23 Nisan 2010 Cuma

BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER - YILMAZ GÜNEY

Boynu Bükük Öldüler ile Karşılaşmam

Gülda Boynu Bükük Öldüler kitabın gönderildi dediği zaman, elime alacağım kitabın buram buram köy ve köylümüzü yansıtan bir kapağı olacağını, eski, sararmış sayfalarından insanın içini acıtan köy dramlarının yansıyacağından emindim.

Kitabı görünce emin olduğum şeylerden birincisi darmadağın oldu. Kitabın kapağı neredeyse pop-art kıvamındaydı ve Gülda ile çok güldük. Ancak emin olduğum ikinci hususta ise yanılmadığımı göreceksiniz.



Boynu Bükük Öldüler Yılmaz Güney’in Nevşehir Cezaevi’nde neredeyse hiç uyumadan 16 ay boyunca ranzasından indirmediği masasında yazdığı bir ilk roman.

Yazmadığı zamanlarda da düşlerinde anlattığı kişileri gördüğü, hapishanenin sıkışmışlığında, kapana kısılmışlık duygusunu yok etmek için bu insanlarla yaşadığı ve bu yaşantının getirdiği duygulanımları aktardığı bir roman.

Yılmaz Güney bu ilk romanını toplumsal sorunların ve özellikle köy hayatının, köylünün sorunlarının ciddi biçimde ele alındığı, gerçekçiliğin ön planda olduğu ve sol düşüncenin baskın hale getirilmeye çalışıldığı bir dönemde –ki 60’lı yılların başı- ve kendisinin ifade ettiği gibi özlediği, düşlerini kurduğu şehir olan Adana’nın Çukurova yöresinde gelişen olayları ve yaşantıları ele alarak yazıyor ve 1972 yılında ilk defa verilen Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanıyor.

Yılmaz Güney Hakkında Birkaç Satır

Yılmaz Güney hakkında çok klişe şeyler yazmak istemiyorum ancak hiç bahsetmeden de olmayacağına karar verdim. Yılmaz Güney’i daha çok sinemacı yönü ile bilirdim ve bu nedenle de Ben Boynu Bükük Öldüler kitabına kadar açıkçası edebiyatçı yönünün de olduğunu bilmiyordum. Her ne kadar en iyi kitabı Boynu Büküm Öldüler olarak nitelendirilse de, Güney’in; Salpa, Sanık, Hücrem, Oğluma Masallar, Zavallılar, Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, Sen ve Ötekiler adında eserleri de mevcuttur.



Bir efsane haline gelmiş olan Yılmaz Güney hayat hikayesini isminin anlamını açıklayarak başlar ve aslında bazılarını dediği gibi ismi onun karakterini ve yaşadıkları karşısında bulduğu direncin kaynağını da açıklar gibidir:

“Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün'dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. 1937 yılında, Türkiye'de, bir güney şehri olan Adana'nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim “



Hicri İzgören’in Gündem Online’da yazdığı Adı Yılmaz yazısında ifade ettiği gibi sokaktaki adamın bakış açısıyla Yılmaz Güney; “adam devlete kafa tutmuş, hapse girmiş, kafasının tası atmış çekmiş devletin hakimini vurmuş, güzel kadınlarla evlenmiş, 12 Mart'ın en civcivli günlerinde Mahir Çayan'ları evinde saklamış, boyun eğmemiş, onuruyla yaşamış bir figür... Sevdiği kadının evinin önüne bir kamyon gül dökecek kadar da has Anadolu delikanlısıdır”.



Hayatının belirli bir bölümü hapishanelerde geçen Güney 'Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için' diyerek sanatsal çalışmalarını hapishanedeyken de yılmadan sürdürmüştür.

Yılmaz Güney’in “Hayata seyirci kalmak kötüdür oğlum. Hayatın iyi, uslu bir seyircisi olmaktansa hayatın içinde başarısız bir adam olmak bin kere daha iyidir. İyi bir boks seyircisi olmaktansa, kötü bir boksör olmayı göze almak daha iyidir, oğlum” sözü de adeta kendi hayatının bir tanımı gibidir.



Yılmaz Güney’in sanatçı ve sinemacılığı ile ilgili olarak söylenebilecek bir sürü olumlu şey olsa da pek çok da yanlışı barındıran bir hayat yaşadığını düşünüyorum, belki bir hayatı yaşayan sıradan insanlar olan bizler gibi hem iyi şeyler yaptı/yaşadı/yaşattı hem de kötü şeyler yaptı/yaşadı/yaşattı.



Ama astığı astık, kestiği kestik, aniden öfke krizlerine kapılıp vurup kıran “güneyli erkek” tavrına fazlaca kapılmış hallerini, silaha bu kadar düşkünlüğünü ve kabadayılığa varan Anadolu delikanlısı kimliğinin biraz fazlaca abartılı ve kötü izler bırakan cinsten olduğunu düşündüm hep.

Gene de Yılmaz Güney'e olumlu bakmak ve hep aşağıdaki dizelerde saklı bulunan duyarlı bir sanatçı kişiliğe sahip olduğunu hatırlamak/düşünmek istiyorum:

"Kavgayı, bir yaprağın üzerine yazmak isterdim sonbahar gelsin yaprak dökülsün diye. Öfkeyi, bir bulutun üzerine yazmak isterdim yağmur yağsın bulut yok olsun diye. Nefreti, karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın karlar erisin diye.
...Ve dostluğu ve sevgiyi, yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdim onlarla birlikte büyüsün bütün dünyayı sarsın diye.
"

Boynu Bükük Öldüler’i Yayına Hazırlarken Boynu Bükülenler: Demirtaş Ceyhun ve Salim Şengil

Dost Yayınevi’nin sahibi ve Nezihe Meriç’in eşi olan Salim Şengil “Anılarda Kalan Portreler” adlı kitabının 124. Sayfası Yılmaz Güney başlığı altında kendisinin Boynu Bükük Öldüler’i edebiyat dünyamıza ikinci kez kazandırma çabalarının hikayesini anlatıyor.

Kitap Özdemir İnce tarafından Nezihe Meriç ve Salim Şengil’e getirildiği dönemden kısa bir süre önce işportaya düşmüş durumdadır. Bunu bilseler de Özdemir İnce’nin ısrarı ile takrar okurlar ve bitmesine yakın gözyaşlarını tutamazlar.



Bunun üzerine kitabı yayınlayabileceğini söyleyen Şengil kabaca bir hesap yapar: “Roman otuzaltıbin liraya çıkar. Yirmibin lira Yılmaz katkıda bulunsun. Onaltıbin lira ile emeğimizi biz koyalım. Kitap tutar, satılırsa, yirmibin lirasının geriye verir, her bir dörtbin baskı için beşbin lira de telif hakkı öderiz.Bundan sonraki baskıları da Dost Yayınları arasından çıkacak. Romanı tutturamazsak onun parası ile bizim katkımız ve emeğimiz gitmiş olur.” der.Kitabın adını da Boynu Bükükler yerine Boynu Bükük Öldüler olarak değiştirirler.



Bu öneriyi İnce Güney’e götürünce önce Güney önce telif almayı reddeder, ancak Şendil sanatçının hakkı yenilmiş olur gerekçesi ile ısrar eder. Güney payına düşen parayı da vermek istemez. Özdemir İnce Yılmaz Güney’in parası olmadığını düşünse de aslında parası vardır. Zira Yılmaz Güney buluştukları bir gece barbut oynamıştır ama parayı göndermemiştir. Daha sonra da aralıklarla da olsa bu parayı ödemeye başlar.

Kitap yayınlanınca beklenen ilgiyi görmez her ne kadar bol reklam yapılsa da. Şendil inatla kitabın tanıtımını yapmaya devam etse de kimse Güney’i yazar olarak görmemektedir.

Şengil’in kitabı Orhan Kemal Roman Ödülü’ne aday göstermesi, Güney’in Altın Koza’da film armağanı alması (sonradan geri alınmış) satış rakamlarında biraz hareket yaratır. Ancak bu esnada siyasi olaylar ve 12 Mart’ın ağır gölgesi her yana yayılmıştır ve Nezihe Meriç de aranmakta olduğundan biraz zorluk yaşamaktadır.

Ayrıca kitap depoları basılmakta ve sürekli kitaplar toplatılmaktadır. Şengil elinden geldiği kadar kitabın dağıtımını yapmakta ve toplatılmasını önlemeye çalışmakta ve telif hakkını da Güney’e göndermektedir.

Bir gün Güney’in avukatı Doğan Tanyel Şengil’i çağırır. Bir sözleşme olmadığı halde Güney’e düzenli olarak para gönderilmektedir.Tanyel,işi sözleşmeye bağlamak ister. Sözleşmede başka hususlar yer alsa da Şengil buna önem vermez ama kitabın daha üçüncü baskısı tükenmeden kitap Bilgi Yayınevi’nden çıkar.Şendil kızsa da işin üstüne gitmez ancak bir de Güney’den kitapların 12.000 değil 72.000 adet basılması nedeni ile ödenmeyen telif haklarını talep eden bir protesto alınca çok öfkelenir.

Bunu Yaşar Kemal’e anlatan Şengil’e Yaşar Kemal: “ Benim İnce Memet, bunca baskıdan sonra bile bu tiraja ulaşamadı” diye cevap verir.Bu olayın ardında Özdemir İnce Güney’e ağır bir mektup yazar ve ölünceye kadar da bir daha onunla konuşmaz.



Kitabın satışlarında biraz hareketlenme olduğu dönemde Demirtaş Ceyhun Şengil’e

“ Nasıl oluyor abi! Ben bu kitapla battım, sen satıyorsun.” der ve Şengil’e kendi Boynu Bükük Öldüler hikâyesini bir mektupla anlatır:

1965 yılında Yılmaz Güney’in o zamanlar menajeri olan Arif Keskiner Demirtaş Ceyhun’u ziyaret eder ve Niğde’de hapisken ve Konya’da sürgündeyken yazdığı bir roman olduğunu ama o dönemde hiçbir gazetenin tefrika roman olarak basmak istemediğini ama Güney’in bu romanın basılmasını istediğini anlatır.

Bir içki sofrasında anlatılan bu hikaye ve genel seçimlerden de TİP’in parlak sonuçlarla çıkacağı beklentisinin de yarattığı heyecanla Ceyhun ve Keskiner basım için kolları sıvarlar ve para koyacak kişi olarak da mimar İlban Öz’ü aralarına katarlar ve bir yayınevi kurarlar: Anadolu Yayınları.



Yılmaz Güney de kitap satışlarından telif istemez ve romanın satışını artıracak öyle şeyler vaat eder ki: Roman numaralandırılarak piyasaya çıkacaktır, bir süre sonra noter huzurunda çekiliş yapılacak ve kazanan 10 kişiye Güney'in filmlerinde rol verilecektir... Güney'in oynadığı ve gösterime girdiği her film galasında imza günleri düzenlenecek ve Güney, romanı tanıtan bir reklâm filmi çekecek, yapacağı tüm sözleşmelere de bir madde ekleterek, bu reklâm filminin asıl filmden önce gösterilmesini sağlayacak, film çekmeye gittiği yerler önceden bildirilip oradaki kitapçılarda imza günleri düzenlenecektir. Kitabın çıktığı gün, büyük bir kokteyl verilecek ve bütün film yıldızlarının gelmesi sağlanacaktır. Böylelikle magazin basının ilgisi çekilecektir.

Kitabın hızla basımına başlanır. Ceyhun kitabın arka kapak yazısını yazar. Hatta bu nedenle de kendisi şiddetle eleştirilir, tüccar ve yağcılıkla suçlanır. Ama bu suçlamalarda bulunanlar jüri olunca Orhan Kemal Roman Ödülü’nü de verirler. Bedri Koraman kitabın kapak resmini yapar. İlk basım adeti 10.000’dir. Güney'in şart koştuğu gibi Suavi Barutçu ve Selahattin Hilav'ın ortaklaşa kurduğu KiDa tarafından yapılır dağıtımı.

Yılmaz Güney verdiği sözlerden sadece bir tanesini tutar o da kokteyldir.Gerçekten görkemli bir kokteyl verir kitabın çıkışı onuruna. Bütün Yeşilçam gelir neredeyse kokteyle. Magazin basını da fotoğraf altı yazılarıyla romanı güya tanıtır. Ama, meğer magazin basını okuyucusu, kitap okumadığı için de bu reklam bir işe yaramamıştır.

Güney bir film çekimine gittiğinde Antep’e Ceyhun koli koli kitap göndermiş ancak pek kitapla ilgilenen olmamış zira kimsenin pek haberi yokmuş. Güney sinirlenmiş, gitmiş. Kitaplar da geri gelmemiş.



Başka yerlere için de aynı hususta anlaştıkları halde Güney o yerlere ya gitmemiş ya da zamanında belirlenen yerde olmamış. Bir daha da Ceyhun Güney’i görmemiş ve borçlarını temizlemek için çabalamış. Bir ara Güney yardım etmiş ve bir film şirketine 5000 adet kitap aldırmış ama şirketin verdiği bonolar da karşılıksız çıkınca Ceyhun iflas etmiş. Ortağı da bir ara 8-9 bin adet kitabı tanesi 90 kuruştan bir eskiciye vermiş. Ceyhun'un da yayıncılık hayatı sona ermiştir.

Boynu Bükük Halil, Emine, Remzi ve Diğerleri

Roman kimsesiz olan Halil’in askerden köye dönüşü ile başlar. Babasını bir kan davasında kaybetmiş olan Halil anası ile Siverek’in Kalecik Köyü’nden kaçarak Yenice Köyü’ne gelir ve orada tanıdıkları adamı bulamayınca Kamber’e konuk olurlar. Bir süre sonra Halil’in anası Halil’i bir don bir gömlek ve trahomlu iki gözle bırakarak göçer öte tarafa. Kamber de çalıştığı çiftliğe götürür Halil’i ve bir toprak ağasının yanına sığınarak yaşama tutunmaya çalışır Halil; bir tutma olarak.

Halil’in kimsesizliği, Kürt olmasının getirdiği baskılar onu hayatta iyice köşeye kıstırmış ve ona ahırda da olsa yatacak yer, yiyecek kuru ekmek veren ağasına minnet duygusu ile bağlanmıştır. İşine bağlı, ağasına bağlıdır başka bir deyişle açlığa mahkum, yokluğa mahkum, bir çok tutmadan biridir.

Yenice Köyü de yaşanılacak bir yer olmaktan çok uzaktır, pek çok köyümüz gibi. Köylüler yazın ağaların kalkınması için çalışmakta, sonra da kendileri için kışlık bir şeyleri kenara koymak amacı ile iki kat fazla ter dökmektedirler. Halil bir ahırda diğer tutma arkadaşları ile yatıp kalkmakta ve hayvanlarla iç içe bir yaşam sürmekte, yeri ıslatmasınlar diye başlarını beklemektedirler.

Hayatları ne uzamakta ne de kısalmaktadır. Yaşı ilerlemiş ve hayatlarının ağalara hizmet etmekle ve bir tatlı söz bile duymadan geçiren Ali Osman ve Süleyman Halil’e bu hayatın hayat olmadığını, yol yakınken köyden çekip gitmesini salık verseler de Halil’in cevabı “Ağasını tanımayan Allahını da tanımaz” olur. Halil’in Allah’ını da tanımaması için acı olayları arka arkaya yaşaması gerekecektir.



Bu acı olayların ilki arkadaşı olan bir diğer tutma Hıdır’ın sevdiği kıza kavuşamadan ölmesi olur. Hıdır’ın kızı kaçıracak parası, götürecek evi, uyumak isteler altlarına serecek bir döşekleri bile yoktur ve bu çaresizlik, bu eziklik zaten hasta olan Hıdır’ı giderek bitirmektedir. Sevdalanmak, aşk ağaların işidir amma Hıdır da insandır nihayetinde:

“ Her istediğimiz kursağımızda kalıyor Halil. Böyle olunca da hayatın ne tadı ne de tuzu kalıyor. Sevda acısı nedir, bilir misin? Sevda başkadır Halil. Adamın içini yakar, başını döndürür….Hele tutma milletine hiç yaramaz. Tutma milleti demek edir milleti demektir Halil. Bundan dolayı da bizim için felaket olur. Ama n’parsın ki bizim de sevdaya açık bir yüreğimiz var. Biz de insanız ama evimiz yok. İnsan evsiz olur mu?”



Halil Hıdır’ı anlamaktadır çünkü o da eskiden arabacı iken sakatlanan Mahmut’un kızı Emine’ye tutkundur ama onun da elleri bağlıdır. Emine bir bohça ile kaçmak için hazır beklemekte ve Halil’i sıkıştırmaktadır:

“…Bizim de eller gibi gün görmeye hakkımız yok mu?”

“Yok Emine. Çünkü bizim hiçbir şeyimiz yok. Hele benim halim hiç hal değil. Köyün yerlisiyle, tutma adamın hali başka Emine. Düşün bir kere: Başımızı sokacak bir damımız yok, altımıza serecek bir yatağımız yok. Parasız pulsuz evlenme olur mu hiç? Alıp seni dağlara mı kaçırayım Emine? Yoksa yattığım ahıra, katırların, öküzlerin arasına mı götüreyim seni? Söyle?”

Emine Halil kadar cesaretsiz ve umutsuz değildir :

“Genciz Halil. Çalışır herbirşeyimizi düzeriz. Başta sıkıntıya katlanırız biraz. Bizim sıkıntısız günümüz yok ki zaten , alışkınız…..Ben başak toplar yatak yaparım, yastık yaparım, bir ev buluruz kendimize…”

Ama Halil bir türlü ikna olmaz. Daha çok acı daha çok olay olmasını beklemektedir sanki ikna olmak için. Diğer köylüler ve tutmalar arasında artık biraz kıpırdanmalar başlamıştır. Ona bir nevi babalık yapıp kollamış olan Kamber oğlu tüm umudunu oğlu Remzi’ye bağlamıştır.

Ağaların alay etmelerine rağmen onu okutmak için sırtında Remzi’yi okula taşımış, Remzi de yağmur, çamur ve sel demeden neredeyse yarım günlük yere okumaya gitmiştir. Ancak bir gün Remzi’nin yağmurdan dolmuş olan su dolu bir hendeğe girip boğula yazması ve ateşler içinde kalması sonucunda Kamber kararını verir: Şehre gidecek, gerekirse dilenecek ama Remzi’yi okutacaktır.



Bu arada tarıma makineler girmeye başlamış, önce zincirli motor derken şimdi de traktör devreye girmiştir. Halil gibi arabacılık ve tarım işi yapan tutmalara ihtiyaç giderek azalmaya başlamıştır. Bunun gören köylülerden Kel Hasan babası ile ciddi bir kavgaya tutuşur ama sonunda şehre fabrikalarda iş bulmaya gider.Halil hala yaşananları, ağaların vurdumduymazlıklarını, alaylarını görmezden gelmekte ve kendinde bırakıp gitme cesareti bulamamaktadır.

Sarsıcı bir olay Emine’yi ve hayallerini de alır gider. Bir gün önce uykusuz ve çok kötü bir gece geçiren Emine yine de sabahın köründe tarlaya gitmek için yola çıkar ama tarlada fenalaşır. Bir ağacın altında dinlenmeye çekilir. Bu sırada tarla civarında dolaşan Selim Ağa Emine’yi görür ve tecavüz eder. Emine olayın farkına Çakal Omar’ın Selim’i boğazladığı ve öldürdüğü anda uyanarak varır. Çakal Omar hırslıdır zira Selim kendi karısı Halime’ye de tecavüz etmiştir. Bu olay ağaların gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Halime ile Çakal Omar’ı canlı canlı yakarlar.



Bu olayın ardından annesi tarafından dövülerek hastanelik edilen Emine iyileşmiş ve ev hapsine alınmıştır. Mutluluk ve Halil üzerine kurduğu bütün düşleri yıkılan Emine vaktinin çoğunu kendi çeyizini değil de komşu kızlara iş işleyerek geçirir. Anası başka bir köye gitmeyi istemekte içinde bulunduğu toplumun en önemli ölçüsü olan kızlığını yitiren kızının olsa olsa bundan sonra köyün orospusu olacağını söyleyip durmaktadır. Halil ise kendini işe vurmuş ve arabacıların kralı olarak ün salmış ve Gâvur Halil lakabını edinmiştir.



Tam bir sene sonra pamuk toplamak için babasının da desteği ile evden çıkan Emine Halil ile gene bir yakınlaşma ve hesaplaşma imkânı bulur. Sevgisini ve bağlılığını yineler durur, onu alıp götürmesini ister dövmesini, ister sövmesini isterse öldürmesini ister ama tutuk Halil bir türlü ne doğru dürüst sever ne de öldürür. Ancak Halil eline fırsat geçtikçe epey eziyet yapar Emine’ye ve düşüncelerini açıklar:

“İki dünya bir araya gelse ben seni avrat diye alamam. Bunu kafana sok bir kere. Böyle sürünüp gideceğiz işte. Sonra başkaları çıkacak karşına, o gelecek, bu gelecek; adın çıkmış bir kere kötüye. Seni kimse de alıp avrat yapmaz şimdi. Ben de seni kurtaramam Emine.” der ve “Seni ancak toprak temizler Emine” diye de ekler.Halil günler geçtikçe ne Emine ile ne de Eminesiz olamadığını görmekte ve bu hayatın omuzlarına yüklediği karanlık günlerden bir türlü kendini kurtaramamaktadır.



Günlerden bir gün Durmuş Ağa’nın kovduğu Arap Seyfi çıkagelir koltuğunun altında bir horoz ile. Madem kendi başına öcünü alamayacaktır, o da diyar diyar gezmiş ve Durmuş Ağa’nın horozunu yenecek bir horoz bulup yetiştirmiştir.

Durmuş Ağa’ya meydan okur ancak Ağa ortaya para konulmasını isteyince çaresiz kalır. Ancak köylü beklenmedik şekilde ona arka çıkar ve tüm rızıklarını birleştirir verirler. Çetin bir mücadele sonucunda Durmuş Ağa’nın horozu savaşı kaybetmeye başlar. Buna dayanamayan horozu da Ağa tutar kendi öldürür.

Bu horoz dövüşü Halil’in uyanışı olur.Ölen horoza bakarken “Hayatı, insanlığı, sevgiyi, başarıyı bu ölen horozda görür. Başkaları için dövüşmüş ve başkaları için ölmüş bir horoz, hayatını kendi için yaşayamamış bir horoz… Halil bu horoz da birden kendini ve hayatının özetini görür gibi olur. Ölen sanki horoz değil onun umutları ve yaşamasının anlamıdır.



Halil ne kadar tutsak olduğunu kavrar bir anda ve tüm bu tutsaklığı yaratan zincirleri kırmaya karar verir. Buna karar verince Emine’nin yarattığı karanlıklar da aydınlanır bir anda ve Emine yeni bir yaşamda yeni bir umut olur Halil’e. Emine’yi gece uykusundan uyandırır ve giderler. Işıl ışıl bir Adana şehrine, bacaları tüten fabrikalara ve yeni bir hayata…

Roman Biter....

Biraz ben de biterim aslında. Yılmaz Güney'in bu romanı ilk başta bir köy romanı olarak beni etkilemeye başlamıştı; bir sine roman havası seziliyordu ancak naçizane kanaatime göre kitap biraz fazla uzun yazılmış.

Güney, köylülerin umutsuz ve tutsak yaşamlarının yavanlığını ve çaresizliğini anlatabilmek için bulundukları durumları ve pişmanlıklarını ilk başlarda yaptığı net ve açık duygulanım ve düşüncelerle kahramanlarının ağzından dile getirse de bu bir süre sonra insanın içini sıkmaya ve devamlı aynı şey tekrarlanıyormuş izlenimi veriyor. Romanda yer alan doğa tasvirleri ilk başlarda net ve sadece gereken kadar ayrıntı içerdiği için hoşuma gitse de bir süre sonra bu tasvirlerin de zorlama olduğu hissi uyandırdı ben de.



Ama diğer -en azından benim okuduklarım arasında- köy romanlarında olduğu gibi doğrudan ve bir mesaj verme kaygısı olmadan sadece köyün ve köylünün durumunun dile getirildiğini söylemem mümkün.Örneğin; Remzi'nin okuma hırsı üzerinden anlatılan eğitimin çare olduğu ve tarıma makinenin girmesi ile köylünün bir anda amaçsız ve işsiz kalmaya başlaması ve artık dönem itibari ile kentleşme olgusu ve tarımdan ziyade sanayileşmenin önem kazanmaya başladığı da romanın içine bence iyi yedirilmiş.

Bana göre son sayfalara doğru toparlanan romanda Halil ve Emine arasında gelişen çaresizlik, talihsizlik, törelerin karşısındaki boynu büküklük ve bu nedenle nefret-sevgi ve şiddet içeren gel-gitli bir ilişkinin acısı,Arap Seyfi'nin gelişi, horozların dövüşü, Halil'in uyanışı ve geleceklerine doğru yola çıkışları bende de gözyaşına neden olmadı değil.

Sevgiler
Billur

1 yorum:

Gulda dedi ki...

Billur Kardeş, (Billur Ağabey olmazdı diye)

Kitabı ilk gördüğümde epey bir şaşırdım, aslında düşününce Yılmaz Güney ile ilgili her ne okursam o kadar şaşırıyorum. Bu yeni kapak bence –oldukça absürt olduğu kadar-düşününce Yılmaz Güney’in kişiliği hakkında da fikir veriyor. Viskiler, silahlar, güzel kadınlar yeni bir yaşam tarzı içinde eskisine –boynu bükülenlere- dikkat çekme… Çok uçmuş olabilirim ama şimdiye kadar okuduklarımla, yazdıklarını, kitabı okurken ve araştırırken anlattıklarını birleştirince bunu çıkarttım.

Yılmaz Güney’e ile ilgili kötü sözler söylemek istemem ama:

—En azından taklitlerinden hiç hoşlanmadığımı belirtmek isterim. Ki bu yeni Yılmaz Güney’lerin Türkiye’nin en iyi sesine, en hassas yüreğine sahip(!) olmalarına da aldırmıyorum. İşte şimdilerde açılım deniyor, bu açılım için; şu an bu taklitlerin ortaya bir şey koydukları bile şüpheli. Mahir’leri de saklayacağını hiç sanmıyorum…

Bence serinin en zor kitabı bu idi, bu bittiğine göre kolayladık sanırım:) Bu araştırman aslında Orhan Kemal Roman Ödülü’nün başlangıcına da ışık tutmuş, epey bilgilendim. Anladığım kadarı ile o zamanlar Orhan Kemal Roman Armağanı’na aday kitaplar açıklanıyormuş. Bizse 2010 yılında aday kitapların hangisi olduğunu bile bilemiyoruz. Keşke bilebilsek, her birini okuyup aramızda tahmin yapabilsek, biz olsak hangisine verirdik tartışmaları yapabilsek…

Yılmaz Güney bu ülkenin tarihindeki en önemli kişilerden biri, belki de gelmiş geçmiş en iyi sinemacısı ama en iyi yazarlarından biri mi? Bunu 2072 de tekrar konuşalım.

Bu kitabı yakın zamanda okuyabileceğimi sanmıyorum ama izlemesi çok zor filmler olsa bile Yol’u, Umut’u tekrar seyretmek isterim.

Taklitlerden sakınalım, kendimizi kafamızda yarattığımız hapishanelerden serbest bırakalım...

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails