21 Ekim 2011 Cuma

Masalını Yitiren Dev - Adnan Binyazar



Masalını Yitiren Dev’i bir akşam elime aldım ve 232. sayfaya kadar yüreğime ağu dolu sıyrıklar ala ala bir solukta okudum. Okurken ilk düşündüğüm şey Adnan Binyazar’ın insanın yüreğini usul usul ama sıkıca kavrayan sözcüklerinin ne kadar güçlü olduğu idi. Sözcükler o kadar güçlü idi ki adeta yüreğime bir kement atıyor ve her çekişte kendi iç dünyasına sürüklüyordu.

Çocukluğundan başlayıp ergenlik yıllarının başına kadar anlatılan yaşananlar insanda asla bir duygu sömürüsü veya ona acı yaşattığını düşündüğünüz kişilere karşı düşmanca duygular yaratmıyordu. Tüm kahramanları onun gözünden o olgun ve affedilmişlik duygusu ile tanışmanızı sağlayacak kadar sağlam bir duruş sergiliyordu.Şaşırtıcıdır ki bunca acı ve hüsran içinde bazı bölümleri okurken ben “vay hınzır vay” hatta -sonraki sayfalarda beni utandıracağını bilemeden- “seni piç kurusu seni” diye yarı kızgınlık yarı şefkat içeren nidalar da savurmuyor değildim.



Bu nidaları savurduğum anlardan biri Bozkır Aydınlığında Aşk adlı kitabındaki Üç Sokağın Kimsesizi’nde dediği gibi belki de duygu günahı işlemesiydi. Yürüyüşü kelebek uçuşmalarına benzeyen ve kendi soluk sesinden bile neredeyse ürken Karnik Ağa’yı,beğendiği Nevin’e gücünün nelere yettiğini göstermek amacı ile yerinden sıçratmanın kendisini delice kahkahalara boğduğu, arkasından yürüyüşünü taklit ettiği bir kadının uzun eteğine basıp, etek sökülünce onun çırılçıplak kalmasına sebebiyet verdiği kendince muhteşem gösterisi, ustasının lafına uyup İsmail Dümbüllü’nün kafasının ortasına basarak ünlü olma çabasının anlatıldığı bölümlerde her ne kadar acılar içinde yoğrulup bir acı, terk edilmişlik, masalını yitirmişlikten oluşan bozkırlardaki bitki yumakları gibi yuvarlandığını az önce okumuş olsam bile Adnan Binyazar’ın küçüklük yaramazlıklarına kaşımı çatmaktan kendimi alamıyordum. Ve anlıyordum ki Adnan Binyazar’ın kaleminin gücü de buradan geliyor; o Yol Özlemleri öyküsünde ifade ettiği gibi tam bir sözcük avcısı... Sözcükleri avladıktan sonra ise kurduğu sözcüklerden oluşan sürüye çok iyi çobanlık ediyor.

Adnan Binyazar, seçtiği sözcüklerle öylesine canlı bir ortam yaratıyor ki nenesini anlattığı bölümde kırmızı elmacık kemikleri ve annesinden yediği çimdiğin acısını onun sıcak bedeninde avuttuğu satırlarda, o sıcak bedenin kokusunu ve acıları sağaltıcı manilerini ve şefkat dolu duaların rahatlatıcı etkisini hissedebiliyor insan. Hamallık yaptığı günlerden birinde bir müşterinin hanımın küçük bir tepsiye koyarak verdiği mercimek çorbasının sıcaklığının soğuktan buz gezmiş bir ruhu nasıl ısıttığını duyumsayabiliyor, dudakları yakan metal kaşık kendi dudağınıza değmiş gibi bir an yüzünüzü acı ile buruşturuyorsunuz. Ama bir daha ne zaman bir hamal çocuk görseniz ellerinin soğukluğunu yüreğinizde hissetmemeniz mümkün olmuyor.

Bu hislerle okumamı sürdürürken Diyarbakır günlerinin anlatıldığı bölümler benim için biraz daha renkli bir okuma ile geçiyor. Hele Haco Bibi ile tanışmam Eğri Göl öyküsünde bahsedildiği gibi mutluluk gelişi gidişi tez bir konuk olsa ve acı postunu atmış yüzsüz yüzsüz ileriki sözcükler arasından bana sırıtsa da kitabı elimden bırakmama ve o dakika kahkahalarla sonrasında da aklıma düştükçe hep mutlulukla gülümsememe neden oldu ve hala oluyor.

Yüreğimdeki sıyrıklar hafif hafif sızlarken Haco Bibi benim için romanda bir diriliş anı idi, zeka ışıltısı idi, Haco Bibi hayat tecrübesini ve gözlemlerini bir kelime ile anlatan kadın idi, Haco Bibi acılara meydan okuyabilme cesaretini göstermekti benim gözümde o an ...Kimdir peki ? Adnan Binyazar’ın babasının kayınvalidesi ve evin dinamosudur. Adnan Binyazar o dönemlerde Huriye adında bir kıza evlenmeyi düşünecek kadar ilgi duymaktadır ama kızımız biraz oynaktır. Kız oğlan kız olup olmadığını öğrenmek de evlilik kararı için çok önem teşkil etmektedir. Bu can alıcı soruyu Haco Bibi’ye sorar Adnan Binyazar. Haco Bibi cevap verir: “Vallah oğlum, kızdır, velakin bir fırt kalmıştır.!”

Diyarbakır günlerinde anlatılan ve anlatılmayan pek çok çoğu acı, azı tatlı yaşanmışlıktan sonra kitabın sonuna doğru Adnan Binyazar’ın Köy Enstitüsüne kaydolmasında duyduğum sevinci anlatamam. Kılleş Köyü’ne kadar 30 km yürüyüp belge aldığı an sanki benim oğlum tutsaklıktan çıkıp zafer bayrağını bir tepenin üst noktasına dikmiş gibi hissettim.

O an artık Adnan Binyazar’ın Romeo ve Juliet’e, Hamlet’e ve Don Quijote’a kavuşma anı olduğunu biliyordum çünkü Eğri Göl’de de kaleme alındığı gibi kitaptan başka hiçbir nesnenin, birbirinin içinde düğümlenen çelişkilerden Adnan Binyazar’ı kurtaramayacağını biliyordum.

Billur


1 yorum:

Belkıs dedi ki...

Adnan Binyazar ile tanışma kitabımdı. Sanırım 2 sene önce okudum. Her satırı hafızama öyle kazınmış ki, belirli aralıklarla aklıma gelir ve içim ürperti ile sıcaklık karışımı bir duyguyla dolar.

Kitapta anlatılan semtlerden birinde oturduğum için, günlerce "bence şu köşedeki lokantadır, ya da şuradaki mi" diye etrafa bakmış, sonrasında aradan geçen onca zamanla semtin değiştiğine kanaat getirip, aramaktan vazgeçmiştim. Kitabı okurken, sık sık ara vermiş ve okuduklarımı hazmetmeye çalışmıştım. Zaman zaman "Kardeşine ne oldu? Onu nasıl bulacak?" diye telaşlanmış, kitabı daha hızlı okumuştum. Kitap bittiğinde ise sanki içimde bir boşluk oluştu...

Adnan Binyazar'ın diğer kitaplarını da okudum. Kesinlikle insanın yüreğine dokunmasını bilen bi' yazar...

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails