5 Mart 2010 Cuma

ÖLÜMÜ BEKLEYEN KENT - YILDIRIM KESKİN

1997 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü, Yıldırım Keskin’in 1996 yılında yayımlanmış Ölümü Bekleyen Kent adlı romanına verilmiş. Roman, Bilgi Yayınevi’nden çıkmış. Kitapta Yıldırım Keskin’in diğer eserleri haricinde kendisi hakkında hiçbir bilgi verilmemiş. Her halde 1996 yılında Yıldırım Keskin çok tanınan bir yazar olmalı ki, buna gerek duyulmamış. Yoksa 1995 yılında Dünya Gazetesi tarafından “En İyi Yayınevi” ödülü almış bir yayınevinin bunu yapmama sebebi ne olabilir ki?



"Özensizlik, baştan savmacılık, kitabın 14 yıl sonra dahi okunabileceğine ihtimal vermeme, dönemin modası…”

Dönemin modası demeyi tercih ediyorum, çünkü birkaç gün önce; bulamadığımız Orhan Kemal Roman ödülü almış romanlar, çeşitli sahaflardan toplanarak elimize ulaştı. Onları incelerken, mesela, Ayrıntı Yayınevi bile; Bir Yaz Mevsimi Romansı adlı kitapta, yazarı Demir Özlü’nün hayatı hakkında hiç bilgi vermemiş.

Ben, Yıldırım Keskin’i de daha önce hiç okumamıştım. Orhan Kemal Roman Ödülü seçici kurulunda olduğunu da bu proje ile öğrendim. Ve Ölümü Bekleyen Kent’i okurken aynı zamanda yazarını da araştırdım, etkileyici bir özgeçmiş ile karşılaştım:

Bilgi Yayınevinin internet sitesinde anlatıldığı kadarı ile 1932'de Erzincan'da doğan Yıldırım Keskin, Galatasaray Lisesi ve Lozan Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. İlk yazısı 1946'da yayımlanan Keskin, çeşitli günlük gazetelerle yazın dergilerine öykü ve makaleler yazdı. İlk romanı Bir Gecenin Beyliği 1957'de yayımlandı. Oyun yazarlığı da yapan Keskin'in beş oyunu yurtiçinde ve dışında sahnelendi. Bu oyunlarından Aklı Başında Bir Adam ile 1983'de Korent Tiyatro Festivali Ödülünü aldı. 1978'de Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürlüğü yapan Keskin, Sofya, Brasilia Lizbon ve Brüksel büyükelçiliklerinde bulundu, Başbakanlık danışmanlığı da yaptı.



Yıldırım Keskin’i araştırmaya devam ederken, yazdığı oyunları baktım. Hiçbirini izlememiş olduğum altı oyunu varmış: İlk oyunu Uzaktakiler’i Fransızca olarak yazmış (1960). İnsansızlar (1962), Soruşturma (1964), Tut ki Öleceksin (1974), Aklı Başında Bir Adam (1979) ve Çiçek Sepetli Genç Kız (1992) ile zamanında epey başarı kazanmış. Bilgi Yayınevi’nin oyun sayısını 5 olarak yazmasına da bir anlam veremedim… Hangisini yok sayıyorlar acaba?

"Özensizlik, baştan savmacılık, sitelerini sürekli güncellememe… Kısaca, internetten bulduğumuz her bilginin doğru olduğuna inanmamalıyız."

Albert Camus’nün, Sartre’ın birçok eserini de Türkçe’ye çevirmiş ve bununla da yetinmemiş. Camus’nün "Le Malentendu" (Yanlış Anlaşılma/ Anlaşmazlık) adlı oyununu Lozan Üniversite Tiyatrosu'nda sahneye koymuş ve çok iyi eleştiriler almış. Bu oyun ile Fransa’ya davet edilmiş.



2008 yılında tiyatro tutkusu ile yazmış olduğu Tiyatronun İlkeleri adlı kitabında, kendi Tiyatro deneyimlerini paylaşmış. Bu kitabın tiyatro oyuncuları, yazar ve yönetmenleri için, kaynak niteliğinde olduğu söylenmektedir.



Edebiyat ve diplomasi anılarını: Avrupa Yollarında Türkiye (2002) ve Zaman Akarken (2005) adlı kitaplarında toplamış. Devletin önemli kademelerinde yaptığı görevlerle, Türkiye’nin karanlık ve çalkantılı döneminde diplomat olarak sorumluluklarını yerine getirmiş, bir yazar olarak da tanıklığını kaleme almış.

Tanıklıklarından birinin romanı da;

Ölümü Bekleyen Kent


Kentler:

Kitabın arka kapağında: "Romanda sözü edilen kent her birimizin yaşadığı kent, olaylar her gün tanık olduğumuz olaylar olabilir" yazıyor yazsa bile romanın daha ilk sayfalarında hikayenin12 Eylül öncesi döneminde Ankara’da geçtiği dikkat çekiyor.

Yazar romanın geçtiği kenti ya da zamanı hakkında net bir bilgi vermemeye özen gösterirken bir yandan da bir tiyatro eserini sahneye koyarmışçasına özenle mekânı/şehri ve tasvir etmiş.

Kentin üzerine kurşun renkli yoğun bir bulut oturmuş. Bu bulutu iyi tanıyor. Anadolu’nun ortasında, irili ufaklı üç tepenin arasında, daracık bir çukura yerleşmiş olan bu kentin üzerine kış aylarında karabasan gibi çöker… Kenti yoğun bir is kokusu kaplar; belli belirsiz kömür tanecikleri havada uçuşur; nefes almak güçleşir ve bir gün hiç nefes alınamayacağı korkusu insanın içine yerleşir. (sy.7)

Eskiden bize Ankara’dan sıklıkla misafirlerimiz gelirdi. Yazlığın orada da ailemin ahbabı Ankaralı komşularımız her zaman bir yolunu bulup Ankara’yı şikâyet ederlerdi. Hava kirliliği, orada nefes dahi alamadıkları, tüm bir kış boyunca İzmir’e gelmeyi bekledikleri, emekli olsalar bir dakika bile orada durmayacakları gibi uzun uzun konuşurlardı. Epeydir Ankara ve hava kirliliği hakkında bir şey duymuyorum. Ancak ne zaman kışın İzmir’e gitsem, hava kirliliği, iyice azalan ağaçları, kenti saran isi gördükçe, acaba “İzmir eskinin Ankara’sına mı dönüşüyor?” diye düşünüyorum.

Yıldırım Keskin, romanın geçtiği kentin Ankara olduğuna dair başka ipuçları da vermiş. Anadolu’da başka hangi ilde Büyükelçilik binaları var? Romanımızın kahramanı Orhan, devletin üst düzey bir kamu kuruluşunun – romanın ilerleyen sayfalarında, bu kamu kuruluşunun kültür işleri ile ilgili olduğunu ve "Sn. Yıldırım Keskin’in de Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürlüğü yaptığını" belirtmek isterim- genel müdürü. Ayrıca romanın kahramanı bunaldıkça İstanbul’a gidiyor ve güneyde bir sahil kasabasının özlemini duyuyor.

İstanbul, Orhan için bir kaçış noktası, bir sığınak. Artık İstanbul yolculukları, Ankara’ya gitmenin en güzel yanı İstanbul’a dönmektir diyen Yahya Kemal Beyatlı gibi tutku ve keyif dolu değil. Orhan'un İstanbul’u;

“Bu İstanbul, nedir biliyor musun? Bu, İstanbul, yaşlanmamış lüks orospuluktan, zilli sokak orospuluğuna düşmüş bir orta malıdır." (sy.127)

İstanbul’u pis, çamurlu, karmakarışık buluyor. Geçmişinin İstanbul’unun izlerinin birer birer silindiğini gözlemliyor. Annesine sığınmayı deniyor. Ancak ölümlerin, yoklukların ve yaşadıkları dönemin dehşeti tüm güzelliklerin önüne geçiyor. Artan nüfus, artan kirlilik, artan şiddet ülkenin tüm kentlerini birer birer ele geçiriyor.

Terör tüm dehşeti ile kol geziyor. İnsanlar, sokak ortasında birbirini öldürüyor. Kimse kimseye güvenmiyor, parası ya da durumu iyi olanlar ülkeyi terk etmenin yollarını arıyor…

Arkadaşı Süha’nın ailesi ile İsviçre’ye kaçtığını öğrenince; kirli, zehirli, isli olmayan lapa lap kar yağan Quchy’yi düşlüyor. “Sokaklarında gece gündüz silah patlamaz bu ülkenin, evlerin kapılarında teröristler beklemez ve sokakta yürürken bir ayağınızı kanalizasyon çukurunun içinde bulamazsınız…Yeryüzünde, insanların, doğanın ve kentlerin saldırıya uğramadığı yerler de var” (sy.111) diyerek kendisine yapay bir cennet arıyor.

Mine’nin Roma’da geçirdiği günleri anlatması sonucu “yeşil gözleri, güneşe bakınca kızıla çalan bir İtalyan" olmak istiyor.

Yıldırım Keskin’in ülkesinin kentleri sadece ölümü bekliyor.

Ölüm:

Romanın kahramanı Orhan kırk sekiz yaşında, hiç evlenmemiş, tek başına yaşayan biri. İnsanların, çevrelerinde olup biten korkunç olaylara karşı bu denli kayıtsız kalmalarına içerlese de kendisinin de tepkisiz kaldığı aşikâr.

Orhan biraz pimpirikli, çokça da tutarsız. Düzenli kullanması gereken tansiyon hapları var, her şeyin kararında bırakılmasından yana. Sigarayı bırakmış, yüksek tansiyonu sebebi ile içkiyi fazla kaçırmamaya özen gösteriyor. Bir yandan sonsuza kadar yaşamak istiyor bir diğer yandan da bezginliği yaşamını yaşanmaz kılıyor.

Dışarıda yemek yemeye ve içki içmeye, özellikle dostları ile kafa çekmeye bayılan Ayşe ile beraber. Onunla bir gelecek düşlemiyor. Onun davranışlarından çoğunlukla rahatsız olsa da, aslında onu bu hallerinden dolayı istiyor.

Otobüse binme alışkanlığı olmasa bile kırmızı eski Peugeot’sunu karlı ve buzlu bir yolda kullanmak istemediği, bezgin ve yorgun olduğu bir gün işe otobüsle gitmeye karar veriyor. Otobüs ilerlerken, bu kalabalığın dünyasına girmek istiyor. Onları tanımak, acılarını sevinçlerini tatmak istiyor ancak aynı zamanda da onlara acıma ile hayranlık ile karışık bir korku duyuyor. Ayrıca dün akşam çok geç yattığı için üzerinde bir durgunluk var. Otobüste yarı uykusundan silkinmesine sebep olan seslere kulak verdiğinde; elleri silahlı iki genci görüyor ve gençlerin görüntüsü hafızasına kazınıyor. Bu iki genç, yolculardan ikisini silah zoru ile arabadan indirip, yol ortasında öldürüyor.

Ve Orhan ölümü ilk defa bu denli yakından duyumsuyor, etkileniyor. Yaşadıkları aynı zamanda bir suçluluk duygusu yaratıyor. İşe yaramadığını hissederken, bir yandan da bunu yaşamamış olmayı diliyor. Yine de Ayşe’yi kırmamak için olay akşamı arkadaşları ile şehrin önemli kulüplerinden birinde buluşmaya gidiyor. Ve arkadaşlarının da benzer sıkıntılar yaşadığını öğreniyor:

Ankara Üniversitesinde Hukuk Fakültesinde hoca olan arkadaşı Ekrem’in her gün onlarca tehdit aldığını, varlıklı bir işadamı olan bir diğerinse ülkeyi terk etmek üzere olduğunu öğrendiğinde, şaşırıyor, tepki vermek istiyor ve edebiyatımızın ve tarihimizin olmazsa olmazı; bir ülke rakı masasında nasıl kurtarılır başlıklı bölüme geliniyor:

Orhan:

“Genç adamlar ölüp duruyor. Beni aslı düşündüren bu” diyor (sy.32)

Suha:

"Bak, ben sana söyleyim nedenini,” diyor. “Bu olayların nedeni nedir biliyor musun? Bizim yüzyıllardan beri bir şiddet toplumu olarak bugüne gelmemiz. Geleneklerimizde şiddet vardır. Kaba kuvvet esastır bizde. Yüzyıllar boyu her şeyimizi kaba kuvvetle yapmışız. Dinimiz de, “erkek” dinidir. Kadınlarımızı toplumumuzun dışında bırakmışız. Böylelikle kadın değerlerini de sürgüne göndermişiz. Sevgi gibi, sevecenlik gibi, özveri gibi, hoşgörü ve affetme gibi erdemlere gereken veri vermemişiz.

“En iyisi…” diyor. Bu ülkeden çekip gitmek…”
(sy.34)

Orhan

“Çekip gitmek bir çözüm yolu mu?" dediğinde; (sy.33)

Ayşe

“En iyisi kafayı çekmek! “O da bir tür çekip gitmek zaten… Öyle değil mi? Hadi şerefe!” diyerek unutmayı tercih ediyor. (sy.34)

Ekrem’se ekliyor:

“Herkes öyle kolayca çekip gidebilir mi?” (sy.34)

Kitabın sonunda görüyoruz, kolayca çekip gidilemiyor.

Orhan işyerine gittiğinde; tüm odalara “Tek Yol Devrim”, “Devrimden Dönüş Yok”, “Yarın, Yarından da Yakın”,”Yolumuz Devrim” pankartları asılmış buluyor. Bunun üzerine Emniyet’ten gelen sivil polisler bir araştırma başlatıyor. Orhan’da kendi gücü yettiğince olayları çözmeye, nedenlerini anlamaya çalışıyor. Pankartı asanın, iki yıldır odacılığını yapan Mustafa olduğunu öğrendiğinde şaşırıyor. Evinin, arabasının anahtarını teslim ettiği, kişisel işlerini dahi yaptıracak kadar güvendiği Mustafa’nın neden bu şekilde davrandığına anlam veremiyor. Aynı zamanda bunu yapacak kadar aptal olmasını da sindiremiyor.

Bu bölümden itibaren romanın polisiye bir roman tadı da başlıyor. Bir döneme kadar – bence Ahmet Ümit’e kadar- edebiyatımızda polisiye roman türü ihmal edilmiş, küçümsenmiş ve ikinci sınıf sayılmış.

İşte eğer Yıldırım Keskin bu noktada daha kararlı olup, bu polisiye roman tutarlılığını tüm roman boyunca sürdürebilse imiş, 1996 yılında yazılmış iyi bir "polisiye romanımız" olacakmış.

Belki öyle yapsa, Orhan Kemal Roman Ödülü alamaz ve meslektaşları tarafından hor görülürdü. Yazar olarak saygınlığı tehlikeye de girebilirdi. Keşke yapabilse imiş… Çünkü bu tutarsızlık romanda tıkanma yaratmış.

Romanın kurgusunda, tekinsiz karakterler var, şüphe var, cinayet var, kovalama var, esrarengiz kazalar var. Roman kahramanının tanıdığı herkesin nerede ise en az bir sırrı var. Ortadan kaybolanlar da var…

Her neyse, Yıldırım Keskin, polisiye bir roman yazmamış. Kurgusunu; ölüm korkusu, terörün etkisi, dönemin sorunları ile birleştirip toplumsal sorunları ve bu sorunlar karşısında kişinin zavallılığını ön plana alarak devam etmiş. Bunu da gayet yansız bir şekilde yapmış. "Solcular iyidir, tüm suç, solcuların ya da sağcıların" gibi bir yöntem izlememiş. Görünür sorunun sağcı solcu çatışması olduğundan, dönemin hükümetinin sol bir hükümet olmasının avantaj ve dezavantajlarından bahsetse de şiddetin sağı solu olmadığını haykırmış. Tüm kitap boyunca teröre diplomatik bir bakış açısı ile:

“Her kuşağın bir söylem biçimi var. (sy.152) Şiddetin sağı solu yok…Geleceğe güvenle bakamamak, fakirlik, yalnızlık, umutsuzluk… Sağda da solda da haykırış, aynı haykırıştır. (sy.164)” şeklinde yaklaşmış.

Romanın anlattığı dönemi tekrar hatırlatmak isterim. Beş binden fazla insanın öldüğü bir dönem… Sağcı bir grup kahve basıyor, buna karşılık solcular gidip okulda öğretim görevlisi öldürüyor. Yazar, sorun: "Kim haklı? Kim suçlu? Kim suçsuz değil'dir sorun, insanların ölmesidir” diyor:

Orhan “Şimdi onu bir gölge gibi her yere beraberimizde götürüyoruz. Her an bizi vurabileceğini biliyoruz ve buna şaşmamayı öğreniyoruz.” dedikten sonra annesinin-bence sağduyuyu temsil eden bir dış ses olarak romanı çok iyi tamamlamış.- “Yıkılan insandır ve insan yıkıldıktan sonra… yıkılacak hiçbir şey kalmaz.(sy.172)” cümlesi; ölen onca insanı tekrar hatırlatıyor.

Ben çok iyi hatırlayamasam da hatırladıklarım beni hep tedirgin eder. Biz, babam biraz gecikse endişe duyardık. Hem işi hem de düşüncelerinden dolayı başına her an bir şey gelebilecek biri idi. Bu yetmiyormuş gibi; ismi birçok kişide olan bir isimdir. Ölenler arasında her o ismi duyduğumuzda "acaba babam mı?" diye düşünürdük, endişe ederdik. Babam çok sık gittiği için Ankara’dan nefret ederdik. Ya gelemezse diye korku duyardık? Anne babamın fısıltı ile "o ölmüş, bu kayıp" konuşmalarına kulak kabartırdık. Bazen ağladıklarını görürdük. O günlerde evi matem havası sarardı. Oyun dahi oynayamazdık. Endişe her şeyi ele geçirirdi.

“Bütün bu olaylar, düş kurmamı bile engelliyordu. Oysa düşler ne denli önemli, düşler yaşantımızın yarısı, yaşantımızın ta kendisi." (sy.174)

Bu romanın kahramanı, ölümlere/ölecek olmaya rağmen, sevebilmek, düşünmek, anlamaya çalışmak ve sevdiğine “sen bana varacaksın” demek istiyor. Herkes için güzel, ölümsüz günleri istiyor. Bazen, yarın hala yaşayıp yaşamayacaklarını merak ediyor, an geliyor, sadece hayatta kalmak için uğraşıyor. Arabası var ama kaçmak isterseler benzin yok, benzin bulsalar, arabanın altında bomba olabilir endişesi duyuyor. Kaçacakken kovalandığını düşünüyor. Onların güzel düşler kuramamalarını anlamak kolay da;

Peki bize ne oldu, bizim neyimiz var? Bizim kuşağımızın söylemi düş kurmamak, sadece tüketmek mi?

Ölümü Bekleyen Kent mutlaka okunmalı diyebileceğim bir kitap değil ama bazen tarafsız bir gözle, hatırlamak bile çok önemli. Düşünmek, araştırmak, tekrarlanmamasını sağlamak...

Kitabın sadece bir baskı yapmış olması ise çok utanç verici. Bir yandan da çok da merak ediyorum: 1996 yılında kaç yeni kitap bu yarışmaya katılmış ve bu roman hangi romanları eleyerek ödülü almış? O belli değil, seçici kurulun kimlerden oluştuğuna dair bir bilgiye ulaşmak mümkün değil.

Bir noktadan sonra “körler sağırlar birbirini ağırlar durumu mu var?" diye düşünmeden geçemedim.

Gülda

3 yorum:

ne yazdı ne yazamadı dedi ki...

ben çocukluğumdan hatırlıyorum (70'ler yani), bir kitabın yazarının hayatı ile ilgili bir yazı çok ender bulunurdu kitabın üzerinde. Bu bilgi son zamanların şıklığı. Nerden hatırlıyorum derseniz: ölürdüm merakımdan bu insan kimdir, ne zaman doğmuş, nerde yaşamış, nerde yazmış bu romanı diye, ve o bilgiyi bir yasak bilgi gibi algılardım, o denli eksikti. tabii o zaman internet de yok. ansiklopedi açıp bakmışlığımı bilirim, eğer okuduğum kitap ünlü bir yazarınsa ve ansiklopedi kapsamlıysa bir kaç bir şey bulurdum. Ben mi yanlış hatırlıyorum?

Gulda dedi ki...

Size katılıyorum, nerede ise hiç bilgi edinemiyorduk. Ben de epey ansiklopedi karıştırıyordum. Şimdi çok uğraşmadan hemen her konuda bilgi alabiliyoruz. Sadece doğru ve kapsamlı bilgiyi bulabilmek için biraz zaman harcamak gerekiyor.

Bu kadar kolay olmasına rağmen okuduğu kitabın yazarı (film,müzik, …) kimmiş, kitap ne anlatmış, bir diğeri kitaba nasıl bakmışı araştırmayan bir sürü insan var. Bunu anlayamıyorum.

İyi araştırmalar

billur dedi ki...

Sevgili Gülda,

Yazarlar hakkında nereden bilgi edindiğimi(zi) hatırlamıyorum eskiden. Sanırım edebiyatçılar sözlüğü gibi bir dizi kitap vardı oradan açıp okuyordum. Ancak böyle yetkin bir yazarın adını bu proje başlayınca duymam demek ki arada ne yitip gitmiş değerler var dememe neden oldu.

Ölümü Bekleyen Kent listemde mızmız yapsam da eski dönemleri ve hesaplaşmaları seviyorumi bu nedenle de okuyacağım gibi görünüyor.
sevgiler
billur

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails