2 Eylül 2009 Çarşamba

PETER BICHSEL’DEN MÜPTELALARA ...


Dün bahsetmiştim, yazımın sonunda müptela deyince aklıma başka bir yazarın kitaplarla ilgili söyledikleri geldi diye. Sakın gülmeyin bu sözleri de bir yayınevinin ayracında görmüş (evet ben ayraç okuruyum, her yerde okuyacak bir şey ararım, deterjan kutuları da dahil olmak üzere bulunduğum ortamda ne var ise okurum!) ve hemen not defterime yazmış ve ayracı saklamıştım:

“Kitap iptiladır. Bazı insanlar kendilerini okur sayar. Sonra da “ Biliyor musunuz ben doktorum”, derler “okumaya hiç vaktim yok”. Şimdiye kadar bir alkoliğin “ Biliyor musunuz ben doktorum, içmeye hiç vaktim yok” dediğini duymadım. Herhangi bir tiryakinin, “Aslında günde üç paket içerim ama şu sırada hiç vaktim yok” dediğine de şahit olmadım. İptila nedir, ona işaret etmeye çalışıyorum. Okumak, harfleri yan yana dizmek ve bu harflerin ağaçlar ve evler ve insanlar ve anlaşmazlıklar ve güçlükler yaratması, bunların sadece harflerden oluşabilmesi gibi bir mucize, bu coşku, insanı müptela yapar ya da yapmaz. Ve bir müptela ihtiyacı neyse ona ulaşmanın yolunu her vakit bulur.”

Her ne kadar Peter Bichsel’i bu sözleri ile tanımışsam da itiraf ediyorum ki –kütüphanemde kitabı olmasına rağmen- henüz okuma fırsatı yaratamadım. Peter Bichsel 1935 doğumlu İsviçre-Alman kökenli bir yazar ve gazeteci ve modern Alman Edebiyatı’nın temsilcisi olarak anılıyor. Bir dönem ilkokul öğretmenliği, İsviçre Federal Konsey üyesi Willy Ritschard’ın kişisel danışmanlığını yapıyor.

En çok bilinen eseri aynı zamanda yazarın ilk eseri olan Aslında Bayan Blum Sütçüyü Tanımak İstiyordu(And Really Frau Blum Would Very Much Like to Meet the Milkman) Bu eseri bir hikâye kitabı ve içinde 21 tane öykü bulunuyor. Bichsel’in bu öykülerde genellikle çağımız insanın bireyselleşmesini ve bu bireyselleşmenin nasıl bir şekilde iletişim eksikliği yarattığını ve sıradan insanların gündelik yaşamlarını etkileyişini dile getirdiği ifade ediliyor.




Bichsel’in diğer başlıca eserleri Konukevi (Das GasteHaus-1965), Mevsimler (Die Jahreszeiten-1967) ve Çocuk Öyküleri (Kindergeschichten). Türkiye’de "Paris’e Giderken" (Zur Stadt Paris) ve Edebiyat Dersleri adlı çevrilmiş ve yayımlanmış iki eseri bulunuyor.





Peter Bichsel’in Masa Masadır (Ein Tisch ist Ein Tisch) adlı kısa öyküsü ise gerçekten eğlenceli bir öykü ve ilk okuduğumda aklıma nesneler, bu nesnelere neden sahip oldukları isimleri verdiğimiz, neden gerçekte dolap sandalye, sandalye çiçek olmadı diye gençlik yıllarımda kafamı yediğim ve İdealist/Materyalist felsefe bağlamında (İdealar Dünyası vb) uzun uzun yazılar okumamı aklıma getirdi. Bu öyküyü [aslında pek çok başka öyküyü)Gergin Ruhlar Antolojisi adlı derleme çalışmanın içinde bulabilirsiniz:




“Yaşlı bir adamdan, artık tek bir sözcük bile konuşmayan, yorgun yüzlü, gülümsemeyecek kadar yorgun, kızamayacak kadar yorgun yüzlü bir adamdan söz etmek istiyorum. Çünkü bir kentte, caddenin sonunda daha doğrusu dört yol ağzına yakın bir yerde oturur. Onu tanımlamaya aslında gerek yok, çünkü diğerlerinden pek farklı değil. Gri bir şapka, gri bir pantolon, gri bir ceket ve kışın da gri bir palto giyer. Kuru ve kırışık derili ince bir boynu vardı. Bu yüzden ona beyaz gömlek yakaları çok geniş gelir.

Odası evin en üst katındadır. Belki evliydi ve çocukları vardı, belki de daha önce başka bir kentte oturmuştu. Muhakkak o da bir zamanlar bir çocuktu, fakat bu, çocukların tıpkı büyükler gibi giyindikleri bir döneme rastlar. Büyükannenin fotoğraf albümündeki çocuklar da aynı giysiler içinde görünüyor. Odasında iki sandalye, bir masa, bir halı, bir yatak ve bir dolap vardı. Çünkü bir masanın üstünde bir çalar saat durur, bunun yanında eski gazeteler, fotoğraf albümü vardır, duvarda bir ayna ve bir resim asılıdır.

Yaşlı adam sabahları bir gezinti ve öğleden sonraları bir gezinti yapardı, komşusuyla birkaç kelime konuşur ve akşamları masa başında otururdu.
Bu hiç değişmezdi, pazar günleri de böyleydi. Ve adam masaya oturduğunda çalar saatin tiktaklarını, devamlı tiktaklarını dinlerdi.
Sonra bambaşka bir gün geldi, güneşli fazla sıcak değil, fazla soğuk değil, kuş cıvıltılarının, dost insanların, oyun oynayan çocukların olduğu bir gün. Ve garip olan şey şu ki, bütün bunlar adamın hoşuna gitti.

"Şimdi her şey değişecek" diye düşündü. Gömleğinin en üst düğmesini açtı, şapkasını eline aldı, yürüyüşünü hızlandırdı, hatta dizlerinin üzerinde yaylanarak yürüdü ve neşelendi. Oturduğu sokağa girdi, çocukları selamladı, evinin önüne geldi, merdivenleri çıktı, cebinden anahtarları çıkardı ve odasının kapısını açtı.
Fakat odasında her şey aynı idi, bir masa, iki sandalye, bir yatak. Ve oturduğunda yine saatin tiktaklarını duydu ve bütün neşesi kaçtı. Çünkü hiçbir şey değişmemişti. O zaman adamı büyük bir hiddet sardı.

Aynada yüzünün kıpkırmızı kesildiğini gördü, gözlerini nasıl kıstığını farketti. Sonra ellerini yumruk yaptı, kaldırdı ve masanın üstüne indirdi, önce saedce bir yumruk, arkasından bir daha ve sonra masada trompet çalmaya başladı, bu esnada da sürekli "değişmeli, değişmeli" diye bağırdı.

Artık çalar saati duymuyordu. Elleri acımaya başlamıştı, sesi kısıldı, sonra saati tekrar duydu, demek ki hiçbirşey değişmemişti.

"Hep aynı masa" diye söylendi, "aynı sandalyeler, aynı yatak, aynı resim. Ve ben masaya, masa, resme, resim diyorum, yatağa, yatak, sandalyeye, sandalye deniliyor. ama neden? Fransızlar yatağa "li" masaya "tabl" diyorlar, resme "tablo" ve sandalyeye "schaes" adını vermişler ve birbirleriyle anlaşıyorlar. Çinliler de anlaşıyorlar."

"Neden yatağın ismi resim değil" diye adam düşündü ve gülümsedi sonra güldü, güldü, ta ki komşular kapıyı vurup "susalım" diye bağırıncaya kadar güldü.
"Şimdi değişecek", diye bağırdı ve o andan itibaren yatağa "resim" dedi.
"Yorgunum, resme gitmek istiyorum" dedi ve sabahları sık sık uzun süre resimde kaldı. Ve sandalyeye ne söyleyeceğini düşündü, nihayet sandalyeye "çalar saat" adını taktı.

O zaman kalktı, giyindi, çalar saate oturdu ve kollarını masaya dayadı. Fakat artık masanın adı masa değildi, o şimdi halı adını almıştı. Buna göre adam sabahları resmi erkediyor, giyiniyor, halıya geçip çalar saate oturuyor, neyi ne şekilde isimlendirebileceğini düşünüyordu.

Yatağa resim diyordu.
Masaya halı diyordu.
Sandalyeye çalar saat diyordu.
Gazeteye yatak diyordu.
Aynaya sandalye diyordu.
Çalar saate fotoğraf albümü diyordu.
Dolaba gazete diyordu.
Halıya dolap diyordu.
Resme dolap diyordu.
Ve fotoğraf albümüne ayna adı veriyordu.

O halde:
Yaşlı adam sabahları uzun süre resimde kalıyordu ve ayakları üşümesin diye dolaba basıyordu, sonra gazeteden elbiselerini çıkarıyordu, giyiniyordu, duvarda asılı duran sandalyeye bakıyordu, sonra halıya geçip, halıdaki çalar saate oturuyordu ve annesinin masasını buluncaya kadar aynayı karıştırıyordu.

Adam bu işi eğlendirici buldu ve bütün gün alıştırma yaptı, kafasına yeni sözcükler yerleştirdi. Şimdi her şeyin ismi değişmişti. Şimdi o da bir adam değil bir ayak, ayak bir sabah, sabah bir adam olmuştu.

Şimdi kendiniz hikayeyi genişletebilirsiniz. Ve ayrıca tıpkı adamın yaptığı gibi diğer sözcükler, de birbirleriyle de değiştirebilirsiniz:
Zil çalmak dik koymak demek,
Üşümek bakmak demek,
Yatmak zil çalmak demek,
ayakta durmak üşümek demek,
Dik koymak sayfaları karıştırmak demek gibi.

O zaman demek oluyor ki:
Adamda yaşlı ayak uzun süre resimde zil çalıp kalıyordu, saat 9'da fotoğraf albümünü koyuyordu, ayak üşüyordu ve sabahlara bakmasın diye dolabın üstüne sayfaları çeviriyordu.

Yaşlı adam mavi okul defterini aldı ve onları yeni sözcüklerle doldurdu, bu işle çok uğraştı, bu yüzden çok seyrek sokağa çıktı.
sonra bütün eşyalar için yeni deyimler öğrendi ve bu esnada gitgide doğruları unuttu. Şimdi salt kendine özgü yeni bir dile sahipti. artık orada burada yeni dilde düş kuruyordu ve okul dönemine ait birtakım şarkıları kendi diline çeviriyordu ve kendi kendine sessizce mırıldanıyordu.

Fakat çok geçmeden bunları çevirmek ona da zor geldi, eski dilini neredeyse unutmuştu, bu yüzden mavi defterinden doğru sözcükleri aramak zorunda kaldı. Artık insanlarla konuşmak onu korkutuyordu. Başka insanların eşyalara ne ad verdiklerini uzun uzun düşünmek zorunda kalıyordu.

Kendisinin resim dediğine başka kişiler yatak diyorlar,
Halı dediğine başkaları sandalye diyorlar,
Yatağına başka insanlar gazete diyorlar,
Sandalyesine başkaları ayna diyorlar,
Fotoğraf makinesine başkaları çalar saat diyorlar,
Gazetesine başkaları dolap diyorlar,
Dolap dediğine başkaları halı diyorlar,
Halı dediğine başkaları fotoğraf albümü diyorlar,
Aynasına başkaları fotoğraf albümü diyorlardı.

Ve öyle bir an geldi ki, adam başka insanlar konuşurken duyduğu şeylere gülmek zorunda kaldı.

Birisinin "yarın siz de maça gidiyor musunuz?" veya bir diğerinin "iki aydır devamlı yağmur yağıyor" veya yine birisinin "Amerika'da bir amcam var" dediğini işittiği zaman gülmek zorunda kalıyordu.

Bütün bunların hiçbirini anlamadığı için gülmek zorunda kalıyordu.
Yalnız eğlendirici bir hikâye değil bu, kederli başladı ve kederli bitiyor.
Gri paltolu yaşlı adam insanları artık anlayamıyordu, bu o kadar kötü birşey değildi.
Daha kötüsü insanlar onu artık anlamıyordu.
Ve bu yüzden artık hiçbir şey söylemiyordu susuyordu
Sadece kendi kendine konuşuyordu, artık selam bile vermiyordu.




Bu öykü vesilesi ile Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” adlı şiirini atlamak mümkün olmayacak sanırım:

adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
üç kere üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu.

masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu.

İmgeler ve Simgeler Dünyasında Kaybolmamak Dileği ile,
Sevgiler

Billur

1 yorum:

Unknown dedi ki...

selam
bende peter bichsel hayranıyım..yıllarca bu adamın kitaplarını aradım durdum..ama elazığ gibi bi yerde benden başka peter bichseli tanıyan yok..hatta doğu anadoluda bile okuyan varmı bilmiyorum..bu yüzden entellektüel bi yalnızlık yaşıyor ve neden istanbulda yaşamıyorum diye hayıflanıyorum..elime geçirdiğim her kitabını en az bir milyon defa okuyarak müptela ötesi bir konuma gelen ben burada peteri görünce duygulandım doğrusu..aslında bayan blum sütçüyü tanımak istiyordu mükemmeldir..

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails