hayata oldukça kolay bir şekilde başlamış. Yedi yaşında bir Fransız dadı sayesinde Fransızca öğrenmiş, Bebek’teki Amerikan okuluna gitmiş. Türk musikisinin nerede ise tüm isimlerini biliyor. Babası ve dedesi onun da kendileri gibi Vali olmasını isterken, itirazlara aldırmayıp 1918 yılında Almanya’ya tıp tahsili yapmak için gitmiş. Bu sayede Almancası epey ilerlemiş. Almanya’da Osmanlı Devletini savaş sokan ve Almanya’ya kaçan İttihatçıların önde gelenlerinden Talat Paşa, Enver Paşa ile de tanışmış. Anadolu’dan Mustafa Kemal Paşa’nın eylemlerini duyunca sevinçten deli divane olmuş.

Almanya serüveni boyunca Rosa Luxemburg’un, Marksist düşüncenin önde gelen savunucularından Karl Liebknecht’in ardından koşmuş. Tıp fakültesini bitirip geri döndüğünde asker doktor olarak (ihtiyat zabiti) Sakarya Savaşına yetişmiş.

1925 yılında Türkiye Kominist Partinin ikinci kongresine katılmış, Şefik Hüsnü ile tanışmış. Kongreden hemen sonra diğerleri ile beraber tutuklanmış.

Kemal Çığ 1920 ler de olanlar ile 1970 lerde yaşananlar arasında çok büyük farklılıklar olduğunu anlatmayı ihmal etmemiş:

“Bakın çocuklar, siz o dönemi elbette bilmezsiniz… O dönem, katı bir dönem değildi. Mustafa Kemal Paşa, hoşgörü sahibi bir liderdi. Bana iş verdiler, Sadrettin Celâl’e iş verdiler Darülfünunda. Sadrettin Partiden ayrıldığı için profesörlüğe değin yürüdü, yükseldi. ..

Daha daha düşünün ki Nâzım Hikmet’in şiirleri rahatça yayınlanıyor, oyunları İstanbul Şehir Tiyatrosunda oynanıyordu.” (s.78)


Ancak 1938 yılında Mustafa Kemal Paşa’yı yitirince yasalar da, bürokrasi de sertleşmiş.

“İşte bundan sonra Kemal Paşa’nın kavgaya, savaşa başlarken ettiği, ‘Bizi mahvetmek, yok etmek isteyen kapitalizmin emperyalizmi karşısındayız! Buna karşı savaşıyoruz!’ sözleri unutuluverdi.” (s.79)

Kemal Çığ, Tıp Tarihi tahsili de görmüş. Bir ömür ilerici-devrimci hareketin içinde yer almış, üç dilde birçok kitabı Türkçeye çevirmiş, çok kere hapse girip çıkmış. Para sorunu olmadığı gibi, para ile işi de olmamış. Ancak tarihsel olguları, günün olaylarını incelerken, bunlara Marksist açıdan bakmanın aynı zamanda ekonomik açıdan bakmak demek olduğu konusunda da ısrarlı.

Kentten Köye Göç

Eşi Ayşe Hanım’ın emekli olması ile eşi Ayşe Hanım’ın köyüne yerleşirler. Ayşe Hanım’ın kız kardeşi Zeynep Karaovalı; dededen-babadan kalma köyün kıyısında bir bahçenin içindeki evde yaşamaktadır. Köylüye; sebze, meyve, bal üreticilerini bir araya getirip kooperatif kurmalarına ön ayak olmuş, köye otuz yıl hizmet etmiş, tüm köylünün sevgi saygısını kazanmış eşi Recep Karaovalı ölünce iyice yalnız kaldığı için, onun ısrarlarına karşı çıkamazlar.


Köy de köy değil, bir cennet:

Memlekete nam salmış balı, denizinin yedi renk mavisi, çamının yeşili, güneşinin parıltısı, yıllar önce yerleşik olmuş Türkmenleri, bereketli topraklarında kök salan sebze, meyvesi.

Turist kefereleri de iyi para bırakıyor…

Yaşayanları bir yolunu bulup birbiri ile uzlaşmayı da başarmış. Anadolu’nun batısının güneyinde zengin, mutlu, huzurlular. Köy halkı dışarıdan gelene mesafeli ve temkinli yaklaşsa da; kendileri de yıllarca dışlanmış oldukları için daha anlayışlı. Köy halkının büyük bir kısmı yıllar önce yerleşik olmaya zorlanmış Türkmen Alevilerinden oluşuyor. Dedeleri, dağlarda tahta biçip, ağaç kestiğinden adları Tahtacıya çıkmış.

“Bu adı da bize küfür edecekleri zaman söylerler.” (s.12)

Okumuşluğa değer veriyor, onlara kötülük etmeyene hiç kötülük yapmıyorlar. Köyün dedi-kodusu da çok ancak biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz’in ötesine geçmiyor. Osmanlı’nın zulmünü hâlâ unutamamışlar:

“Bunu baştan söylesene Kemal Bey! Bizim yedi ceddimiz sülâlemiz bile, Osmanlı dedin mi, bir kez durur düşünür…” (s.10)

...

“Yahu siz Osmanlı Sünniler bize az mı eza cefa çektirdiniz? Astınız, kestiniz, sürdünüz… İlle göçebelikten yerleşik düzene geçeceksiniz diyerekten üstümüze vardınız…”

-E... şimdi oturup bu geçmişin kavgasını mı edeceğiz?” diye sordu Arif

Geçmişi kavgasını etmeden, şimdi, barış yolunu bulamayız. Osmanlı, bugünü Osmanlı kafasındaki kalıntılar hâlâ bizimle, bizlerle uğraşmakta. Tarih boyunca Osmanlılar bize, akılsız Türkler, Türkmenler, Yörükler diye çatmış, küçümsemişler. Bugün de çıkın şuradan çarşıya, bir ağız arayın, ‘bırak şu Tahtacıları, Kızılbaşları!’ diyerekten omuz silkerler. Hani Osmanlı’nın küçümsediği gibi…” (s.213-214)


Kemal Çığ, aynı bahçeyi paylaştığı Necip Kaptan ile dertleşmektedir. Bir yandan ülkenin sorunlarını da anlatırken, bir duvara konuştuğunu düşündüğü de olur. Ancak günler ilerledikçe kendisi de Necip Kaptan’dan çok şey öğrenecektir.

Alevi olan Necip Kaptan’ın asıl ismi Hasan’dır. Ancak denizlerde bu isim onu zorlamış olacak ki Necip takma adını kullanır. Oğlu Ali’nin yabancı bir kızla evlenmesine karşıdır. Köyden sürülüp, çıkarılacağından endişe duyar.

“Yok canım.. kız Türk de olsa, bizden değilse olmaz!” (s.58)

Kemal Çığ, mezhep ayrılıklarının unutulduğundan söz etse de Necip Kaptan direnir, ancak bir yandan da uzlaşmak, barışıklılık istemektedir.

Necip Reis cahil biri gibi görünse de; Kemal Çığ’a çok önemli bir nasihat verir:

“Bak Kemal Bey kardaşım, değil mi açıldık birbirimize konuşuyoruz, zinhar bizim bu köylünün, dinine mezhebine de karışılmayacak. Sakın camiye gitmemeleri, namaz filan kılmamaları, İmam Efendiyle şakalaşması kimseyi aldatmasın. Yıllardan beri dedi-kodu, söz edilir ya hani Bolşevikler dinsizdir, imansızdır, Allahsızdır falan filan diye… Sünniysen Sünni, Alevi isen canı gönülden Alevi olduğunu göstereceksin. Koministsen, Bolşeviksen, ki hep kulağıma yıllardır gelir bu sözler… Koministliğin içine, neyse, Bolşevikliğin içine de dini, mezhebi katmazsan toptan yenik düşersin.” (s.190)



“Ha şu herifler gibi silahla köyü basmışsın, milletin kanını beynine çıkartmışsın; ha yüzyıllardır yüreğinin içine işlemiş inançlarına karşı çıkmışsın. İnsan dedeye, ataya bağlıdır doğuştan. Silahla öldür, kafası değişmez.” (s.191)

Necip Reis 1970 de bu nasihati vermişken anlaşılan Türk aydını ve solu hâlâ bunu dinlememekte ısrar ediyor. Kimin astırdığı tartışmalı “Gökçek Gidecek Sol Gelecek” afişinin Melih Gökçek’e ne kadar yarar sağladığı da 2009 Belediye Seçim sonuçlarına bakarak anlaşılabilirken, isterseniz hâlâ nerede yanlış yapıldığını tartışmaya ve ülkenin temel toplumsal değerlerini görmezden gelmeye devam edelim.

Kemal Çığ’a bir tavsiye de avukatından gelir:

Avukat Nazmi mektubunda:

“Artık o güzel köyde huzuru kalp ile çalışabilirsiniz. Haddim olmayarak ve avukatınız olarak bir öneride bulunacağım. Başımızın yeniden derde girmemesi için yeni çevirilerinizde elden geldiğince, komünizm sözcüğü yerine (sosyalizm) sözcüğünü kullanınız. Biliyorum, arada çok büyük kavram ve anlam farkı var ama, demek isteneni tümcelerin anlamına yükleyebilirsiniz. Hani kızım sana söylüyorum… gibisine. Zor iş ama çaresi yok: 141., 142. maddeler daima göz önünde tutulup, rehber edinile (!)” (s.45)

Bu tavsiyeler şimdi için de geçerli. TCK’nın 141., 142. maddeleri hâlâ gündemin değişmezleri arasında…

Neyse, ben köye döneyim:

Köyün imamı biraz küskündür, öyle ki, öğle ezanını dâhi zaman zaman okumamaktadır. Okusa da camiye giden gelen yok diye hayıflanır. Muhtar, köylünün iyice işe sarıldığı bu sıralarda, "milleti işinden gücünden alıkoyup beş vakit namaz kıldırmak da günahtır" derken, Metin Komutan, buna karışmak istemez. “Cumhuriyetimiz laiktir. İsteyen namazını evinde kılar, isteyen bahçesinde bir ağacın altıda kılar.. isteyen camide kılar. İsteyen de hiç kılmaz. Sen beni Osmanlı zaptiyesi mi sandın?” (s.25) diyerek Hoca ile şakalaşmaya devam eder. Ama ne bir kin, ne bir korkutma ne de gözle görülür bir baskı yoktur köyde.

Karakol Komutanı Astsubay Metin ise; romanın önemli kahramanlarından biridir. Cumhuriyetin yılmaz bir bekçisi olarak dirlik ve düzeni korumakla yükümlüdür, ancak o da tıpkı Kemal Çığ gibi halktan kopuktur ya da mesafesini korumaya özen gösterir.

“Üniforması tertemiz, sinekkaydı tıraşı, kaytan bıyıklariyle tendürst bir delikanlıydı. Her zaman yüzünde bir gülümseme vardı, ne ki gözlerindeki herkesi küçümseme pırıltıları, Muhtarın her zaman canını sıkar, sinirine dokunurdu; ‘Köyün Komutanı ya.. gençlik.. toyluk.. kasılacak!’ diye düşünür, bağışlardı.” (s.16)

Köyün Muhtarı Hasan Efendi için, okuduğum içinde köy ve muhtar geçen tüm romanlar arasında; karşıma çıkan, en okumuş, en aydın muhtardır diyebilirim. Bunu da Ayşe ve Zeynep Hanım’ın babaları Salih Hoca’ya borçludur.

Salih Hoca İstanbul’da medreselerde okumuş, Seferberlik süresince, Yemen çöllerinde orduya Tabur İmamlığı yapmış sonra babası ve dedesinin de köyü olan bu köye yerleşmiş aydın bir kişi imiş. Kemal Paşa’nın emri böyle diyerek, tüm dedi-koduya, itirazlara rağmen kız ve erkek çocukları bir arada okutmayı başarmış, köyün çocuklarına hem eski hem de yeni harfleri öğretmiştir.

Romanda eski harf yeni harf konusu da Kemal Çığ’ın İsmet Paşa’ya da sitem edip, eleştirdiği bir kısım olarak yer almış ki bu kısmı okumak, o dönemi yaşamış kişilerin bir başka çelişkisini de göz önüne serer nitelikte idi:

“Okumadan yazdıklarına şöyle bir baktı : ‘Arap harfleriyle inci gibi yazı yazıyorum..’ diye düşündü, gülümsedi. Yazılarını, çevirilerini önce eski harflerle yazar, sonra yazı makinesiyle yeni harflere çevirir, temiz ederdi. ‘Yalnız bu konuda devrimci olamadık.. alışkanlıklar, adamın yüreğine, bilinçaltına işliyor…’ diye düşüncesini sürdürdü; ‘İsmet Paşa bizden devrimciymiş… Harf devriminden sonra bir tek sözcüğü Arap harfleriyle yazmamış derler... doğrudur. Keşke özel yazılarını eski harflerle yazıp bizim gibi devrimci olabilseydi…’” (s.51)

Romanın ilk atmış sayfasını bitirdiğimde tüm romanın Kemal Çığ’ın Necip Kaptan’a ülke sorunları ve yakın tarihi anlatarak devam edeceğinden endişe duydum. Böyle de olurdu olmasına da, o zaman bu roman olmazdı.

Neyse ki köye Kemal Çığ’ın yılardır görmediği bir arkadaşı çıkagelir. Faik Çivici’nin gelişi Kemal Çığ’ı mutlu eder. Çünkü Kemal Çığ eline günler sonra geçen gazeteler, radyodan dinlediği haberler, avukatının yazdığı mektuplar haricinde ülkede neler olup bittiğini öğrenememektedir. Herkes onun etliye sütlüye karışmadan bir emeklilik hayatı sürmesini istemektedir. Bu eski mapushane arkadaşı ile konuşacağı çok şey vardır.

Ancak, Faik Çivici güzel haberlerle gelmemiştir. Her ne kadar Meclis’e milletvekili sokan bir partileri (TİP) olmuş olsa bile parti içinde süre gelen kavga ve uzlaşmazlıklar, parti dışına hatta gençlere bile sıçramıştır; bölüm, bölüm bölünmeler başlamıştır.

Faik Çivici yanında, eylemci olmaları sebebi ile İstanbul’dan uzaklaşmak zorunda kalmış beş genç misafir daha getirmiştir ki bu da beni çok mutlu etti. Faik Çivici’nin Teknik Üniversite’de okuyan oğlu Bekir, çiçeği burnunda Doktor Niyazi, tıp fakültesi öğrencisi ve Niyazi’nin de eşi olan Fatma, sonbahara eczacı olacak Nurcan romana bir gençlik, bir değişim kattı.

Kemal Çığ, gençlerin mücadeleye olan inancını, iyimserliğini gördükçe heyecanlanır. Belki yeni kuşak, daha iyi bir geleceği yaratabilir...

“İyimser olmazsak, düş görmesek kavgayı nasıl yürüteceğiz.” (s.74)

Romanın bundan sonraki bölümü solun kuşak farkının da yarattığı çelişkilere yelken açtı. Bunu da, Necip Reis’in oğlu Ali’nin önce teknesi, sonra da yatında sürdürdü… Romanın devamında hepinizin tahmin edeceği gibi; biraz aşk, biraz endişe, çokça da sorgulama ile oldukça sürükler bir halde sonlandı. Bilhassa, Turancılık ülküsüne bağlı gençler yetiştirebilmek için kamp kuran, açıktan açığa örgütlenen bir grubun köyü basması ve tüm köyün birlik olup, köyü korumalarını anlattığı bölüm hem heyecan yüklü hem de devrin en önemli sorunlarından birinin nasıl şekillendiğini ve kök saldığını açıklar nitelikte idi.

Kemal Çığ için de bu köy çok eğitici olur. Hem kendine hem de solcu çevresine daha objektif bir gözle bakar. (İzmir’e gidip eski arkadaşları ile buluştuğunda partinin ileri gelenlerinden Necdet Yalınok kendisini Menşevik olmakla suçlar ve Kemal Çığ’ı çok kırar. Bu dönem aynı zamanda TİP’nde görüş ayrılıklarının çok artmış olduğu bir dönemdir.)

“Yine bilirsin, ben, her fikri tartışmaya yakınım; bilime inanırım, tartışma bilim sınırları içinde kalırsa. Ama tartışıyorum diyerekten bir dost bildiğin kalkar sana hakaret ederse, selamı sabahı kesmek zorunda kalırsın. Hele hele halktan yanayım deyip de halka ters düşenlere, yaşlandıkça dayanamaz oldum. Zaten şu köye geldiğimizden beri iyice anladım, kafama dank etti ki ne biz, halkı görmüş anlamışız, ne de halkımız bizim farkımıza varmış…” (s.172)

Romanı oldukça refah, mutluluk dolu ve kapalı bir köyden, aslında o süreçte neler olup bittiğine bakmak gibi özetleyebilirim. Ama Kemal Çığ biz geçmişini unutmuş, hiç öğrenmemiş ve öğrenmeye de niyeti olmayan bir kuşağa çok şey anlatıyor. Bu romanın nerede ise her cümlesi okura, tarihi sunuyor. Her paragraf bittiğinde, Kemal Çığ şu an yaşıyor olsa idi; bu olanları nasıl yorumlardı hissini ardından getiriyor.

Anlayacağınız Samim Kocagöz ve Eski Toprak ile yazmak istediklerim bu kadarla bitmiyor. Bir Eski Toprağın Gözünden Yakın Tarih adlı araştırmamı sindirir sindirmez, yazacağım. Sonra da Yakın Tarih konulu sınav yapacağım...

Ayşe Çığ "Söylev’i de okuyup, iyi anlamak gerek" diyor. Kısacası Çığ ailesinden daha öğrenilecek çok şey var.

Kitaptan bazı notlar:

Çampürü: Kelimenin gelişinden ne olduğunu anlamakla beraber ilk defa duydum ve anlamını bulamadım.

Tepeden aşağı, kuru çampürülerin üstünde kaymadan, düşmeden yürümeye çalışıyordu? (s.1 satır 1)

Siperisaika: Yıldırımsavar, yıldırımkıran, yıldırımlık, paratoner

Ayşe, unutmıyalım da -yazar konuşma dilini romanda sıkça kullanmış- sözlüğe bakalım; şu siperisaika sözcüğüne Türkçe bir karşılık bulunmuş mu?” (s.30)

İki nokta işaretinin kullanımı hakkında: -Yazı boyunca yer verdiğim tüm alıntılarda kitapta yazıldığı şeklini korumaya özen gösterdim.-

Bildiğimiz iki nokta: Tüm kitap boyunca kelime boşluk : boşluk kelime şeklinde kullanılmasına şaşırdığımı söylemeliyim. Ancak sadece bu işaret bu şekilde kullanılmış. Yayınevi ya da yazar iki noktaya yeni bir kelime gibi bakmış.

Yeni iki nokta (yan yana): Kitapta yaygın bir kullanımı vardı. Cümlenin içinde; bilhassa konuşma cümlelerinde kullanılmış.

(İki nokta yan yana olmadığı için, iki nokta üst üste demek yanlıştır diye öğretilmişti. Anlaşılan iki nokta yan yana varmış..)

“Muhtar Emmim, canın biraz sıkkın görünüyor.. suratın asık…” (s.16)

“Yemekler hazır.. getireyim…”
(s.29)

“Bakın işte bu şarkıyı severim… Hacı Arif Bey’indir.. güftesi de Hikmet Bey’in olacak…” (s.30)

Dedi-kodu: Kitap boyunca dedikodu bu şekilde yazılmıştı. (s.14)

Tendürst: (tendürüst) Dinç, sağlam

Kefere: Müslüman olmayan, kâfir.

Babam bunu kefereyi fecere olarak bir sövgü/övgü sözü olarak çok sık kullanıp ironi yaratır. Annemde hepimizle dalga geçer: "Kefereyi fecere için kerahat vakti hiç bitmiyor."

"Bunlar turist keferesi...” (s.36)

Tahdelbahir: Denizatı

"Vurgun yememek için dalmanın da hele çıkmanın da ayrı bir yöntemi vardır. Bana süngerci arkadaşlar (Tahdelbahir) adını takmışlardı." (s.34)

(Bu arada, Necip Reis’in büyük oğlu Turgut kendisi gibi denizci imiş. Ona da "denizatı" derlermiş. Yazar burada yaşlı/genç, eski Türkçe/yeni Türkçe ayrımını da çok güzel vermiş.)

Necip: Soyu temiz, cömert

Hasan Kaptan'ın kendisine Necip ismini seçerek, bir ima/serzeniş yaratmış olabilir diye düşünüyorum.

Ağmak: Yükselmek, yukarı çıkmak

"Kemal Çığ’ın gözleri, batıya ağmaya başlayan, denizi pembeliklere boğan güneşe dalmış gitmişti..." (s.41)


Müderris Muavini: Doçent

“Sen de bu sıralar 1925 tutuklamasından bir yılda ucuz kurtulup Darülfünunda Müderris Muavini olmuştun.” (s.49)

1 yorum:

billur dedi ki...

Sevgili Gülda;

Yazın gerçekten güzel olmuş, yanlış anlaşılmasın körler sağırlar birbirini ağırlar durumu değil bu yazdığım.

Senin köy pek güzelmiş, ben Adana'da sıcaklarda tarlada çalışmaktayım ve hayatımda hiçbir şey yok. Ahırda yatıp, hayvanların altına her defi hacet sırasında teneke sürmek de cabası!

Şu Atatürk'ten önce Atatürk'ten sonra konusunu da iyi çalışmak gerekiyor. Eh önümüzdeki ay Dinamo I başlasın derim.

Şu Çampürü kelimesi de scrabble'da ü harflerini harcamak için idela ama bileşik kelime olarak nitelendirilebilir ve kavga çıkar mı acaba?

Şimdi ben sınav için çalışmaya başlayacağım.

Sevgiler
Billur

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails