20 Mart 2012 Salı
"UYDURULAN HER ŞEY GERÇEKTİR."
“Uydurulan her şey gerçektir.” diyor Flaubert, Louise Colet’ye yazdığı 1853 tarihli mektubunda. Devam ediyor: “Bundan emin olabilirsiniz. Şiir sanatı geometri kadar kesin olan bir konudur. Zavallı Bovary’ciğim şimdi hiç kuşku yok ki Fransa’nın yirmi köyünde ıstırap çekiyor ve ağlıyor.”
Ve hiç kuşku yok ki onca zaman geçtikten sonra bile dünyanın her yerinde yüz(bin)lerce insan Emma Bovary’ye benzer bir acı içinde gözyaşı döküyordur. Flaubert gibi sanattan deva bulamamış, hayatın karamsar, birbirinin tekrarı günleri arasına sıkışmış düzinelerce Emma için birbirimize yüksek sesle söyleyelim diyor: “Madam Bovary, benim, sizsiniz, hepimiziz.”
Flaubert 1851 yılında yazmaya başladığı Madam Bovary’nin yaratım sürecini “Bu kitabı yazarken parmak eklemlerine kurşun toplar bağlayıp piyano çalan biri gibi hissediyorum kendimi,” diye açıklar. Yayımlandıktan sonra da müstehcen bulunduğu için açılan davalardan, kitabın ününden oldukça rahatsız olup “Çok param olsa, Madam Bovary’nin tüm kopyalarını satın alırdım ve bir daha kimse ondan söz edemezdi.” der Du Camp’a. Oysa on dokuzuncu yüzyıldan başka zamanlara Woody Allen tasarımı, geçiş sağlayan bir dolap olsa ve böylece romanının izini sürebilse, kitabın tüm basılı nüshalarını ateşe atamadığına sevinirdi sanırım.
Bu kitabı kulübümüzde, beraberce okuduğumuzda hepimiz kırklı yaşlarımıza yaklaşmıştık. Romanı çok daha gençken okumuş, Flaubert’in sıkça bahsettiği çekmecelerimize gömmüştük. Geçmişten kalanlarla, yeniden okumanın yarattığı katmanların birleşimi; tanıdıklık hissinden kaynaklı yakınlaşma olduğu kadar, sıklıkla içimize gömmeye çalıştığımız öfkenin dışa vurumu gibiydi.
“Hiçbir şey hakkında ama hayatla ilgili her şeyin anlatıldığı bir kitap.” diyor NTV Yayınları tarafından yayımlanan Madam Bovary Çizgi Roman’ında. İş Bankası Yayınları tarafından basılan çevirisi Nurullah Ataç’ın özverili çalışmasıyla başlıyor, onun vakitsiz ölümüyle Sabri Esat Siyavuşgil tarafından devralınıyor. Üç yüz seksen beş sayfalık kısacık bir romanda, yüzyıllarca devam edecek bir sıkıntısı/bekleyiş tekrar çevriliyor. Her ikisi de hiçbir çevirinin, romancının dilsel yeterliliğine yaklaşamayacağını belirtiyor. Orhan Pamuk “Bay Flaubert Benim!” diyor. Murakami, metaforlarının bir kısmını Flaubert’in çekmecesinden çıkartıyor. Perec, Şeyler romanına, Flaubert cümleleri yerleştiriyor. Röportaj vermekten kaçınan Salinger, Flaubert’e hayranlığını tekrar tekrar hatırlatıyor. Tolstoy’dan Nabokov’a, Henry James’ten Mario Vargas-Llosa’ya kadar birçok yazar, sanatçı Flaubert’e olan tutkusunu dile getiriyor.
Roman hakkında konuşurken, her birimiz Flaubert’in nasıl ölümsüz olduğunu tekrar hatırladık. Doğanın, yaşamın, aşkın, okurluğun, çevrenin, insanlığın değişmeyen “kutsal tarihçesini” dinledik. Onun benzersiz semboller eşliğinde yarattığı dilin büyüsüne kapıldık. Bu simgelerin birçoğunu düz bir okumayla bile önünüze serebilme ustalığına şapka çıkarttık. Anlaşılmaz benzetmeler yerine, ustalıkla kullanmış olduğu tertemiz mecazlarında, tüm budalalıklarımızı işaretledik.
FLAUBERT'İN SEMBOLLERİ
Roman Charles Bovary’nin gençliğiyle açılır ve Charles’ın taktığı tuhaf kasket ileride nasıl bir kişiliği olacağını anlatır. Annesinin onu korur kollar tavrı, tüm kitaba yayılır. Aşkın ne olduğunu çoktan tatmış olan Charles’ın doktor çıkıp, Mösyö Rouault’u tedavi etmesiyle tüm renkler, kokular iyice belirginleşmeye başlar. İlk tanışmalarında Emma’nın gözleri kestane rengidir, ama kirpikleri onları kara gösterir. Aslında roman boyunca, göz rengi değişip durur. Evden süsen çiçeği, nemli çamaşır kokusu gelir. Renkler birbirinin içinden geçerek; neşeyi, kederi, matemi, hevesi, umutsuzluğu, şüpheyi, arzuyu, devamlılığı, öfkeyi, tükenme ve tüketmeyi, boyun eğmeyi, ihtişamı, feryadı, sabretmeyi, dönüşümü, gelişimi, ilerleyememeyi, doğumu ve ölümün gelişini çizer. Yeşil doğanın, Charles’ın Emma’ya olan sevgisinin sembolüdür. Mükemmeliyete, zenginliğe, duyarlılığa işaret ettiği gibi Emma’ya iyi davrananlar hep yeşil giyer. Papatya ve yasemin naifliği, sığınmayı ve kibarlığı temsil ederken, kırmızı çiçekler tehlikenin habercisidir. Emma’nın kilisede gördüğü beyaz ve kırmızı çiçekler hem saflığı hem de Leon’un baştan çıkarıcılığını hatırlatır. Emma, Charles ile evlenip eve ilk geldiğinde yatak odasında eski karısının gelin buketini görür ve kendisi öldüğünde gelin buketine ne olacağını düşünür. Mutsuz evliliğinin simgesi olarak buketini yaktığında, gençliğini ve hayatını nasıl hayal ettiğini düşünür.
Mösyö Rouault’un kızı Matmazel Emma babasının tedavi süreci boyunca, bir taraftan küçük yastıklar diker. Bunu yaparken de ikide bir iğne parmağına battığı için, parmağını emmek zorunda kalır. Aklımıza Flaubert’in “Ben puro gibiyim: Yakabilmeniz için ucumu emmelisiniz.” sözü düşer. Puro da tıpkı renkler gibi uygun durumlarda fallik bir sembol olarak yerini alır, kasket sahibi kenara atılır, daha cazibeli, burjuvaziye daha uyum sağlamış olan şapkalı kişiler belirir. Vikont olur, saf bir noter kâtibi olur, zengin, çapkın biri olur, meraklı ve yenilikçi bir eczacı da, bir tüccar da. Emma’nın başında, özgürce uçuşur.
Mösyö Rouault, pencereyi aralar ve kızı Emma’nın Charles Bovary’nin evlenebileceğinin işaretini verir. Pencere tüm roman boyunca, ümidin, başka bir hayatın, kaçışın ve nihayetinde ölümün simgesi olarak açılır, kapanır. Bir sokak kaldırımı gibi dümdüz biri olan Charles, giderken kırbacını bulamaz. Oysa dans, coğrafya, resim bilip, piyano çalan Matmazel Emma, kırbacı buğday çuvallarının arkasında görmüştür. Flaubert, Marques de Sade’ı “eğlendirici bir saçmalık” olarak yorumlasa da okumuştur ve kırbaç tüm roman boyunca; okurun, zavallılığın, çaresizliğin, rutinin, yavanlığın ve kötü edebiyatın/sanatın üzerinde şaklar, acıtır, yakar, iz bırakır.
Emma yaşamının henüz başındayken zehirlenmiştir ve onu zehirleyen okuduğu sığ romanlardır. Yaşamı, aşkı, evliliği sadece haz duymak olarak algılar ve ne yazıktır ki, haz böyle bir bakış açısında süreklilik gösteremez. Flaubert, kitabı yazma serüveninde, romantizm akımının edebiyat üzerinde yarattığı karanlık, kaotik dehşetine bir tepki olarak Madam Bovary’i arsenik içerek öldürür. Emma, acı içinde cebelleşirken, ağzında mürekkebin tadını duyar. Flaubert Emma’yı yok ederken bu bayağılığı, bu yüzyılın tabiriyle çok satan kitapların yarattığı piramidi de yıkar.
Kızı doğduğunda bir isim bulmak için zorlanan Emma, Vaubyessard şatosunda gittiği baloda duyduğu Berthe adını seçer. Romanın birçok karakterinin isimleri özellikle seçilmiştir. Homais “Homme” isminden türetilmiştir. Fransızca adam anlamına gelirken, romanda burjuvaziliğin de sembolü olur. Mösyö Homais önemli kavramlara değer verdiği için çocuklarına bunları hatırlatır isimler koymuştur. Napoleon şan ve şerefe, Franklin hürriyete, Irma romantizme, Athalie Fransız tiyatrosuna övgüdür.
Leon, Emma'ya şehveti hatırlatır ve tutkunun sembolüdür. Leon kulağa “Loin” gibi gelir ki, o da üreme organı demektir. Binet, asker ve vergi tahsildarıdır. Tornasında ürettiği kullanışsız parmak yüzükleriyle faydasızlığı simgeler. İçi geçmiş ve karakteri zayıf biridir, hayal gücünden yoksundur. Fransızcada Binet, taklit etmek anlamına gelen Biner gibi telaffuz edilir. Ve en nihayetinde torna, basit ve tekdüze bir sanat eserinin ortaya çıkışını temsil eder, Emma’nın tuzağına düştüğü monoton hayatı işaret eder. Ölüm döşeğindeyken tornanın kendisini ölüme davet ettiğini işitir.
Lariviere Fransızcada nehir demektir. Dr. Lariviere de karakteri güçlü, tereddüt etmeyen ve kendi yönünde giden biridir. Emma'nın hizmetçisinin ismi Fransızca mutluluk anlamına gelen Felicite’dir. İsim oldukça ironiktir çünkü Emma, sürekli aradığı ve her şeyi yapmaya hazır olduğu mutluluğun kölesidir.
Flaubert yarattığı mekanlarla ilmekleri birleştirir. Yonville kasabası ile Rouen şehri arasındaki gidiş gelişler Emma’nın aşk ile ölüm arasında sıkışıp kaldığını simgeler.
Emma ile Leon’un buluştuğu at arabasını izleyen kör dilenci, Emma’nın ahlâki çöküşünü anlatır.
Bu yıkımlarla Flaubert, bize “Torbanın dibini gösterdi ve oradan kalkan yakıcı tozlar boğazımıza kaçtı.”
Ayşe, Gülda, Peyman
Etiketler:
Ayşe,
Edebiyat,
Flaubert'in Papağanı,
Flaubert'in Sembolleri,
Gustave Flaubert,
Gülda,
Haruki Murakami,
Julian Barnes,
Madame Bovary,
Marquis De Sade,
Orhan Pamuk,
Peyman
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder