5 Nisan 2011 Salı

SUNSET PARK -PAUL AUSTER

Yazmaya karar verdim sonunda. Kitabı ilk çıktığı gün alıp, okudum ve ertesi gün bitirmiştim. Evet, kitabı ilk bitirdiğim ve kapağı kapadığım zaman bir Auster kitabı olarak “vurulmamıştım” ama yaratılan karakterler, göndermeler, göndermelerin izini sürmenin kolaylığı ve izini yakaladığım tüm izlekler benim hoşuma gitmişti.Okurken, okuyucudan fazla bir emek sarfetmesini istememişti belki Auster ve okuduğum dönemdeki ruh halim için de uygun olduğundan olsa gerek ben diğer herkesin yorumladığı gibi büyük bir hayal kırıklığı içinde değildim.



Belki Auster’ın bu sefer izleyeceğimiz yola serptiği ekmek kırıntıları, ağaçlara koyduğu çentikleri fazla belirgindi ama kitaptan zaman zaman başımı kaldırıp bu izlerin beni götürdüğü yerler veya kitaplar, filmler ve oyunlar aracılığı başka yerlere gidip, düşüncelere dalmam ve onları yeniden keşfetmek ve hatırlamak beni keyiflendirdi.

Kaçak Karakterler

Romanın içinde yer alan tüm karakterlerin bir darbeye maruz kaldığı ve yaralı bir ruh ve geçmişle etrafta dönenip hayata tutunma çalışmaları ana ekseninde başlayan kitapta ilk karşılaştığımız kitabın ana karakteri Miles Heller oluyor. Heller’in kardeşinin ölümünden (araba kazası) kendini sorumlu tutmanın verdiği acıya katlanamayıp Florida’ya taşınarak ailesine ve her şeye sırtını dönmesi, elindeki imkan ve nimetleri iterek kendisini cezalandırdığı olgusunun ilk sinyalleri Muhteşem Gatsby (bu kitapta da Daisy -Gatsby’nin saplantılı aşkı Daisy'nin Mytrle'ın ölümüne sebebiyet vermesi) ile veriyor ve hayatının aşkı olacak Pilar ile de karşılaşması ve bağ kurması da bu kitap sayesinde oluyor. Pilar’ın ablasının şantajı nedeniyle köklerinin olduğu yere dönmek zorunda kalan Heller, arkadaşı Bing’in yaşadığı metruk evde kalma çağrısını zorunlu olarak kabul edip New York’a gidiyor.



Aslında kendi dünyasını yaratmaya çalışan biri Bing Nathan. Nathan’ın öyle büyük idealleri ve kavgaları yok o sadece “kişisel bir konumlanma” ve “kendi ilkelerini” koyup yaşayacağı bir dünya kurmak istemektedir. Kırık Eşyalar Hastanesi adında bir eskici/tamirci dükkânı vardır. Hem burada insanların geçmişle bağlantısını koparamadığı şeyleri onarıyor hem de arkadaşlarını topladığı metruk evde yer açarak onların soyutlanarak ruhlarını rehabilite etmek için çizginin dışına çıkabilecekleri bir dünya veriyor. Ya da kaçıp sığınacakları bir dünya…



Nathan içindeki umudu çoktan tüketmiş ve bunu da kabullenmiş biridir. Bu umudun tükenmesine yol açan düzenin de bir parçası olamayacağını kavrayınca terk edilen evde “günü” yaşamaktan başka bir niyeti yoktur. Ancak kendi küçük başkaldırısına! eşlik edecek birilerine ihtiyaç duymaktadır. Alice, Bing ve Miles’a bir de aslında ressam olmak isteyen , kendinden küçük bir –tıpkı Miles gibi-biri ile beraber olup ondan hamile kaldığı çocuğu aldırınca bu travmayı halen atlatamamış Ellen Brice da katılıyor.



Kitapta bölüm bölüm tanıştığımız karakterler arasında sona doğru baba Moris Heller anlatıcı koltuğuna oturuyor ve o da aslında ruhunun ne kadar yamalı bohça olduğunu anlatıyor. Bing ile Sunset Park’ın karşısındaki sahipsiz eve yerleşen bu dört insanın yaralarını sarma çabası ve uğraşısını Auster sonuçta hep bir diğer yaralı karakter Alice Bergstrom’un tez konusu olan Hayatımızın En Güzel Yılları’na bağlıyor ve savaştan dönen o uşak Amerikan toplumunu oluşturan erkeklerinin ailelerinin yanına döndükten sonra yabancılaşmalarını ve savaş yaralarını sarmasını (gerçekten sarabiliyorlar mı?) anlatan bu film üzerinden tüm kahramanların hayatlarına devam etmenin yolunu bulmaya yönelik ilk adımı atma çabaları için nasıl emekleyeceklerini bizlere gösteriyor.




Romandaki bütün karakterlerin eninde sonunda düşüncesi ve yolu bu filmle çakışıyor. Romanda gerçek bir savaştan çıkmış ve sonra hayatın akışı içinde başka bir savaş vermiş olan erkeklerle kendi yaşıtları erkeklerin tavrını karşılaştıran (zira ailesinde böyle bireyler olduğunu ve tek kelime etmediklerini öğreniyoruz) Alice’in düşüncesi kitapta en sevdiğim nitelendirme oldu:

“ …....bu suskun erkekler kuşağını, büyük bunalım dönemini yaşamış, büyüyüp savaşa gitmiş çocukları düşünürken, geçmişe dönmek istemedikleri, konuşmaktan kaçındıkları için onları suçlamıyor; ama henüz konuşacak fazla bir deneyimi, birikimi olmayan kendi kuşağının çenesi kapanmayan ya da her fırsatta kendinden söz eden, her konuda fikir sahibi olan, sabahtan akşama ağzından sözcükler saçan erkekleri ortaya çıkarmış olmasını tutarsız buluyor.”

Beyzbol ille de Beyzbol

Çok eleştiri alan beyzbol konusuna gelince; Auster okuyanlar bilirler ki beyzbol onun için çok önemlidir zira kendisinin de bir beyzbol başlangıcı vardır. Miles Heller ile arasında buradan hareketle de bir bağ oluşturup kişiselleştirdiğini düşünüyorum ve kendi izini de romana böyle yansıtıyor bence. Ayrıca beyzbol tüm romanda bir bağ kurma aracı, Miles ile Moris için önemli bir bağ olduğu gibi ,Miles ile Pilar’ın ablasının erkek arkadaşı Eduardo Martinez arasında iletişim kurulup devamını getiren tek şey. Tıpkı bizim toplulumuzda da futbolun olduğu gibi.



Dikkat edilirse, Miles’ın anlattığı bazı oyuncular ve hayatlarından kesitler beyzbol tarihi üzerine söylevden ibaret değil, çünkü hayatının fırsatını iyi kullanmayan, ya da başına gelen talihsiz bir olayın ardından toparlanamayıp silinen sporculardan bahsedip sonra da örneğin Lucky lakaplı Jack Lhorke’nin üzerinden onun her kötü olaydan nasıl son anda sıyrıldığını anlatıyor ve “her talih kötü talih değildir” aslında savına örnek olacak şekilde anlatılıyor ve romandaki talihsiz hikâyeleri olan kahramanların da bir ümidi olabileceğini göstermeye çalışıyor.

Gerçekten Bir Ümit Var mı?

Ancak bu umudun boşa çıktığını kitabın sonuna doğru Miles kaldıkları eve polis baskın yapıp öfkesini kontrol edemediğinde dağıldığına şahit oluyoruz. Yaralar aldıkça “erkek” adam olunacağı hususuna gönderme yapan romanda aslında hiçbir karakterin aldığı yaraları tam anlamıyla saramadığını görüyoruz. Ekonomik krizin iyice sarstığı ve ayakta durmakta güçlük çeken ve sürekli değişen, devinen ve modern dünyanın rekabet ortamında ruhlarında yaralarla baş edemeyen romandaki tüm karakterlerin “sığındıkları” ev de -Miles’ın öfkesine bir kez daha yenik düşmesiyle- kaçtıkları cehennemlerine dönüşün yolunu açıyor. Kardeşinin ölümü ile kendini cezalandıran, Pilar’a destek çıkan, eve gelmesi ile herkesin gözdesi olan Miles, yeni adımlar atmaya karar veren arkadaşlarının hayatına bir çelme takıyor.

Bu noktada kendisini hala babasına muhtaç bir çocuk gibi hissediyor ve babasının isteği üzerine bu sefer kaçmak yerine gerçeklerle yüzleşmeyi seçiyor. Kaçmak ve sığınmanın bir işe yaramadığını, kendini onca yoksun bırakmanın ruhunda ve kişiliğinde hiçbir şeyi onarıp, onu adam etmediği gerçekliğiyle….

Romandaki karakterlerin derinliğe sahip olmadıkları yönündeki yapılan pek çok eleştiriye katılmıyorum; bana göre Auster’ın zaten vermek istediği de bu. Çünkü kaçmak ve sığınmaktan öte bir şey yapmayan bu dört insan verdikleri savaşta galip gelemeyince zaten kimliklerini de derinliklerini de yitirmiş bir hale gelmeye başlıyorlar. Kaldı ki Auster bunu Pilar ile Miles'ın tanışmalarına vesile olan Great Gatsby'de de asıl kahramanın anlatıcı rolündeki Nick Carraway olduğunu zira diğerlerinin yitip gitmiş sığ insanlar olduklarını söylemesinden de çıkarabiliyoruz. Kişisel başkaldırı olarak nitelendirdikleri eve yerleşmenin özellikle Nathan ve Ellen için aslında geçmişten kopamamayı ve gelecekten umudunu yitirmekten öte bir şey olmadığını roman ilerledikçe bizlere gösteriyor.

Aslını Okuyormuş Hissi Veren Çeviri

Kitapla ilgili söyleyeceğim bir diğer husus, daha ilk sayfadan itibaren hissettiğim ve anladığım gibi çevirinin gerçekten çok başarılı olduğu. Kitap hakkında konuşurken Gülda’ya söylediğim ilk şeylerden biri “eğer İngilizce okusaydım ancak bu kadar akıcı olurdu” idi ve hatta daha da ileri gideyim altta İngilizce metni görebiliyordum.

Yalnızca önce ilk denk geldiğimde bir basım/düzelti hatası zannetmekle birlikte tüm kitapta “aşçı” kelimesinin “ahçı” olarak yazılmasıydı. Bunu değerli bir yazar dostumuza sorduğumuzda “bu kelime İstanbul Türkçesi’ne yerleşmiştir” diye cevap verdi ama pek ikna olduğumu söyleyemeyeceğim.



Sonuç Olarak

Bu romanın dile getirildiği kadar kötü eleştiriyi hak ettiğini düşünmüyorum.Doğruluk payı olsa bile, iyi bir kitap okuma imkanımın olmadığı bir noktada isem yavan bir Auster kitabı okumayı gene de tercih ederim. Ayrıca bu romanı okuyarak Muhteşem Gatsby’i ,Bülbül’ü Öldürmek’i okumak ve seyretmek, Hayatımızın En Güzel Yılları’na dönerek savaşın izlerini hatırlamak, Samuel Beckett’in Mutlu Yılları, Henry Miller Klimalı Kabus, Mickey Spillane Kanun Benim’i tekrar karıştırmak, Jacques Tourneur Darağacımı Yükseğe Kur’u keşfetmek, harika birer deneyim değil mi sizce de?



Sevgiler
Karda Leke Var Paul Auster'da Leke Yok diyen
Billur

3 Nisan 2011 Pazar

30. İstanbul Film Festivali

AÇILIŞ


Yirmi üç yıldır bir ucundan tutmaya çalıştığım İstanbul Film Festivali’nin 1 Nisan 2011 tarihli açılış törenine koyu renk kıyafetlerimizi giyerek katıldık. Tören şaşırtıcı bir şekilde çok iyi organize edilmişti, sıkıcı değildi. Sahne dekoru çok başarılıydı. Hale Soygazi çok ama çok güzeldi. Türkan Şoray Türkan Şoray’dı. İzzet Günay’ı önce tanıyamadım. Biraz değişmişti sanki. Serra Yılmaz olmaksızın film festivali olur mu? O da tüm içtenliğiyle oradaydı. Otuz yılın kısa özeti, sahneye konan ekranlardan gösterildi. Seyirci görüşlerinden derlenen bölüm keyifliydi.


İzleyiciler arasından; daha açılış başlar başlamaz protestolar yükseldi: “Emek Sinemasız Festival Olmaz!” Olur mu? Emek Sinemasız geçen ikinci yılda! Sesler haksız mı? Seyirciler alkışla eşlik etti. Ancak bilirsizin ki; İstanbul kültür sanat hayatının "Meziyetli Leydileri, Hatırşinas Centilmenleri" bir ödüle, bir protestoya, muhteşem bir sanatçı performansına ancak dört vuruş süresince övgü düzebilir/katılabilirler. Dolayısıyla protestonun uzamaması için sevgili ev sahiplerimiz, güvenlik elemanlarının yardımı ile durumu istenen/beklenen/olağan hale getirdi. Yine de İKSV’nin hakkını yemek istemem. İSKV kendi üslûbuyla açılış boyunca Emek Sineması'nın önemini dile getirdi.


Ancak İsyanbul Kültür Sanat Varyetesi’nin yaklaşımını böylesine hızla susturmak; evin tozunu halının altına süpürmeye benzemiyor mu? Ben Lale üyesi olmaktan çok memnunum. Ömrüm ve param yettiği müddetçe Lale kartımı yeniletmek isterim. Çevremdeki herkesin bu karta sahip olması için elimden geleni yapıyorum. Bu parayla satın alınan ayrıcalığın, diğer satın aldığım her şeyden daha değerli olduğuna inanıyorum. Ama ilk fırsatta İsyanbul Kültür Sanat Varyetesi’nin dağıttığı zart cihazından da edinmeye niyetliyim. AKM’nin yokluğuna böylesine alışmış ve hiçbir şey yapamazken, Emek Sineması’nın belirsiz geleceği için bir nefes de ben vermek istiyorum. Yanlı ve taraflı haberciliğin biricik gazetesi Zaman protesto için “münferit” demiş, “açılışa gölge düşürdü” de demiş. Düşen neyin gölgesi acaba? Hatırlatmak isterim!


Açılışta Emek Sineması’nın müdürü Hikmet Dikmen’in sahneye çıktığı an gözyaşlarımı tutamadım. Ben küçükken çok korkardım Hikmet Bey’den. Onun gözü gibi baktığı sinema salonunda hareketlerime çok dikkat ederdim. Sakarımdır. Halıya kahve damlatmamaya evde olduğumdan daha fazla özen gösterirdim. Her yerde gözü var gibiydi. “Bizi seviyormuş!” öyle dedi bunca zaman sonra. "Sinamasız kalmayın" da dedi.



Film Festivali’nin otuzuncu yılında gerçekten çok etkileyici filmler var. 231 film, onca etkinliğe kendinizi kaptırmanızı öneririm. Filmlerin arasız gösterilmesine sebep olan Michelangelo Antonioni’ye selam ederim. Ben kendisine küs olduğum için Çığlık filmine gitmeyeceğim -köşede sigara içeceğim- ama izlemenizi tavsiye ederim.


Hepinize iyi seyirler dilerim.


Gülda



Resimler İKSV'nin resmi sitesinden alınmıştır.

1 Nisan 2011 Cuma

MARTILARA SELÂM OLSUN!



Sahilde uzun zamandır yapamadığım yürüyüşün ardından, kendimi iskelenin üzerinde buldum.

Önce yukarı doğru çıkan merdivenler, iki metrelik düz bir satıhtan sonra inişe geçmeye başlıyordu. İlk basamağa oturup sırtımı şehre döndüm. Sanki sırtımda saydam bir paravan ile şehrin gürültüsünü, egzoz dumanlarını arkamda bırakmış ve iyot kokusunu içime çekerek martılarla baş başa yeni bir saate yelken açmıştım.

Çantamdan hiç ayırmadığım kitabımı ve satırların altını çizmek için kullandığım 0.5’imi çıkarttım. Gri gökyüzünün altında deniz yeni serilmiş, ütülü bir çarşaf gibi dümdüz, kırışıksız önümde uzayıp gidiyordu.

Poyraz ve 03 isimli iki yelkenli, rüzgârın önünde bir o yana, bir bu yana salınıyordu.

İnsanoğlunun doğayı katletme hırsıyla yok ettiği balık türlerini, bu yok oluşa anlam veremeyen kocaman kanatlı martılar denizin üzerinde pike yaparak arıyorlardı. Oturup da onları izlediğim sürece hiç birinin ağzında bir balık tanesine rastlamadım.

Sonra gözüm Poyraz’ın üzerinde kâğıt uçurtma gibi salınan bir martıya takıldı. Dimdik kanatlarıyla, kendinden emin bir şekilde grilikte süzülüyordu.



Çoğu martı sırf yiyecek bulmak, sahilden ayrılıp tekrar geri dönebilmek için uçar. Bunun dışında bir şey öğrenmek için uğraşmazlar, öğrenmek istedikleri bir şey yoktur. Onlar için uçmanın tek anlamı, karınlarını doyurabilmektir. Oysa Martı Jonathan Livingston için önemli olan yemek değil, uçmaktı. Martı Jonathan, uçmayı büyük bir tutkuyla seviyordu.

O an usuma düşen Martı Jonathan Livingston’dı. İlk okuduğumda beni nasıl etkilediyse bu öykü, hâlâ ne zaman gökyüzünde tek başına kanat çırpan bir martı görsem aklıma Martı Jonathan gelir.



Tanrı’nın kendisine bahşettiği, sadece yemek bulmak için kullandığı uçma kabiliyetiyle yetinmeyip, onun ötesinde öğrenme azmiyle bir martının çıkabildiği yüksekliğin üzerine çıkmak için kendisini geliştiren Martı Jonathan Livingston…

Bağlı olduğu sürüde bir çıbanbaşı gibi sivrildi, daha iyi ve daha yükseklere uçmayı öğrenmek istediği için dışlandı.

Yaşamak için ne çok neden var! Balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz!

Aslında hayat zengin bir mücevher kutusu; içinden size en uygun olanlarını seçip, farklı zamanlarda kullanabileceğiniz mücevherlerle bezenmiş bir mücevher kutusu. O mücevherleri uygun zamanlarda, uygun kombinasyonlarla kullanmak ise sizin becerinize kalmış. Kimi zaman ufacık bir dokunuşla, kimi zaman çok daha fazla özen göstererek sade bir parçadan harikalar yaratabilirsiniz. Önemli olan istemek, emek harcamak ve uygulamak…

En yüksekten uçan martı, en uzağı görendir.

Hayal kurmanın sınırı yoktur. Hayalleriniz ne kadar büyük olursa, sahip olacaklarınız da aynı oranda büyük olabilir. Bir köşede oturup beklemek, sadece ümit etmek, kuşkusuz bizi sonuca götüren eylemler değildir. Bu uğurda çalışmak, çalışırken yapılan yanlışları fark edip onları düzeltmek bizi ancak büyük sonuca götürebilir.

Uçmak bir martının en doğal hakkı, özgürlük onun doğasında var ve bu özgürlüğü engelleyecek ne varsa; gelenekler, batıl inançlar ya da herhangi bir şekilde sınırlamalar, tümü bir kenara bırakılmalıdır.

Hep hayatımızda “şeridin öbür tarafı” vardır. Sanki şeridi biraz aşarsak, bağlı kalmak zorunda hissettiğimiz gelenekler yerle bir olacak ve derin bir yardan yuvarlanacağız. Peki şeridin öbür tarafında ne olduğunu hiç merak etmiyor muyuz? Belki de şimdiye kadar görmediğimiz güzellikler asıl o tarafta. Ama şeridi aşmazsak bunu nasıl keşfederiz?

Gözünle gördüklerine sakın inanma. Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine geçmeye çalış.

Gördüklerimiz sadece birer nesnedir. Gördüklerimizi irdelemeye çalışmak bizi bir adım ileriye götürür. Anlayarak bakmak, bize o nesnenin sadece niteliğini değil aynı zamanda niceliğini de tanıma fırsatını sunar.

Martı Jonathan Livingston bu öyküyle bizi de kanatlarının ucunda en yükseğe götürmedi mi?

Bir anda soğuk havanın kısa montumun belinden içeriye sızıp, kazağımın bir anlık dalgınlığından faydalanarak tenime sarıldığını hissetmeye başladım.

Aynı tutsaklığı şapkasız başımda da hissediyordum. Kafa kemiklerimin direncini yitirmeye başladığını ve soğuğun tüm başımı hapsettiğini söyleyebilirim.

Ama çoktandır kendimden esirgediğim bu keyiften taviz vermek istemiyordum.

Bir süre daha direndim. Yaklaşık yarım saat sonra pes ettim. Kitabımı kapatıp ayağa kalktım.

Denizle, martılarla vedalaşmak çok zor geldi. Ama gitmeliydim. Soğuk beni daha fazla hissizleştirmeden…

Peyman

Aynı Şarkı 4 Yorum ! (3)










İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails