16 Haziran 2010 Çarşamba

Bir Etkinlikten Diğerine ....

Koşarken açıkçası bunlarla ilgili duygu, düşünce ve izlenimlerimi yazmayı başaramadım bir türlü. Sanırım yine biraz durmaya ihtiyacım var. Okuduklarımı, gördüklerimi, seyrettiklerimi sindirmeye vakit olmuyor.

Nisan Ayı Sürprizler Ayı

Gülda, Ka, Ender ve ben aylar ve aylar öncesinden Gülda’nın planlarını ve organizasyonunu yaptığı hatta hangi lokantada ne yiyeceğimizi dahi seçtiğimiz Viyana yolculuğuna çıkamayınca öylece ortada kaldık. Zira Yanardağ patlayarak sürpriz yaptı. O kadar kötü oldu ki Gülda ile ne işe gidebildik ne de başka bir şey yapabildik olayın patlak verdiği gün ve devamında. Ancak bu olay başka bir sürprize neden oldu: Akram Khan’ı izlemek.



22 Nisan 2010 Perşembe gecesi “Ah Ah ! şu anda sacher torte yiyor olabilirdik” diyerek Harbiye Muhsin Ertuğrul’a Akram Khan’ın Gnosis adlı gösterisini izlemeye gittik ve yerlerimizi aldık. Nasılsa en önlerden bir yer bulmuştuk.

Akram Khan İngiltere’de Bangladeş’li bir ailenin çocuğu dünyaya gelmiş ve 7 yaşında dans hayatına başlamış ve dans serüveninin ilk durağı . Sri Pratap Pawar’dan Hint geleneksel dansının 8 formundan birini teşkil eden kathak dansını öğrenmek olmuş. Daha sonra 1990larda solo çalışmalara başlayan Khan’ın Polaroid Feet (2001), Ronin (2003) and Third Catalogue (2005). Adlı eserleri solo çalışmaları olarak öne çıkmış.



Akram Khan Perşembe akşamı sahnede yer aldığında 6 kişilik bir müzisyen ekibi de ona eşlik ediyordu. Ilk üç bölümde Khan geleneksel kathak dansını icra etti. Sadece şunu söyleyebilirim: Bayıldım. Ellerini kullanışına, net ve keskin yorumlarına ve onlarla ifade yeteneğine hayran kaldım. Gnosis’e geçmeden önce müzisyenlerle birlikte doğaçlamalar yaptığı doğaçlamada ayaklarının ustalıkla hareket edişine ve aslında bu ayakları yönlendiren tekniğin kontrol ve gücüne de bakakaldım ve zihnime yerleştirdim. Niye mi yerleştirdim? Ayna karşısında tekrarlamak için tabii ki!



Son bölümde bir Hindu epiği olan Mahabbarata’da Khan’ın karşılaştığı ve özellikle gözleri görmeyen bir kralın karısı olan Gandhari’nin , bu durumun kocasının hayatına olan yansımalarını takip etmek ve aynı duygu ve düşünleri paylaşmak için gözbağına kendi mahkum edişinden yola çıkan Gnosis de seyirciye –en azından-bana bu kadın ve erkeğin tüm hikayesini sanki okuyormuşçasına bir etki yaratarak ulaştı. Bu bölümde Khan Kodo’nun üyesi Yoshie Sunahata ile birlikte dans etti.

Gösteriden çıkışta hemen ertesinde sahnelenecek olan ve Akram Khan’ın Sylvie Guillem ile birlikte sahne alacağı “Sacred Monsters”a da bilet bulmak için çabaladık ama nafileydi çabamız.

O geceden beri zaman zaman ayna karşısında el hareketlerini çalışıyorum.Ve kafamda yıllardır oluşturduğum koreagrafilerimin üzerine ekliyorum.

Sidi Larbi Cherkaoui ve Sutra

Ben Sidi Larbi Cherkaoui’yi danzon sayesinde öğrendim. Onun Sidi Larbi Cherkaoui hakkında yazdığı 25 kaydı 1 yıla yakın bir süredir okuyarak ve devamındaki izleri takip ederek. O nedenle de burada bu konuda fazla bir şey yazmayacağım. Size de aynı yolu takip etmenizi salık veririm.



Çağdaş dansın usta bir ismi olarak anılan, ortaya çıkardığı eserleri çeşitli ödüllerle onurlandırılan Sidi Larbi İstanbul Tiyatro Festivali’ne Sutra adlı gösterisi ile konuk oldu. Koreografisini yaptığı ve dans ettiği bu gösteride Sidi Larbi’ye Shaolin Tapınağı’ndan gelen 17 rahip ve kutuları (dünyaları) eşlik etti.
Kutular ve rahipleri aracılığı ile dile getirilen dünya beni etkiledi.



Özellikle Szymon Brzóska’nın bu yapıt için bestelediği piyano, perküsyon ve yaylılardan meydana gelen müzik içimde bir yerlere dokundu. Prömiyerini 2008’de Avignon Festivali’nde yapmış Sutra 2009 yılında da Alman Dans Dergisi Ballet-Tanz tarafından yılın yapımı seçilmiş.

Son zamanlarda sahne üzerinde gördüğüm ve beni etkileyen gösterilerden biriydi. Bir gün yine denk gelirseniz gidin görün derim.



Sidi Larbi Cherkaoui ile bir fikir edinmek açısından aşağıdaki paragrafı okumakta fayda var; dansın ne anlama geldiği ve neden dans ettiğini şu şekilde ifade ediyor:

“I have fought hard all my life — you cannot imagine the stuff I’ve had to go through to be here today,”. “When I started doing art everything in my surroundings was against the idea. And the reason was the most empty one that you can imagine — it was about how I would never earn enough money. My parents, teachers, friends would say that dance is a hobby, that it could never be what my life was about.
“But it motivated me to prove that I can have a life as an artist and it doesn’t mean I’m dumb, because in my environment people believed that if you are intelligent you don’t move, and that if you dance you are stupid. I was a very good student, I was Mr A Grade in maths and languages, but my whole brain was telling me to move.
“I also had a lot of physical issues that were manifestations of psychological struggles within my family and in order to handle them I needed to dance. I focus a lot on my mother, what she’s been through, and on my dad, and why he was so horrible to me and my mum, why he was so misunderstood as an immigrant and blamed society instead of dealing with it. He didn’t have the creativity to handle it. I have some semblance of creativity as a choreographer and I’m trying to make something positive in this world.”

38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali Açılışı

3 Haziran 2010 Perşembe günü Aya İrini’de gerçekleşen açılışa Gülda, Ender, ben ve Sayın Adnan Binyazar ile katıldık. Konser öncesi verilen kokteyldeki küçük ikramları biz bu sene Gülda ile epey doyurucu bulduk. Bunun nedenini iki hususa bağladık: ya erken gittiğimiz için küçük bir masada yer bulabilmiş ve bu küçük atışmalıklardan yiyebilmiştik ya da bu sene İKSV belini doğrultmuştu. Ki umarız nedeni bu ikincisidir.



Konser saati geldiğinde yeni bir müzik festivalinin daha açılışında olmaktan ötürü heyecanlıydım. Açılış konserinden önce Bülent Eczacıbaşı’nın konuşması, festivale katkıda bulunanlara plaketlerin verilmesinin ardından BIFO şef Gürer Aykal yönetiminde yerlerini aldı ve bu seneki onur ödülünün sahibi olan Yalçın Tura’nın bundan tam 55 yıl önce yazılmış ancak hiç çalınmamış olan “ Anadolu’dan “ adlı eserinin dünya prömiyerini seslendirdiler.



Müziğini “Kişisel bir ezgi çizgisi ve onun yapısının gerektirdiği rafine bir armoni; ele alınan materyalin çeşitli yönlerinin işlendiği karmaşık bir kontrpuan; canlı ritmik yapı ve renkli orkestrasyon” olarak tanımlayan Yalçın Tura’yı ben öncelikle eski Türk filmlerindeki müzikleri ile tanıdım. Pek çok filmin müziğine imza atmış olsa da benim aklıma gelenler ve unutamadıklarım Kızıl Vazo, Otobüs Yolcuları, Yılanların Öcü, Dönüş, Cemo, Açlık ve Umutsuzlar’dır. Tabii ki sahne müziği olarak Keşanlı Ali Destanı’nı ise herkesin bildiğine eminim.

Yalçın Tura Umutsuzlar | video.mynet.com



Açılış konserinden bu yana zaman zaman Yalçın Tura’yı dinliyorum ve Adnan Bey’in ifade ettiği gibi kendi ezgilerimizin getirdiği duygulanımların çok daha farklı olduğunu daha iyi hissediyorum.

Konser daha sonra 13 yaşında olağanüstü bir yetenek olarak kabul edilen keman virtüözü Elvin Hoxha Ganiyev’in seslendirdiği Wienawski’nin 2 numaralı Keman Konçertosu ile devam etti. Ganiyev’in ileride çok büyük çıkışlar yakalayacağına ve belki de Lang Lang gibi bir etki yaratacağına şüphem yok.



Küçük yaşına rağmen keman çalarkenki hâkimiyeti ve yorum getirebilme özelliğine sahip olduğu hemen anlaşılıyor. Ancak bu yeteneğinin kökeninde ise sanırım ailesinin de etkisi ve katkısı var. Zira Elvin Ganiyev’in ünlü Azerbaycan devlet sanatçısı olan Prof. Server Ganiyev, annesi piyanist ve babası da Bilkent Senfoni Orkestrası grup şefi. Elvin Londra’da annesi Nermina Ganiyeva, dedesi ve babası Hayreddin Hoca ile “Üç Kuşak” konserinde de aynı sahneyi paylaşmış. Büyük bir mutluluk olmalı bu.

Konser bittiğinde ben de bir müziğe doymamışlık vardı ancak Sayın Binyazar ile konser sonrası Ayasofya’nın yanındaki çay bahçelerinde yaptığımız kısa sohbet bu tadı damağında kalmışlığı biraz giderdi…

Sevgiler
Billur

4 yorum:

Gulda dedi ki...

Nasıl Arkam Khan’a o kadar önden bilet bulduk hâlâ şaşıyorum.

Viyana’ya bir yıl içinde gideceğiz, kararlıyım. Kaparosunu iade alamadığımız emlakçı bakalım sözünde duracak mı? Aslında ben, 03.03.2011 tarihinde Viyana’da olmak ve opera balosuna katılmak istiyorum. Volkan’ın acısını en iyi bu dindirir diye düşünüyorum. Şimdiden kafe, ulaşım, konser ve mutfak paralarından tasarruf yapıp Ekim’e kadar biletleri almayı öneriyorum.

Sutra için söyleyecek sözüm yok.

Sn. Adnan Binyazar ile Aya İrini’de bir konseri beraber izlediğimizi ise ömrümün sonuna kadar unutmayacağım güzellikteki anılarımdan biri olarak saklayacağım.

danzon dedi ki...

sanırım viyana konusunda çok heyecanlısınız, bozmiyim; ancak sacher torte'nin oldukça abartılmış bir lezzet olduğunu düşünüyorum; bence viyana'daki çoğu şey gibi kuru, tatsız.. bakalım siz nasıl bulacaksınız?

viyana'da klimt'ler ve schiele'ler enfes!
bir de; o yeşilsiz, biteviye, yüksek taş yapılarla çevrelenmiş geniş caddeler arasında hundertwasser'in mimarisini görmek heyecan verici; başka bir kentte olsa bu kadar etkileyici ve anlamlı olmazdı!

nasılsa sacher torte yiyeceksiniz, bari öncesinde figlmüller'de schnitzel'in tadına varın derim. nacizane tavsiyem.

bir de; gezi programınızı öyle bir ayarlayın ki dürnstein'a günübirlik kaçamak yapmaya vaktiniz olsun; viyana'dan 1-1.5 saat trenle dürnstein, ortaçağ kasabası, şarap, kayısılı tatlı, sonra vapurla tuna nehri üzerinde melk'e gidiş, muhteşem manzaralar, melk'teki manastır, akşam son trenle melk'ten viyana'ya dönüş; tavsiye edilir.

Gulda dedi ki...

Danzon; şuna açıklık getirmeliyim. Biz Viyana’ya gidecek olmamıza rağmen çok hevesli idik. O sebeple bir Viyana turunu olası en güzel şeye dönüştürmek konusunda da çok uğraşmıştım. Tekrar gitme konusunda da ısrarlıyım. Çünkü evi tuttuğumuz emlakçı; bizden tahsil ettiği kaparoyu iade etmedi, bir yıl içinde kullanma hakkı verdi. Kullanmaya kararlıyım, bakalım "biz geliyoruz" dediğimde ne yapacak.

Ve şehirlerine uçak dâhi inemediği için biletlerinin iadesini haklı sebeple istediğim Viyana Opera’sına 448,00 € kaptırmış biri olarak; ölmeden önce orada bir gösteri izlemek -hep istiyordum o ayrı- istiyorum. Gerçi bu durumda bir o kadar daha para harcayacağız ama:)

Biz günü birlik katamaran ile Bratislava’ya geçip kaynağından lezzetli biralar içmeyi hedeflemiştik, sizin tavsiyeniz üzerine Dürnstein ve Melk'e de gitmeyi listeye ekledim.

Ne olur ne olmaz Figlmüller'de sicilim temiz kalsın diye yaptırdığım rezervasyonu hem telefon açıp, hem de mail ile iptal ettirdim. Ama bir bilenin dediğine göre artık Figlmüller'de şnitzeli fritöz ile kızarttıkları için eski lezzeti yokmuş:) Program hazırlamaktan daha zoru, yapılmış programı iptal etmekmiş, ben bunu öğrendim.

Neyse, şnitzel bahane, Viyana Filarmoni şahane:)

billur dedi ki...

Sevgili Danzon;Bahsi geçen Viyana'ya gidememe olayı esnasından Ender ne yapıp edip toplantısı için gitti. Eve geldikten neredeyse bir hafta sonra torbanın birinden bir kutu çıktı; sacher pastanesinin ambalajına sarılı olarak. Bir baktım; sacher torte; kocaman. Aldım dolaba koydum sonra açtık birer dilim yedik. İlk defa yemiyordum ama dediğiniz gibi gene beğenmedim. Dolapta durdu durdu, bayatladı. Ama Viyana'ya gidememek sacher torte'yi dünyanın en önemli yiyeceği haline getirdi. Yoksa ben Bounes Aires'te karamelli ekler bulmuşum ; bakar mıyım sacher torte'ye.

Benim aklımın almadığı üniversitenin ilk yıllarında Nişantaşında Cafe Wien'de yediğim sacher torteye bayıldığımdı. Acaba bizim damak zevkimize göre mi yapıyorlardı yoksa ilk cafe heyacanı ve görmemişliği içinde herşey mi lezzetli idi?

Figlmüller'e gelince; hayatımın en hızlı yemeğini yediğim yer olarak tarihe geçti.8 Dakika.!Nehir huysuzdu ve ciyaklıyordu; çiğnemeden yuttum.

Viyana'yı hep kıyıdan köşeden ziyaret ettim; bu sefer için heyacanlıydık ; ama olmadı.

Bir başka bahara..

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails