19 Nisan 2011 Salı

Yansımalar - 16

Bir iş günü daha sona erdiğinde, ofisten çıkmadan önce yapacağım bir tek şey kalmıştı; evi arayıp, beni sabırsızlıkla bekleyen oğlumla konuşmalıydım. Eve gece geç döneceğim için derslerini sormalı, uzaktan yardım etmem gereken bir konu varsa halletmeliydim. Tabii konu sadece derslerle bitmiyor. O gün okulda yaşanan ufak kazalar, haylazlıklar, komik olaylar da sırasıyla anlatılıyor. Heyecanını bölmek istemiyorum. Gözüm bir yandan saatte; geç kalıyorum. Birkaç dakikaya çıkmazsam İstanbul’un arapsaçına dönmüş trafiğinin içinde gaz, debriyaj, fren pedalları arasında gidip gelen ayaklarımın uyuşukluğuyla boğuşacağım.

Oğlumun kalbini kırmadan telefonu kapatmayı beceriyorum. Telefon ahizesini yerine koyup, hızla eşyalarımı toparlayıp, ceketimi alıp kendimi sokağa atıyorum.

Bir an aklım, hayatımın sürekli bir koşturmayla geçtiğine kayıyor. Acaba bir gün gözüm saatte olmadan, telaşsız, rahatlık ve sükûnetle hazırlanıp sokağa çıkabilecek miyim?

Neyse, buna da şükür. En azından sokağa çıkmak için sebeplerim ve tabii fiziksel gücüm var.

Motoru çalıştırınca Sophie Milman’ın su gibi sesi arabayı kapladı.

Moda’ya gitmek için kafamda hızla güzergâhımı belirledim. Benim beyin navigasyonum nedense hep Moda’ya en uzak gidiş yolunu sunuyor. Kendi kendime bir sonra ki sefere hata yapmamaya söz veriyorum.

Kadıköy’ün cafcaflı Altı Yolu’nda Lonely In New York diyor Sophie Milman, sanki Kadıköy’ün ortasında ki bir başına benden bahsediyor.



Biraz gecikmekle beraber Moda’ya, Cafe Suffle’ye varıyorum.

Hemen hemen tüm kulüp üyeleri var. İş seyahatlerinden başını kurtaramayan Bilgen, şirkette yine gece on ikiyi bekleyen Cinderella Aycan ve Bodrum’un huzurlu güzelliğini bırakamayan Nur hariç hepimiz Cafe Suffle’deyiz.



Her zaman ki gibi önce güzel bir yemekle yorucu iş gününün üzerimizdeki izlerinden sıyrılıyoruz.

Nisan ayının en ılıman günlerinden biri olmasına rağmen, üzerinde yavaşça eriyen kaşar peynirlerin yüzdüğü sıcak domates çorbası içimi bir kat daha ısıtıyor.

Ayrı olduğumuz bir aylık süreçte birbirimizi göremediğimiz kulüp arkadaşlarım ile saçlarımızdaki değişikliklerden, yapılan mini seyahatlerden, günlük olaylardan bahsediyoruz. Küçük mekânın bize ayrılmış iç kısmını kahkahalarımız dolduruyor.

Domateslerin yeşil yapraklar arasından göz kırptığı, sarı mısır taneciklerinin çatalımın darbesiyle kâsenin içinde oradan oraya yuvarlandığı, salatalık diliminin tembelce yayıldığı salata ile erişteli tavuk yemeğinin lezzeti yorgunluğumu unutturuyor.

Tatlı öncesinde Aysun sunumuna başlıyor.

Aysun’un amacı tarihle ilgili bir kitap okumamızı, bu vesileyle tarih içinde çok önemli yeri olan, ama bizim sadece medyanın bize aktardığı çok da derinleştirmediğimiz olayları mercek altına almaktı.

Balkanlarda, hemen yanı başımızda ki komşularımızda 1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna Savaşı’nın izinde Ivo Andriç’in Drina Köprüsü adlı eserini okuduk. Kitap yakın tarihin bu talihsiz savaşından bahsetmiyordu tabii, ama o topraklarda yaşayan halkın yıllar öncesinde yaşadıkları olaylar hikâyeleştirilmişti.

Aysun toplantı öncesinde bir konuğumuz olacağını belirtmişti. Az sonra güler yüzlü, gamzeli, genç, dinamik bir siluet kapıda belirdi.

Cafe Suffle’nin ortağı da olan Boris yakın tarihte yaşanan bu savaşın şahitlerinden biriydi. Anlattıkları kanımızı dondurmuştu.

Onca yaşadıklarından sonra yüzünde geçmişin acısı değil, küçük şeylerden mutlu olmasını bilen, gelecekten umutlu bakışların insanın yüreğine işleyen sıcaklığı okunuyordu.

O gece Gülden Abla’nın geçmiş doğum gününü, Cafe Suffle’nin sanırım adını aldığı sıcak, yumuşak, enfes suflesini pasta niyetine yiyerek kutladık.

Boris ve ortağı Pinhan Bey’le yaptığımız keyifli sohbet gece yarısına kadar sürdü.

Tadı damağımda kalan sunum gecesi, Mayıs başında Aşk-ı Memnu gecesinde görüşmek üzere sözleşerek sona erdi. Geceden bir diğer güzel hatıra ise küçücük vazodaki papatyalar...

Peyman

Hiç yorum yok:

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails