31 Mart 2010 Çarşamba

ŞİŞHANE'YE YAĞMUR YAĞIYORDU-2010 UBOR METENGA BULUŞMALARI

Şişhane’ye gerçekten yağmur yağıyordu. Ben gene doğru yönden çıkamamış, hızlı adımlarla yürüyen merdivenleri arşınlıyordum. Şişhane’ye yağmur yağıyordu ve aklımda bir sürü şey, kafam dalgındı. Şişhane’ye yağmur yağıyordu ve ben yanlış yöne gittiğimi, neredeyse beş dakika sonra fark ettim. Şişhane’ye yağmur yağıyordu ve “çok yakınım, kestirmeden sapabilirim, bu kadar yakınken bu nasıl oldu ….” diye düşünüyordum. Şişhane’ye yağmur yağıyordu, girdiğim sokakta bir dilenci kadınla gözgöze geldim, uzaktan bir köpeğin çılgın havlama sesleri geliyordu. Şişhane’ye yağmur yağıyordu ve her ölçenin farklı bir uzunluk söylediği boyumu uzatmak için giydiğim topukluya beddua ediyordum. Şişhane’ye yağmur yağıyordu ve panikledim, kafam karıştı, koştum… Caddeyi gördüm. Şişhane’ye yağmur yağıyordu…Ve ben sonunda ter ve endişe içinde Salon’a girebilmiştim.



Biraz sonra birden radyo tiyatrosu kıvamında sesler duyuldu;

-“Belki haklısınız, Belki haklısınız ama karşınızdakinin hissiyatını da düşünmeniz lazımdı. Bilmem yanlış mı düşünüyorum.”

-“He, evet, ağnadık, çarptım, tazmin edeceğim, ehliyetim de yok. Cezasına razıyım Hapis koyun, ne yaparsanız yapın. Aman kurban olayım, bırak surdan bir telefon edeyim.”

-Hakikatsizliği kabul ediyorum. Ama siz söyleyin, nasıl mektup yazabilirdim? Hele o Askeri Tıbbiye meselesini de duyduktan sonra!”..”

- Nedim mi? Ay güleyim bari. Size kim söylemişse yalan söylemiş. Bir kere amcamın oğlu, kardeş sayılırız. Sonra…

“ Az aşağı al arabanı kardeşim, alalalal, az daha beri al Tamam Bir zahmet arkadaşlar…

“ Ne klakson öttürüp durursun birader! Yol yok tepemden mi geçeceksin?”…

“Karaborsacı babandır. Bir de vazife halindeki memura hakaret ha?”…

- “Burası… diyorum çok gürültülü… Bir muhallebiciye…”

“-Üç takke ver komiser bey, evim barkım yıkıloor.

-“Bir muhallebiciye girip münakaşamıza orada devam edelim, yahut sinemaya gitsek…”

-“Sinemaya mı?...


Tüm bu konuşmalar ve bağırtılı sesler aslında öykünün başında ve sonunda görünen [hikaye her ne kadar Kalender odaklı gibi başlasa ve Kalender kişiselleştirilmiş olsa da hikaye hemen başka bir mecrada devam ediyor] ancak tüm olayların başlangıcına neden olan KALENDER’in bir aynada kendini görmesinin ardından kişnemesidir.

Bu sesler, bağırtılar Kalender'in bundan –birkaç nedeni var- ürkmesi sonucunda kaldırıma çıkarak oradaki bir elektrikçi vitrinine çarpması ve bu sesten daha da ürkerek dört nala koşarken raylara fırlaması sonucu önüne çıkan Kalender’i ezmemek için ani fren yapan tramvayın hemen dibinden giden ve ancak aklı Sao Paulo’daki firmadan yıldırım telgrafı alınca uçan son hız eksiltmeye gitmeye çalışan ve pek araba kullanmayı beceremeyen Artin Margusyan’ın tramvaya arkadan çarpmasının sonucunda ortaya çıkar.



İşte bu kaza ile birbirlerinden çok uzakta olan veya birbirlerine yakın olduklarından habersiz değişik yerlerdeki insanların Kalender’in ürkmesi sonucunda hayatları bir an için kesişir ve ayrıldıklarında bazıları için artık bambaşka bir dönem başlar.

Bu çarpışma anından sonra hikâyede yer alan karakterlerin bazıları için hayatlarının dönüm noktası olur, bu çarpışma esaslı değişimlere yol açar. Örneğin; Artin Margusyan eksiltmeye yetişemediği için ticari hayatı mahvolur; Sao Paulo’da telgrafı gönderen ve Artin Margusyan’dan cevap bekleyen Sevira Marono Lorenzo’nun oğlu Pedro’nun haber alınamayınca Hamburg’da sermayesi olamadığı için iş yapamayan ve çaresizlik içinde yüzen Yahudi asıllı Alais Morgenrot’un teklifini değerlendirmeye karar vermesi, çarpışma nedeni ile tramvayın kalkmayacağının anlayan avukat Süheyl Erbil’in bir zamanlar bir yakınlaşma içinde bulunduğu üniversite döneminden arkadaşı Serap ile karşılaşması ve kaynaşmaları…

Yekta Kopan; bu hikâye ile Taner’in aslında İstanbul deyince insanın aklına ne gelirse neredeyse hepsini içinde barındırdığını söyledi; keşmekeşlik, canlılık, çeşitlilik, din ve dil farklılığı, ekonomik koşuşturmanın insanı nasıl etkilediğine dair O ‘Henry’den Çehov’a, Calvino’dan Twain’e kadar uzanan bir bütünü kendisinde topladığını ifade etti. Ve gülerek ekledi bu hikâyenin de esaslı bir noktasında bir atın varlığından, Kalander’den bahsetti ve yine Kalender’i çok sevdiğini ekledi, zira ilk hikâye incelemesi olan Acıbadem’deki Köşk’te de kendisinin en sevdiği karakter Derviş adında bir attı.

Sözlerine devam eden Kopan, günümüzde çoklu hikâye denilen zaman geçişleri ile olayların ve insanların birbirine bağlandığı türe çok yakın bir tarzın 1950 yıllarında aslında Haldun Taner ile –ondan önce yapanlar olsa da dünyada- Türk Edebiyatı’nda sunulduğunu ifade etti.



Bu noktada söze giren Gülsoy, aslında hikâyeyi okuduğunda aklına Babil filminin geldiğini, insanların birbirlerine bağlı olmaları hususunu ve bazı olayların başlangıç noktasına ne kadar duyarlı oldukları noktasını düşündüğünü belirtti. Üç yazar da bu hikâyenin aslında şu anda ağızlarda gevelenen “küreselleşme” kavramının ayak seslerinin duyulmaya başladığının habercisi olarak nitelendirilebileceğini ifade ettiler.

Ayfer Tunç bu hikaye ile her şeyin bir tesadüf , kader olduğunu, planlanmış olayların varlığına inanarak aslında hayatı anlamlı kılmaya çalıştığımızı Taner’in her ne kadar hikayenin başında Kalender’in ürkmesi ile ilgili varsayımlara ilişkin bazı bilimsel açıklamalardan yola çıksa da kaderci bir yol izlediğini söyledi. Bu noktada bu kanısının şu aralar okuduğu Proust Bir Sinirbilimciydi –Jonah Lehrer’in (Proust was a neuroscientist) adlı kitabından etkilendiğini ve bu görüşüne destek olduğunu ekledi.



Haldun Taner’in hikâyeciliğinin 1950’li yıllar bakımından cesur olduğu, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabindeki bir dönemde yazıldığı ve edebi olarak yeni adımlar olsa da aslında tam da ayrımcılığın kendini göstermeye başladığı bir zamanda kaleme alındığı ifade edildi.

Her ne kadar Haldun Taner’in pek çok kaynakta tiyatro yazarı olarak öne çıksa da aslında hikayeciliğinin kuvvetli olduğu, mizah ve ironiyi ama acıtıcı olmayan ironiyi çok yerinde kullandığı, asla ucuzlaştırmadığı, eğitimli birinin hemen algılayabileceği ama diğer kesimi sinirlendirebilen bir kalemi olduğu vurgulandı.

Haldun Taner Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu adlı bu öyküsü ile Yeni İstanbul Gazetesi’nin New York Tribune adına düzenlediği Uluslar arası Hikaye Yarışması’nda yirmi ülke arasında birincilik ödülünü aldığı da eklendi.

Tekrar hikayeye döndüğümüzde Kopan bu hikayenin anlatım olarak aslında fıkra formatında başladığını ve olayın sorgulanmasının ise kişnemeyle devam ettiğini ifade etti.

“ Bir Amerikalı fotoğrafçı, makinesinin objektifini çıkarıp yerine bir at gözü takmak suretiyle, çeşitli resimler çekmiş. Bu resimlerden anlıyoruz ki, eşya ve insanlar, at retinasına, gerçekte olduklarından yarım misli daha iri aksediyorlarmış. Gerçekte olduklarından dedik, bize göründüklerinden demek daha doğru olur. Çünkü bizim de eşyayı gerçek büyüklükleri ile görüp görmediğimiz ayrı bir meseledir.”

Ayrıca radyofonik metinler barındıran bu hikayede anlatıcının okura seslendiğini, olayları ironi ile bağladığını ve sahnelemeyi kullandığını ekledi.

“… Fakat kendini bir su birikintisinde seyretmekle aynada görmek arasında hayli fark vardır. Su birikintileri, ister istemez düzlemesine durduklarından, insan oraya vuran aksini, tıpkı yüksekçe bir kürsüde nutuk çeken hatiplerin gazetedeki resimleri gibi, daima aşağıdan yukarı bir perspektif yönünden görür ki, bu çeşit aşağıdan çekilmiş resimlerin insanı –ve dolayısıyla atları- daha bir heybetli gösterdiği de inkar olunamaz…”

Paragrafı ile politikacıları ve iktidar etme biçimlerine bir göndermede bulunulduğu,
Polis memurunun Artin Margusyan ile konuşmalarının ve diğer vatandaşlarla diyaloglarının sınıfsal farklılıklara ve Türkçe’deki farklı lehçelere işaret ettiği;

-“Bırakın beni!” diye yırtınıyordu. Bırakın ortağıma telefon edeyim. Ondan sonra nereye isterseniz giderim.”

Polis, “ Sen hele bir merkeze gel de telefonu oradan edersin,” dedi.

Artin , camı kırılmış, kayışı kanlanmış altın crome saatini gösterip,
“Tabanını öpeyim bırak polis efendi,diye inliyordu. “Beş takkeden eksiltme başlar, haber edemezsem maf oldum
.”

Yerelliğin fazla olmadığı ve dünyanın çeşitli yerlerinde insanların, dillerinin ve hayatlarına dair bilgilerin verildiği ve neredeyse zamansız olduğu;

"Küçük Helga, “ Noch eins Papa, bitte noch eins!” diye bağırıyordu…"“….

"Sevira Marono Lorenzo mendilini çıkarıp, alnındaki nohut gibi terleri silerken yandaki camlı bölmeye seslendi: 'He Pedro, Ha novadades de İstanbul?' Oğlu Pedro, başını iki elinin içine almış, sabaha doğru döndüğü bardaki Arjantinli dansöz Konşita Montanegro’nun esmer baldırlarını düşünüyordu."

Taner’in insanlık durumlarına hakim olduğu ve iç seslerle döneme ait de bir eleştiri yaptığı;

“ Süheyl Erbil, ‘ Sahi böyle konuşmazdım, diye düşündü. Serde toyluk vardı a canım. Sahi ne hışırdım o zaman… İlk gençlik, sersemlik, budalalık çağı. Herkesten başka olmak, kendimize ait bir şahsiyet yaratmak için sağcı, solcu, ırkçı, Turancı, anarşist, idealist geçindiğimiz günler.İçimizin yağı eridiği halde yanımızdaki kızı umursamadığımızı göstermek için kör olası bir gururla kendimizi cendereye soktuğumuz çağlar. Sersemlik işte. Ne de yükseklerde idi gözümüz. Vekil olmayı, Talebe Birliği İdare kuruluna seçilmek kadar kolay görürdüm o zaman… Gel gör ki, ola ola bugün Ankara Barosu’nda kırtıpil bir avukat olup çıktım.”

Net şakalar yaptığı ama bunu öne çıkarmadan sade bir biçimde yazdığı;

“…Artin Margusyan ‘İşte bir bu eksikti,’ diye homurdanarak bir düğmeye bastı. Fakat ön camda bir değişiklik olmadı. Çünkü bastığı düğme arka fenerleri yakıyordu….”

Gündelik hayata dair verilerin olduğu; taksilerin bayraklı olması, belediye hizmetinde atların kullanılması, Foks Jurnal’e gönderme yapılması hususları konuşuldu.

Ayfer Tunç; aslında Taner’in vicdanlı ve iyi insanların hikayelerini yazdığını bunun sıkıcı olmasını da mizah ve ironi yolu ile ortadan kaldırdığını söyledi. Yekta Kopan bu noktada olaylara sarkastik yaklaşıldığını, ona göre iyiliğin sahte olduğu, bunun da iç seslerinden yola çıkarak anlaşıldığını düşündüğünü ifade etti. Tunç ise iyilikten kastettiğinin bilerek zarar veren kişilikler olmadığını, iyi insanların zaaflarını ortaya döktüğünü ekledi.

Murat Gülsoy bu durumun Serap ile ilgili olarak da ortaya konulduğunu ayrıca bu iç seslerle okuru konumlandırdığını ve okura “Sen nasılsın? Sen buna katılıyor musun” minvalinde sorular sordurttuğunu ifade etti ;

“Şöyle saçağın altına gelin” diyordu kız. Orada ıslanıyorsunuz.” Sesinin tonunda erkeğini koruyan bir dişi şefkati vardı. Sade sesinin tonunda değil, havasında şahsiyetinde de… Hani şu filmlerde sık sık gördüğümüz feragatli zevce veya hastabakıcı tipi…”

Hikayenin sonunda Taner yine Kalender’e evet tüm olayların nedeni olan Kalender’e dönüş yapar ve yeni bir sahnede Kalender yorgundur ve bu sefer aksini görünce KİŞNEMEZ.

Taner bunu iki sebebi olabileceğini söyler; birincisi ” Kalender Ömrümde bir defa aynaya bakacak oldum, dünya birbirine girdi. Geçtim olsun bakmayıveririm. Zaten pek bakılacak surat da kalmamış ya,” diye düşünmüş olabilir. Yahut da o gün sadece yorgundu, canı sıkkındı, ne bileyim ben, gece belediye ahırında öbür beygirlerle çıkan bir yer çekişmesinden ötürü uykusuzdu, keyfi yoktu da ondan kişnemeye, ürkmeye, iki gün evvelki gibi etrafı gürültüye vermeye, üşendi.”



Bu hikayeyi çok uzun zaman önce okumuştum ve tekrar okuduğumda unutmuş olduğumu anladım. Dün yeni bir gözle okumduğum zaman benim aklıma Çarpışma adlı film geldi Babil’den daha ziyade. Acaba senaristinin bu hikayeden esinlenmiş olup olamayacağını sordum kendi kendime. Kimbilir?

Hikayede Kalender üzerinden verilen aynada aksini görünce düşünmüş olabileceği hususlardan biri de beni hüzünlendirdi:

“At olalım ,insan olalım, ihtiyarlığı kolay kolay üstümüze konduramayız. ‘ben hep oyum’ dersin. Temizlik işleri kadrosuna ilk girdiğim zamanki kıvrak küheylanım.’ Dersin. Günler geçer, yıllar geçer, Şişhane’nin çöpleri bitmez, o dumanlı gençlik çağı duman misali erir biter. Günün birinde talih bir ayna tutar yüzüne, aklın başından gider. ‘Ben bu muyum?’diye şaşarsın. ‘Bu külüstür, bu kurada, bu soluğan beygir Kalender ha?”

Sonra düşündüm, benim yaptığım herhangi bir şey, başka bir yerde meydana gelen bir olay, söylenen bir söz, edilemeyen bir telefon, ulaşmayan bir mektup nedeni ile birilerinin hayatında bir kıpırdanma olmuş muydu? Ya da benim hayatımda bir sapma yaratmış olabilir miydi? Kimbilir?

Bu düşüncelerle dışarı çıktım. Şişhane’ye Yağmur Yağmıyordu.

Sevgiler
Billur

1 yorum:

Gulda dedi ki...

Bir Üzüntü:

Gelmeyi çok istiyordum. Umarım bundan sonraki buluşmaları kaçırmam.

Yeni Bir Proje:

Türk Edebiyatında bu atlar çok önemli. Bilhassa öykülerde. Biraz dikkatlice düşünüce Haldun Taner, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Sabahattin Ali, Ömer Seyfettin, Leyla Erbil kitaplarında hep bir at –atlar- oluyor. Bazen yaban, bazen özgürlük simgesi, bazen dolapta… (Zaten Cemil Kavukçu da atları seviyor biliyoruz.) Şu projelerimiz bittiğinde; Yazınımızda Atların Yeri adlı bir çalışmaya başlayalım istersen. Epey malzeme var.

Bir Önyargı:

Murat Gülsoy bu öyküyü yeni mi okumuş ya da bu öykü daha önce okuduğunda bir yer etmemiş mi? Normal şartlarda şunu demesi beklenmez miydi? Babel’i izlediğimde, aklıma Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu Öyküsü de geldi. Evet, ben biraz Gülsoy’a önyargılıyım kabul ama o da bir edebiyatçı, ayrıca yıllardır bu öyküleri inceliyor sanıyorum.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails