14 Şubat 2011 Pazartesi

MEMETÇİK MEMET-MEHMET BAŞARAN

Mehmet Başaran’ın adını başladığımız Orhan Kemal Roman Ödülü almış romanları okuyup blogda tanıtmak amaçlı projemiz ile duymuş ve Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri adlı kitabının Aycan tarafından sunum için seçilmiş olması ile de kendisi hakkında epey bilgi edinme imkânına sahip olmuştum. 1926 yılında Lüleburgaz’ın Ceylanköyü’nde doğan başaran 1943 yılında Kepirtepe Köy Enstitüsünü 1946 yılında da Hasaoğlan Yüksek Köy Enstitüsünü bitirmiştir.



Ardından Antalya Aksu Köy Enstitüsü yazın öğretmenliğine atanmış ancak buradaki görevi 1947 yılında aniden askere alınması ile son bulmuştur. Uzun süren bir askerlik döneminden sonra Balıkesir –Edremit Bölgesi’ne Gezici Başöğretmen olarak verilen Başaran’ın yakasını adı Köy Enstitüleri ile özdeşleşmiş olması nedeni ile soruşturmalar bırakmamış, 1979 yılında 50. Yıl Tahran Lisesi’nden kendi isteği ile emekliye ayrılmıştır.



Mehmet Başaran’ın Göztepe Ortaokulu’nda öğretmenlik yaptığı sırada Bakanlık tarafından kursa alınarak yurtdışına gönderilmesi kararı çıkarılmış ancak pasaport verilmemiştir. Bu işleme karşı Başaran’ın açtığı dava 3,5 yıl sürmüş ama dava olumsuz sonuçlanmıştır. Emekli olduğunda yeşil pasaportu ile bindiği uçaktan indirilmiş ancak Berlin Senato’sunun çağrısı üzerine 1984 yılında yurtdışına çıkabilmiştir.



Başaran’ın ilk eserleri kendisinin de yönetici olduğu Köy Enstitüleri Dergisi’nde çıkmıştır. Hemen her dalda eser veren Başaran şiirlerini Ahlat Ağacı, karşılama, Nisan Haritası, Kocakent, Günler Tuz Rengi, Sis Dağının Başında, Eylülün Kızgın Soluğu kitaplarında toplamış olup, Aç Harmanı, Zeytin Ülkesi, Elif diye Bir Türkü, Sürgünler, Dilsiz Oyun, Boyalı Irmak adında öykü kitapları vardır.



Çarığımı Yitirdiğim Tarla adlı kitabında köy notlarını toplamıştır. Tonguç Yolu adında bir deneme kitabı, Kuş Dili, Akça Kız, Aç Kapıyı Bezirgânbaşı, Yağmur Gelini, Armutlu Tarla, Söğütler Ses Verince, Çiçeklerin Dili ve Güneşin Türküsü adında çocuklara yönelik şiir ve masal kitapları yazmıştır.



Bu kadar eser vermiş birini insan geç tanıyınca biraz kötü hissediyor açıkçası…

Memetçik Memet’in Başına Gelenler

Mehmetçik Memet, Mehmet Başaran’ın yaşamından zorlu ve sıkıntılı bir dönemi anlatan romanı… Bu nedenle de otobiyografik nitelikler barındırıyor. Romanın bir özelliği de Mehmet Başaran’ınn bahsi geçen zorlu yaşam kesitine paralel olarak ve onun gerisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük sınavlardan geçtiği ve Cumhuriyet Tarihi’nin en büyük atılımı olarak görülen Köy Enstitüleri sınavından sınıfta kaldığı döneme denk gelen olayları anlatıyor.

Memet zoru başarmış, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünü bitirerek yazın öğretmeni olarak Antalya’nın Aksu Köyü’ne atanmıştır. Enstitü’de öğrendiklerini kendi talebelerine öğretme heyecanını yaşayıp, bu görevi can ve başla ifa etmeye çalışırken bir gün aniden askere çağrılır. Sadece kendisi değildir askere çağrılan, kendisi ile birlikte başka öğretmenlerin yanı sıra 20 tane Enstitüden öğretmen de aralarına katılmıştır.



Buna bir türlü anlam veremezler zira askerlik görevlerini yerine getirmeleri için bir seneden fazla bir süre vardır. Çiçeği burnunda bir öğretmendir o, Aksu Köyü’ne karanlıkları delmek için 7 ay önce İsmail Hakkı Tonguç’un “Kaleyi içten yıktırmayın” diye başlayan mektubu cebinde yollara çıkmıştır. Ama söylentiler, emirler ve izlenen siyaset Köy Enstitülerinden ve Enstitülülerden yana değildir pek. Yeni atanan milliyetçi müdürler:

“ usta mı öğretmen mi yetiştireceğiz burada? Nedir o öğretmene öğrenciye bir örnek giysiler, postallar giydirmekler… Tümüne sırtlarıyla taş taşıtmaklar, aynı sofrada yemek yedirmeler? İşçilik, tarım alanları… Bunları bir anlamı yok mu yani? Enstitünün adı “Kolhoza” çıkmış halk arasında. Bina yaptırılacaksa, verilsin müteahhütlere efendim. Asker kışlaları gibi ter kokuyor her yan. N’oluyoruz yani? İşletme mi, inşaat alanı mı, okul mu burası? Ya o dillere düşen kız-erkek ilişkileri…”

6 öğretmen Ankara’da nereye sevkedileceklerini beklerken onların işlemini yapan komutan da bakanlıklara düşünceli düşünceli bakarak:

Siyasi bir karar benziyor, Toplu bir hareket falan mı yaptınız? Nasıl bir yerdi bu Köy Enstitüsü? Yeni duyuyoruz adını…”diyerek bir anlam veremez eğitim öğretim yılının ortasında aynı okuldan 6 öğretmenin askere alınışına.

Bekleme döneminde bir Pazar günü yüreklerinde aforoz edilmişlik ile ezilen yürekleri ve endişeli yüzleri ile Gençlik Parkı’ında buluşurlar. Cumhurbaşkanı İnönü ve eşinin bir zamanlar Hasanoğlanlılar olarak parmakla gösterilen kendilerine yaptıkları tezahüratları ve Başbakan Saraçoğlu’nun yemek verişi akıllardadır hala. Ama anlayamadıkları cadı kazanları kaynıyordur sürekli.



O günden sonra kuralar çekilir ve İzmir’e 9. Kolordu’ya sevkedilirler, geldiklerinde 9 kişi bir odaya konulurlar ve unutulurlar bir süre. Bu unutulma hali hepsinde bir gerginliğe yol açar. Odada unutulan başkaları da vardır. Bunlardan çocuk yüzlü olan biri sürekli ağlamaktadır:

“ Stefan benim adım. Ermeni’yim. Böyle olacağını demişlerdi, inanmadım. Demokrasi… İnsan Hakları… Yeni bir dünya kuruluyor İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra. Fena aldandım. Bitti. Azınlık olduğumuzdan, yüksek okul da bitirsek, yoksunuz bazı haklardan. Tam vatandaş gözüyle bakılmaz bize. Siz de azınlıktan mısınız? Bir toplama kampına götürüleceğimiz söyleniyor, doğru mu acaba? Biliyor musunuz “çelenk” demektir Stefan, bir kucak çiçek yani… Bir kucak çiçek, sonbahar rüzgârında…”

Korkmamasını söylüyor Memet ona, Nazi Almanyası değil Cumhuriyet Türkiyesi olduğunu söyleyerek rahatlatmaya çalışıyor. Ama için de bir kurt düşüyor? “Biz de azınlıktan mıyız?” Daha sonra unutulmuşluktan kaynaklanan hapisleri sona eriyor ve başka yere sevk edileceklerini öğreniyorlar. Memet başka bir gerçek ile daha karşı karşıya kalıyor ve aslında bir umut ışığı beliriyor ufukta kendisi için. Aslında sevk listesinde en başından beri adının olmadığı, bir yanlışlık olduğu tespit ediliyor ama görevli yüzbaşı umutlarını bir anda kırıveriyor:

Bir yanlışlık var, ama yukarıyı ilgilendirir bu, Adamın var mı yukarıda? Varsa, kurcalasınlar. Fazla da umutlanma, büyük iş çünkü…”

Memet bu büyük işin ne olduğunu kavrayamadan yollara çıkartılır; önce Aydın sonra uzun bir konaklama dönemi olacak Milas’a doğru. Yolda aklından enstitüye girmeden önceki dönemi gelir. Memet, çok zor şartlar altında okutulabilmiştir. Zor şartlardan kasıt sadece fiziki anlamdaki şartlar değildir, manevi şartlar da zordur, önyargıları, hor görülmeyi aşmak çok daha zordur çünkü. Enstitüye gitmeden önce annesi olaya şüpheyle yaklaşmış ve hep itilmişliğin, hep ezilmişliğin acısını ve yalın gerçeğini şu sözlerinde dile getirmiştir:

“Köylü Mektebi mi olurmuş hiç? Duy da inanma… Osmanlı’nın oyunudur. Ağası, beyi tükürükle boğar adamı valla, barındırmazlar oğul, gel gitme! Atana, dedene yeten köy sana da yeter”Ancak Memet’in okuması için destek verenler de vardır:

“ Okut bu çocuğu Süleyman, Tey subaşlarına çıkar belkim bir gün, çıkar da ayırı dokunur epicimize. Tasıldara, candarmaya çiğnetmez bizi. Bi işçemiz düşse hükümata, arka dur. Sırtınla taş taşı, bok taşı, okut bu çocuğu…” Ama sadece sözde kalan destek Memet’i okula göndermek için yeterli değildir.

İlköğretime kayıt esnasında müdür paraları olup olmadığını sormuştur. Memet’in aklına yok yere harman yerlerini satıp Kazım Dirlik Paşa’ya gidişleri, han köşelerinde bekleyişleri, Kırklareli Valisi’ne götürecek mektubu aldıktan sonra babası ile döktükleri sevinç gözyaşları…Sonrasında bütün yaz bekleyişlerini boşa çıkaran kötü bir oyuna kurban edilişlerini hatırlayınca Memet hep acı ile dolmaktadır yüreği Memet’in.



İşte bu noktada imdadına Köy Enstitüleri yetişmiş ve aydınlanmanın yolundaki ışıklar birbir yanmaya başlamıştır Memet’in.Ama yukarılarda bir yerlerde bir şeyler olmuş, türlü oyunlar dönmüş ve aydınlanmanın yolundan gidenler birer birer sorgusuz sualsiz infaz edilmeye başlanmıştır, tehlikeli ve şüpheli addedilmişlerdir ve şimdi tahtaları kararmış, içine tütün, ter kokuları sinmiş bir bölmede yol alırken aklına Nazım Hikmet’ten sevdiği dizeler düşer:

895 numaralı katar, 895 numaralı katar!
895 numaralı katarın üçüncü mevki vagonunda
üç yolcu var! sefalet, felaket ve mehmet!
tren düdükleri öter mehmet'in üstünden
medeeeet! medeeeet!
uzanır, raylar uzanır memleket, memleket.
yok mu raylarda merhamet
mehmetçik, mehmet; mehmetçik, mehmet!


Milas’ta günler birbirini kovalamakta, Memet kendini okumaya veriyor zaman zaman, herkes koğuşta yattıktan sonra derdini kederini Babalar ve Oğullar’ın sayfalarında bırakmaya çalışıyor. Aklına Tonguç’un sözleri geliyor:

“ Aydın insanın en büyük ihtiyacı dayanaktır; bu da ancak, bilim ve sanat olabilir. Günlük hayatın yükünü eza duymadan taşıyabilmek, böyle bir dayanağı ele geçirmeye bağlıdır”.

Milas’tan Debleke Yollarına..Sürgün Devam Ediyor…

Debleke’deki günler boyunca iki olay Memet’i derinden etkiler. Bunlardan birisi sevdalısına kavuşamayan Yüzbirli diğeri de köyde çıkan yangındır. Yüzbirli derin bakışlı, ince yapılı bir gençti. Aklı da gönlü de varsa yoksa Seherindeydi. Yanık yanık söylediği ;

Dağlar başı boran değil kış değil
Yardan ayrılalı gönlü hoş değil
Şu gurbetlik dayanacak iş değil
Gecem gündüzüm zar oldu yine
türkü herkesi efkara boğuyordu.

Bu efkar hergeçen gün Yüzbirli’yi iyice sarıp sarmalıyor ve keyfini kaçırıyordu. Zira bir süreden beri ses soluk çıkmıyordu ve dayanamayarak fazla uzakta olmayan köyüne bir gitmeye kalkıverdi Kemal ile. Ama şans bu ya Azrail adını taktıkları komutan karşılarına çıkmış ve cezayı kesmişti. Akşama değin bayıra sırtlarında taş ve makineli tüfek dolu çantalarla inip çıkma cezası...Gönlü tedirgin Yüzbirli bu cezaya dayanamadı ve hastaneye kaldırılmıştı. Bir ay sonra koğuşa künyesi gelmiştir.Herkes suskundur ve Remzi’nin ağzından bir ağıt yükselir:

Anama söylemeyin damda yatmaaasın
Oğlum gelecek diye yola bakmasın


Debleke’de kendilerine sürekli komünist yaftası yapıştırıp, gözleri ile bile yargılayan komutanlarını şaşırtan bir olay meydana gelir bir gün. Debleke’deki yangında komutan’ın çocuğu alevler arasında kalmıştır. Memet düşünmeden atılır alevler arasına, komutan şaşkındır:

“Sen sen haaa!” der.

Bu olayın ardından Memet’in birliği Kapıdağ’a sevkedilir. Bu arada Memet daha önce yanlışlıkla askere alınan ve dönem sonunda çavuşluğa çıkarılması ile ilgili yanlışlık için Yargıtay’a açtığı davanın neticesini almıştır: Yargıtay verdiği kararda iki dersten başarılı olamadığı gerekçesiyle kendisinin çavuşluğa çıkarılmasına karar verildiği ve bir aykırılık olmadığı yönünde bir karar vermiştir. Halbuki başarısız olduğu ders olmamıştır kendisinin.

Şubesinden de bir yazı gelmiştir, karardan çok önce yazıldığı halde ona sonradan bildirmektedirler. Bu kararda Tümen Komutanlığı’nın değiştirilemez nitelikteki kararı ile çavuşluğa çıkarıldığı ifade edilmiştir. Buna göre Memet 1947 yazında başlayan askerliğini 01.11.1949’da tamamlamak zorundadır.

Geçmez Sanılan Günler Geçer... Ama Nasıl?

Küfürler, bağırışlar, sersemleten bir itiş kakış…Kemiğinden ayrılan etin acısı, yürekler hasretle yanarak…Bu zor günlerde bir kara haber yüreklerini dağlar. Sabahattin Ali öldürülmüştür. Bu haberi koğuştaki arkadaşı koynundan çıkardığı bir kitapçıktan göstermektedir. İşte tam o anda koğuşun kapısı zorlanır. Telaşa kapılırlar. Bir seçim yapmak zorunda kalırlar: Ya kapı kilitli ve Sabahattin Ali’nin ölümünü anlatan kitapçıkla yakalanacaklardır, ya da pencereden atlayıp kaçacaklardır.Kapı zorlanmaya başlar ve onlar

KAÇARLAR…

ROMAN HAKKINDA…

Bu roman 1979 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almış. Mehmet Başaran’ın bu eseri de faşizm rüzgârlarının esmeye başladığı bir dönemde kendi başından geçen olayın aktarılmasından ve o anları yaşarken kapıldığı duygu ve düşünce selini bize zaman zaman şiirsel bir dille aktarıyor. Yaşamak zorunda kaldığı bu dönemde yaşadığı şaşkınlık, acı ve gelgitleri aktarıyor Başaran. Ancak bu gelgitler, geri dönüşleri yansıtmakta bence pek başarılı değil, hatta dikkatiniz dağınıksa zihninizi toparlamanız zor olabiliyor. Klasik anlamda da bir roman örgüsüne sahip olmadığını düşünüyorum açıkçası. Bir anı-roman demek illa bir sınıflama yapmak gerekirse daha mümkün.

Orhan Kemal Roman Ödülü’nü veren kurulun romana ödül verme gerekçesini bulamadığım için size bilgi veremiyorum ancak verildiği yıllara şöyle bir baktığımız zaman faşizmin gene dallanıp budaklandığı bir dönemde verilmiş olması, Cumhuriyet Döneminin şahlanması için temeli atılan Enstitülerin hangi oyunlara kurban gittiğinin gösterilmesi, yine benzer oyunların oynandığına dikkat çekmesi ve Cumhuriyetimizin temel ilkelerine dikkat çekilmesi amacının arka planda olduğu kanısını taşıyorum. Tabii bir de köylünün dramına az da olsa bir kez daha dikkat çekilmesi, hala göz ardı edilen bu gerçekliğe geri dönülmesi de bir neden olabilir belki.

Askerin zorlu hayatından kesitler sunması, neredeyse askerlik eşittir eziyet ve sindirme, tek tip yaratma ve tüm kişisel hıncını vazifesini yapandan çıkarma ve benzer unsurlardan örülü olan kısmını aktarması açısından başarılı buldum. Kendim şu ana kadar bir Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alanlar arasında “En İyiler” Listesi yapsaydım sanırım üst sıralarda yer almazdı.

BİRAZ DA TARİH…

Bu romanı okurken tekrar ve daha detaylı bir biçimde Köy Enstitüleri ile ilgili okumalar ve araştırmalar yaptım. Örneğin; yine Mehmet Başarana ait olan ve sunumunu Aycan’ın yaptığı Bir Özgürleşme Eylemi: Köy Enstitüleri adlı kitaba zaman zaman geri döndüm. Can Dündar’ın Köy Enstitüleri adlı belgesel kitabından ve belgeselini izledim ve okudum. Bu noktada kısaca Köy Enstitüleri hakkında biraz bilgi vermeden geçemeyeceğim.


Nasıl Kuruldu?


Atatürk Devrimi’nin kopmaz bir parçası olan Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta 4 kırsal yerleşim biriminde aynı zamanda kuruldu. Sayıları aynı yıl 14’e 8 yıl içinde de 21’e çıkarıldı. Köy Enstitüleri yalnızca öğretmen yetiştiren kuruluşlar olmayıp, kırsal yörede toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmayı sağlamak; bu alanda ilgili gerekli elemanları yetiştirmek için kurulan yapılardı. En azından bu hususlara hizmet etmeleri amaçlanıyordu.

Köy Enstitüleri kurulmadan önce 16 milyonun üzerinde olan nüfusun %80’i okuma yazma bilmemektedir. Ancak okul ,öğretmen ve gerekli alt yapı bulunmamaktadır. İlköğretim sorunu aşılmaz bir engel gibi her devrimci ruhun karşısına dikilmektedir. Bunun üzerine Atatürk bunun üzerine aralarında İsmail Hakkı Tonguç’un da bulunduğu eğitimcileri bir rapor hazırlamaları göreviyle köylere yollar. Raporda kaleme alınan saptamalar şunlardır:

1) Batı taklidi öğretmen okullarından köylere gidenler ya dayanamayıp gitmiş ya da kalıp köyün karanlığında erimiş, ağanın, imamın etkisi altına girmiştir.

2) Köy okulunda sadece okuma yazma öğrenmiş köylü, dört beş yıl sonra okuma yazmayı bile unutmuştur.

3) Ordudan dönüp tarlasını işleyen bazı çavuşlar, köylü çocuklara kendiliklerinden okuma yazma öğretmekten başka, cumhuriyetin ne olduğunu, şimşekle elektrik ışığının benzediğini, sıtmanın sivrisinekten geldiğini, otomobilin benzinle, trenin buharla işlediğini anlatmışlardır.

Bu rapor Köy Enstitülerinin kurulması için ilk verilerin elde edilmesini sağlar. Atatürk, askerlerin bu konuda destek verecekleri görüşündedir bunu da “Erlerin eğitimini yaptırdığımız çavuşlardan bu konuda da pekâlâ yararlanılabilir.” Sözleriyle ifade etmiştir.

1935’te İlköğretim Genel Müdür vekilliğine atanan, Köy Enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı TONGUÇ, “Eğitim Yolu ile Canlandırılacak Köy” adlı çalışmasında, çözüm yolunu şu şekilde göstermiştir: “Köyü canlandırma alışılagelmiş sıradan bir ilköğretim sorunu değildir. Eğitim yolu ile köyü canlandırmak; modern anlamda ilköğretimi köye mal etmekle sağlanabilir. (...) Köyü canlandırma sorunu, her şeyden önce bu savaşa katılacak elemanı yetiştirme sorunudur. Köy Enstitülerinin kuruluş nedenlerinin başında bu gelir.”



Hasan Ali Yücel Kurulma nedenini şöyle açıklıyor. "biz, istiklal mücadelesinden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köylere götürecek adam yetiştirmek isteriz. çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. bu, imamdır. imam, insan doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, vefat ettiği vakit mezarının başında telkin vererek, doğumundan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hâkimidir. bu manevi hâkimiyet, maddi tarafa da intikal eder. çünkü köylü hasta olduğu vakit de sual mercii imam olur. biz imamın yerine, köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik.



Bu noktada değişik ama paralel bir görüş olarak İlkay Meriç Marksist Tutum Dergisi, no:37 Nisan 2008’de kaleme aldığı yazısında “Öte yandan CHP, Kemalist ideolojiyi nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülere taşıyacak ve onları rejimin çıkarları doğrultusunda dönüştürecek temel unsurlar olarak öğretmenleri görüyordu. Zira öğretmen demek köyde jandarmadan sonra devleti (dolayısıyla onunla özdeşleşen CHP’yi) temsil eden en yüce makam sahibi demekti” şeklinde ileri sürmekte olup aynı zamanda Köylü işçi sınıfa karşı bir denge oluşsun diye mi önceleri örgütlendi? Sorusuna cevap olarak şu görüşleri aktarmaktadir:

“…..Köylüyü ihtilalci proletaryaya karşı bir sigorta olarak gören köycülerin ekonomik politikalarını da önemli ölçüde proletaryadan duyulan korku belirliyordu. Üstelik o dönemde bu bakış açısı sadece Türkiye’de değil Nazi Almanya’sı başta olmak üzere pek çok ülkede güç kazanmış durumdaydı. CHP’lilerin önemlice bir kısmının Nazilerden etkilendiği ve onlara sempatiyle baktığı da bir sır değildi.

İktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan’ın 1935 tarihli gözlemleri, o dönemde belli başlı sanayi ülkelerinin köye ve köylüye bakışlarının benzerliğini saptaması bakımından ilginçtir:

“...bugün belli başlı endüstri memleketleri bile, ulusal hayatın en gür ve temiz kaynağı olan köyleri, köy hayatını bir sosyal dengeşiklik aracı olarak enternasyonal ve ihtilalci temayüller gösteren endüstri proletaryası karşısında kıskançlıkla muhafaza için, köylüyü şehre çeken ve kırları boşaltmak isteyen akımlara karşı her türlü çareye başvuruyorlar. Onlar bu işe biraz da cihanın son durumu yüzünden mecbur olmuşlardır. Bugün her yerde insan ve mal göndermek için açık pazar kapılarının gittikçe kapanması yüzünden şehirde ve köyde işsiz kalan ve başka yere de göçemeyen fazla nüfusu memleket içinde toprağa bağlamak, bir harp vukuunda ihtiyacı olan yiyecek ürünlerini kendisi üretmek gibi siyasal ve sosyal emniyet düşünceleriyle bir toprak siyasası devri açıyorlar.” (akt. Asım Karaömerlioğlu, age, s.53, Orda Bir Köy Var Uzakta)”



1940 baharında 3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası Meclis’e gelir. Bu Yasa çeşitli eleştirilerle karşılaşır. Yasa sonuçta Meclisten çıkmakla birlikte 38 kişi oylamaya katılmayarak örtülü bir muhalif grubun olduğunu ortaya koyarlar. Özellikle Kazım Karabekir bu uygulamanın köylü ve şehirli arasındaki uçurumu daha da belirgin hale getireceğini iddia etmesine rağmen Hasan Ali Yücel asıl hedeflenenin bunun tam tersi olduğunu vurgular.

Bu konuda Mehmet Başaran: “Yaşamdan kopuk, belleğe yük sayılabilecek işe yaramaz bilgiler aktaran, kara tahta-dört duvar okulu anlayışı bir yana itildi. İncelemelere araştırmalara dayanarak geliştirilen üretim yaşamı, eğitim ortamına dönüştürülmüştü.” Derken aynı yönde

Talip Apaydın da: Bize asla bilgi düşmanlığı aşılanmamıştır. Sadece kuru bilgilerin, hayatta işe yaramayan ezber bilgilerin yetersizliği, süsten öte geçemediği, hayata bir değer katamadığı söylenmiştir. Boyuna okumamız, ders dışı kitaplara taşmamız öğütlenmiştir.Enstitüde bize okuma-düşünme alışkanlığı verdiler. Ders kitaplarının çerçevesi içinde hapsolup kalmıyorduk. Boyuna arıyor, okuyor, inceliyorduk. Arkasından, tartışarak, bilgilerimizi, inançlarımızı pekiştiriyorduk. Genel toplantılarda ya da aramızda tartışmadan duramazdık.” Biçiminde görüşlerini diler getirmektedir.

1942 yılında Köy Enstitüleri ilk mezunlarını vermiş ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde Yüksek Köy Enstitüsü açılmıştır. 1943 yılında Cumhurbaşkanı İnönü Hasanoğlan Yüksek Enstitüsü’nü ziyaret eder ve çok etkilenir. Millî Eğitim Bakanı’ndan enstitülerin sayısının 20’den hızla 60’a çıkarılmasını isteyince Yücel “Buna ne kadromuz ne de paramız yeter” diye itiraz edince, İnönü’den beklenmedik bir tepki gelir ve sanki geleceğin içinde barındırdığı tehlikeleri de haber verirmişçesine, “Çok büyük fırsat kaçırıyorsunuz” cevabını verir ve ekler: “Bu savaş yıllarından yararlanarak bunları yapmalıydınız. Savaştan sonra ne olacağı belli değil. Bunların hiçbirini bize yaptırmayacaklar. İleride beni dinlemediğinize çok pişman olacaksınız.” Der.



İnönü daha fazla enstitü açılması hususundaki kararının uygulanmasının yakın takipçisi olur. “Köy Enstitüleri Yasası” okul yapma görevini köylülere verdiği için kaymakamlar ve valiler, Ankara’dan gelen talimat doğrultusunda köylü üzerindeki baskıyı gün geçtikçe artırmaya başlayınca köylüler arasında enstitülere karşı bir muhalefet oluşmaya başlar. 1944-1945 döneminde planlanan rakamlara ulaşılamaması İnönü tarafından bu “pasif direnme” olarak algılanır. İnönü’nün “alınganlığı” köylere ceza verilmesine kadar gider. Bu durum CHP içinde hoş karşılanmamaya başladığı için tepki sesleri de yükselmektedir. İnönü taviz vermez ve
“Her köyde cami yok mu?” diye sorar. “O camiler nasıl yapıldıysa, okul da öyle yapılacak.” Diyerek sert çıkar.

İnönü’nün bu tavrı, ardından Sabahattin Ali’nin Hasanoğlan’ı ziyaret etmesi ve orada kalması, enstitü içinde sağ-sol kamplaşmasının olduğunun yayılması, enstitülerin komünizmin pençesi içine düştüğüne dair dedikoduların yayılması Köy Enstitülerinin göze batmaya başlamasına ve gerginlik konusu olmasına neden olur. Bu konu ile ilgili
Talip Apaydın: “Kimi arkadaşlarımız açıkça, kimisi el altından ırkçı, Turancı, enstitü düşmanı çevrelerle bağıntı kurmuşlardı. Oralardan beslenirlerdi. Oralara haber ulaştırırlar, hatta ihbar mektupları yazarlar, aramızdan imza toplarlardı. Biz bunları bilirdik, uzun uzun tartışırdık. Gittikçe tehlikeli olmaya başlayan çatışmalarımızdan endişe duyardık.” Diye anlatmaktadır.



Bu gerginlik ve dedikodular Hakkı Tonguç’a iletilince kendisi hemen Hasanoğlan’a gelip öğrencileri uyarır: “Siz ateşle oynuyorsunuz.Yapılamaz sanıyorsunuz ama bir gün bu enstitüleri kapatırlar. Hiç değilse temelden değiştirirler. Siz okudunuz, kurtuldunuz, ama sizden sonraki köy çocukları, okuyacak okul bulamazlar. Anlıyor musunuz? Aklınızı başınıza toplayın. Binanın temelini oyan fare olmaktan vazgeçin. Köy enstitülerini siz köy çocukları kendiniz yıkacaksınız, dikkat edin.” Der. Bir uyarı ve tehlikenin kapıda olduğuna dair söylemde Baba Tonguç’tan gelmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’ından sonra Türkiye’de de değişim rüzgarları esmeye başlamıştır. İnönü çok partili hayata geçileceğinin müjdesini ve sözünü vermiştir. Çok partili hayat değişik görüşleri, uygulamaları, özgür fikirleri ve eleştirileri de beraberinde getirir. İlk eleştiri okları da Köy Enstitülerine saplanır.
1945 Mayısında Millî Eğitim bütçesi görüşülürken milletvekili Emin Sazak, köylere verilen enstitü mezunlarının kendilerini birer Atatürk zannettiklerini söyler.

Yücel, bu eleştiriyi yanıtlarken “Bu çocukların birer Atatürk olması temenni edilir.” der.İnönü, yeni kurulan Demokrat Parti’nin programını Çankaya Köşkü’ne getiren Celal Bayar’a iki soru sorar:İlki, dini inançları siyasette kullanıp kullanmayacaklarıdır. İkincisiyse Köy Enstitüleri’yle, eğitim seferberliğiyle uğraşıp uğraşmayacakları…

Bayar her ikisine de “Hayır Paşam” yanıtını verir. Bunun üzerine İnönü parti için olurunu verir. İnönü Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bir ziyaretinde Yücel’e “Bu çocuklar köylerde işe başlayınca bizi tutacaklar mı?” diye sormuştur. 1946 seçiminde CHP’ye oy toplamak amacı ile köylere gönderilen enstitülerden gelen haberler pek de iç açıcı olmamıştır. Komünizmin alıp başını yürümesi, kızlı erkekli birlikte eğitim, eğitimin yanı sıra çeşitli işlerde çalışılması, okul yapımı için baskı köylüleri ama belki de en çok toprak ağalarını daha çok rahatsız etmeye başlamıştır. Enstitüler için bazı yazar ve şairler de aynı doğrultuda görüş sahibidirler:

“Son günlerde peçesi kaldırılan ve bazı temayüllere göre tekrar ihyası için zemin aranan Köy Enstitüleri davası, memleketimizdeki komünizma hululünün şah damarını çizer.” (Necip Fazıl Kısakürek)

Çocuklara Nazım Hikmet’in şiirlerini ezberleten, Marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de Marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitülerinin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen bir tek şuurlu Türk aydını yoktur...” (Peyami Safa)

Ankara’ya ve özellikle Çankaya’ya bu eleştiriler doğrultusunda yönelmeye başlayan baskılar giderek artmaktadır ve CHP oy kaybedeceğini anlamıştır. Özellikle parti içindeki muhalif kanat daha fazla sesini çıkarmakta, sağcı düşünceye yakın olan parti üyeleri enstitülerin komünizmin yuvası olduklarını söylemektedir.Parti’de Recep Peker gibi muhafazakârlar Köy Enstitüleri’nin bir an önce kapatılmasını savunmaktadır.

Muhalif seslerin alıp başını yürüdüğü 1946 Seçim Döneminde Sovyetler’in Kars ve Ardahan üzerinde hak iddia ettiği, İstanbul’da gençlerin komünizm aleyhinde gösteriler yaptığı, Amerikan Missouri zırhlısının İstanbul’u ziyaret ettiği bir ortamın varlığı, aslı astarı olmasa da enstitüler hakkındaki söylentiler nedeni ile İnönü büyük bir kararsızlık yaşasa da enstitüleri gözden çıkarır CHP bu seçimden çoğunluğu alarak çıkar ve yeni kabine kurma görevi Recep Peker’e verilir. Peker’in hükümet programında “Köy Enstitüleri’nin daha millî bir hale getirileceği” yazılıdır.

Millî Eğitim Bakanlığı, Hasan Âli Yücel’in elinden alınır. O günlerde emniyete imzasız bir ihbar mektubu gider. Mektupta Hasanoğlan’ın komünist yuvası haline geldiği öne sürülür, Sabahattıin Ali, Behice Boran, Niyazi Berkes gibi öğretmenler ve Nâzım Hikmet şiirleriyle rejim aleyhtarlığı yapıldığı, komünist manifesto okunduğu bildirilir. Mektubun sonuna komünist öğrencilerin bir listesi de eklenmiştir.

Bu mektup üzerine hemen bir soruşturma başlatılır ve soruşturma için Meclis Başkanı Kâzım Karabekir, yanında üç milletvekili ile Hasanoğlan’a gelir. Bu soruşturmada öğrenciler ile öğretmenler sorgulanır.Bir süre sonra, 21 Eylül 1946’da, ismi Köy Enstitüleri ile özdeşleşmiş İsmail Hakkı Tonguç da görevden alınır. Yerine Yunus Kâzım Köni getirilir.

DAHA SONRA OLANLAR

1) Enstitü mensuplarının Nazizme, Faşizme kaydığını, ırkçılarla işbirliği yaptığını düşündükleri Yeni Millî Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer’in genelgeleriyle köy enstitülerinde öğrencilerin yönetime katılması uygulamasına son verilir.

2) Enstitü kitaplıkları komisyonlarca taranır, okutulan bazı klâsikler “öğrencilerin düzeyine uygun olmadığı” gerekçesiyle yasaklanır, kimi bakanlık klâsikleri yakılır. Genelgeyle “serbest okuma”lar güdüm altına alınır, tartışma saatleri iptal edilir.

3) Enstitülerde çalışan Yüksek Kısım çıkışlı öğretmenler, buralardan uzaklaştırılmak amacıyla toptan askere alınırlar (Mayıs 1947). Bazıları yedek subay olacağına çavuş olarak çıkarılır.

4) 1947 sonunda Recep Peker hükümeti, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü “benzer başka okullar olduğu” gerekçesiyle tamamen kapatır. Öğrencileri, Ankara içindeki dengi okullara dağıtılır. Üç dönem mezun veren Yüksek Köy Enstitüsü kapandığı tarihe kadar 104 mezun verecektir.

5) 1947’de çıkarılan 5117 ve 5129 sayılı kanunlarla köylerdeki öğretmenlerin Enstitülerle bağları kesilir, verilen tarım, sanat araç gereçleri geri alınarak, 100 lira aylıklı memur durumuna getirilirler.

6) 1948 yılında Eğitmen Kurslarına son verilir ve birçok eğitmen de görevden uzaklaştırılır.

7) 1948’de Enstitülerin programları değiştirilir. İş eğitimine, üretici eğitime son verilerek, klâsik öğretmen okulu anlayışına dönülür.

8) 1948’den itibaren, ilahiyat fakülteleriyle imam hatip kursları açılmasına izin veren CHP buna rağmen 1950 seçimlerini kaybedecektir.

9) 1950'den sonra Köy Enstitülerinin aynı kampus içinde okuyan kız ve erkek öğrencileri birbirinden ayrılarak, Kızılçullu ve Beşikdüzü Köy Enstitülerinde toplanır. Sonra Kızılçullu kapatılıp öğrencileri Bolu Kız Öğretmen Okuluna aktarılır. Aynı yıllarda 4 enstitüdeki Sağlık Kolu kapatılır.

10) İktidara gelen Demokrat Parti zamanında, 1951’de Köy Enstitüleri’nin programı klâsik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirilir.

11) Topraklarının bir bölümü kamulaştırılmış kimi ağalar, Düziçi Köy Enstitüsü’ne dışardan soktukları bir adama Türk bayrağını yırttırır, pislik sürdürür (sonradan mahkemede ortaya çıkar) öğrenciler tutuklanır basında, Meclis’te “Gördünüz mü?” diye kıyametler koparılır.

12) Bütün Enstitü müdürleri, öğretmen kadroları değiştirilir, yeni atanan müdürlerin düzenledikleri sınavlarla kültür derslerinden zayıf sayılarak sınıfta bırakılan 2000 öğrenci (iki yıl sınıfta kalmış duruma düştükleri için) Enstitülerden uzaklaştırılır, yoksul köylü babalara “tazminat” davası açılır.

13) Enstitüleri ilk bitirenler, “kültür bakımından yetişmemiş” sayılarak yeniden yetiştirme kurslarından geçirilirler.

14) Enstitü mezunlarına eğitim camiasında “Tonguç yetiştirmeleri”, “Hasan Âli yetiştirmeleri” adları verilir.

15) 1954’te (Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri zamanında) Köy Enstitüleri’nin adı 6234 Sayılı kanunla İlköğretim Okulu olarak değiştirilir.

Sevgiler
Billur

1 yorum:

Gulda dedi ki...

Köy Enstitülerinin tekrar açılması konusu sık sık gündeme geliyor. Umarım bu sefer geçmişte olanlar dikkate alınır. Yazın çok kapsamlı, doyurucu olmuş. Dönüp dönüp okuyacağım, herkese de tavsiye ederim.

Bu arada her birinin (Mehmet Başaran, Osman Şahin, Adnan Binyazar…) ne kadar zor yaşamları olmuş ve buna rağmen hayata ne kadar da sıkı tutunabilmişler. Aydın olmak böyle bir şey olsa gerek.

Sevgilerimle

Gülda

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails