Üniversite’nin ikinci sınıfında yarı zamanlı olarak Etiler Benetton’da çalışıyordum, okula da yakındı ve çok eğlenceli bir işti. İyi para verseler, bir de çalışma koşulları bu kadar ağır olmasa, bence keyifli iştir tezgâhtarlık, pardon satış danışmanlığı. 1988 yılında Benetton çok popüler bir mağaza idi. Çok pahalıydı ama çok güzel kıyafetler olurdu. Tüm kazandığım parayı da, inanılmaz bir indirim vermiş olsalar bile yine oradan aldıklarıma harcadığımı hatırlıyorum. Orada çalışmanın en güzel taraflarından biri de, mağazaya gelenleri idi. Ben orada çalışırken, Adalet Ağaoğlu ve Kürşat Başar’la ile tanıştım. Başkaları ile de tanıştım ama onların yeri hep ayrı oldu.
Adalet Ağaoğlu’na servis verirken –kıyafetleri göstermeye öyle deniyordu, herhalde daha havalı olduğundan- o sezon en sevdiğim kazağın önünde; kazağın ne kadar güzel olduğunu konuşuyorduk. Koyu yeşil, balıkçı yaka bir kazaktı, göğüs kısmında renkli motifleri vardı. Kazağı denedikten sonra almaya karar verdi, bunu bir televizyon programında giyeceğini söyledi. O ana kadar, o güzeller güzeli hanımefendinin Adalet Ağaoğlu olduğunu bilmiyordum. İşte gençlik, “ne iş yapıyorsunuz?” diye sordum. O güzel gözlerini çok mütevazı şekilde bana dikip, “Yazarım” dedi. Boş boş baktım.
—Ben, Adalet Ağaoğlu?
Nefesim kesilmişti. Kendisinden izin isteyip, koştura koştura üst kata çıktım, çantamdan Hayır’ı alıp yanına indim. Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi’ni ne kadar sevdiğimi, onun kitaplarına bağımlı olduğumu anlatmaya başladım. Çok heyecanlanmıştım, çok mutluydum. Hâlâ o günü unutmam. Günün sonunda da bir heves Yonç’a gittim, soluksuz Adalet Ağaoğlu’nu anlattım.
Çok güzel, çok içtendi.
Kibirli hiç değildi, ne kadar da duru idi.
Çok sakin ve çok derinden gelen bir hüznü/huzuru vardı.
Ne 16 yaşımda olduğuma, ne de tezgâhtar olduğuma aldırmadı; beni gerçek bir yetişkin gibi karşısına alıp konuştu. Neler okuduğumu sordu? Bir sürü tavsiye verdi.
Kitabımı imzaladı, imzası da ne kadar güzelmiş.
Halim kimdi? –Giderken kazağı Halim’in de beğeneceğini söylemişti.-
Yonç’a; ben de büyüyünce; onun gibi olmak istiyorum dedim ve o gün bu gündür; karşılaştığım herkese hiçbir ayrım gözetmeksizin; mesafeli ama içten davranmayı denerim.
Ve o günden sonra ne zaman bir yerde karşılaşsak, ısrarla onunla konuşmaya can atarım. Yanına gider, kendimi hatırlatır ve benzer bir heyecanla yine ona olan hayranlığımı dile getiririm. Kaza geçirdiğinde de çok üzüldüm. Yazdıklarını okumaktansa hiç vazgeçmedim… Eşi Halim Ağaoğlu’nun “Herkes Kendi Kitabının İçini Tanır” derlemesini ise (Halim Bey’in; bu derlemesine; Ölmeye Yatmak romanını okumuş olan herkes için ayrı bir önemi olan bu cümleyi başlık seçmiş olması tam ama tam yerindedir.) ilk elime aldığımda bir hazine diye düşündüm. Halim Bey siz çok şanslısınız.
Şiirler, Öyküler, Romanlar
Adalet Ağaoğlu Türk Edebiyatının en güçlü kalemlerinden biridir. Unutulmaz romanlarında kullandığı teknik mükemmeldir, çok az yazar onun kadar güçlü yazabilir, hissettirebilir. Birçok iyi romanı olduğu gibi birçok öyküsü var. Sessizliğin İlk Sesi, Hadi Gidelim, Çok Özel Küçük Şeyler, Gün Üç Dakika bile onu Yüzyılın 40 Öykücüsü arasında anmaya yeter. Eğer bu liste içinde o olmasa idi, bu listenin ciddiyetinden ciddi şüphe duyardım. Eminim onun öyküleri birçoklarının hayatında yeni bir pencere açmıştır.
Adalet Ağaoğlu’nun öykülerinde çok dikkatli olmak gerekir. Çok basit bir şey söylüyormuş gibi yapıp, en kapalısından ciddi ciddi dersler verir. Zıtlıklar yaratır, sonra da bir ömür boyu unutulamayacak cümleleri, tespitleri kafanızın içine kazır.
Bense, son yazdığı romanı diğerleri kadar sevmemiş olsam bile Adalet Ağaoğlu’ndan vazgeçemem, yaptığı bazı açıklamaları anlayamadığımda ise, "annemi de her zaman anlayamıyorum" derim. Aklıma o güzel öykü gelir: “Şiir ve Sinek”. Bu hissi anlatmak biraz karışık olsa da deneyeceğim…
Şiir ve Sinek adlı öyküde 12 Eylül sebebi ile okulların kapatılmasından dolayı Şükriye Hanım’ın kızı evine dönecektir. Şükriye Hanım’ın kızı Güler; tam bir hafta kalacaktır! Şükriye Hanım okulların kapatılmasından, yaşananlardan çok tedirgin olsa da kızı geleceği için çok mutludur:
“Hey güzel Allahım, ne diye kapatıyorlar mektepleri böyle durup dururken, oh iyi oldu, çok şükür oh, kızım geliyor.”
Şükriye Hanım çok yalnızdır, kendi başına kalmışken yemez olmuş, yemekleri bitiremez olmuştur. Kızı Güler başka bir yerde, hem de çok kötü bir dönemde yanında olmadığı için çok endişelidir, gözüne uyku giremez olmuştur. Ama kızı gelecektir, çok mutludur, kızı sağ salim yanı başında olacağı için huzurla uyuyabilecek, onu koruyup kollayabilecektir.
Güler de annesinin bu sıkıntısını fark etmektedir. Bir şiir yazar. Çikolata, kolonya ya da üç metre kumaş götürmek istemez, onun için en güzel şiiri yapar. Evi, annesini şiirle donatmak ister.
“Anaların, diyor Şükriye Hanım’ın kızı Güler, anaların yüreği hep ağzında. Hep böyle oldular. Uykularında-uyanıklıklarında ölülerimizi görür oldular bütün bütün. Analara, analara, en çok onlara yazılmalı şiirler çocuklar, en çok onları anlatmalı. Hep anlatmalıyız, okul kapılarına varamayan, hiç değil her akşamüstü, oh çok şükür sağ salim geldi bugün de, diyemeyen, her günün her akşamını bile bekleyemeyen, yarına dayanmak için her günün her akşamüstü olsun sevinemeyen, hep uzaktan, aylar ucundan kıvranıp duran anaları, onları anlatmalıyız. Şiirleri onlar üstüne, onlar için yazmalıyız çocuklar. Anaları çocuklar, insanları çocuklar, tutarsa şiirimiz ayakta tutar. En yakınımızdan başlamalı, onlara, onlar için en güzel şiirleri yazmalıyız.”
Şükriye Hanım’da kızına güzel yemekler hazırlamak ister, salatanın maydanozunu, dereotunu daha da ince kıyar. Eli ayağına dolaşır kızını görünce. İnce ince sızlanır, yemek yapmaya devam eder. Kızı tam bir hafta dizinin dibinde olacağı için “helecanlı”dır. Güler’de içinden beş gün kalacağını nasıl söyleyeceğini düşünür. Aklına şiiri gelir, hemen şiirini okumalıdır.
“Şiir unutturur ona bir hafta değil, beş gün kalacağımı, şiir onu sevindirir.”
Güler “oturalım der baş başa”, annesi kızı açıktı diye düşünür. Güler konuşmayı denediğinde sıcacık börekleri koyar önüne. Annesi devam eder: çay der, limonata der, buzdolabı bozulursa ne yaparım der…
Güler, annesinin durulup dinmesini bekler.
Evi temizlerler, yeniden yemekler pişer, çaylar içilir. Aradan üç gün geçmiştir ve Güler hâlâ annesine yazdığı şiiri okuyamamıştır.
Artık dayanamaz;
“Otur anne, şimdi sana bir şiir okuyacağım” der. Annesi oturur, bir yandan bir örgü örer. Sonra kızının şiiri okumasına fırsat vermeden;
“Acaba dolaptaki imambayıldıyı da versek mi İsmailefendiye?” diye sorar. Güler çaresizlik içinde kıvranır, eğer imambayıldıyı götürmezse bu annesinin zihnini kurcalayacaktır. Bu isteğe boyun eğer ama şiirden soğumak üzeredir. Yine de caymak istemez. Annesine çayını da koyar. Hiçbir engel kalmamıştır annesine vermek istediği bu güzel hediye ile.
Annesi hemen atılır, Güler’in bir şeyler yemesini ister, Güler’in aklına İspanya gelir. Annesi eline plastik bir sinek öldüreceği almıştır. Güler tekrar dener:
“Uzat bakayım ayaklarını şöyle. Bir de sigara yak. Sana anne, tamam mı, senin için yaptığım bir şiiri okuyacağım şimdi.”
Şükriye Hanım sevinir, yüzünde uçuk bir pembelik vardır. Güler iyice heyecanlanır, annesi masanın yerinden söz eder, ocağın kapatılmasını ister. Güler’in göğsüne kurşun girmişçesine bir acı saplanır. En iyisi annesine bir çay daha getirsin. Annesi atılır:
“Şiir okuyacaktın ya, çayın acelesi yok.”
Güler tam şiiri okumaya başlayacakken annesi plastik sinek öldürücüsü ile pat diye vurur yastığa, sineğin kızını rahatsız etmesini istemez.
Kızıma konma!
Beş günün sonunda Güler annesi için yazdığı şiiri okuyamadan ayrılır. Annesi de sonra düşünür:
"Bir şey mi unuttuk biz? İçim öyle diyor".
Öyküyü okuyunca annenin kızına olan sevgisini, kızın annesinin beğenisini kazanma isteğini her satırda hissederim. Bir de kuşak çatışmasının, bir anne ile kız arasındaki bakış farklılıklarının ne kadar fazla olduğunu. Anne, kızını gerçekten çok seviyor, onun üzerine sinek bile konmasına kıyamıyor, onu mutlu etmek için elinden ne gelirse yapıyor, hâlbuki kızın tek istediği annesine şiir okumak. Ne imambayıldı, ne börekler, limonatalar… Onunla bir anı, düşüncelerini paylaşmak, annesinin gözünün içine bakıp o mutluluğu, gururu görmek. Oluyor mu? Olmuyor?
Şükriye Hanım’ı ben buradan bakarken anlayabiliyorum. Dönem çok kötü, okullar kapatılıyor, kızı uzakta, daha da uzaklara gitmeye hevesli. Kızına verebileceği çok az şey var. Yemekler, limonatalar, onu sadece sineklerden koruyabiliyor.
Güler içinse imambayıldı sadece bir yemek.
Güler’i de anlıyorum. Annesine yazdığı şiiri yurtta arkadaşlarına okuduğunda, en katı kafalıların bile beğenisini, onayını kazanmış. Kim bilir annesini ne kadar mutlu edecek. En iyi yapabildiği ve vermek istediği bu.
Ancak, annesi için şiir, bir şey ifade etmiyor.
Her ikisi de birbirlerine olan sevgilerini kendi yöntemleri ile göstermeyi deneyip, yanılıyorlar. Ve her yanılma ile aralarına giren uçurum biraz daha büyüyor.
Ve bir ama:
Bazen birini bu kadar çok sever ve kollarken; bir şeyleri kaçırmak kaçınılmaz oluyor. Kuşak farkı, bir sürü kırgınlık ve mesafeyi de beraberinde getiriyor. En sevdiğimiz ve bizi en çok seven kişi, en çok kırdığımız, gerçekleri en fazla sakladığımız ve en uzaklaştığımız kişi haline geliyor.
Adalet Ağaoğlu Elif Şafak ile ilgili tespitlerini yaptığında da bu öyküyü düşündüm. Elif Şafak özenle, büyük bir saygı ile kitabına Adalet Ağaoğlu’nu yerleştirdiğinde, Adalet Ağaoğlu ise ben “çay içmem” diyor. Aslında konu bambaşka, her ikisi de başkalığı anlatmaya kalkıştığında, ortada sinekliğe takılan, biz onları sevenler oluyor. Neyse ki, Adalet Ağaoğlu Türk Edebiyatı’nın annesidir. Şimdi "ben sizin nereden anneniz oluyorum" diyebilir ama o acısını bile güzelliğe dönüştürebilen, aslında dikkatli dinlendiğinde sağduyunun sesi olan nadir kişilerdendir.
Can Yücel’in onu Türkiye’nin en güzel kazası diye tanımlar. Çetin Altan "en sevip saydığım adalet, Adalet Ağaoğlu'dur" diye gülümsetir.
Bense yine onun sözcükleri ile onu anlatabilirim: Bir Düğün Gecesi’nde, "İntihar etmeyeceksek içelim bari" der. Başka bir yerde "delip geçen yıllarımıza içelim" diye ekler. Evet, onun kitaplarını kana kana içelim.
Gülda
5 yorum:
Gülda'cığım,
Henüz Adalet Ağaoğlu okumadım demeye utanıyorum. Ama ilk fırsatta okuyacağım. Benetton'daki satış temsilciliği esnasında yaşadığın ise bize Ağaoğlu'nu, belki de kitaplarını okurken bile fark edemeyeceğimiz bir yönle tanıttı. Teşekkürler :)
Şiir ve Sinek...Yazını okurken gırtlağımda bir yumru hissettim. Çünkü benim de annemi anlayamadığım ve haksız yere onu üzdüğüm zamanlar oldu. Onun beni düşündüğü zamanlarda, ben fazla büyüttüğünü düşündüm. Ne kadar yanılmışım. Tüm nazımı, kaprisimi, suratsızlığımı en çok ona yaptım. Ne kadar büyük hata yapmışım. Ben seni seviyorum demesini bilmedim belli bir yaşa kadar. Şu anda sevindiğim şey ise, o yaştan sonra ona çok sık "Seni Seviyorum Canım Annem" demiş olmam.
Sevgili Gulda,
yaziyi okurken arada bir, Aman Allahim deyip durdum. Heyecanlandim resmen. Adalat Agaoglu!! ne guzel bir insandir o. Bazen onun Turkiye'de yeterince anlasilmamasi, acimasizca often puftan sebeplerden dolayi elestirilmesi hala canimi yakar. Cok degerlidir. Hem yazar olarak, hem de hayata bakisi, fikirleri, kendini hic durmadan gelistirebilmesi, evrensel olmasi..
Benotton'a ben de hayrandim. Benim 17- 18 yaslarimda cok populerdi Benotton. Irkciliga karsi kocaman panolardaki afislerini cok begenirdim, o zamanlar cok yoktu oyle seyler. Hatirlarsin sen ayak parmaklarimizi ayri ayri sokup giydigimiz eldiven gibi kislik upuzun cizgili renkli coraplari vardi. Rengarenk atkilar, kazaklar ve yelekler.. Simdi onlari hatirlarken gercekten o yillara gittim de.. ahh ahh... yaslaniyormuyum ne :)
belki de simdiye kadar yazdigim en uzun mesaj oldu ama cok icimden geldi. :) sevgiler..
Peyman’cığım,
Sana Mülksüzler’i aldığımda bir de Fikrimin İnce Gülü’nü alayım, kütüphanende olduğu için okuman gerekir. Adalet Ağaoğlu ile başka anılarımda var, onları da buluşmalarımızda anlatırım:))
Ben de anneme sıklıkla bu cümleyi kuruyorum.
Sevgili Nevin,
Ben de senin yorumunu okuyunca heyecanlandım, hep yazmanı dilerim. Çok teşekkür ederim.
Çalışmalarına hayranlık duyuyorum.
Upuzun çizgili renkli çoraplarım olduğu gibi opak rengârenk çoraplarım vardı. Fıstık yeşili, turuncu vs vs. Hep de hemen kaçırır sonra da çok üzülürdüm. Bir de fıstık yeşili kaşe bir bermudam vardı ki onu giydiğimde çok havalı oluyordum:))
Ayşe hanım, bu kitapla ilgili incelemenizi çok etkileyici bulduk. Bu nedenle bu kitabın olduğu Eskikitap.org daki sayfada kaynak gösterip küçük bir alıntı yapıp, sitenize bağlantı vererek herkesin bu yazdıklarınızı okumasını istedik. Teşekkürler.
Eskikitap.org,
Çok teşekkür ederim, oek mutlu oldum.
İyi çalışmalar,
Gülda
Yorum Gönder