2 Aralık 2012 Pazar

Soğuk Bir Sonbahar Günü...Sıcak Bir Müzik...

 
Udun yayları bir el hareketiyle gerildiğinde on, on iki metrelik yüksek tavanlı taş mekânın her metrekaresini saran mistik müzikle birlikte burnuma çalınan yasemin, sandal ağacı, melisa karışımı o büyülü rayiha, beni uzak diyârlardaki henüz keşfetme şansını yakalayamadığım topraklara götürdü.
 
Daracık sokaklar üzerinde sağlı sollu sıralanmış alçak yapılı taş evlerin, oymalı kapıları birbiri ardına açılıp kapanıyor, içerdeki gizemli sessizlik, udun alaturka tınısıyla, kavalın tasavvufi sesi ve tablanın Afrikan ritmleri ile can bulup coşuyor ve davetkâr bir selâm ediyordu bu davetsiz misafire.
 
Gelgitler yaşıyordum, mistik bir şehirle, doğup büyüdüğüm bu şehir arasında.
 
Dışarıda soğuk bir sonbahar gününün, güneşin eğik ışınlarıyla can bulmaya çalışması, bizim 1930’lu yıllardan kalma bu tarihi tamirhanede sıcacık notaların eşliğinde ruhlarımıza can katmamızla yarışır gibiydi.
 
Aileden gelen müzik kültürü sayesinde, ana rahmine düştüğü andan itibaren notaların sakinleştirici etkisiyle tanışan bebek Smadj’ın, asıl adıyla Jean-Pierre Smadja’nın, 15 yaşında caz okuluna yazılmasının tesadüfi olmadığını çok net bir şekilde anlayabiliriz. Tunus doğumlu Fransız asıllı genç Smadj ses mühendisi olarak müzik dünyasındaki yerini belirlediğinde, gitarıyla dinleyenlerine ulaştırdığı müziği elektronik tınılarla zenginleştirdiğinde dünya müziğinin önde gelen isimlerinin dikkatini çekmiş ve pek çok projeye imza atmış.
 
Müzikle mekânın bu kadar uyuştuğu bir konser izledim mi daha önce düşünüyorum, ama hatırlamakta zorlanıyorum. Müziğin insana dejavu yaşatan bir yanı vardır. Ben o gün dejavu yaşamadım, hakikatin kendisini yaşadım.
 
Otantik ile elektroniğin aynı nota defterinde buluşmasından doğan, bizleri sıcacık duygularla kuşatan, duyma, görme, hissetme duyularımızı harekete geçiren o mükemmel ezgiler, neredeyse duygularının büyük bir çoğunluğunu yitirmeye yüz tutmuş, bencil, açgözlü dış dünyadan bizleri soyutlandırdı. Mekân-malzeme-obje üçlemesinin başarılı bir mimari dokunuşla farklı bir görsel ziyafete dönüştüğü Tamirane’de adeta bir şölen havası yarattı.
 
Konseri ayakta izleyeceğimiz için başlarda tereddütte kalmıştım, ama ayakta geçirdiğim onca saate değdi mi diye sorgulamadım hiç. Her saniyesine kadar orada olmaktan son derece büyük keyif aldım. Almamak mümkün müydü? Hayır değildi.
 
Mekânın köşesine kurulmuş büyük şöminenin sıcak alevi bile ritmle dans ediyordu. Devasa pencerelerden içeri kâh selam verip, kâh gizlenen güneş, yüksek duvarlarda ışık oyunları yapıyordu, yine müziğe ayak uydurarak. Kavalın tınısı, tablanın ritmleri udun melodisine karışırken, mekânın içinde 360 derecelik bir gözlem yaptığımda kendimi bir belgeselin ortasında gibi hissettim.
 
Duvarlara vurup dönen müzik içerdeki tüm objelere hareket kazandırıyordu.
 
Müzik durduğunda zaman mefhumunu tamamen yitirdiğimi fark ettim. Sanki etraftaki her şey müzikle birlikte donmuş, güzel bir rüya ani bir uyanışla sona ermişti. Aslında geçen sadece bir saatti. Doymamıştık müziğe ama Smadj’ın bis yapmaya niyeti olmadığı kıvırcık saçlarının çevrelediği yaramaz çocuk bakışlı gözlerinden okunuyordu.
 
 
Konserin ilk bölümü bitmişti. Gittikçe etkisini yitiren güneşin son demlerini yaşamak, oksijenle ciğerlerimizi havalandırmak ve tabii biraz da üşümek için (!) bahçeye çıktık.
 
İkinci bölüme ve ayakta en az bir saat daha kalmaya kendimizi hazırlamalıydık. Masalardan birine, soğuktan buz kesmiş sandalyelere oturduk.
 
Bir yanda kocaman mangal yanıyor, ateş bizi çağırıyordu. Smadj’ın müziğinin etkisindeydik hâlâ. Gözümüzde ne o mangalın üzerinde kızarmaya bırakılmış köfteler, ne alevin sıcaklığı, ne de bir içeceğin bedenimizde yaratabileceği akışkan ferahlığı vardı.
 
Kulaklarımızda kalan melodiler ve güzel bir sohbet o anda bize yeten yegâne şeylerdi. Büyüyü bozmak istemiyorduk adeta.
 
Bir konserde ilk sahne alan sanatçıyla bu kadar doyuma ulaşmışken, ikinci sahne alacak sanatçının en az ilki kadar etki yaratıp yaratmayacağı sorgulanabilir. “Acaba”lar beynimin içinde bir yapbozun parçaları gibi uçuşurken sahneye gencecik bir kızın öncülüğünde İsviçreli bir grup çıktı. Heidi Happy daha önce adını hiç duymadığım İsviçreli bir caz vokalisti. Konser öncesi hakkında okuduğum yazıda, sesinin rengi Nina Simone, Norah Jones gibi caz müziğinin tanınmış isimlerine benzetiliyordu. Ben gözümü kapatıp da dinlediğimde gözümün önünde canlanan sanatçı Regina Spector oldu.
 
 
Her şarkıda değiştirerek çaldığı Gibson Guitar ve klasik gitar arasında, genelleme yapmayayım ama en azından beni şaşkına çeviren, konser sonuna kadar enstrüman çeşitliliğini hiç aksatmadan uygulayan Heidi Happy 2011’de çıkardığı albümle ülkesinde müzik listelerinde üst sıralardaki yerini muhafaza etmiş, Almanya ve Amerika’da altmışın üstünde radyo kanalında çalınmış.
 
Enstrüman çeşitliliği bakımından folk jazz türünü söylediğine kanaat getirdiğim Heidi Happy kesinlikle tek sesli nakaratların kraliçesi olmalı.
 
Bir zamanlar, iyi bir şarkıcı olmak için, ağzın olabildiğince açılmasının en önemli koşullardan olduğunu okumuş veya duymuştum. Happy’de bunu çok net gördüm. Çıkabildiği en yüksek oktava kadar çıkmayı bu sayede başarıyordu bence. Diyaframdan kopan ses, ses tellerinde şekillenip, tümüyle açık ağzından insanı yatıştıran yumuşacık bir etkiyle süzülüyordu.
 
Güler yüzlü bir grup, hareketli parçalar, yumuşacık bir ses… Artık dışardan mekâna ışık verecek güneş uykuya çekilmiş, bizi karanlığa teslim etmişti. Şöminenin alevleri daha net seçiliyordu. Duvarlara yerleştirilmiş spot ışıklarıyla farklı bir etki doğmuştu. Grubun arkasındaki duvarda dekoratif amaçlı yerleştirilmiş renkli insan figürleri, tam altlarında yanan spotla günün bitişini zaten bize haber verir gibiydi; insanların gölgeleri uzamış, biraz daha yorgun, eve dönüş yolundaydılar artık. Ayakta bir saat daha geçirmiştik, ama yorulmamıştık. Ya da belki yorulmuştuk, ama hissetmeyecek kadar mutluyduk. Heidi alkışlarımıza dayanamamış ve tattığımız hazzı uzatmak için bize yardımcı olmuştu.
 
 
 
 
Soğuk bir sonbahar öğleden sonrası nasıl daha keyifli olabilirdi ki? Yine aynı mekânda Smadj ve İbrahim Maalouf birlikte sahne alsalar diyorum… Biz izlemeye gitsek diyorum… Bizim için dünyanın sekizinci harikası olur muydu? Neden olmasın?
 
 
 
 
Peyman 02.12.2012

Hiç yorum yok:

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails