Kitap : Düşüş
Yazar : Albert Camus
Mekan : La Maison - Ortaköy
Tarih : 12 Aralık 2013
Sunucu: Gülda
Katılımcılar: Aycan, Ayşe, Ayşen, Aysun, Berna, Belkıs, Billur, Betül, Özlem, Peyman,Yonca
Mekan : La Maison - Ortaköy
Tarih : 12 Aralık 2013
Sunucu: Gülda
Katılımcılar: Aycan, Ayşe, Ayşen, Aysun, Berna, Belkıs, Billur, Betül, Özlem, Peyman,Yonca
"Önümden gitme, seni izleyemeyebilirim. Arkamdan da
gelme, yol gösteremeyebilirim. Yanımda yürü ve yalnızca dostum kal."
İÇİNDEKİLER
Önsöz
|
İsveç
Söylevi
|
Babam
Camus
|
Kronoloji
|
Korku
Çağı
|
Sözlük
|
Camus’nün
Sevdiği On Kelime
|
Camus
ve Sartre
|
Fransa
Cezayir
|
Üç
Absürd (Yabancı, Sisifos Söyleni, Caligula)
|
Başkaldıran
İnsan
|
William
Faulkner
|
Düşüş
|
ÖNSÖZ
Sevgili Dünya, Sevgili
Hemşerilerim, Sevgili Yöneticiler, Sevgili Siz,
Ah Sevgilim…
Güzel bir sonbahar
esintisi vardı o gün. Seine Nehri’nin bir salyangozu andıran kıvrımlarında
aylaklık ediyordum. Hava kararmak üzereydi ama gündüz tüm ışıltısıyla zarif bir
şekilde izini sürdürmekteydi. Üzerinden geçtiğimiz köprünün Arts Köprüsü
olduğunu tahmin edebildim. Yine de tek
bir kahkaha dâhi işitmedim. Daha önce de buradan geçmiştim. O zaman yazdı.
Birkaç kişi laf atmıştı, bir şişe şarapla piknik yapan gençlerin kahkahaları
köprüyü neşelendiriyordu. Seine, aynı ısrarıyla altımızda parıldıyordu.
Telefonum çaldı,
aldığım haber canımı sıktı. Eldivenlerimi
taktım. Yazı anımsatan sararmış yaprakları süpüren görevliye baktım. Herkes ve
her şey olağan bir Paris gününü yaşatıyordu. Siren sesleri trafiğin uğultusu
içinde çınlıyordu. Bir görme özürlüye yardım etmedim, bir dilenciye para
vermedim, sadece geçtim. Yine de keyfim
yerindeydi. Günümün iyi geçmesine engel olacak tüm sorunlara kulak tıkamaya
karar verdim. Telefonumu otobüste
unuttuğumu bir gün sonra fark ettim. Bir şey olmamış, Dünya yine de dönüyormuş.
Defterime kurşun kalemimle nefis, kesikli çizgiler resmettim.
Sigaramı söndürmeden
yenilerini yaktım. Camus’nün yüzüncü
doğum gününde Paris’te olabilmenin bile başlı başına bir anlamı olduğuna
kendimi ikna ettim. Gece çöküyordu ve nehir uzağımda kalmıştı. Kaldığımız
otelin kapısının önünde bir sigara daha içerken, genç ve güzel kadınlar,
yanımızdaki kulübe insan çekebilmek için tüm cazibelerini sergiliyordu. Ne çok
seçenekli kahkahaları vardı bir bilseniz.
Uyursam düşecektim, o
yüzden çömeldim.
Gülda
İSVEÇ SÖYLEVİ
Albert Camus, 1957’de
Nobel Edebiyat Ödülü’nün kendisine verileceğini öğrendiğinde paniğe kapılır. Bu
nişanı, aynı mücadeleyi paylaştığı ve
hiçbir ayrıcalığı olmayan tam tersi acıyı zulmü tanımış olan insanlara bir
saygı göstergesi olarak kabul eder.
“Zenginliği sadece kendi şüphelerinden ve
henüz hazırlanmak olan bir eserden ibaret olan, çalışmanın yalnızlığında veya
arkadaşlıklarının sığınağında yaşamaya alışmış, yalnız ve kendine kapanmış genç
sayılabilecek bir insan, bir hamlede kendisini güçlü bir ışığın ortasına
taşıyan bir kararı nasıl panik hissetmeden öğrenebilirdi. Ayrıca bu onuru,
Avrupa’daki diğer yazarların, hatta en büyüklerinin sessizliğe gömüldükleri ve
doğduğu toprakların ardı arkası kesilmeyen acılar yaşadığı bir zamanda hangi
cesaretle kabul edebilirdi.” diye başlar İsveç Söylevine.
Aralarının iyi
olmamasına rağmen Camus, eşi Francine'i 10 Aralık 1957'deki Nobel Ödül Törenine
gelmesi için ikna eder. Açıklaması da şöyledir:
''Francine sıkıntıda
vardı, şan şerefte de olması normal.''
“Ben kendi hesabıma
sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu sanatı her şeyin üstüne koymuş da değilim.
Tersine, onsuz edemeyişim, onun beni herkesle bir etmesi ve olduğumdan başka
türlü olmaksızın herkesle bir düzeyde yaşatmasıdır. Sanat, benim için tek basma
tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak
acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır. Demek ki
sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en
evrensel gerçeğe bağlar. Ve çok kez, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri
için, sanatı seçenler kısa bir zaman sonra anlarlar ki, sanatlarını ve
başkalıklarım ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak gösterebilirler.
Sanatçı, kendini bu başkalarına gidip gelme ile yoğurur: Vazgeçemediği güzellik
ve kopamadığı topluluk arasındadır. Onun için gerçek sanatçılar hiçbir şeyi
küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. Ve dünyada tutacakları
bir yer varsa, o da, Nietzsche'nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil,
işçi olsun aydın olsun, yaratıcının başa geçeceği bir dünya olacaktır.
Buna inandık mı, yazarın rolü, ister istemez, güçleşiyor.
Sanatçı, tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna giremez: Tersine, ona
katılanların buyruğundadır. Yoksa, tek başına ve sanatının uzağında kalır.
Zorbalık milyonlarca adamı ile birlikte onu yalnızlığından ayıramaz, onlara
ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta asıl o zaman. Ama, dünyanın öbür ucunda
hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi yazarı,
yalnızlığından kurtarmaya yeter, hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar
içinde, o çıkmayan sesi unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça.
Hiçbirimiz böylesine büyük bir işin adamı değiliz. İster
bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların
zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini
haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden
geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur:
Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu
için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları
yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa
olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır:
Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.”
BABAM CAMUS (*)
“Babam, ünlüymüş o
meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum
değil. Benim için babaydı o. Tuhaf, amma tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım.
Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve
babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve
ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı
çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. Babamın ölümünden
hemen sonra, Agathe’ı, küçükken babamın bana verdiği dişi kediyi ameliyat
ettirmek gerektiğini söyledi bana. Babamın şöyle bir şarkı mırıldanışını hâlâ
duyar gibiyim: “Agathe, cici kedi, ne güzel patileri...” Sağa sola yavrular
dururdu Agathe –bizim evde özgürlük vardı, kedilere bile– yavruları vermeden
önce iki ay evde tutardık. Kedi yavrularına bayılırdım. Annem bana “Ne
yapacağız bunları? Baban veriyordu. Bizden kimse almaz ki” dedi. Haklıydı. İşte
o zaman hayat neymiş anladım. Annem kediyi ameliyat ettirdi.
Okulda babamın mesleği
sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana.
Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında
bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır... Babamı rahatsız etmememiz
beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak,
yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de
ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken,
bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla
sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç
sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon
ayinimi gerçekleştirmek istediğimi söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi
yoksa güzel bir elbisem ve hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu.
İşin sarpa sardığını hemen anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En
azından mesele açıktı. Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız
varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir
bilinmezdi. Yararlı hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası,
güzel bir okul çantası bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son
yaş günü hediyesi bir çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette... Ama ağır
hastalanıp yattığımda bana bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar
tarzımız olmayan bir şeydi ki bu, öleceğime büsbütün inanmıştım.
Anneme yardımcı olan
bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık, ayakkabılarımızı cilalardık ve o
hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam, dolaylı yoldan, bu hanıma
mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın annesiyle aynı meslektendi–
saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne okuma bilirdi ne yazma. Kocası
Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde, yönetim, dedemin kafatasını parçalayan
şarapnelin bir parçasını göndermiş ona. Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça
büyük olan Lucien ve kundaktaki Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de
Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş. Tatlı bir boyun eğişten ibaretti
babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka da bir şey düşünmüyorlarmış.
Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı aslolana yönelir” diye yazmıştı.
Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para bulunup bulunamayacağıdır. Yarın
değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden söz ederken nefret ederdim o
kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem
–genellikle sadece hareketlerle kendini ifade eden biriydi– sırf “Kafasına
vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış, kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu,
dışarıdayken içeride olduğundan daha iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o.
Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük
arabasıyla yarışırmış, başıboş köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için.
Mahalledeki herkes gibi, pataouète konuşurmuş. Fransızca onun için büyük bir
başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve para
getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark
etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir
böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla
kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de
de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi
hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima.
Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o
zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşağılananlar” dediğinde
ve “ne güzelliğe ne de aşağılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte
o zaman başladı her şey galiba.
17 yaşındayken, kan
tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık, utanılası hastalık. O dönemde
veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış gibi görülüyordu. O zamana kadar
hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama
yaşamanın bile pek o kadar garanti olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap
olan, teyzesinin kocası Acault’nun yanına gider çünkü en azından orada iyi et
yiyebilecektir. Enişte masondur, evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana
kadar bir evde kitap görmemiştir hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına
girmesine izin verilmez, hastalığı bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz.
Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı Camus’nün akciğerleriyle yapmadık...” Nasıl,
harika değil mi?
Futbolu bırakmak
zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona “Bastıbacak” diyorlarmış çünkü
geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında, deniz ve güneş. Ve daha o
zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın bedenlerinin, “bağlanma”nın,
tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain gazetesinde sürdürdüğü
gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır: “Öncelikle, yoksulluk
hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için: Işık zenginliklerini
yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire oyununda Olivier le
Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena sayılmaz! Ders
veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun kırıldığı güne
kadar.
23 yaşındayken, ki
1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde modern gelen bir şey bu, ikisi
eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar. Bu “Esaslı Ev”in taraçası
Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın Karşısındaki Ev” adıyla
resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan Kirk diye bir köpeği
vardır. Yazmaya karar verir. İlk olarak, Tersi ve Yüzü’nü yayınlar, 350 adet
basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı aracılığıyla tanışır annem
Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek matematik öğrenimi
yapıyormuş. Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın. Babamla ilk yıllarına
ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da
onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç bırakmadı.
Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları kardeş
sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle babamın
sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve bu
sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam
arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de
sardalya almak için tam denk gelir bu... “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı
röportaj dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla
ilgilenir. Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp
1940’ta Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu
Lyon’a taşımıştır. Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme
bir demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına
şöyle yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi
davranmak istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir
şey vardır: hayattadırlar, hepsi bu.
Veremi nükseden babam
Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki
çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu saklayıp kurtaracaktır. Direniş
hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e katılacaktır. Şöyle yazar:
“İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle hareket ettim, çünkü görevim
buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer. Hem Gallimard Yayınları’nda
yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir, hem de yeraltı gazetesinin
başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer. Épinay-sur-Orge doğumlu,
Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert Mathé” adına düzenlenmiş
sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına gönderilen
arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş madalyasının
kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona
verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat
gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim
ihbar etti beni?” diye sorar.
1944’te babam
Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte çalışırlar. Severler birbirlerini,
insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne
babam ne de annem bilir nasıl buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau
sokağında bir stüdyo daire kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin
çatlakları buz tutardı” diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş
olsalar gerek ki birkaç ay sonra, 1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben
dünyaya gelmişiz. Hayat kolay değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek
karnesi istemiş. “Gerek yok, biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle
babamın kendilerine ait bir dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında,
arkadaşlarının evlerinde kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken,
İnsanlık Durumu’nu kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini!
Babam 1946’da Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata,
şeker, un, pirinç ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti.
Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni
ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım.
1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir
oyun oynuyordu orada. Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey
anlattık. Güzel oldu bir araya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik
bir insandı. Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine
tutuluyordu. Bir sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o
birbirlerine benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her
ikisinde de. İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.
Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans, hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır, karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı? Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak gerek.
Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor? Köpeğe.
Yazmak, kendini yanlış
anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam.
Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran
İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma
hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna
deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna
gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın
emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile
aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı salonda, alçak bir koltukta,
başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?” dedim ona. Başını kaldırdı,
gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye yanıt verdi. Hiç unutmadım
bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni! Benimleyken yalnız
olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.
1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes” başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı. Mezardaydı da ondan.
Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman...” diye söz ederdi... Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı. Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis Germain’e ithaf etti babam.
[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adam’ın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]
Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.”
Catherine Camus
(*) Kitap-lık Sayı: 143
Aylık Edebiyat Dergisi
KRONOLOJİ
1913
7 Kasım’da yüzüncü
doğum günü kutlanan Camus, Cezayir’in Mondovi (Deran) kasabasında doğar.
1914
Birinci Dünya Savaşı
ilanıyla, 3 Ağustos’ta sonrası askere alınan Camus’nün babası Lucien Camus 11
Ekim’de Marne Muharebesinde ağır yaralı olarak kaldırıldığı Saint- Brieuc
Askesi Hastanesi’nde ölür.
1921
Albert Camus okuma yazma
bilmeyen annesi Catherine, kendinden üç yaş büyük ağabeyi Lucien ve dayısı
Étienne ile beraber Cezayir’in merkeze uzak,
en yoksul mahallerinden biri olan Belcourt’a taşınır.
1923
Öğretmeni Louis
Germain, Camus’nün lise öğrenimine devam edebilmesi ister. Aileyi ikna ederek
ve Camus’yü günde iki saat, sınavları geçebilmesi için çalıştırır.
1924
Albert Camus aldığı
burs sayesinde Bâbü’l-vâd’da bulunan Bugeaurd (Abdülkadir) Lisesi’ne kaydolur.
Futbol oynamaya başlar.
1929
Yaşamı boyunca futbola
tutku besleyecek olan Camus, Racing Universitaire d'Alger’nin (RUA) genç
takımına kaleci olarak seçilir.
1930
Cezayir Fransız
Sömürgesinin yüzüncü yılını kutlarken, hayatı alt üt eden
yoksulluk içindeki Camus verem olur. Bu futbol kariyerine son verdiği gibi
öğretmen olma hayallerini de yok eder.
1932
Sud dergisinde ilk denemeleri yayımlanır.
1933
Sağlık durumu L'École
normale supérieure için yeterli olmayan Camus, öğretmeni Jean Grenier’in
ısrarıyla Cezayir Üniversitesi’nde felsefe eğitimine başlar.
1934
İki yıl evli kalacağı
Cezayir’in yüksek burjuvazisine mensup Simone Hié ile evlenir.
1935
Felsefe lisansını alır,
Fransız Komünist Partisi’ne yazılır. Sağlık durumundaki bozulma seyahat
etmesine engel olur. Faşizm ve savaş karşıtı bir aydın örgütlenmesi olan
Amsterdam-Pleyel hareketi için mücadele eder. Arkadaşlarıyla Théâtre du
Travail’i (İşçi Tiyatrosu) kurar. Tüm yasaklamalara karşın, kolektif bir
çalışmayla Révolte dans les Asturies (Asturias’ta Başkaldırı) sahnelenir.
Kişisel düşüncelerini,
okuma notlarını Defterler başlığıyla
kaydetmeye başlar. Yaşamının son gününe kadar tuttuğu bu Defterler, Camus’nün ölümünden sonra basılır.
1936
Oldukça zor bir konu
olan, “Metafizik ve yeni Platonculuk. Plotinos ve Ermiş Augustinus” teziyle
yüksek öğrenim diplomasını alır.
1937
Cezayir Komünist
Partisi Kültür Merkezi Genel Sekreteri olur. 10 Mayıs’ta L'Envers et l'Endroit (Tersi ve Yüzü) yayımlanır.
Cezayirli Müslümanların
bir kısmına Fransız vatandaşlığı verilmesine yönelik Blum- Violette projesini
desteklemesi sonrası parti yönetimiyle ters düşer ve 1937 sonbaharında partiden
ayrılır.
1938
Pascal Pia’nın
yardımcısı olarak Alger Républicain’de
edebiyat yapıtları hakkında yazılar yazar. Caligula
adlı oyunu, Mutlu Ölüm ve Yabancı romanları üzerinde çalışmaya
başlar. (Yarım bıraktığı Mutlu Ölüm yazarın ölümünden sonra,
1971’de yayımlanır.)
1939
Charlot yayınevi
tarafından Noces (Düğün) adlı kısa
denemelerden oluşan derlemesi yayımlanır. Alger
Républicain’de Kabiliye’deki durumu anlatan “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı
on bir makale yazar. Savaş ilan edilince Alger
Républicain sansürlenir. Camus, Pascal Pia ile Soir Républicain’de
çalışır. Askere alınma isteği sağlık durumunun uygun olmaması sebebiyle geri
çevrilir.
1940
Cezayir’den ayrılarak
Paris’e gider. Paris-Soir’da çalışmaya başlar. 3 Aralık’ta Francine Faure ile
Lyon’da evlenir. İşten çıkarılan Camus, Francine ile birlikte Oran’a geri döner
ve Faure ailesinin onlara verdiği bir dairede yaşamaya başlar.
1941
Le
Mythe de Sisyphe’yi
(Sisifos Söyleni) yazar. Oran’da özel bir eğitim kuruluşunda dersler
verir. Kasım’da Yabancı adlı romanı
Gallimard’ın yayın kurulu tarafından kabul edilir.
1942
L'Étranger (Yabancı) ve Le Mythe de Sisyphe (Sisifos Söyleni) Gallimard tarafından
yayımlanır.
1943
Sartre’ın Vichy
Hükümeti’ne karşı direnen Fransa halkının özgürlük mücadelesinin simgesi haline
gelecek olan Les Mouches (Sinekler) adlı oyunun son provaları sırasında Sartre
ve Simone de Beauvoir ile tanışır. Caligula’yı
tamamlar. Ekim’de Paris’e taşınır ve Ulusal Direniş hareketi içinde yer alır.
1944
Yasadışı Combat
gazetesinde makaleler yazmaya başlar. Gallimard Yayınevi tarafından Yanlışlık ve Caligula (Caligula, Suivi de
Le Malentendu) aynı ciltte yayımlanır. Haziran’da Marcel Herrand, Yanlışlık’ı sahneye koyar. Camus, Martha
rolünü yorumlayan Maria Casarès’e âşık olur.
25 Ağustos’ta Paris’in
işgalden kurtuluşunu, artık özgürce yayımlanmaya başlayan Combat gazetesinde
yazı işleri müdürü olarak “La Nuit De La
Vérité” (Gerçekliğin Gecesi) başlığıyla yazar.
Francine 1944’ün
sonunda Fransa’ya Camus’nün yanına geri döner.
1945
18 Nisan’da Camus bir
araştırma yapmak için Cezayir’e geri döner. 5 Eylül’de ikizleri Catherine ve
Jean doğar. Gallimard için Espoir
(Umut) koleksiyonunu hazırlar. Lettres à un ami allemand (Bir Alman
Dosta Mektuplar) yayımlanır.
1946
Bir dizi konferans
vermek üzere gemiyle -gazeteci kimliğiyle ve gümrükte uzun süre bekletilerek-
Amerika Birleşik Devletleri’ne gider. Burada René Char ile tanışır ve ömür boyu
sürecek dostlukları başlar. Combat gazetesinde, Ni Victimes, ni bourreaux
(Ne Cellat Ne Kurban) başlıklı bir makale dizisi yayımlanır.
1947
Haziran’da yayımlanan La Peste (Veba) adlı romanıyla Eleştirmenler
Ödülü’nü kazanır. Combat Gazetesi’nin yönetimini devralan Camus, De Gaulle’ü
destekleyen Pascal Pia ile bir daha barışmamak üzere yollarını ayırır. 22 Nisan
tarihli başyazısında Combat’ın hiçbir partinin yayın organı olmayacağını
belirtir. Ancak 3 Haziran tarihinde gazeteden ayrılır.
Kasım’da Esprit dergisinde yayımlanan ve iki
süper güce karşı Fransa’nın bağımsızlığı çağrısında bulunan bir manifestoya
Sartre, Bourdet ve dönemin öteki aydınlarıyla beraber imza atar.
1948
Gallimard tarafından
yayımlanan L'État de siège
(Sıkıyönetim) adlı oyunu Théâtre Marigny’de sahnelenir. Oyunun başarısızlığı
Camus’yü tiyatrodan uzaklaştırır. Ancak 1949’da sahnelenecek olan Doğrular adlı
oyunu iptal edemeyecek kadar kesinleşmiş bir gösteridir. Oyun için başka
arayışlara yönelir.
Amerikalı Garry
Davis’in savunmasını üstlenir.
1949
Yayın hayatına Nisan
1949’da başlayan aylık edebiyat dergisi Empédocle’de
René Char ile beraber çalışır. Yunan komünistlerin ölüme mahkûm edilmesini iptal
ettirebilmek için bir çağrı başlatır. Bu etkinlik için 30 Haziran’da Brezilya,
Arjantin, Uruguay ve Şili’de konferanslar vermek üzere yolculuğa çıkar.
Dönüşünde (30 Ağustos) veremi ilerlediği için La Panelier’de dinlenir. Solidaridad Obrera’da İspanyol
mülteciler için hazırladığı yazı yayımlanır.
1950
Les
Justes, Gallimard tarafından yayımlanır. Camus kendisini
Kore Savaşı’nın başlamasıyla şiddetlenen siyasal çatışmaların içinde bulur.
Temmuz’da Gallimard
Camus’nün 1944’ten 1948’e kadar çıkan makalelerini Actuelles adıyla yayımlar. Veba’nın
kazandığı başarıyla Camus en sonunda Paris’te bir daire alır ve ailesiyle VI.
bölgede bulunan Madame Sokağı 29 numaralı evine taşınır.
1951
Soğuk savaşın tam
ortasında Kasım’da Breton’un ilkelerini tamamen reddettiği L'Homme révolté (Başkaldıran İnsan) yayımlandığında oldukça ses
getirir.
1952
Şubat’ta Sartre ile
beraber, Franco rejimi tarafından ölüme mahkûm edilen Franco karşıtı İspanyol
sendikacılara destek olabilmek için bir mitingde konuşma yapar. Mayıs
geldiğinde Sartre, Les Temps modernes
’de Francis Jeanson’a Başkaldıran İnsan
için bir yazı yazdırır. Bu yazı Camus’nün düşüncesine hakaret niteliği
taşımaktadır.
Camus, Franco
idaresindeki İspanya’nın Unesco’ya katılmasını protesto eder ve ardından Unesco’dan
istifa eder. 30 Kasım’da “İspanya
ve Kültür” başlıklı bir demeç verir.
1953
Haziran’da Angers
Tiyatro Festivali’ninde Camus’nün iki uyarlaması (Calderon’dan Haça Bağlılık, Pierre de Lariyev’den Ruhlar) sahneye koyulur. Ancak
festivalin açılışından iki gün önce uyarlamaların yönetmeni Michel Herrans’ın
ölümü Camus’yü oldukça etkiler.
Ruhlar’ın
gösteriminin ertesi günü 17 Haziran’da, Doğu Berlin’de komünist yönetim
tarafından bastırılan işçi ayaklanmaları başladığında Camus yönetime tepki
gösterir ve demeç verir.
1948-1953 dönemini
kapsayan makaleleri Actuelles II
başlığıyla basılır.
14 Temmuz’da Paris’teki
ayaklanmada Kuzey Afrikalı protestocuların polis tarafından taciz edilmesi,
öldürülmelerini Le Monde’de u sert
bir dille eleştirir.
Francine ağır bir
depresyon geçirmektedir.
1954
L’Eté
(Yaz) yayımlanır. Francine intihara kalkışmıştır. Camus çocuklarından geçici
olarak ayrılmak zorunda kalır. Arkadaşlarına hiçbir şey yazamadığı söyler. Bir
seri konferansa katılmak için İtalya’ya gider. Cezayir’in iki halkı arasında
uzlaşmacı görüşler bildirir. Eylül’de Francine ile Madame Sokağı’ndaki evine
geri döner. Düşüş’ün fikrini
hazırlamaya başlar. Ekim’de Amsterdam’a yolculuk yapar.
O güne kadar tuttuğu Defterler’ini daktilo edilmiş olarak
Roger Quilliot’ya teslim eder.
1955
Önceleri haftalık sonra
da günlük olarak çıkan L’Express (Dergi
düşüşüne kadar Pierre Mendès France hükümetini destekler) dergisinde Cezayir
Savaşı hakkında makaleler yazar. Cezayir’de birbiriyle mücadele eden tarafları
birleştirebilmek umuduyla konferans düzenlenmesi çağrısında bulunur. Camus hem,
“Cezayir Fransa değildir,” saptamasını yaparken bir yandan da Cezayir’de bir
milyon Fransız’ın yaşadığını hatırlatarak uzlaşmacı bir yöntem belirlenmesini
ister.
1956
2 Ocak’ta yasama
seçimlerinde Cumhuriyetçi Cephe’nin zaferi Cezayir Savaşı için bir dönüm
noktasıdır. Ancak kabinenin başına Pierre Mendès France yerine Guy Mollet’in
seçilmesi ve verilen kararlarla savaş şiddetlenir. Camus savaş devam edecekse
en azından sivilleri hedef almaması gerektiğini savunur. Şubat’ta “Mozart’a Teşekkür” adlı makalesi L’Express’te yayımlanır ve ardından dergiden
istifa ederi.
La
Chute (Düşüş) basıldığında kitabın başarısı Veba’ya yetişir.
Sovyet birlikleri
Kasım’da Budapeşte’yi işgal ettiklerinde Birleşmiş Milletler’e ortak girişimde
bulunulması için başvurur.
1957
16 Ekim’de, “İnsan vicdanının sorularını akıllı bir
ağırbaşlılıkla aydınlattığı, önemli ebedi üretimleri için,” Nobel Edebiyat
Ödülünü alır. Stockholm’de yaptığı
konuşma “Discours de Suède” adıyla
1958’de yayımlanır.
1958
Haziran’da Actuelles, III: Chroniques algériennes
(1939-1958) yayımlanır. Camus, Cezayir’de barışın sağlanabilmesi konusunda
umutsuzluğa düşer.
Ekim’de Vaucluse
Lourmarin’de bir ev satın alır.
1959
Théâtre Antoine’de
Dostoyevski’nin Ecinniler adlı yapıtını sahneye uyarlar. Mart’ta ameliyat olan
annesini ziyaret etmek için başkent Cezayir’e gider. Ardından babasının doğduğu
yeri görmek için Oulet-Fayet’e yolculuk yapar. Yılın geri kalanında
Lourmarin’de İlk Adam ’ı yazar.
1960
3 Ocak’ta Paris’e
dönmek için Michel Gallimard ve ailesiyle Lourmarin’den ayrılır. Sens’den (Yonne) yirmi dört kilometre sonra
Michel Gallimard’ın kullandığı araba bir ağaca çarpar. Camus kaza yerinde,
Michel ise beş gün sonra hastanede ölür. Camus’nün çantasında İlk Adam’ın
elyazmalarıyla, bir tren bileti çıkar.
Albert Camus Lourmarin
mezarlığına gömülür.
“Tam anlamıyla bir hassasiyet yaratmak için para
olmadan belli bir süre boyunca yaşamak yeterlidir.” Tersi ve Yüzü
1924 yılında aldığı burs sayesinde şehrin batı
mahallesinde bulunan Bugeaud Lisesi’ne kaydolur. İyi bir öğrenci olduğu kadar,
futbola da merak duyar ve futbol oynamaya başlar. Okulun takımında kalecilik
yapar. Futbol, hayata ve ahlaka bakışını belirleyen temel etkenlerden de
biridir. Bir röportajında, “Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum.
Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi,” diyecektir. Yıllar sonra
Defterler’e “R.U.A. (Racing Universitaire d'Alger kulübü) Yaşadığım bu yalın
dostluğun mutluluğu,” notunu düşer. Ancak futbol tutkusu tüberküloza
yakalanmasıyla son bulur. Sağlığına yeniden kavuşabilmek için, eniştesi Gustave
Acault’un yanında kalır. Eniştesi kasaplık yapmaktadır ve şaşırtıcı kütüphanesi
sayesinde Camus’yü kitaplarla, özellikle modern edebiyatla ve anarşist
fikirlerle tanıştırır.
UEFA 7 Kasım
2013 tarihinde internet sitesinde Camus’nün yüzüncü doğum gününü kutlayan bir
mesaj yayınlar:
1930 yılında öğretmeni Jean Grenier ile tanışır.
Kariyerinde Jean Grenier’in etkisi oldukça önemlidir. Aynı zamanda filozof ve
yazar olan Grenier, Camus’yü Bergson ve Nietzsche’nin düşünceleriyle
tanıştırır. Camus 1932 yılında lisans diplomasını alır. İlk denemeleri Sud
dergisinde yayımlanır.
Camus Aralık 1959’da ölümünden çok kısa bir süre önce Defterler’e “Tüm yaşamım boyuna, birine bağlanır bağlanmaz, geri çekilmesi için her şeyi yaptım. Elbette ki bende, yükümlülük altına girme, insanları beğenme, nicelikten hoşlanma, bana özgü kötümserlik konusunda bir yetersizlik söz konusu. Belki de söylediğim kadar uçarı da değilim. Sevdiğim ve sadakatle bağlandığım ilk varlık, uyuşturucu ve ihanet içinde elimden uçtu. Belki de birçok şey bundan kaynaklandı, gururdan, yeniden acı çekme korkusundan, yine de çok fazla acı çektim. Ama, bu olaydan itibaren, ben de herkesten kaçtım ve herkesin benden kaçmasını istedim,” yazacaktır.
Dünyanın
Ucundaki Ev
Delikanlı buraya, “Görünüme bütünüyle açık, dünyanın renkli dansının üzerinde parlayan gökyüzüne asılmış bir balon sepetiydi,” der Mutlu Ölüm’de.
1935'de Théâtre du Travail’i (İşçinin Tiyatrosu)
kurar, fakat bu tiyatro 1939'da kapanır. Jeanne-Paul Sicard ve Marguerite
Dobrenn tiyatroda da onun yanındadır. Asturias’ta Başkaldırı belediye
başkanının izin vermemesi sebebiyle oynanamasa bile, Edmond Charlot oyunu hemen
yayımlar. İşçi Tiyatrosu’nda Camus Zincire Vurulmuş Prometheus’u sahneye
koyar.
1936 yılında
zor bir metin olan Métaphysique chrétienne et Néoplatonisme (Hıristiyan
Metafiziği ve yeni-Platonculuk) teziyle felsefe diplomasını alır. Yirmi yıl
sonra Defterler’ine, “XVII. Yüzyıl, Augustinus’un yüzyılı, Aziz Augustinus
totaliter dünyada yaşadı,” cümlesini yazacaktır. Tezinde Hıristiyanlığın
Helenizmi nasıl benimsediğine değinir. Bu tez aynı zamanda Camus’nün dine
bakışının nasıl olduğunu da anlatır özelliktedir.
1937 yılında Oranlı genç bir kadınla tanışır. Christiane Galindo, Camus’nün Simone’u unutmasını sağladığı gibi Dünyanın Ucundaki Ev’de Camus’nün ilk metinlerini daktilo eder. Christiane Galindo Yabancı romanının kadın karakteri Marie Cardona’ya benzer. Onun kadar sevgi dolu ve teni güneşin parlaklığında bir kadındır. Aynı yıl Edmond Charlot, Camus’nün ilk edebi metni sayılan Tersi ve Yüzü adlı kitabını yayımlar. İki yıl sonra da Düğün’ü yayımlayacaktır.
1940 yılında Pascal Pia, Camus’ye Paris Soir’de iş bulunca Cezayir’den ayrılarak Paris’e gitmeye karar verir. Eşi Francine’i Cezayir’de bırakır. Savaş devam ederken Camus, Fransa’da kendisini çok güçsüz hisseder. Paris’te çok az kişiyi tanıyordur. Muhafazakâr bir kitle gazetesinde çalışmaktan memnun değildir. Ağır bir depresyon geçirir. Ancak bu süreç Camus’nün absürd kavramına esin olur. Meursault, Sisifos ve Caligula’nın doğuşu bu karanlık günlere denk gelir.
Temmuz’da bir hafta boyunca Oran akınlarındaki
Madrague kumsallarında çadırda yaşar.
8 Kasım 1942’de Müttefikler Kuzey Afrika’ya çıkarma yapar, birkaç gün sonra Fransa’nın güney bölgesi işgal edilir. Fransa Cezayir’den kopar. Francine Cezayir’de kalmıştır. Bağımsızlığın ilanına kadar ayrı kalacaklardır. Camus’nün sağlık durumu dağ havası almasını gerektirmiştir. Le Panelier’de kalmaya devam eder. Veba’yı yazmaya başlar. Francine ile ayrı kalmalarının etkisiyle o sıralarda romanına Ayrılanlar adını vermeyi düşünür. Sık sık Lyon’a gider, Francis Ponge, Aragon, Elsa Triolet ve 1944 Haziranı’nda kurşuna dizilecek olan René Leynaud ile buluşur. Camus işgalin bitiminde yayımlanan Bir Alman Dosta Mektuplar adlı eserini René Leynaud’ya ithaf eder. Bir yandan da Yanlışlık adlı yapıtı üzerinde çalışır.
Haziran 1943’te Paris’te Les Mouches’nin (Sinekler)
provalarında Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile tanışır. Sartre ve
Camus ancak tanışmış olsalar da birbirlerini eserleriyle tanımaktadırlar.
Sartre Yabancı’nın yayınlanmasından hemen sonra “Yabancı’nın Açıklanması”
başlığıyla bir makale yazmış ve Camus’nün romanını “absürdle ilgili ve absürde
karşı” olarak değerlendirmiştir.
1944’te Caligula ve Yanlışlık aynı ciltte yayımlanır. Ardından Yanlışlık sahnelenir. Oyunda Martha rolünü oynayacak olan ve o dönem Les Enfants du Paradis filminde yardımcı oyuncu rolüyle ünlenen Maria Casarès’e âşık olur. Casarès eski İspanya Başbakanı Santiago Casares Quiroga’nın kızıdır. İspanya İç Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yapmıştır. Camus, Francine’i terk etmese de Maria Casarès ile tüm hayatı boyunca sürdüreceği tutkulu bir ilişki yaşar. Camus birçok tiyatro metninde baş kadın karakter rolünü Casarès için yazar.
1945 Ağustos’unda Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom
bombalarının yarattığı vahşeti, “insanlığın önünde açılan dehşet verici
olasılıklar,” olarak tanımlar.
Yabancı 1946’da Amerika Birleşik Devletleri’nde Knopf tarafından yayımlanır. Camus 10 Mart 1946’da bir dizi konferans vermek üzere Amerika’ya gider. Gemi New York Limanı’na yanaşır. Göçmen bürosu görevlileri uzun süre Camus’yü alıkoyar. Tüm yolcular arasında bir tek Camus’yü kuşkulu bulmuştur görevliler.
“Direniş” ile ilgili yazılmış en büyük roman olarak
kabul edilen Veba’yı Ağustos’ta tamamlar. Kasım’da René Char ile ömür boyu
sürecek olan dostlukları başlar.
Madagaskar’a çıkan ayaklanmaların bastırılmasını Mart 1947’de Combat’da yazdığı yazıyla protesto eder. Pascal Pia ve Combat yönetimiyle araları açılır. 3 Haziran’da gazeteden ayrılır.
“Basın, devrimci
olduğu için, doğru değildir. Yalnızca doğru olduğu için, devrimcidir,”
yazacaktır Defterler’ine
“Bu güncenin konusunu oluşturan, ilginç olaylar 194.’te Oran’da meydana geldi,” diye başlar Veba. Veba’nın başarısı Camus’nün uzun süredir çektiği maddi sıkıntılara çözüm olur.
Defterler’ine şu notu düşer:
“Doğu’daki askeri mezarlıklar. Otuz beş yaşındaki oğlu, babasının mezarına gidiyor ve babasının otuz yaşında öldüğünü fark ediyor. Oğul ağabeye dönüştü.”
Defterler’e not edilen bu yazı daha sonra İlk Adam eserinde Jacques Cormery kimliğinde biçimlenir.
27 Ekim 1948’de Sıkıyönetim Théâtre Marigny’de
sahnelenir. Amerikalı Garry Davis’in savunmasını üstlenir.
Başkaldıran İnsan üzerine çalışır. 30 Haziran 1949’da Güney Amerika yolculuğuna çıkar. Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Şili’de konferans verir. Brezilya’da tanıştığı bir sanatçı Camus’nün, Brezilya’da Proust kadar ünlü olduğunu söyler. Ayrılık Çağı’nda birçok kişiyle tanışır.
4 Ağustos’ta Yolculuk Günlükleri’ne, “Son saat.
Konferansımdan sonra Andrade, bana, örnek cezaevinde, kafasını duvarlara vurup
parçalayarak ya da boğuluncaya kadar boğazını çekmecelerinde sıkıştırarak
intihar eden tutukluların görülmüş olduğunu bildiriyor.”
Aralık 1950’de ailesiyle Madame Sokağı 29 numarada
satın aldığı eve taşınır.
Ocak 1951’de Valence’ye gider. “Haykırdım, istedim, pek sevindim, umutsuzluğa düştüm. Ama otuz yedi yaşında, bir gün, mutsuzluğu tanıdım ve yaşadıklarıma rağmen, bugüne dek mutsuzluğu yaşamadığımı anladım. Yaşamımın ortasına doğru, yeniden güç bela yalnız yaşamayı öğrenmem gerekti,” yazar Defterler’ine.
Başkaldıran İnsan’ın ilk yazımı bitti. Bu kitapla ilk iki dönem tamamlanıyor. Yaş 37. Şimdi, yaratım özgürleşebilecek mi? 7 Mart 1951. Defterler
Kitabın “Nietzsche ve Nihilizm” adlı bölümü Les Temps
modernes’de, Lautréamont’un başkaldırısın anlattığı bölüm de “Lautréamont ve
Bayağılık” başlığıyla Sud dergisinde yayımlanır.
“XIX. yüzyıl başkaldırı yüzyılıdır.
Niçin? Çünkü, yalnız ilahi ilkenin öldürücü darbe aldığı başarısız bir
devrimden doğar.” Defterler 2
7 Eylül.
“Char’ın önerdiği
kalıp söz: Özgürlük, Eşitsizlik, Kardeşlik.” Defterler
Mendès France hükümeti düşer.
Nisan’da Yunanistan’a yolculuk yapar. Atina’da Tragedyanın Geleceği üstüne
konferans verir. Adaları dolaşır.
“Yunanistan’da yirmi gün süren gezi, yola çıkmadan
önce bu günleri şimdi Atina’dan seyrediyorum ve bu günler bana yaşamımın
bağrında saklayabileceğim bir tek ve upuzun bir ışık kaynağı gibi görünüyor.
Benim için Yunanistan, yollar boyunca uzanmış, bir ışık denizinin üstünde ve
saydam bir gökyüzünün altında durmaksızın çoğalan sakat tanrılar ve kırmızı
çiçeklerle kaplı, ışıl ışıl bir günden başka bir şey değil. Bu ışığı tutmalı,
geri gelmeli, artık günlerin karanlığına teslim olmamalı…” 13 Mayıs Defterler 3
1955 yılında yaptığı üçüncü yolculuk İtalya’yadır.
1956 yılının ilk günleri Cezayir Savaşı’nda bir dönüm noktasıdır.
Cumhuriyetçi Cephe’nin seçilmesi bir umut olur. Ancak kabinenin başına Guy
Mollet’in gelmesi kuşku yaratır. Cezayir şehrinde bölgenin Fransız nüfusu
tarafından başlatılan ayaklanma sonrası Cezayir sorununu çözmesi için hükümete
özel yetkiler verilsi sonrası savaş iyice şiddetlendirir. Camus 22 Ocak’ta
sivil ateşkesten yana çağrıda bulunur.
“Cezayir kenti. 18 Ocak.
Paris’te peşimi bırakmayan Cezayir’le ilgili bu iç
sıkıntısı beni terk etti. Burada hiç değilse kamuoyunun bize karşı olduğu bir
ortamda mücadele içindeyiz. Ama sonuç olarak, ben huzurumu her zaman mücadelede
buldum. Entelektüel olsa da olmasa da, meslek olarak entelektüel biri,
özellikle de kamusal olaylara karşı yalnız yazarak karışan biri, bir korkak
gibi yaşar. Bu yetersizliği söz kalabalığıyla telafi eder. Yalnızca tehlike
düşünceyi haklı çıkarır. Üstelik her şey, o her şeyden elini eteğini çekmiş Fransa’dan,
kötülüklerin Fransa’sından, boğulduğum o bataklıktan daha iyidir. Evet,
aylardan beri ilk kez mutlu uyandım. Yıldızı yeniden buldum.
Cezayir sorunu Camus’yü suskunluğa zorlar, “Ilımlılıktaki güç, üstün
güçtür,” yazar Defterler’ine. Arthur Koestler ile beraber, “Ölüm Cezası Üstüne
Düşünceler” adlı kitabı yazar. Camus, ölüm cezasına karşı duruşunu tekrar hatırlatır.
8 Ağustos 1957’de Cordes.
Mart 1958’de Cezayir’e gider. Tersi ve Yüzü yeni bir önsözle tekrar
yayımlanır. Başkent Cezayir’de artan gösteriler General De Gaulle’ün güç
kazanmasını sağlar. Beşinci Cumhuriyet kurulur.
Eylül’de Lourmarin’de bir ev alır. Dostu René Char le sık sık görüşme
imkânı bulur.
“7 Kasım, yaş kırk beş. Bugünün yalnızlık ve düşünme
günü olmasını ister gibiyim. Elli yaşında tamamlanmış olması gereken
uzaklaşmaya bugünden itibaren başlamak gerek. O gün geldiğinde, var olacağım.”
Defterler 3
Camus, başkent Cezayir’e giderek ameliyat olan annesini ziyaret eder,
oradan babasının doğum yerine -Ouled-Fayet- geçer.
Shakespeare’in Atinalı Timon’unu deneme sahnesi için uyarlar. Eserlerini
sahneye uyarlar. Yılın kalan zamanı Lourmarin’de İlk Adam’ı yazmakla geçirir.
KORKU ÇAĞI
“XVII. yüzyıl, matematik çağı,
XVIII. Yüzyıl fizik çağı,
XX. yüzyılımız korku çağıdır.”
Albert Camus, 7 Kasım 1913 tarihinde Cezayir’in
Mondovi (Deran) kasabasında doğar. Babası Lucien Auguste, Bordeaux, annesi
Catherine (Sintès) İspanyol asıllı Cezayir vatandaşıdır. Camus
ergenliğine kadar Cezayir’de yaşar, bu onun ileride iki kıtayı da anlamasını
sağlayacaktır.
“Evet, bir vatanım
var, Fransız dili,” diyecektir ve “Cezayir, Fransa değildir,” cümlesini tüm
Fransa’yı karşısına alarak söylemek zorunda kalacaktır.
28 Temmuz 1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı
onların hayatlarını da alt üst eder. Baba Lucien 3 Ağustos’ta Fransa’ya
gönderilir, Catherine Camus çocuklarıyla (Albert ve ondan dört yaş büyük
ağabeyi Lucien) beraber başkent Cezayir’e oldukça dindar ve despot olan
annesinin yanına taşınır. Baba Lucien Camus, Marne muharebesinde
yaralanır, 11 Ekim 1914’te Saint- Brieuc Askeri Hastanesi’nde ölür.
Catherine Camus, çocuklarına bakabilmek için evlere
temizliğe gitmek zorunda kalır. 1921’de Étienne dayıyı da yanlarına alarak
başkent Cezayir’in merkeze uzak ve fakir mahallelerinden biri olan Belcourt’a
taşınırlar. Belcourt, İspanyol asıllı Cezayirliler, Avrupalılar, Museviler ve
Müslümanların birlikte yaşadığı bir bölgedir. Bu Camus’ye kozmopolit bir bakış
açısı kazandırdığı gibi, hoşgörüsüzlüğe, kibre ve ırkçılığa karşı durmasını da
sağlamıştır.
Camus’nün eserlerinde ailesinin ve yoksulluğun izleri
görülür. Camus maddi ve manevi bir fakirlik içinde büyür. Anne Catherine
işitme özürlüdür ve çocukluğunda tedavi edilmeyen bir hastalık sebebiyle
konuşma güçlüğü çeker. Okuma yazma bilmez. Zekâsı tam yerinde olmasa da
iyi kalpli bir fıçı yapımcısı olan dayısı Étienne ise görme ve konuşma
özürlüdür. Evlerinde hiç kitap yoktur. Bu sefalet, Camus’nün tüm
hayatında güçsüzlerle içten bir şekilde empati kurabilmesini sağlar.
1918’den 1923’e kadar devlet okuluna gider ve orada
hayatını tamamen değiştirecek olan ve 1957 yılındaki Nobel Ödülü konuşmasını
ithaf edeceği öğretmeni Louis Germain ile tanışır. Louis Germain Camus’nün
yeteneği fark eder. Camus’nün büyükannesini ikna etmesi gerekse de, onu Grand
lycees bursu kazanması için günde iki saat çalıştırır.
Camus, Nobel
ödülünü kazandıktan sonra Lous Germain’e bir mektup yazar:
“Bu haberi duyduğumda
annemden sonra ilk aklıma gelen kişi sizdiniz. Siz olmasanız, o zamanki küçük
ve fakir halime uzattığınız eliniz olmasa, öğretmenliğiniz ve örnekliğiniz
olmasa bunların hiçbiri gerçekleşemezdi. Bu ödül en azından benim için geçmişte
ve şimdi ne anlama geldiğinizi anlatmam ve çabalarınızın, çalışmalarınızın
ortaya koyduğu cömert kalbinizin, üzerinden yıllar geçse de hâlâ size minnettar
olan küçük öğrencilerinizden birinin kalbinde yaşamakta olduğu konusunda sizi
ikna etmeme olanak tanıdı.”
İnciten
Aşk:
1932 yılında
Simone Hié ile tanışır. Simone, Camus’ün en iyi arkadaşlarından biri olan
Max-Pol Fouchet’yle nişanlıdır. Ancak Simone ve Camus birbirine âşık olur.
Simone Hié, yetenekli bir oyuncudur ve göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahiptir.
Enişte Gustave Acault bu ilişkiyi onaylamaz ve Camus evden ayrılmak zorunda
kalır. Lise öğrencilerine ders verir ve 1933 yılında Cezayir Üniversitesi’ne
kaydolur. 1934 yılında Simone Hié ile evlenir. Evlilikleri Simone’un eroin
bağımlılığının üstesinden gelememesi sebebiyle zarar görür. Simone on dört
yaşından itibaren bir morfin bağımlısıdır ve ilaç bulabilmek için doktorlarla
ve hatta Camus’nün arkadaşlarıyla birlikte olur. Camus bu evliliği devam
ettiremeyeceğini kabul eder. Ayrılan çift ancak Camus’nün 1940 yılında Francine
Faure’la evlenmeye karar vermesiyle boşanır. Camus yaşamı boyunca Simone Hié’ye
destek olur. Simone Hié 1970 tarihinde ölür.
Camus Aralık 1959’da ölümünden çok kısa bir süre önce Defterler’e “Tüm yaşamım boyuna, birine bağlanır bağlanmaz, geri çekilmesi için her şeyi yaptım. Elbette ki bende, yükümlülük altına girme, insanları beğenme, nicelikten hoşlanma, bana özgü kötümserlik konusunda bir yetersizlik söz konusu. Belki de söylediğim kadar uçarı da değilim. Sevdiğim ve sadakatle bağlandığım ilk varlık, uyuşturucu ve ihanet içinde elimden uçtu. Belki de birçok şey bundan kaynaklandı, gururdan, yeniden acı çekme korkusundan, yine de çok fazla acı çektim. Ama, bu olaydan itibaren, ben de herkesten kaçtım ve herkesin benden kaçmasını istedim,” yazacaktır.
Camus’nün Simone Hié’yle olan ilişkisi, onu arkadaşları ve ailesinden
uzaklaştırır. Bu ilişki Camus’yü incitmiştir. Yaşadığı zor zamanlarda,
hayatının sonuna kadar arkadaşı olacak olan iki öğrencisiyle, Jeanne-Paul
Sicard ve Marguerite Dobrenn tanışır. Üçü beraber 1935 yılından itibaren
Cezayir tepelerinde yer alan ve Dünyanın Ucundaki Ev adını verdikleri yerde
birkaç yıl boyunca yaşar.
Dünyanın Ucundaki Ev Camus’nün sığınağı olur. “Burası
insanın mutlu olduğu bir ev”dir. Camus’nün ilk edebi yapıtı olan Mutlu Ölüm’ün
kahramanı Meursault, güneşi özler ve tıpkı Camus’nün yaşadığına benzer bir eve
döner.
Delikanlı buraya, “Görünüme bütünüyle açık, dünyanın renkli dansının üzerinde parlayan gökyüzüne asılmış bir balon sepetiydi,” der Mutlu Ölüm’de.
Yıllar sonra Ressam
Louis Bénisti, evin resmini çizer.
Camus, 1934 yılında Grenier’nin desteğiyle, kuramsal
açıdan bir Marksist olmamakla beraber, anti-emperyalist mücadelenin tek
destekçisi görünen Komünist Partisi’ne katılır. 1937’de Camus, Cezayirli
Müslümanların belli bir kesimine Fransız vatandaşlığı vermeye yönelik
Blum-Violette projesini desteklemektedir. Partiyse, Fransız hükümeti ve Stalin
arasında yapılan anlaşmaların etkisiyle Cezayirli milliyetçilerin yanında yer
alır. Hatta partiye kayıt yaptıran militanların hapsedilmelerine de ses
çıkarmaz. Camus buna karşı çıkar, bunu yüksek sesle dile getirir ve partiden
atılır, komünist hareketle olan tüm bağını koparır.
1937 yılında Oranlı genç bir kadınla tanışır. Christiane Galindo, Camus’nün Simone’u unutmasını sağladığı gibi Dünyanın Ucundaki Ev’de Camus’nün ilk metinlerini daktilo eder. Christiane Galindo Yabancı romanının kadın karakteri Marie Cardona’ya benzer. Onun kadar sevgi dolu ve teni güneşin parlaklığında bir kadındır. Aynı yıl Edmond Charlot, Camus’nün ilk edebi metni sayılan Tersi ve Yüzü adlı kitabını yayımlar. İki yıl sonra da Düğün’ü yayımlayacaktır.
1938 yılında, Alger- Républicain’in kadrosuna girer ve Pascal Pia ile tanışır.
Pia’dan gazeteciliği öğrenir. Politik konulara yoğunlaşır. Şair Louis Aragon ve
André Malraux ile arkadaş olur. 1939’da yaşanan Kabil kıtlığına Avrupa’dan
destek götürülmesi için ilgi çekici başmakaleler yazar. Ancak ünü kısa süreli
olur, İkinci Dünya Savaşı ilanıyla Alger- Républicain kapatılır. Soir
Républicain’da çalışmaya başlar. Oran’lı Francine Faure ile tanıştığı için
Cezayir’le Oran arasında mekik dokur.
Verem hastası olmaması sebebiyle Fransız Ordusu’na
kabul edilmez. Camus’nün sağlık durumu, onun istediklerini yapmaktan bir kere
daha alıkoyar.
1940 yılında Pascal Pia, Camus’ye Paris Soir’de iş bulunca Cezayir’den ayrılarak Paris’e gitmeye karar verir. Eşi Francine’i Cezayir’de bırakır. Savaş devam ederken Camus, Fransa’da kendisini çok güçsüz hisseder. Paris’te çok az kişiyi tanıyordur. Muhafazakâr bir kitle gazetesinde çalışmaktan memnun değildir. Ağır bir depresyon geçirir. Ancak bu süreç Camus’nün absürd kavramına esin olur. Meursault, Sisifos ve Caligula’nın doğuşu bu karanlık günlere denk gelir.
Camus, 21 Şubat 1941’de Defterler’ine, “Üç absürd
tamamlanmıştır,” notunu düşer. Yabancı 1942, Sisifos Söyleni 1943’te Gallimard
Yayınevi tarafından yayımlanır.
Francine Camus piyanist ve matematikçidir. Camus’nün
fakir ve yoksunluk içinde geçirdiği çocukluğunda müzik yoktur. Francine ile
müziğe olan tutkusu derinleşir.
“Yalnızca müzik denizin boyutundadır,”
“Don Giovanni: Tüm sanatların doruğu. İnsan Don
Giovanni’yi dinleyince, bittiğinde, dünya ve varlıklar turu yapmış olur,”
yazacaktır Defterler’e.
2 Şubat 1955’te L’Express’e yazdığı son yazısının adı,
“Mozart’a Teşekkür” dür.
İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında pasifist bir tutum izler. Ancak
Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel
Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle onun da başkaldırmasına neden olur.
8 Kasım 1942’de Müttefikler Kuzey Afrika’ya çıkarma yapar, birkaç gün sonra Fransa’nın güney bölgesi işgal edilir. Fransa Cezayir’den kopar. Francine Cezayir’de kalmıştır. Bağımsızlığın ilanına kadar ayrı kalacaklardır. Camus’nün sağlık durumu dağ havası almasını gerektirmiştir. Le Panelier’de kalmaya devam eder. Veba’yı yazmaya başlar. Francine ile ayrı kalmalarının etkisiyle o sıralarda romanına Ayrılanlar adını vermeyi düşünür. Sık sık Lyon’a gider, Francis Ponge, Aragon, Elsa Triolet ve 1944 Haziranı’nda kurşuna dizilecek olan René Leynaud ile buluşur. Camus işgalin bitiminde yayımlanan Bir Alman Dosta Mektuplar adlı eserini René Leynaud’ya ithaf eder. Bir yandan da Yanlışlık adlı yapıtı üzerinde çalışır.
Camus Paris’e taşınır ve Nazilere karşı oluşmuş
Fransız Direnişi’ne katılır. Gallimard Yayınevi’nde editör ve Pléiade ödülünün
seçici kurul üyesi olur. Ulusal Direniş Komitesi sorumlusu Claude Bourdet’in
yönlendirmesiyle yasadışı Combat gazetesine Albert Mathe ismiyle makaleler
yazar.
1944’te Caligula ve Yanlışlık aynı ciltte yayımlanır. Ardından Yanlışlık sahnelenir. Oyunda Martha rolünü oynayacak olan ve o dönem Les Enfants du Paradis filminde yardımcı oyuncu rolüyle ünlenen Maria Casarès’e âşık olur. Casarès eski İspanya Başbakanı Santiago Casares Quiroga’nın kızıdır. İspanya İç Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yapmıştır. Camus, Francine’i terk etmese de Maria Casarès ile tüm hayatı boyunca sürdüreceği tutkulu bir ilişki yaşar. Camus birçok tiyatro metninde baş kadın karakter rolünü Casarès için yazar.
25 Ağustos 1944’te Camus, Paris’in işgalden
kurtuluşunu, artık özgürce yayımlanmaya başlayan Combat gazetesinde
“Gerçekliğin Gecesi” başlığıyla yazar.
Ekim geldiğinde sol kanattaki devrimcilerle
işbirlikçilerin yargılanması konusunda ters düşer. “Adalet ve Merhamet”
başlığıyla 11 Ocak 1945’te yayımladığı başyazısıyla ilke olarak ölüm cezasına
karşı çıktığını açıklar. Nisan’da araştırma yapmak için Cezayir’e giden Camus,
8 Mayıs’ta ateşkes ilan edildiğinde Fransa’a dönmek üzeredir. Konstantin’de
milliyetçi ayaklanmalar başlamıştır, bu isyanda yaklaşık yüz Avrupalı ölür.
Olayların bastırılması süresince binlerce kişi daha ölecektir. Fransız
subayları tarafından aşağılanan yerli halkın milliyetçi duygular ve sesleri
artmaya başlar.
Camus, Combat’da “
Cezayir’i nefretten kurtaracak şey, adalettir,” yazar.
5 Eylül 1945’te ikizleri Catherine ve Jean doğar.
Caligula Théâtre-Hébertot’da oynanır.
Yabancı 1946’da Amerika Birleşik Devletleri’nde Knopf tarafından yayımlanır. Camus 10 Mart 1946’da bir dizi konferans vermek üzere Amerika’ya gider. Gemi New York Limanı’na yanaşır. Göçmen bürosu görevlileri uzun süre Camus’yü alıkoyar. Tüm yolcular arasında bir tek Camus’yü kuşkulu bulmuştur görevliler.
New York’ta Patricia Blake ile tanışır. On üç yıl
sonra Blake’e mektubunda, “New York benim için sensin,” yazacaktır. Gemi
seyahatinden başlayan bu yolculuk Defterler’den bağımsız olarak –ve daha
sonraki Güney Amerika yolculuğunu da kapsayacak şekilde- 1978 tarihinde
Gallimard Yayınevi tarafından Journaux de voyage (Yolculuk Günlükleri) adıyla
yayımlanır.
Camus Amerika
Birleşik Devletleri seyahatinde, “Yaşamın trajik olmadığını ortaya koymak için
her şeyin kullanıldığı bu ülkede, bir eksiklik duygusu yaşıyorlar. Bu büyük
çaba dokunaklı; ama trajiği ancak üzerinde durduktan sonra geri çevirmek
gerekir; daha önce değil,” yazar Yolculuk Günlüklerine
Madagaskar’a çıkan ayaklanmaların bastırılmasını Mart 1947’de Combat’da yazdığı yazıyla protesto eder. Pascal Pia ve Combat yönetimiyle araları açılır. 3 Haziran’da gazeteden ayrılır.
1947
Haziran’ında Veba yayımlanır ve çıkar çıkmaz Eleştirmenler Ödülü’nü kazanır.
Kitap, üç ay içinde 52.00 adet satar.
“Bu güncenin konusunu oluşturan, ilginç olaylar 194.’te Oran’da meydana geldi,” diye başlar Veba. Veba’nın başarısı Camus’nün uzun süredir çektiği maddi sıkıntılara çözüm olur.
Kasım 1947’de Esprit dergisi tarafından yayımlanan,
iki süper güce karşı Fransa’nın bağımsızlığı çağrısında bulunan manifestoyu
Sartre, Bourdet, Merleau-Ponty ile beraber hazırlar.
1947’de Saint-Brieuc’te ilk kez babasının mezarını
gördüğünde Camus otuz dört yaşındadır. Babası Lucien öldüğünde yirmi dokuz
yaşında bile değildir.
“Doğu’daki askeri mezarlıklar. Otuz beş yaşındaki oğlu, babasının mezarına gidiyor ve babasının otuz yaşında öldüğünü fark ediyor. Oğul ağabeye dönüştü.”
Defterler’e not edilen bu yazı daha sonra İlk Adam eserinde Jacques Cormery kimliğinde biçimlenir.
Başkaldıran İnsan üzerine çalışır. 30 Haziran 1949’da Güney Amerika yolculuğuna çıkar. Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Şili’de konferans verir. Brezilya’da tanıştığı bir sanatçı Camus’nün, Brezilya’da Proust kadar ünlü olduğunu söyler. Ayrılık Çağı’nda birçok kişiyle tanışır.
30
Ağustos’ta doktorlar Camus’nün vereminin ilerlediğini görür ve iki ay dinlenmek
üzere La Panelier’e gider. Doğrular 15 Aralık 1949’da sahnelenir.
1944’ten 1948’e kadar yazdığı makaleleri Actuelles
adıyla Temmuz 1950’de yayımlanır. Kore Savaşı başlamıştır, Camus siyasi
çekişmelerin bir kez daha arasında kalır. “Büyümek için sertleşmek gerektiğine
inanan 1950’nin entelektüelinin saflığı,” yazar Defterler’e.
Ocak 1951’de Valence’ye gider. “Haykırdım, istedim, pek sevindim, umutsuzluğa düştüm. Ama otuz yedi yaşında, bir gün, mutsuzluğu tanıdım ve yaşadıklarıma rağmen, bugüne dek mutsuzluğu yaşamadığımı anladım. Yaşamımın ortasına doğru, yeniden güç bela yalnız yaşamayı öğrenmem gerekti,” yazar Defterler’ine.
1951’te Başkaldıran İnsan’ı bitirir. Romanın daktilo
edilmiş nüshasını René Char’a gönderir.
Başkaldıran İnsan’ın ilk yazımı bitti. Bu kitapla ilk iki dönem tamamlanıyor. Yaş 37. Şimdi, yaratım özgürleşebilecek mi? 7 Mart 1951. Defterler
Camus, “Lautréamont’la başkaldıranın delikanlılık olduğu anlaşılır. Maldoror’un
şarkıları neredeyse dâhi bir liselinin kitabıdır; dokunaklılığı tam olarak,
evrene ve kendisine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden
kaynaklanmaktadır," diyerek Lautréamont’ü, çağı içine gömüldüğü
komformizme ve köleliğe hazırladığı için eleştirir.
Gerçeküstücülüğün önemli temsilcilerinden biri olan
André Breton 12 Ekim 1951’de Camus’ye Arts Dergisinde sert bir karşılık verir.
Camus André Breton’un ilkelerini reddeder. Başkaldıran İnsan Kasım 1951’de
yayımlandığında polemik çoktan başlamıştır. Sadece Gerçeküstücüler tarafından
değil, Camus’nün Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de
Sartre tarafından eleştirilir.
Sürgün ve Krallık, İlk Adam üzerine çalışır. Şubat 1952’de Franco rejimi
tarafından ölüme mahkûm edilen İspanyol sendikacılar lehine bir çağrı başlatır.
Franco’nun İspanya’sı üyeliğe kabul edilince Unesco’dan istifa eder. Unesco’yu
“Franco’nun İspanya’sı kültür ve eğitimin sıcacık tapınağına çabucak
sokuluverirken Cervantes ve Unamuno’nun İspanya’sı bir kez daha sokağa atıldı.
Franco’nun Unesco’ya girdiği andan itibaren Unesco evrensel kültürden çıktı,”
sözleriyle protesto eder. Yılın sonunda Cezayir’in güneyine yolculuk yapar.
Oldum olası içimde biri, bütün
gücüyle, hiç kimse olmamaya çalışıyor. 1953 Defterler
Haziran 1953’te Camus’nün iki uyarlamasını sahneye hazırlayan yönetmen
Marcel Herrand’un ölümü sonrasında Camus derin bir üzüntü duyar. Herrand’ın
ölümünden altı gün sonra, 17 Haziran’da Doğu Berlin’de işçi ayaklanmaları
başlar. Camus, bu hareketin bastırılmasını kınayan bir yazı yazar. Ekim 1953’de
Actuelles II (1948-1953 dönemine ait makaleleri) yayımlanır. Eşi Francine
sonbaharda ağır bir depresyona girer, intihara kalkışır. Camus düştüğü kaosun
içinde Düşüş’ü yazmaya başlar.
7 Kasım 1953’te Camus kırk
yaşındadır ve Defterler’e şu notu düşer:
“Kırk yaşında, insan bir yanının
yok olmasına razı oluyor. Ama en azından, gökyüzü, kullanılmayan bu aşkı dimdik
ayağa kaldırıyor ve şu sırada, hiç güç bulamadığım bir yapıtı ışıldatıyor.”
1954’ün başında eşi Francine ile beraber Oran’dan Paris’e döner, Francine’i
bir klinikte tedavi ettirir. Çocuklarından geçici olarak ayrılır. Catherine
Oran’da Faure ailesinin yanında, Jean’da Provence’ta kalır.
Nisan 1954’te Yaz yayımlanır. Politik aktiviteleri sebebiyle ölüme mahkûm
edilen yedi Tunuslu için aracılık eder.
Eylül’de Francine daha iyidir. Camus tüm
ailesiyle Madame Sokağı’na tekrar geri döner.
7 Eylül.
Çocukların dönüşü.
Catherine uyuyamıyor, çünkü (göğsü ağrıdığından) ölmekten korkuyor. Bu küçük
varlıklara daha şimdiden eziyet eden bu iç sıkıntısı rezaletin son perdesi
değil mi? Defterler3
Cezayir’in iki halkı arasında uzlaşmadan yana bir
mesaj yayımlar. Ekim’de Hollanda’ya gittiğinde Düşüş’ün dekorunu oluşturur.
Amsterdam’ın tek merkezli kanallarından esinlenerek Dante’nin cehennemini
yeniden tasvir eder.
Mendès France başbakan seçilir. Cezayir
Olayları büyür. Özellikle 1 Kasım’da, Avras’larda meydana gelen saldırılar
sonrasında Cezayir Bağımsızlık Savaşı başlar.
1955’de L’Express dergisine yazılar yazar. Dino Buzzati’nin Klinik Bir Vaka
romanını tiyatroya uyarlar. Camus uyarlamayı “hem yazgının bir dramı hem de
toplumsal bir yergi” olarak görür. Cezayir’de birbiriyle mücadele eden
tarafları birleştirebilmek için çözüm önerileri sunar. Cezayir’e gider.
Cezayir’de bir milyon Fransız’ın yaşadığını hatırlatır ve aynı zamanda “Cezayir
Fransa değildir,” der.
“Yaşamımın sonunda San Sepolcro vadisine inen yola
gelmek, oradan yavaşça inmek, vadideki narin zeytin ağaçları arasında yürümek
ve eşyasız bir odasının dar penceresinden vadiye inen akşamı seyredebileceğim,
kalın duvarları ve serin odaları olan bir ev bulmak isterdim. Prato parkına,
Arezzo’ya dönmek, bir akşam, eşi benzeri olmayan odaları olmayan bu toprak
üzerinde yerleşen geceyi görmek için, kale üstündeki muhafız yolunda yeniden
dolaşmak isterdim. İsterdim… Her yerde ve her zaman duyduğum bu yalnızlık isteğini,
bu isteğe eşlik eden düşüncelere dalma hazzıyla bir tür ölüm bildiren bu isteği
hiç anlamıyorum.” Defterler 3
Tüm yaşamım boyunca, bana Fransa’nın bıkıp usanmadan
yaptığı şeyin arasından, bana göre gerçek olana, İspanya’nın kanıma bırakmış
olduğu şeye kavuşmaya çalıştım.” Defterler3
Düşüş 1956 Mayısı’nda Gallimard tarafından basılır. Camus, Faulkner’in
Requiem for a Nun’ını (Bir Rahibeye ağıt) sahneye uyarlar. Oyunun provalarında
başrol oyuncusu Catherine Sellers ile tanışır.
Temmuz’da Poznan’da ayaklanmalar bastırılmıştır, Sovyetler Birliği Kasım’da
Macaristan’da anti-komünist başkaldırıyı susturmuştur. Camus, Cezayir’de
ateşkes sağlanması için yardım ister, müdahalelerde bulunur.
“C.S. ‘En berbat acımayı körükleyen acı değil,
liyakatsizliktir. En büyük mutsuzluk, utanç hissetmektir. Hepinizin, yalnızca
güzel acılardan, kibar acılardan geçmiş bir haliniz var.’ Bu
doğru.” 12 Ağustos Defterler 3
1957 yılında Sürgün ve Krallık yayımlanır. Haziran’da Agnes
Tiyatro Festivali’nde Caligula’nın yeni baştan değiştirilerek sergilenir.
“Suç ve Ceza’yı okuduktan sonra ilk kez, yeteneğim
hakkında kesin bir kuşku duydum. Ciddi olarak, bu işten vazgeçme olasılığını
ölçüp tarttım. Her zaman yaratımın bir diyalog olduğuna inandım. Ama kimle?
Saldırının eleştiri yönteminin yerine geçtiği, ilkesi vasat bir edebiyat
topluluğumuzla mı? Kısaca toplumla mı? Halk bizi okumuyor, burjuva sınıfı,
yılda, moda olan iki kitabı ve gazete okuyor. Aslında günümüz yaratıcısı ancak,
yakasını bırakmayan sınırsız bir yaratım tarafından yutulan yalnız bir
peygamber olabilir. Bu yaratıcı ben miyim? Buna inandım. Bugün bundan kuşku
duyuyorum ve beni mutluyken mutsuz kılan bu ardı arkası kesilmeyen çabayı, bu
boş çileyi, beni ne olduğunu bilmediğim bir şeye yönelterek gerginleştiren bu
çağrıyı reddetmenin güçlü eğilimini hissediyorum. Tiyatro yapacağım, kaygı
duymadan rastgele tiyatro oyunları yazacağım, belki özgür olacağım. Saygın ya
da namuslu bir sanatla ne işim var? Ayrıca, düşlediğim bu şeyi yapabilecek
miyim? Ya yeteneğim yoksa düşlemek neye yarar? Kendimi bundan koparmalı ve
hiçbir şeyi kabul etmemeliyim! Benden daha büyük olan başkaları bunu yaptı.”
Defterler
16 Ekim 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Annesini arar ve haberi
verir. 17’sinde Defterler’e, “Nobel. Tuhaf bunalma ve melankoli hissi. Yirmi
yaşında, yoksul ve çıplak, gerçek zaferi tanıdım. Annem,” yazar. Camus, ödül
sebebiyle kaygılıdır. Edebiyat dünyası Camus’ye saldırır, kazandığı ödülü
“Mezar Anıt” olarak kabul eder. Camus bir kere daha hedef haline gelir. 10
Aralık’ta ödül törenine Simone Gallimard, Janine Gallimard, Michel Gallimard,
Claude Gallimard ve eşi Francine Camus ile katılır.
Mayıs’ta Camus kendini daha iyi hisseder. Nisan’da Michel Gallimard’ın
Cannes’daki evinde kalır. Haziran’da Maria Casarès, Michel ve Janne Gallimard
ile beraber Yunanistan’a gider.
11 Haziran’da Rodos’tan Türkiye’ye de geçer:
“On beşte Türk limanı Marmaris’e hareket. On yedide
varış. Ortasında demir attığımız koy güzel, ama iç karartıcı. Uzaktaki kasaba
yoksul görünüyor. Ve tüm ahalinin yavaş yavaş iskeleye yanaştığını görüyoruz.
Tekneye Türk polisleri ve gümrük memurları geliyor. Gerekli işlemleri yerine
getirmek için bitip tükenmeyen boş konuşmalar. Sonra, bizi izleyen bir yoksul
çocuk kalabalığıyla çevrelendiğimiz karaya çıkış. Yoksulluk, sokaklardaki ve
evlerdeki bakımsızlık yüreğimizi o kadar daraltıyor ki, hiç beklemeden tekneye
dönüyoruz.
13 Haziran.
“On birde Simi adasındayız. Hayranlık uyandıran Yunan
temizliği. En yoksul evler kireçlenmiş, süslenmiş, vs. Türklerin bu halkı o
kadar uzun bir süre egemenliği altına alması inanılmaz ve isyan ettirici bir
şey.” Defterler 3
30 Ocak 1959’da Dostoyevski’den uyarladığı Ecinniler Théâtre Antoine’da
sahnelenir. 17 Mart’ta Camus’nün eniştesi ve Camus’nün birçok tiyatro eserinde
oyunculuk ve yönetmenlik yapan Paul Oettly -Francine Camus’nün teyzesinin eşi-
ölür. Paul Oettly’nin annesi intihar eder.
Fransa Kültür Bakanı André Malraux –romancı ve tarihçi- Camus’ye dünyanın
en eski ulusal tiyatrosu Comédie-Française’in sanat yönetmenliğini teklif eder.
Camus bu teklifi İlk Adam üzerinde çalıştığı için geri çevirir.
20 Mart 1959.
“Annem hiç hiçbir şey yapamıyor: Okuma bilmediği için
okuyamıyor, parmakları yüzünden dikiş dikip örgü öremiyor, sağır olduğu için
müzik dinleyemiyor. Zaman ağır, yavaş akıyor.
…
Sessizce acı çekiyor. Boyun eğiyor. Çevresinde oturmuş
ailesi, beceriksiz, dilsiz, bekliyor. Birkaç yaş küçük kardeşi Joseph de
bekliyor –ama kendi sırasını bekler gibi- boyun eğmiş ve kederli.”
…Annem, -acı ve sabır dışındaki- her şeyden habersiz
yaşadı ve bugün de bedensel acıları aynı dinginlikle çekmeyi sürdürüyor.
Defterler
3 Ocak 1960’ta Francine Camus, Lourmarin’den trenle Paris’e geri döner.
Albert Camus, Paris’e Michel Gallimard’ın arabasıyla gitmeyi tercih etmiştir. 4
Ocak'ta, Sens yakınlarındaki Villeblevin kasabasında, "Le Grand
Fossard" isimli bir yerde, Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka
araç bir ağaca çarpar. Camus kazanın ardından olay yerinde ölür. Camus’nün
çantasında İlk Adam’ın el yazmaları ve cebinde de bir tren bileti bulunur.
Cams’nün yayımcısı, dostu Michel Gallimard dört gün sonra hastanede hayatını
kaybeder.
6 Ocak 1960 tarihli France Soir gazetesinde, “Yol düz, kuru, ıssızdı. Kader
böyleymiş,” yazar.
Camus, Lourmarin
Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.
Camus’nün 1938’de tamamladığı,
kendi hayatından kesitler sunan öyküler sunan Mutlu Ölüm kitabı 1971’de
yayımlanır.
1994 yılında kızı Catherine’in
çabalarıyla İlk Adam yayımlanabilir. Camus’nün çantasında bulunan el yazmaları,
Camus’nün eşi Francine’in yaptığı ilk daktilo edilmiş biçiminden yola çıkılarak
düzenlenir. İlk Adam, Camus’nün “bu kitabı asla okuyamayacak olan annesine”
ithaf ettiği ve hiç tanıma imkânı bulamadığı babasıyla, babası yerine koyduğu
öğretmeni Louis Germain’e ait izler olan bir romandır.
Fransa'da Cumhurbaşkanı Nicolas
Sarkozy, Albert Camus'nun mezarını 2010 yılında ülkeye hizmet eden önemli
kimselerin gömülü olduğu Pantheon'a taşımayı ister. Camus’nün kızı Catherine
Sarkozy'nin teklifini kabul etse bile, Catherine’in ikizi, Jean Camus,
babasının Pantheon'a taşınmasına karşı çıkar. Jean Camus, babası ile Panteon'u
bir arada düşünemediğini belirterek ve babasının adının iktidar tarafından
istismar edilmesinden çekindiğini dile getirir.
2011 yılında Observer Albert Camus'nün ölümünde eski
Sovyet istihbarat servisinin parmağı olup olmadığını sorgular. Gazetenin haberi
İtalyan Corriere della Sera gazetesinin bir iddiasına dayanır. İddiaya göre,
Camus'nün ölümünde zamanın Sovyet istihbarat servisi KGB, Camus'yü o dönemki
bazı Sovyet politikalarını eleştirmesi sebebiyle hedef almıştır. Camus’nün
Budapeşte Ayaklanması konusundaki eleştirel tavrı sebeplerden bir diğeridir.
Camus, Boris Pasternak'ı 1958 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü için tekrar aday
gösterir. -Pasternak,1946-1950 arasında her yıl Nobel Edebiyat Ödülü adayı
olmuştur.- KGB, Rusya’da yasaklı olan Doktor Jivago romanından sonra Camus’nün
bu tavrı karşısında Camus’ye cephe alır. Bu iddiaların gerçekliğinin
kanıtlanması mümkün görünmese bile Camus’nün Defterler’e not ettiği, “Ölümüm bile tartışma konusu
olacak. Oysa, bugün en derinden arzu ettiğim şey, sevdiğim insanların huzurunu
bozmayacak, sessiz bir ölümdür,” cümlesi son noktayı ekler niteliktedir.
SÖZLÜK (*)
a…
Absürd, Camus’de canlıdır.
Yani bir kavram değildir. Yayılan bir duyarlılık olgusu “absürd duyarlılığı” ve
bir akıl tutulması “absürd kavramı” söz konusudur ve çağın özelliğidir. (Yirminci
yüzyılın ilk yarısı) Camus eserinde, absürdü, mantıksal olarak intihara nasıl
gittiğini görmek için saf bir formda ve dokusundan sıyrılmış olarak tasvir
etmeye çalışır. Başkaldıran İnsan ’da,
girişten sonra absürd, daha çok nihilizme ve onun ötesine geçen bir araştırmaya
bağlı olarak kullanılır. O halde absürd, nihilizmin kendini göstermesidir ki,
Camus’ya göre onda bulunan şey olgunluktur, savaşmaksa dirençsizliktir: Actuelles II’de “Kötü veya iyi bir nihilizm yoktur,” demektedir. Bu absürde
kavramıyla bağlantı kurulması noktasında doğrudan ilgi kurulacak yazarlar,
Dostoyevski ve Nietzche’dir. Onların sorunsalı gerçekten de Camus’nün
bağlantısına yakındır ve hepsi de gelecekteki nihilizmi haber verir. Camus
ondan Başkaldıran İnsan’da söz
edecektir. Nihilizm artık yaşama inanmamaktan ibaret olacaktır. Nihilist,
gerçekliğin kolaylıkla dayanılabilecek özelliğinden kaçabilecek şekilde, yaşamı
değerlere bağlı kılan kişidir: İçinde kendi dünyasının değerlerinin bulunduğu
arka plandaki bir dünya yardımıyla, var olanı gizler. Bütün bunlar çöktüğünde
olası iki tutum vardır: can sıkıntısı, yorgunluk, kararsızlık, zayıf iradesiyle
pasif nihilizm ve tam tersine eylem, risk, macera ve iradeyle denk olan aktif
nihilizm. Sisifos Söyleni’ndeki
absürd, Yabancı’daki Meursalut,
Caligua, Martha tıpkı Tanrı’nın ölümünden sonra yaşayan başoyuncular ve
enerjilerini tüketenler gibi, dünyanın sonluluğunu, donukluğunu ve
çeşitliliğini bilerek, mutlu olmak için, imkânsızın beklentisi içinde, bazen
neredeyse intihara eğilimli aktif nihilistlerdir.
AHLAK (Morale)
Yıllar içinde, Camus daha çok
bir yazar olarak görülürken, bir filozof
olarak daha az görüldü. Bununla birlikte onu bir ahlakçı yapan düşüncelerini
işaret eden eleştirilerin ardı arkası kesilmiyordu. Onun tüm eseri, çağının
bitkin ahlakını kabul etmediğine ve kuşatıcı nihilizme bir cevap getirme çabası
içinde olduğunu gösterir. Camus bu bitkin ahlaka, bireysel başkaldırıyı izleyen
ortaklaşa başkaldırı yoluyla bir cevap getirmek ister: Başkaldırı gösterir ki,
onu canlandıran hareket, adalet, özgürlük ve dayanışmanın benzerlikleri ve
başkaldırının haysiyeti gibi değerlerin yaratılması ve tanımlanması olmaksızın
ileri gidemeyecektir. Onun başkaldırı hareketi, diğer insanlarla bir şeyler
paylaştığı gerçeğini ona gösterecektir. Aynı zamanda insanların
birlikteliklerini ve suç ortaklığını gösterecektir. Başkaldırı, birbirleriyle
çatışan değerlere saygı duyma olgusunu ve zıtlıklara yer vermeyi deneyimlemekte
zorluk çekecektir. Bu, örneğin özgürlük ve adaletin durumudur. Bu aynı zamanda
kötülüğün kökeni ve şiddet hakkında benimsenen davranışın durumudur:
Başkaldırı, kölelerin özgürlüğüne karşı duran efendiler de dâhil, her bir
kimsenin haysiyetine saygı duymalıdır. Ama bu başkaldırı köleliği devam ettiren
başkaldırıyı ele verecektir. Başkaldırı böylece, şiddete başvurmayı beraberinde
getirebilecek, “öldürücü masum”
olabilecektir ve yazarın “makul suçluluk”
olarak adlandırdığı şeye iştirak edebilecektir. Camus bu çelişkilere karşı
koyabilmek için, limitlerin felsefesi olarak adlandırdığı şeyi geliştirdi: Başkaldırı,
olaylarla devamlı sorun haline gelen şeylere bir denge bulmak için çaba sarf
etmelidir. Herkes için bir kereliğine gerçekleşen sorunları çözmeye yarayan
değerlerin statik bir hiyerarşisi yoktur. Camus insan aktivitelerine zarar
veren bir çatışmanın altını çizer: Ahlakın amacı, politikanınkiyle bir
değildir; politikanın idealleştirdiği bir kavrama başvurmak sorunu yalnızca
teorik olarak çözer. Combat’nın
gazetecisi için (kendisinden bir etik tanımı yaptığı meslek), ahlakın dilinden
konuşmak politik oyunu alt üst eder. Sitemi
üstüne çekmek pahasına, tarihi bırakan ve kâinatta ahlaki ilkelere sığınan bir
«güzel ruh olmak. İki büyük engel Camus’nün gözlerine takılır: Ahlakçılık
içinde yok olmak ve kesin ya da mutlak yargılarını hemcinslerine taşımak. Örneğin
Düşüş ve Giyotin Hakkında Düşünceler bu yargılama sorunundan bahseder.
Camus Defterler’inde, ahlakın alt
edilemez sınırının aşkta bulduğuna birçok defa işaret eder. Eğer burada ahlak hakkında bir kitap
yazsaydım, bu kitap 100 sayfalık olup, 99 sayfası beyaz kalırdı. O son sayfaya
şöyle yazardım:
“Yalnızca
bir tek ödev biliyorum ve bu sevmektir.”
ANGAJMAN (engagement)
ANGAJMAN (engagement)
Camus
angaje bir yazar mıydı? Bu o kadar kesin değildir. Konu hakkında edebiyat
tarihinin sınıflandırmaları her ne derlese desinler, angajman – bütün
varoluşçuluk gibi – yalnızca Camuscü sorunsalın kökeninde yoktur, aynı zamanda
devrin baskın fikridir ki, Camus onunla ifadelerini açıkladı. Burada kendi
sahasında değil, Sartre’ın sahasındadır. Angaje edebiyat kavramı yazarın
sorumluluğuna dayanır. Sartre onu, Modern
Zamanlar (1945) adlı
incelemesinde, daha sonra da Edebiyat Nedir’de “devoir d’engagement’a” (ki bu aynı zamanda onun bir modelidir)
yakından bağlı olarak tanımlar. En üst derece kolektif hafızada angaje olmuş
Sartre, bu kavramı şu olgu üzerine kurar: Yazar kendi çağında bir vaziyet
içindendir. Buradan formül geliştirir. “Her
sözün yankıları vardır.” Camus devrin bu tartışmasından haberdardır, ama
aynı zamanda lirik eseri Yabancı ve
aynı yıl güçlü bir absürd hissi saptadığı eseri Sisifos Söyleni denemesi, böylesi bir zihinsel uğraşıdan uzaklaşmış
görünmektedir. Kabiliye’nin eski muhabiri Camus, özeleştiri yapan, ölçülü bir
gazetecinin tutumu içinde, angajmanla yüzleşir. Bu eğilimiyle, angajmanla
karşılaşır ya da daha doğrusu ulusal, ulusalararsı ve tarihsel konularda
yazarın ifadesini tarif eder. Mauraic’e karşı, bu tanınmamış yazar, adalete
ilişkin radikal bir fikri savunan özgür basının büyük yazarı olur ve 8 Ağustos
1945’te gazeteler çatışmanın yaklaşan sonunu kutlarken, Camus insanlığa açılan
ve kapanan bombanın “berbat
perspektifini” anlayabilmek için yeterli ölçüde mesafede duran nadir
kişilerdendir. Absürd hissi yalnızca başkaldırı tecrübesiyle aşılabilir. Ama Başkaldıran İnsan’ı oluşturan şey, “bir
eser zorunlu olarak ve daima verilecek bir mesaja sahiptir,” demez. “Angaje insanları angaje edebiyattan daha
çok severim. Yaşamındaki cesareti ve eserlerindeki yeteneği; bu o kadar da kötü
değildir. Onun değeri hareketidir. Yazar istediğinde zaten angajedir. Eğer
bunun bir yasa, bir meslek ya da bir terör olması gerekiyorsa, adilane değer
nerededir?”. Bu yılların konformist olmayan gerçeği, Camus ne tüm kıyılarda
saldırılara çanak tutan başıbozuk askerin hain sessizliğine ne de şiddet dolu
tarihe angaje olmaksızın, bir üçüncü yol belirleyerek adını ve imzasının bütün
partizan gruplarla bağdaştırmayı reddeder: “Angaje
olan tek sanatkâr, savaşı hiç mi reddetmeyerek, en azından düzenli oluşumlara
katılmayı reddeden kişidir. Başıbozuk asker demek istiyorum.”
ANNE (Mére)
Belki
sembolik olarak anne teması Camus’nün eserinde başlangıçta ve sonda önemlidir;
arasında, pek de önemli değildir. 1935’ten başlayarak kaleme aldığı Carnets’lerin başlangıcında şöyle yazar:
“Bütün bunların annenin ve oğlun
aracılığıyla anlatılması gerekir.” Tamamlanmayan son romanı İlk İnsan için, girişiminin duygusunu
betimler: “Burada bir anne tarafından ve
tüm farklılıklarıyla birbirlerine bağlanmış bir çiftin hikâyesini anlatmak
istiyorum. Bu kitap anneye itiraf’la
bitmeli. Şu itirafla: Ey anne, oğlunu,
senin gerçeğinden kaçtığı için bağışla.” Otobiyografik eser İlk İnsan zaten annesine ithaf edilir: “Sen ki bu kitabı asla okuyamayacaksın,”
ne bu cümleyi ne de Camus’nün annesiyle olan karmaşık ilişkisini anlamıyoruz.
Cezayir’de 1910 yılında Lucien Camus’yle evlenen genç hizmetçi Catherine
Sintés’in okuma yazma bilmediğini ve kısmen sağır olduğunu bilmiyoruz. Marne savaşında yaralanan Lucien Camus Ekim
1914’te ölür. İkinci oğlu Albert bir yaşındadır. Camus Tersi ve Yüzü adlı
denemesinin bir müsveddesinde şöyle yazar: “Orada,
kocasının ölümüyle birlikte iki çocuğuyla yoksulluk içinde kalmış bir kadın
vardı. Annesinin evinde, yoksulluk içinde, işçi olan sakat bir erkek kardeşle
yaşamıştı. Yaşamak için çalışmış, ev işleri yapmış ve çocuklarının eğitimini
kendi annesinin ellerine teslim etmişti.” Çocukluktan beri, sevdiği yiğit
bir anneyle iletişim kurmanın zorluğundan acı duyar. Yoksul Mahallenin Sesi’nde şöyle özetler: “Annesi daima sakinliği içinde olacaktır. Ve çocuk daima annesi kadar
kendini sorgulayacaktır.” 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında,
Cezayirli bir öğrencinin, sivil insanları vuran terörist suikastlara rağmen,
FLN tarafından yürütülen bağımsızlık savaşının haklı karakteri hakkında
sorusunu, Camus şöyle cevaplar: “Eğer bu
hakla annem arasında bir seçim yapmış olsaydım, bir kez daha annemi seçerdim,” Tartışma konusu olmuş bu cümleyi daha
iyi anlayabilmek için, Camus’nün annesinin Cezayir’de özellikle suikast riski
altındaki bir bölgede yaşadığını anımsamak gerekir.
c…
CEZAYİR (Algerie)
Camus, tıpkı en candan
durumlarda olduğu gibi en resmi durumlarda da, onu anayurduna bağlayan
sarsılmaz bağı vurgulamıştır. Onun duyarlılığın kökeni, Akdenizli mizacıyla
örtüşen, Cezayir’deki yoksul bir Fransız topluluğuna mensup bir aileden gelmiş
olmasına dayanır. Sık sık şiirsel sembolleri hatırlatır: “Denizde büyüdüm ve yoksulluk beni debdebeli bir hale getirdi. Sonra
denizi yitirdim. Sahip olduğum bütün lüksler bana gri göründü, sefalet tolere
edilemez.” (Deniz. En yakındaki deniz). Heyecan verici kısalığı içerisinde
böyle imgeler, tarihle ilişkiden sıyrılmak veya onu azaltmak için lirik bir
hamleyle sabırlı bir eğilim gösterirler. Bütün eseri boyunca Cezayir, onu aşkın
daimi itiraflarına yöneltir. Bu topraklardan uzaklaşmış olarak, artık hiçbir
yurt onun görüşüne ve kelimelerine engel olamayacaktır. Onun edebi yazımının
tersine gazetecilik yazımı, açıklık ve etkililiği hedef alacaktır. Söylemde
hiçbir muğlaklık yoktur. Camus’nün 1939 yılında Alger repuclicain’ da kaleme aldığı duyulmamış bir atılganlık, bir
sertlik bile büyük röportajlarda meydana çıkıyordu. Kabiliye’de Sefalet başlığı altında topladığı on bir makale
yoksulluğu, düşük ücretler skandalını, bütün çocuklar için beklenen okulların
şiddetli yoksunluklarını gizleyen bir prestij binasının yapımında patlayan
skandal; kısacası sömürgeci yönetimin bu insanlara bakarak kanıtlarını bulduğu
ihmal ve adaletsizlik. Bu kâğıtlar yalnızca sayılar ve dayanak noktaları
sunmuyor aynı zamanda çözümleri ve işleme konması gereken gelişmeleri
öneriyorlar ve politikacıları sorumluluk almaları konusunda uyarıyorlardı. O
aynı zamanda kuzey Afrikalı işçilerin varlıkları hakkındaydı (4 Nisan
1939). Daha sonra, Combat’nın gazetecisinin yerel bir anketle bunları açıklamaya çalışan
kişi olması 1945 olaylarıyla (Setif ve
Guelma gösterileri ve bastırma) gerçekleşti. Şöyle yazıyordu, “Cezayirli Arplara özgürlük ve onları
sömürgeci sistemden özgürleştirmek gerekmektedir. […] Sömürgecilik çağı sona
ermiştir.” İşte bu onun özgürlük için mücadele ettiğine şüphe bırakmaz.
Buna rağmen bağımsız bir ulus fikrine katılmıyor ama Yeni Cezayir fikrine katılıyordu. “Bu, aynı topraklarda bir arada yaşayan farklı insanların az rastlanır
örneğidir.” Anti sömürgeci duruş belirgindir, ama politik niyet, ulaşılması
gittikçe zorlaşan, ihtimal verilmeyen bir dengenin peşindedir. Ekim 1955’te
Aziz Kessous’a gönderilen bir mektupta, birlikte bir vatan kurmak için “adalette ve özgürlükte uzlaşmış Araplar ve
Fransızlar”’ı görme ihtimaline daima bağlı kaldı. Bağımsızlık savaşı zaten
başlamıştı. Bu savaş, sivil kurbanları
vuran terörizmi yüksek adalet adı altında mahkûm etmekte inat ettiğinde, kendi
kavgasını ve yanlış anlamaları kışkırtıyordu. 1958’de sesinin ne bunlar, ne de
diğerleri tarafından işitilebilir olduğunu açıkladığında ya da nefreti azaltmak
yerine körüklediğinde, mesele hakkında duygularını açıkça ortaya koymama kararı
aldı.
COMBAT
Ulusal
özgürlük hareketinin gizli dergisi Combat
Aralık 1941’de ortaya çıktı. Camus bu dergiye, savaştan önce d’Alger repuclicain’de bu dergiye şekil veren Pascal Pia tarafından 1943 yılında katıldı.
Paris’te savaşın ortasında, bu küçük ekip geçici Cezayir hükümetinin
kendilerine verdiği Pariser Zeitung’un yerleşkesine yerleştiler. Combat’nın günlük gazete formatındaki
ilk sayısı 21 Ağustos 1944’te çıkar. Camus burada başyazı ve gazetenin sloganı
olan “Direnişten Devrime” adlı
manşeti yazar. Pia gazetenin yönetmenidir.
Camus redaktör ve şeftir. Bu kadar genç yetenekleri bünyesinde toplayan
nadir bir gazetedir. Gazete uzun zaman iki sayfa halinde yayımlanır, daha sonra
sekiz sayfaya çıkar. Ama iki yüz bin adet baskıda tavan yaptıktan sonra,
satışlar azalmaya başlar. Bir yıl boyunca yorulan Camus, gazeteden ayrılır. Yüz
elli makale ve başyazı yazmıştır. Bunlardan biri, 8 Ağustos 1945 tarihli olanı,
Hiroşima ve Nagazaki’den sonra atom bombası kullanımına ilişkin –bunu yapan
kişi, az rastlanır batılı bir entelektüeldi –
bilgiler içeriyordu. 1946’nın sonunda Camus bir dizi makale yayımlar; “Ne Kurban Ne de Cellat,” onun Bolşevizm’e
karşı düşmanlığını kuramsal olarak ilk defa ortaya koyan yazıdır. Bir matbaa
grevi gazeteye kan kaybettirmeye başladığında, 1947’de kenara çekilmiş olan Pia
tekrar dümene geçer. Camus eserini feda etmeden patron olarak çok uzun süre
kalmayacaktır (Veba’yı bitirmesi
gerekir): İşini Calude Bourdet’ye bırakır ve 3 Haziran 1947’de gider. Gazete
sol anlayışı benimser ama herhangi bir partiye katılmaz. “Ne Komünistler ne de Hristiyanlar; biz sadece farklılıklarımıza vurgu
yapan ve benzerliklerimizi açığa vuran mümkün bir diyalog arzu etmekteyiz.” Camus’nün
mükemmeliyetçi başyazıları direnişçilerin sabırsızlıklarıyla ilgiliydi. Öteki
yazarlar ciddi bir iyileştirme ve devletleştirmeyi arzu ederek aynı noktaya
geliyorlardı. Gazete sağcı Monde’un, Franc Trieur’un ve solcu Liberation’un rekabetine maruz
kaldı. Gazetenin yazı kurulu, Camus’nün
temsil ettiği sosyalist eğilimli çoğunluk ve git gide açıkça De Gaullecü olan
ve Pascal Pia ve Raymond Aron etrafında toplanan bir azınlık şeklinde bölünmekte
gecikmedi. Editörler 1946’da gerçekleşen bir anayasa referandumunda tam olarak
birbirlerinin tersini söylediler. Pia ve Camus dönemin en prestijli yazarlarına
memnuniyetle kürsüyü önerdiler: André Malraux ve André Gide ve bununla birlikte
Georges Bernanos ve Michel Leiris. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir deniz
seyahatine çıkmış olan Jean-Paul Sartre röportajlar gönderiyordu. Bu imzalama
politikası ve kültürel sayfaların istisnai özelliği, Combat’nın ününe iyiden iyiye katkıda bulunuyordu.
d…
DEMOKRASİ (Démocratie)
Camus’nün
demokrasinin prosedürleri ve ilkeleri üzerine düşünceleri, içten bağlılık ve
bunun sürekliliği, eserlerinde yazdıklarıyla boy ölçüşemez. Gazeteci hiçbir zaman siyaset bilimci veya
anayasacı gibi olmadı. Ağustos 1944’te Combat’nın
başyazarı, temsiliyetin bir tılsım olmadığı öngörüsünde bulunarak, “halkçı ve emekçi gerçek demokrasi”yi
bildiriyordu. Buna “Halkçı demokrasi”
formülü kullanıldıktan sonra varmaktadır. Merkez ve Doğu Avrupa komünistleri bu
formülü kullandıklarından sonra bile,
hala gözden düşmemişti. Daha çok, sadece uzlaştırılabilir değil ama aynı
zamanda birbirinden ayrılmaz olarak da düşündüğü özgürlük ve adaletten söz eder: Biri diğerini sınırlar. Özgürlük
dinamiği Fransız toplumunun devrimci yeniden inşasını mümkün kılar. Bir “ortaklaşa ekonomi,” ona “bireyin özgürlüğü” ile bağdaştırılabilir
gözükür. Savaştan önce Soir republicain
adlı makalelerinde bulunan bir uluslararası
demokrasi fikri, kaleminden dökülmeye başlar. Camus, “eğer savaş bir demokrasiler savaşı olsaydı, demokratik
bir barışa doğru giderdi,” diye hatırlatır. Kendi fikrince, köleliğin
sınırlandırılması üzerine kurulu, bir «insanlık
toplumu, bir yeni uluslararası düzen tasarlar.
Camus, Combat’daki son yazılarının
birinde, “Belki iyi bir siyasal rejim yoktur
ama demokrasi var olanların şüphesiz en az kötü olanıdır,” diye
yazmaktadır. Yazılarından, demokrasinin bazı ilkeler üzerine oturduğunu
anlarız. Ortak tartışma pratiği bunlardan biridir. Devlet gücünün
sınırlandırılması bunlardan bir ikincisidir. Dengeleştirici karşı kuvvetin
önemi şuradadır: Özgür ve canlı bir basın ve güçlü bir sendikacılık. Uğruna
mücadele ettiği cezanın yürürlükten kaldırılmasına özel bir yer verir. Üçüncü
bir fikri şöyledir: “Demokrasi,
çoğunluğun yasası değildir; azınlığın korunmasıdır,” diye yazmaktadır
1958’de (Carnets III). Cezayir savaşı kendi demokrasi anlayışını denemeye
koyar. Tüm savaş zıtları güçlendirdi. Devrimci nasyonalizm bunlardan biridir.
Camus birçok yazısında, bir liberal gibi anlaşılması riskine aldırmayarak, demokrasiyle
özgürlüğü (veya özgürlükleri) birleştirir. Onun öncelik verdiği özgürlük iş
yapma özgürlüğü değildir. Genel oylama ilk koşuldur, teminat değildir. Bir
başka ifadeyle demokrasi bir sonuç ve bir araçtır. Politiktir ama aynı zamanda
ekonomik ve sosyal olmalıdır. Eşitsizlikleri ve dışlamaları serbest
bıraktığında kendisi tehlikeye düşer.
1943
sonbaharında Paris’e yerleşen Camus aktif direnişe katılır. Sahte bir kimlik
kartı ve bir takma ad (Bauchard) oluşturur. Gazeteci Claude Bourdet ondan yavaş
yavaş bir yayın oluşturmasını, daha sonra, onun Alger republicain’deki yeteneklerini takdir eden Pascal Pia’nın bir
önerisinden hareketle Combat gazetesini tekrar organize etmesini ister. “Küçük yetenekleri, ona bazı gazetecilik çalışmalarında hizmet
etti,” der. Bazı olaylarda, Pia’nın yerine, yayın periyodu değişken ve tirajı
iki yüz elli bin’e çıkan bu kaçak yayının başına geçer. Redaktörler alır ve
gazetenin yazı kurulunu paylaşır. Rehin uygulamalarını naklederek, 1944’te
şöyle yazar: “Topyekûn bir savaş koptu ve
bu topyekûn bir direniş ister.” Her biri birer katil olan Milis’e karşı
grevler, gösteriler ve sabotajlar hayal eder. Gazetenin matbaacısı öldürülür,
Bourdet ve Jacqueline Bernard sürgüne gönderilir. Camus, adalet ve doğruluğun
müttefiklerin yanında ve onların zaferinin bir zorunluluk ve bir gerçeklik
olduğunu iddia ederek ordunun ve direnişin seçimini haklı çıkarır. Eğer şiddete
başvuruyu haklı çıkarıyorsa, bundan, onun düzen verici olduğunu ve nefretten
ayrıştığını anlar: “Düşman Nazi’dir, kendini şeytanlaşmaktan esirgeyen Alman
değil.” Bütün şoven retorikten kendini sakınır ve demokratik bir Avrupa
perspektifi içindeki ortak hareketi savunur. Özgürlüğün ertesi günü Camus,
aylardır kendisinden uzak kaldığı karısına şunları yazar: “İspanya’ya geçmeyi denedikten ve uzun aylar boyunca kamp ya da hapis
hayatı yaşamak gerektiği için – ki benim durumumda bu yapılamazdı – bundan
vazgeçtikten sonra, direniş hareketine katıldım. Orayı çok düşündüm ve bunu
bütün öngörümle yaptım; çünkü bu benim ödevimdi.[…] Altı aydır durmuş olmakla
yanıldım ve ortak yaşamdan kayboldum.” Aktiviteleri hakkında, yazılı
eserlerinde neredeyse hiç bahsetmez. 21 Ağustos 1944’te Paris isyan ederken,
Camus Combat’ya şu başlığı atar:
“Direnişten Devrime.” Bu ifade, uzun yıllar boyunca gazetenin ilk sayfasında
görülecektir. Ertesi gün, şunları yazar: “Silahlı
halk ve Direnişteki insanların görevi sona ermez.[…] Zor savaşlar bizi bekliyor.”
Onun göre Direniş, ülkeleri kendi sosyal çeşitliliği içinde temsil eder. Onun
tarihsel rolü, toprakların özgürleşmesiyle bitmez. Bir yenileme gücü’ne dönüşmelidir. Daha sonra şöyle yazar: “Onun haklardan çok, ödevleri vardır.” Yeni Fransa yalnızca özgür
olmamalıdır, aynı zamanda paradan da özgürleşmelidir.
GAZETECİLİK (Journalisme)
GÜNEŞ (Soleil)
Güneş,
Camus’nün tercih ettiği on sözcük arasında bulunmamasına rağmen, onun eserinde
tuhaf bir yer tutar. Sıvaları toz ederek ve canlı varlıkları, kendi menzilleri
dışında kalmak için duvarları yerle bir etmeye zorlayarak Akdeniz üzerinde
hüküm sürer. İlk İnsan’daki Cezayir
yazlarına ilişkin betimlemesi heyecan vericidir: Doğan güneş ve sıcaklık,
tıpkı, “müşterisinin kendisine uzattığı
boynu, uzun usturasının tek darbesiyle kesip ayıran bu berber gibi,” insanları
çıldırtır. “Güneşten ezilmiş bir
manzaranın önünde doğabilmiş olan bu Nada’yı,” hiçliğe yollar. Bu yalnızca denize bağlılıktır; güneşle gitmiş deniz, Rimbaud anlayışına
göre, bir sonsuzluk hissiyatı yaratır. Güneş Yabancı’da, aniden bastıran kahramanca şiddeti dile getirir. Grek
düşüncesinin mirasçısı Camus, Başkaldıran
İnsan’da güneşi, aydınlanmanın sembolü olarak görür; öğle vaktinin düşüncesi, gece
yarısındaki düşüncenin tersinedir.
GÜZELLİK (beauté)
Camus 1948 ilkbaharında Carnets’lerinde kendi görüşünü özetler: “Grekler için güzellik çıkış noktasıdır. Bir
Avrupalı için bir amaçtır. Ben modern değilim.” L’Envers et L’Endroit’dan beri kendi incili olarak kalacak şeyi açığa
vurur: “Benim bütün krallığım bu
dünyadır. Dünya güzeldir ve onun dışında başka yol yoktur.” Camus’nün
gözünde bu güzellik, dünyanın güzelliğidir ( bir manzara ya da bir yıldız
tonoz) ama aynı zamanda cisimlerin de güzelliğidir ki bunlar dünyayla bir uyum
içindedir. Güzellik trajik olana bağlıdır, çünkü cismin bünyesinde geçicidir:
Bize her an onu kaybetme tehdidi altında olduğumuzu bize telkin ettiği oranda
ve bu nedenle benimsenemez hale gelir. 1935’te Carnets’lerde “Bu, güzelliğin
tahammül edilemez oluşudur, bir dakikalık sonsuzlukta onu yine de zamanın
tümüne yaymak isteriz,” diye yazdığını okuruz.
i…
“Eserim bütünüyle ironiktir:”
Düşüş’ten altı yıl önce, yayımlanan
Carnets’de geçen bu cümle, eleştirmenlerin gözünde bu kanıyı en iyi şekilde
tasdik eder. Camus 1937’de yayımlanan Tersi
ve Yüzü adlı denemesinin önsözünde, “bu,
açık görüşlü ve ironik insanların canını sıkar,” diye yazmıştı. Açık
görüşlülük ve ironi birbirlerine bağlıdır, çünkü yaşam çelişik görünüşler
ortaya koyar. “Eğer umudunu yitirmiş bir
insanın dudaklarında bir gülümseme görürseniz, bu gülümseyiş diğerinden nasıl
ayırt edilir? Burada ironi, çelişki maskesi altında metafizik bir değer
kazanır,” diye açıklamaktadır Camus. Metafizik olduğu andan itibaren, ironi
ne kötülüğü ne de iğneleyiciliği varsayar. İronist çelişkilerini ortaya
sermekten memnun olduğu bu dünyaya karşı kendisini gizler. Tersi ve Yüzü adlı denemesinin “İroni” başlıklı bölümünde, yaşlı
bir kadın sinemaya giden genç insanlar tarafından terkedilir (“gerçekten neşeli bir film gösteriliyor.”)
Yabancı’da kahramanlar, bakımevine
terkedilmiş annesinin ölümünün ertesi günü, Fernandel’le
birlikte bir film izlemeye gideceklerdir. Metafizikçi, olayların sıralanmasını göz önünde bulundurur ve bu
canavarca çelişkiye öfkelenecek toplumun farklılığı hakkında bir yargı
koymaktan sakınır. Örnekler çoğaltılabilir. Camus’ya yaşamının son ayında,
1957’de, “Eserinizde sizin çok değer
verdiğiniz ancak eleştirmenleriniz tarafından önemsenmeyen bir konu var mı?”
diye sorulduğunda, “mizah,” diye
cevap verir. Düşüş’te Clamence’e
göre, hatta Christ’e göre, ironiyi
uzaklaştırmak ve mizah duygusuna
sahip olmak.
İSPANYA (Espagne)
İspanya
Camus’nün ikinci vatanıdır. Onun için
kişisel olduğu kadar, mesleki ve ideolojik yönden de temel ve kurucu bir rol
oynar. Annesinin ailesi L’ile de Minorque kökenlidir. Kendini İspanyol gibi
hisseder: “Fransa’nın bende yaratığı
şeyle birlikte, bütün yaşamımda, İspanya’nın kanımda bıraktığı şeye ki benim
için bu gerçeklikti, ulaşmaya etmeye çalıştım.” Yaşanmış olanla düş olanın
arasındaki sınırlar içinde, Camuscü İspanya Akdeniz’in tüm erdemlerini ve tüm
insanlarını, özellikle özgür insanları bir araya toplar: Özgürlük, yaşamın
mağrurluğu, uyum, bilgelik… özelliklerinin sayımının arkası gelmez. Bu nokta,
bir gazetecinin ya da yazarın kendi özelliklerini edinmesinin kanıtıdır, Camus,
hiç durmaksızın Özgür İspanya’ya
yapılan haksızlıktan (Franco’nun yaptığı) söz edecektir. Daha 1936’da, faşizmin
baskısı altında, özel bir hassasiyeti
bulunarak, tiyatro topluluğuyla Cezayir’e gider. Bu tiyatro oyununda şu
istenir: Asturie’de Başkaldırı.
Gerçek olaylardan esinlenerek, bu şartlar altında kendi özgürlükleri için
mücadele eden sahnedeki konan tüm karakterler, zaten bir çeşit Başkaldıran İspanyol İnsan’ı
canlandırır. Şüphesiz dolaylı olarak ama gençliği boyunca şiddetli bir biçimde
yaşanmış, daha sonra İspanyol aklına
bağlanacak olan bu özgürlükçü ideal daima sürüp gidecektir. Tıpkı 1948’de
Jean-Louis Barrault’la birlikte yazılan ve sahneye konan ve Cadix’de sahnelenen
Sıkıyönetim oyununda olduğu gibi, bu
başkaldırmış İspanyol’la Diego adı altında karşılaşırız ki, halkına, Başkaldıran İnsan’da yazan ünlü sözü
yaşatır : “Başkaldırıyorum, o halde
varız.” Aslında Diego, Veba’daki
karakterle karşıtlığı sayesinde, tüm Gaditan halkının özgürleşmesi ve
geleneklerine göre yaşaması fikrine ulaşır. Camus metinleri yoluyla, İspanya’ya
hizmet eder, ama İspanya da ona hizmet eder ve kişisel olduğu kadar, ideolojik
hatta ahlaki olarak da kendini ona karşı borçlu hisseder. Nobel ödülünün bir
kısmını Fransa’daki İspanyol siyasi mültecilere devreden yazarın inancı tamdır:
“[…] Sizsiniz […] Aramızdan birileri
ayağa kalkmayı ve kenara çekilmeksizin özgürlüğün zorlu ödevini kabul etmeyi
öğrendi. Avrupa ve bizim için, çok defa bunu bilmeksizin, var oldunuz ve sizler
özgürlüğün efendisisiniz.” (Actuelles
II). Camus ideolojik olarak kendini İspanyol anarşist sendikacılarına yakın
hissediyordu ve hiçbirine de bağlanmak istemediği bu terör ve anarşi arasındaki
farkın bilincindeydi ve kolektif eser Özgür
İspanya’nın önsözünde, ona göre İspanya “anarşinin birazcık güçlü ve organize olduğu tek ülkedir.”
k…
KADIN (Femme)
Albert
Camus çoğunlukla, kadınlar tarafından sevilen bir adam olarak betimlenir. Buna
karşılık edebi düzlemde, kadınların onun eserlerinde rolü ikinci planda, dışta
tutulan anne figürüdür. Tiyatro, belki de Maria Casares’in mesleğine hizmet
için, diğer eserlere göre son derece bezenmiş dişil figürleri öne sürüyor
gibidir. Ama adaletin teröristi Dora,
örneğin Jean-Paul Sartre’ın Kirli
Eller oyunundaki Olga karakterine karşı silik bir kişiliktir. Camus’da
hikâye, trajik bir şekilde, genellikle kadınlar tarafından meydana gelir.
Böylece, Caligula’da Drusilla’nın
ölümü konuyu törenle açar. Yabancı’da
romanın birinci bölümünü bitiren felaketin tetikleyicisi olarak iş gören kişi
bir kadındır. Düşüş’te genç bir kızın intiharı, Clamence’in çöküşüne varır.
Camus’de aynı zamanda aşk vardır ve eserinde bundan daima sıyrılmıştır. Orada
kadın öncelikle bir güzellik sembolüdür ki, onun Mutlu Ölüm’ü görkemli
yararsızlığı över. Kadın aynı zamanda dünyanın kesin manasının aracısıdır: Onda
düşünülmemiş saadete bir yatkınlık vardır ki; “yoksul mahallenin sesi” yaşlılar buna tanıklık ederler. Aşığın
duygusu, kişinin ya alışkanlıktan ya da kendi yansısı olan aşk içinde tükendiği
bir tuzaktır yalnızca ve uzun uzadıya Düşüş’te
işlenen konuda kadın, yine de “cennet
bahçesinden kalan her şey” olarak betimlenir. Yine aynı romanda Amsterdam
kadınlar azimle yaşamdan yana dururlar, “zira
onların zevk almak ve doğurmak için bir karınları vardır.” (Sıkıyönetim).
m…
MARKSİZM (Marxisme)
Çok az
insan Albert Camus’nun 1935’ten 1937’ye kadar komünist partiye üye olduğunu
bilir. Partinin Cezayirli Araplar hakkındaki politikası konusunda anlamazlığa
düştüğü için oradan 1937’de ayrılır. Kopma, Kasım 1946’da Combat’da yayınlanan Ne Kurban Ne de Cellat adlı yazısı
nedeniyle kesinleşir: Soğuk bir savaş, üçüncü dünya savaşına dönüşme, nükleer
çatışma ve toplu intihar’a dönüşme
riski taşır. Bu makaleler Sovyet çalışma alanlarından söz ediyor ve
kurumsallaşmış şiddeti açığa vuruyordu. Camus ilk defa, Sovyet komünizmini
totaliter olmakla itham ediyordu. Bu yaklaşım, 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan’ın temalarının çoğunda
bildiriliyordu. Bu denemede ne de Marks’ın amacını çürütüyordu; ona bazı
değerleri hatırlatıyordu: “Etiğin
gerekliliği […] Marks’ın büyüklüğünü doğrular […] Çalışmanın bir metaya ve
çalışanın bir nesneye indirgenmesine karşı çıkar. [Sonunda] Ayrıcalıklı
olanlara, onların ayrıcalıklarının tanrısal olmadığını ve bunun ebedi bir yasa
olmadığını hatırlatır.” Bununla birlikte Camus için, acıların ve savaşların
son vaadi, hiçbir şeyi ispat etmeyen bir dinsel doğa inancı ortaya koyar. Ona göre Marksizm kendi kehaneti ile Hıristiyanlığın ve Alman felsefesinin mirasçısıdır.
Solcu antikomünist Camus, nihilizmin makaslanmış başkaldırısına eski
saygınlığını kazandırmak bir “üçüncü yol” önerir. Sartre’ın incelemesi Modern Zamanlar, tepkisel ve kısmen
yanlış yargılanmış, Başkaldıran İnsan’ın en
eleştirel raporunu sunar. Camus’nün cevabı, Sartre’ınkinin eşliğinde gelmekte
gecikmez. İki eski arkadaş bir daha karşılaşmazlar. Bununla birlikte, dört yıl
sonra, Kızıl Ordu Budapeşte isyanını bastırırken, Sartre çok sayıda
entelektüelle birlikte Komünist Parti’den ayrılır.
MUTLULUK (Bonheur)
Mutluluk Camus’cü düşüncenin
zorunlu kategorisidir. Bu, budalalar
tarafından bilinmeyen bir gereksinimin meyvesidir: “Mutlu olmakta utanç yoktur. Ancak günümüzde budala kraldır ve ben
budalayı zevk almaktan korkan olarak adlandırıyorum,” diye yazmaktadır Noces a Tipasa’nın (Noces) anlatıcısı.
Burada mutluluk öncelikle fizikseldir, doğayla uyum içindeki bedenin oyununa
bağlıdır. Ahlakın Soykütüğü’nde Nietzche’nin benzer
terimlerle işaret ettiğin mutluluğun önceliği üzerine, Camus’nün düşüncesinde
nüanslar bulunduğunu fark edebiliriz.
Rambert Veba’da, “Tamamen yalnız mutlu olabilmek için, utanç
var olabilir,” diye yazıldığına dikkat çekmektedir. Zaten Sıkıyönetim’in izleyicisi, Diego’nun
yazdığı şeyi duyunca çok şaşıracaktır: “Mutlu
olmakla meşgul olmalıyım.” Ancak onun kişisel gerekliliği, Koro tarafından
açığa vurulan haykırışın kanıtıdır: “Mutluluk;
mutluluk! İşte yaz! Nerede olduğu önemli değil, mutluluk övüncümüzdür.”
Aslında, başkalarına yardım etmek için bir vasıta olduğu fark edildiği andan
itibaren, kişisel mutluluk utanç verici değildir. “Yine de ben, bedbaht insanlara daha iyi yardım edebilmek için güçlü ve
mutlu olmak gerektiğine inanma eğilimi taşıyorum,” diye belirtir Camus,
ölmeden birkaç ay evvel. (Yakın Çekim, 12 Mayıs 1959’da televizyonda
yayımlandı.) Aynı konuşmada, kendi mutluluğunun sanki bir hata olduğunu itiraf
etmesinin gerekliliğinin onu üzdüğünü belirtir. Bununla birlikte her ne
pahasına olursa olsun mutluluk arayışı, onun eserinde, olumsuz ve trajik
kahramanlar meydana çıkarır.
o…
OKUL (école)
Camus’nün
Cumhuriyetin okuluyla olan gönül ilişkisi, onun Cezayir’de, Belcourt’un popüler
bölgesinin okulunda aldığı eğitimle daha da artar. Kırk yıl sonra ilkokul
öğretmenine saygısını sunduğu İlk İnsan
adlı tamamlanmamış otobiyografik romanının «L’Ecole»
başlıklı bölümünde yine bu anısını hatırlar. M.Bernard’ın eğitim metodun geçmiş
olarak, cumhuriyetçi okulun yüksek değerlerini yüceltmek istedi. Bu niyet,
anılan kitabın aynı bölümünün alt kısmındaki bir notta açıkça görünmektedir: “Laik okulu güçlendirmek ve yüceltmek.”
Nobel ödülü sırasında, Louis Germain adlı eski bir öğretmenine gönderdiği bir
mektupta, kendi kişisel durumundan hareketle Camus, bu değerlerden birini,
sosyal kökenini dikkate almaksızın herkese verilen eğitimi bir kez daha anar: “Siz olmadan, benim gibi yoksul bir çocuğa
uzattığınız o şefkatli el olmadan, sizin eğitimiz olmadan, bunun gibi bir şey
gerçekleşmezdi.” Bir kez esas tecrübeden geçtikten sonra, sömürge Cezayir,
Camus’ya, okulun kendi rolünü üstlenebileceği şartlar üzerine düşünme fırsatı
verdi. 1939’da Kabiliye’de yaptığı bir anket kanalıyla kendi zihinsel
uğraşısını açıklar: “Yerli eğitimi
Avrupalı eğitimden ayıran yapay engelleri ortadan kaldırdığımız gün,
Kabiliye’liler çok daha iyi eğitim alacaklar. O gün, aynı okulun banklarında
birbirini anlamak için bir araya gelen iki insan, kendini anlamaya
başlayacaktır.”
ö…
ÖLÜM CEZASI (Peine de mort)
1957’de La Nouvelle NRF’de yayımlanan denemesi Giyotin Üzerine Düşünceler adını taşını
taşıyordu. Ortak bir eserin başlığı
hemen Ölüm Cezası Üzerine Düşünceler
adını aldı. Aynı zamanda Arthur Koestler’in idamı
üzerine düşünceler, bir giriş ve Jean Bloch-Michel’in bir dosyasını
içeriyordu. Bu yazı 1981’e kadar Fransız kölelik karşıtlarının bir referansı
oldu. 1958’de Bernad Clavel, Camus’dan ölüm cezasına karşı bir kampanya
başlatmasını istedi. Camus’nün eseri ölüm cezası hakkında sarsılmaz ve derin
bir karşıtlık içerir. Kölelik karşıtlarının mücadelesi insanın ve eserin
birleştiği geometrik noktadadır. Tarihsel periyot bunun gerçekleşmesi için
elverişlidir. Cezayir Savaşı boyunca akıtılan kanı ve Avrupalının aklını
zehirleyen Hitler ve Stalin’in suçlarını düşünmek yeterlidir. Ama Camus, Tersi ve Yüzü kitabında olduğu gibi, yazdığı ilk metinden itibaren bu sorun
hakkında tamamen kişisel bir duyarlılık dile getirir. Bu aslında, bir ölüm
cezasında bulunmuş ve bundan derin bir tiksinti duymuş babasını koruyan nadir
anılardan biridir. Olay, Camus’nün Jacques Cormery adıyla sahneye sürdüğü İlk İnsan’da anlatılır: “Jacques’in babası geceleyin kaldırılmış ve
büyükannesine göre onu öfkelendiren bir suçun infazına katılmak için
götürülmüştür. Ancak solgun bir vaziyette dönmüş, yatmış, sonra kusmak için defalarca yeniden
kalmış, daha sonra yine yatmış. Ondan sonra, gördüğü olay hakkında asla
konuşmak istememiş.” Bu başkaldırı, Giyotin
Üzerine Düşünceler’de bir izini gördüğümüz, kölelik karşıtı felsefenin
durumunu değiştirir. Bu deneme esas cezanın temellerine saldırır, bunu örnek
olma özelliğine ve teolojik doğrulamaların geçersizliğine ve aynı zamanda
devletlerin suçlu sorumluluklarına işaret eder. Çalışmasının başından itibaren,
örnek olma özelliği teşkil eden niyetini açığa vuran ve aslında cezaevlerinin
temel uygulamalarını gizleyen bir toplumun kötü vicdanını ele verir. Victor
Hugo’nun Bir Ölüm Mahkûmun Son Günü adlı
eserinin önsözünü dile getirir: Ölüm cezası, hipokrasinin ve yararsızlığın
damgasını taşır. Ölüm cezası var olduğundan beri, suçların da bir süreklilik
arz ettiğini göstermek yeterlidir. Ölüm cezası, kötüyü önlemek yerine, kentin
merkezine oturur. Camus için, ölümle
cezalandıran bir toplum asla masum değildir. Kendi payına düşen sorumluluk
hakkında bilgisizdir. Camus’nün gözünde bu, ölüm cezasını bir kez daha
onaylamaktır. Ona referans olan dinsel yapının ortadan kaybolmasıdır. Gizli
karakteri ortadan kalmış bir toplumda ceza anlamını yitirir. Çözüm, eski ceza
anlayışıyla ilişkili olan bu bağı ortadan kaldırmak ve insan haklarını koruyan
bir ceza hukukuna yer vermektir.
ÖZGÜRLÜK (Liberté)
Özgürlük Camus’un
düşüncesinde temel bir rol oynar. Kariyerinin başında, mitsel bir boyutta,
Camuscü iki panteonun tanrısallığını birleştirir. Yazar daha sonra Actuelles II’de daha gerçekçi ve
karşılaştırmalı resimler kullanır; kız
kuzene özgürlük gibi. Kız kuzen burjuva toplumlarında genel eleştirilere cevap
vermek için kullanılsa da, onlar daha çok vakitlerini mutfaklarda geçirirler
(onların konuları mutfaklardır). Ve eğer seslerini çıkarırsalar şiddete
hazırdırlar. Komünist toplumlarda dolaplara kilitlediğimiz kuzeni, zamanın
sonunda sınıfsız bir toplum oluşunca çıkaracağız. Camus’da özgürlük, mutluluğu
ya da egoizmi tahakküm altına almayı amaçlayan saf bireysel bir tutku da
olabilir. Mersault, Caligula ya da Martha’da olan budur. Özgürlük arzusu insan
toplumuna kavuşma amacına ve başkalarında özgürlük zevki uyandırma amacına da
sahip olabilir. Bunun gibi şeyler
Camus’nün etik gazeteciliği arasında bulunuyordu. Makalelerinde, denemelerinde
olduğu gibi, özgürlük hep adalete bağlıdır veya ondan kopuktur. O genellikle,
adaletsizlik ve yalanla eşdeğer olan köleliğe karşıdır. Özgürlükle Camus, böylece bir düğümü, temel
bazı kavramların yumağını parçalar adalet, adaletsizlik, gerçek ve yalan. Camus
Carnets’de, köleliğin tehditkâr
olmadığını, ölümden korkmadığını belirterek, “Ölüm korkusunun üstesinden gelmediği müddetçe, insan için özgürlük
yoktur,” der. Aynı yerde, özgürlüğü adalete (eşitliğe) tercih eder. “Sonuç olarak özgürlüğü seçiyorum. Çünkü
adalet gerçekleşmemiş olmasına rağmen, özgürlük, adaletsizliğe karşı itiraz etme
gücünü elde tutar ve iletişimi korur. […]Ama zor olanı, özgürlüğün değerinin
aynı zamanda adaleti gerektirdiğini hiçbir zaman gözden kaçırmamaktır. Aynı
zamanda, çok farklı olsa da, özgürlük için asla ölmek istemeyen insanların
tarihinde daimi değeri oturtmak için bir adalet de vardır. Özgürlük,
onayladığım bir rejim veya bir dünyada bile düşünmediğim şeyi savunabilmektir.
Bu hasımlarına hak vermektir.” Sonuçta, adaletle özgürlüğü birleştiren
düşünce, yalanın kurumsallaşmasından kaçan tek şeydir.
s…
SÖMÜRGECİLİK(Colonialisme)/ SÖMÜRGELEŞTİRME (Colonisation)
Sömürgecilik”
ve “sömürgeleştirme” sözcükleri Camus’nün alışıldık söz hazinesine ait
değildir. Bunları gecikmeli olarak 1955 ve 1958’de kullanır. Keza “sömürgeli”
ve “sömürge” sözcüklerini de nadiren kullanır. Bu konu hakkında hiçbir zaman
bir tepki ortaya koymamıştır, hatta Başkaldıran
İnsan’da bile böyledir. D’Alger républicain’in genç muhabiri sömürgeciliğe
ilişkin durumun temel adaletsizliğine işaret edebilecek imkâna sahipti. Alger republicain’de 5 ve 15 Haziran
1939’da yayımlanan bir röportaj, daha uzağa gitme fırsatı verdi. Kabiliye’de Sefalet kendi başına
bırakılmış ve kıtlığa terkedilmiş bir topluluğa işaret ediyordu. Bir tanıklık
yapmak istediği bu “sorgulamada”
Camus, bunaltıcı verileri sıralar; daha ileri bir tespite gitmez, bir sistem
davasına girişmez. Son makalesinde, kamusal güce müdahaleyi, eğitimdeki çabayı
ve büyük çalışmaları hatırlatıyordu. Bu çığır açar. Camus dekorun öbür yüzünü
açığa çıkarır. Cezayir’den 1942’de ayrılan Camus, savaşın verileri
değiştirdiğini ve Fransa’nın “prestijnin” yerle bir olduğunu hızla anlar. Bunu
13 Ekim 1944’te Combat’da yazar. Yeni
hükümetin kendi “sömürgeci politikasını” göz önünde bulundurması ve tekrar
düşünmesi gerekiyordu. “Yerli halkı”
özgürleştirmenin vaktidir. Camus 1945 baharında Cezayir’e geri döner. Burada Combat’da “Cezayir’de Kriz” başlığıyla
yayımlanan bir anket yapar. Bu ankete Arap
halkının gelişimindeki yoksunluğu ve onların Politik uyanışlarını kaydetmektedir. Onarılamaz olanı, yalnızca
adalet engelleyebilir sonucuna varıyordu Camus. Cezayir demokraside hakka
sahiptir. Camus’nün aynı konuyu yeniden ele alması için 1955 yılını beklemek
gerekecekti. Bu arada onun haberdar ettiği Cezayir Savaşı patlak verdi.
Yoksunluk başkaldırıya dönüştü. L’Express’teki
makaleleri buna tanıklık ediyordu. “Sömürgeci
şiddetin varlığı, başkaldırının varlığını açıklamaktadır,” diye yazar. 1958
baharında Cezayir Fıkraları’nın
önsözünde, “Sömürgecilk devri sona
ermiştir,” diye iddia etmektedir. İki ulus karşı karşıyadır. Savaş
antagonizmaları sertleştirmiş ve iki kampın aşırılıklarını da güçlendirmiştir.
Bu savaşın çıkış noktası, Camus’yü şaşırtacak şekilde, yalnızca Cezayir’in
bağımsızlığı olabilirdi. Kendini adayanların mallarından edilmesini,
sömürgeciliğin kaldırılmasının günah ödeyicisi olmasını içeriyordu. Camus
sömürgeci sistemi analiz eden biri olmaktan ziyade, bir tanıktı. Aslında, tıpkı
Albert Memmi’nin kendi Sömürgeci Portresi
terminolojisini onun için kullandığı ve 1957’de La Nef’te yayımlanan bir makalesinde (Gallimard, 1957) işaret ettiği gibi, o bir sömürgeci hümanisti ya da iyi niyetli biri’ydi. Öyle bir sistem düzenlemek istiyordu
ki, burada sömürgelerin kendileri yıkılışı anlasınlar.
t…
TANRI (Dieu)
“Tanrıya inanır mısınız doktor?” diye
Rieux’ye sorulur Veba’da. Bu soruyu
şöyle cevaplar: “Hayır. Ama bu ne demek?”
Aykırı bir biçimde eğer Camus inançsızlığı vurguluyorsa, bunu ölümle
sonuçlandırmaz; mutlak bir tanrısal imgeyle, belirsiz bir kapalılıkla açığa
vurarak tanrı sorusunu bir metninden diğerine yayar. Yaratıcı fırlatılır,
tekrar tekrar, kabul edilemez bir varsayım gibi, yokluğa gönderilir. “Tanrının tek mazereti, var olmayışıdır,” diyerek kesip atar Camus.
(Başkaldıran İnsan) Doktor Rieux bu
fikre katılır: “Tanrıya inanmasaydık ve
susan gökyüzüne gözlerimizi kaldırmaksızın tüm gücümüzle ölüme karşı
savaşsaydık, bu belki Tanrı için daha iyi olurdu.” Tam yetkili Tanrısal
inayet fikri, doktoru, hastalıklarını tedavi etmek yerine, kendini buna teslim
etmeye iter ve bu Tanrısal inayetin acziyeti, yaratımı tahrip eden kötülüğü
içermesi, onu lanetlemeye götürecektir. Ama yazara gelince, dilsiz gökyüzüne
gözlerini dikmeksizin çalışmayı başarmış biri gibi görünmez. Kuşkusuz bu Tanrı
sorunu Camus’da içinden çıkılamaz haldedir. Dünyada var olan adaletsizliğin
kaynağı olarak görülmüş tanrıyı reddetmek, insanı bağışlanamaz bir suçluluğa
adamaktır – Düşüş’te zehrini akıtan
suçluluk. Camuscü eser, nasıl ki Theodisée’nin (tanrının inayeti ve iyiliğiyle
kötülüğün var olması arasındaki çelişki) başarısızlığını, kötünün varlığı
konusundaki bütün sorumluluktan Tanrıyı temize çıkaran güçsüzlükleri açığa
vuruyorsa, aynı zamanda insanı, onu ezen kaderin mutlak sorumlusu olarak
düşünmenin zorluğunu da göstermektedir.
Onun eseri yoluyla, sıkı bir tanrıcılıkla Tanrı temsillerini arıtmaya
çalışan, yaratıcıları boyun eğmeye ve yükümlülükten kurtulmaya davet eden
Hristiyan ve teologların eleştirilerinde kolaylıkla menfaati buluruz.
TERÖRİZM (Terrorisme)
Camus
terörizmin karşısına çıkan ve onun hakkında düşünen Fransız yazarlardan
biridir. 1940 yılından itibaren bu konuyla ilgilenir. Brice Parain tarafından Espoir koleksiyonu adıyla sergilenmiş
Rus metinlerinden Bu Adamı Vurabilirsin başlığı
altında bir derleme yayınladı. İki oyun, 1949’da Gerçekler ve on yıl sonra Düşkünler’in
tiyatro uyarlaması, bu düşüncesine bağlılığını sergilemektedir. Başkaldıran İnsan, başkaldırının
bozulmasına ilişkin bir deneme olarak, bu terörist harekete teorik bir çerçeve
sağlar. 1954’ten başlayarak onun yurdu olan Cezayir’i tahrip eden savaş,
Camus’ya düşüncesini arındırma olanağı verdi. L’Epress’teki birçok makalesinde, en metropoliten fikri parçalayan
soruya ulaşır. Doğduğu yeri kana bulayan suikastların alevlenmesi, ona göre birer
sebepti: “Terörizm tek başına gelişmedi;
bir rastlantı veya genel bir nankörlüğün sonucu değildir. […] Cezayir’de
terörizm, umudun yokluğuyla açıklanır. Her zaman ve her yerde sessizlikten;
artık geleceğe başvurunun olmadığı, duvarların ve pencerelerin çok kalın
olduğu, sadece nefes almak için bile üzerlerinden atlanılması gerektiği
fikrinden doğar.” Terörizm, asla yerine getirilmemiş vaatlerin,
karşılanmayan taleplerin, marjinal bir topluluk tarafından yığılmış utançtan
kaynaklı bir acının meyvesidir. “Cezayirlilerin
terörizmi,” diye yazar Camus, “onlar
için ve aynı zamanda sonuçları bakımından kanlı bir hatadır.” Nefretin ifadesidir.
Irkçılığın taşıyıcısıdır. Sahip
olduğu ilk etki, özgürlükleri
savunulamaz bir pozisyona koymaktır. Kendi yurttaşlarını paniğe sürükler ve
onları aşırı uçlara iter. Genelleşmiş
gücün denemeye ya da topyekûn savaşa
giderler. Cevap elbette sosyal ve kuşkusuz politik olmalıdır. 1945 yılında
makalelerinden birine şu başlığı vermişti: “Cezayir’i Nefretten Kurtaracak Olan
Şey Adalettir.” “Savunduğumuz neden ne
olursa olsun, adalet, katilin anneye ve çocuğa ulaşacağının önceden bilindiği
masum bir kalabalığın kör katliamı yüzünden, daima lekelenmiş olarak
kalacaktır,” diye yazmaktadır. Camus bu ahlaki ve politik yaklaşımla
kalmaz. Camus terörist hareketi bütün romantik havadan yoksun bırakır. “Eğer kan, bazen tarihi ilerletmekse, onu
barbarlığa doğru da ilerletmektir.” İntihar saldırıları ve kör bir şehrin
bombardımanı, savaşın araçları olarak, sivillerle savaşanları ayırt etmediği
müddetçe, insanlığa karşı işlenmiş suçlardır.
Çünkü terörist organizasyon, düşmanlarının hırçınlıklarının ardından
koşar ve bunu kolektif sorumluluk fikrinin önüne koyar ve ortadan kaldırmak
istediği şeyi üretir. Daima demokrasiye
karşıdır. Camus’ye göre, şiddetin hayâsız pratiği ve bunun mutlak güç olarak
kodlanması arasında bir nedensellik ilişkisi vardır. Grup terörizmiyle devlet
terörizmini birbirinden ayırır ve birinin diğerine dönüştüğünü sezer. Başka bir
deyişle, silahlı öncü parti, ölümcül
faaliyetlerini kurumsallaştıran devlete,
despotizme hizmet eder.
TOTALİTARİZM
Camus,
totalitarizmden, kapitalizmle muhtemel bir kopuşun ilk koşulu olan, ideolojik
ve program düzeyinde erkenden bir kopma gerçekleştirir. Demokrasi ile
Totalitarizm arasındaki karşıtlık ona göre temeldir. Bu, gecikmiş bir zamanla
bağlantılı olarak “totaliter” kelimesine hizmet eder. Ne Cellat Ne de Kurban’ da tiranlık olarak söz eder. Bu ifadenin Actuelles’de ilk geçişine Sıkıyönetim’de
tanık oluruz. Burada tiranlık, toplum, devlet, teknik, savaş, cellat sözcüklerini
niteler. Camus filozof Gabriel Marcel’e piyesinin konusunun totaliter tiranlık olduğunu söyler. Aynı
zamanda burada, İspanyol, Alman ve Rus rejimlerinin yanında, Hitler, Mussolini
ve Franco’da anlatılır. Bu metinde totalitarizm, polis ve bürokrasi devleti olarak ve Guernica adını üne kavuşturan
bir vasıta aracılığıyla karakterize edilir. 1948’deki bir derlemenin son
metninde, “totaliter” kelimesinin üç kez
geçtiğini görürüz. Buradaki kelime, ideolojik
sözcüğünü niteler. “Bizler, ideolojik ve
totaliter ideolojik bir dönemdeyiz, yani kendi egemenliğindeki dünyanın
selametini görmemek için, kendinden,
aptal aklından ve küçük gerçekliğinden
yeterince emin.” İdeoloji insan öldürmeyle, yıldırmayla,
kamplarla, terörle, insanların köklerinden koparılmasıyla ilişkilendirilir.
Camus, totaliter olgunun anlaşılması için teorik bir katkıda bulunmadı. Onun
için olaylar kavramlardan daha önemlidir. Kendi amaçlarını Hannah Arendt ve
Raymon Aron’la rekabet içine asla sokmadı. Görevi, komünist rejimlerin gerçek
doğası hakkında bilgi vermekten ve onların kurbanlarıyla bir dayanışma
yaratmaktan ibarettir. Bununla birlikte 1950’den sonraki yazılarında, bu olguya
ilişkin açık bir kavram bulabiliriz. Onun kaleminde, 1956’da Actuelles’lerde Başkaldıran İnsan’ı bulabiliriz: “Bugün, Doğu rejimlerini devrimci ve proletaryan olarak değerlendirmeyi
reddederek, üstün gelmenin hüznünün farkındayız […].” Onun tavır alışları,
tıpkı eserlerinin Doğu Avrupa’da koyduğu engin prestiji açıklar. 1970 yılındaki
düşünce ayrılığı – Sakharov, Havel ve Michnik’inki gibi – tuhaf bir biçimde
Camuscü başkaldırıya benzer; bu, kendini sınırlayan, şiddet içermeyen, ahlaklı,
totaliter bir devlette demokratik bir başkaldırıdır. Bir yalandan diğerine, bir
ideolojiden diğerine karşı koymayı reddeden bir başkaldırıdır.
(*) Le Monde (Septembre –Novembre
2013) Une Vie, Une Oeuvre Albert Camus Çeviren: Mehmet Ünal
CAMUS’NÜN
SEVDİĞİ ON KELİME
“Dünya, Acı, Toprak,
Anne, İnsanlar, Çöl, Onur, Yoksulluk, Yaz,
Deniz”
1951-59 yılları
arasında yazdığı Defterler’ine aldığı
notlardan biri; “Yeğlediğim on kelime sorusuna yanıt: “Dünya, Acı, Toprak,
Anne, İnsanlar, Çöl, Onur, Yoksulluk, Yaz,
Deniz.”dir. Özellikle bu kelimeler Camus’nün eserlerinde oldukça sık
karşımıza çıkar. Bu sözcükler Camus’nün tüm hayatını da anlatmaktadır.
Sorumlulukları, yaşamına kattığı anlam, Cezayir Fransa ikilemi, aşkları,
insanlığa olan bağı bu kelimelerinin içinde gizlidir.
DÜNYA
“Bu dünya, kesilmiş bir solucan gibi kafası
koparıldığından kıvranıp duruyor. Soylularını arıyor.” Defterler
ACI
“Üstesinden gelmek. Ama
acı tam olarak budur, insanın asla üstün gelemediği şeydir.” Defterler
“Sana bütün bunları kim
öğretti, “Doktor?" Yanıt anında geldi. "Acı çekmek."
“Roman. Çektiğim acı,
gözyaşlarım, o kız burada olduğunda ve birbirimize acı verdiğimizde bir anlam
kazanırdı. O gözyaşlarımı görebilirdi. O gitti, o zaman bu acı boş bir hayal
oldu, acı geleceksizdi. Ama, gerçek acı boş acıdır. Onun yanında acı çekmek
tadına doyulmaz bir mutluluktu. Ama ıssız ve meçhul acı bizi sürekli olarak
sunduğu halde inatla görmezden geldiğimiz, oysa bir gün ölüm anından daha da
korkunç bir anda mutlaka içmemiz gereken kadehtir.” Defterler
TOPRAK
Camus Bahia’dadır:
“Adaklarıyla Bon-Jesus
Kilisesi. İnsan boğulur gibi oluyor. Ama bu barok uyum öyle çok yineleniyor ki.
Sonunda, bu bölgede görülecek tek şey de bu; çarçabuk görülüyor. Ne var ki bu
gerçek yaşam. Ama büyük alanların hüznünü taşıyan bu sonsuz toprakta, yaşam
toprak düzeyindedir ve onunla bütünleşmek için yıllar gerekecektir.” Yolculuk Günlükleri
ANNE
“Ama annem gitmek
zorunda ve ben hep artık onu yeniden görememekten korkuyorum.”
Defterler
“Roman –sonu. Annem.
Onun suskunluğu ne anlatıyor? Bu dilsiz ve gülümsemeyen ağız neyi haykırıyor?
Yeniden dirileceğiz.” Defterler
İNSANLAR
"İnsanların bütün
mutsuzluğu, kendilerini kalenin sessizliğinden koparan, kurtuluş bekleyişi
içinde surlara atan umuttan gelmektedir.”
ÇÖL
“Belki de, bu kaçışın
tıpkısını bulduğum çölden söz etmenin zamanı geldi. Ufkun derinliklerine…
Orada, masallara özgü hayvanların belirdiğini de görmeyi ve orada, çok sade,
masallara özgü bir sessizlik bulmayı bekliyorum ve bu büyü…”
“Başka çöl yok. Başka
ada yok. Ama insan gene de onlara ihtiyaç duyuyor. Bu dünyayı anlamak için
insan bazen ona arkasını dönmek zorunda; başkalarına daha yararlı olabilmek
için, insan kısa bir süreliğine onlarla arasına mesafe koymak zorunda.” Defterler
ONUR
“Bir insana onursuz
olduğu asla söylenmemeli. Eylemler, topluluklar, uygarlıkla onursuz olabilir.
Birey değil. Çünkü insan onursuzluk bilincine sahip değilse, asla sahip
olmadığı bir onuru yitiremez. Ve eğer bu bilince sahipse, bu bilincin ortaya
çıkardığı korkunç yanık, balmumunun üstündeki kızgın ütü gibidir. Varlık erir,
dayanılmaz bir acının ateşiyle yeniden canlanırken, çatlar. Bu, tam anlamıyla
kafa tutan ve acısının fazlalığıyla kendini gösteren, onurun ateşidir. Bu,
gerçekten aşağılık bir eyleme ikna edilmiş olduğuma inandığım bir yanlış
anlamanın devamında, en azından, yaşamı, tam olarak ânı, hissedişimdir. Eylem
gerçekleşmemişti, ama o saniyede, onuru kırılmış olan tüm insanları anladım.” Defterler
YOKSULLUK
“Lokantacı hanım,
bıktıran dilenci kadına, ıstakoz yiyenleri göstererek: “Kendinizi bu beylerle
hanımların yerine koyun.” Defterler
“Ateşten ve yiyecekten
yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür.”
YAZ
Camus’nün politik
olmayan kitabının da adıdır. Kitap Cezayir Devrimi’nin başladığı 1954 yılında
yayımlanır.
“Kışın en soğuk
zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim.”
DENİZ
“Denizdeki akşamlar,
batan güneşten aya geçiş, yüreğimi biraz yatışmış hissettiğim biricik anlar.
Denizi hep seveceğim. O, içimdeki her şeyi, hep yatıştıracak.” Yolculuk Günlükleri
“Sular yüzeyde henüz
aydınlık, ama derin karanlıkları seziliyor. Deniz böyledir, onu bunun için
seviyorum zaten! Yaşamın çağrısı, ölüme davet.” Yolculuk Günlükleri
“Fırtınanın şiddeti ne
olursa olsun martı sevdiği denizden asla vazgeçmez.”
CAMUS VE SARTRE
Camus ve
Sartre’ın Ulusal Direniş Hareketi’yle gelişen dostlukları 1952’ye kadar sürer.
1951 yılında Başkaldıran İnsan
yayımlanır. Sartre, Les Temps
Modernes’nin Mayıs 1952 sayısı için, Francis Jeanson’a Başkaldıran İnsan’ı şiddetli bir şekilde eleştiren, “Albert Camus Ya da Başkaldıran Ruh”
başlıklı makalesini yazdırır. Bu yazı sonrası araları açılır.
Simone de
Beauvoir’ın 1954 yılında yayımlanan Mandarinler adlı romanın da bu dostluğun
bozulmasını pekiştirdiği iddia edilmektedir. Simone de Beauvoir, Mandarinler’in
bir anahtar roman olmadığını söyler: “Eleştirmenler, anahtarlı bir roman yazdığımı
söyleyerek okurları şaşırttılar. Henri Camus’ye, Dubreuilh de Sartre’a
benzemez, böyle bir karıştırma yapmak çok saçmadır,” dese de iddia hâlâ
güncelliğini korumaktadır.
Fransa'nın en
önemli edebiyat ödüllerinden olan Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü’nü de
kazanan Mandarinler romanın ilk bölümünde Henri ve Dubreuilh isimli iki
karakter vardır. İddiaya göre, Henri Perron Camus’yü, Robert Dubreuilh’ da
Sartre’ı temsil eder. (Çin satrancı Siyançi’de, vezirin iki yanında duran bekçi
taşlara da mandarin denir. Mandarin aynı zamanda ulema takımıdır) Romanın Anne
adlı kişisiyse Beauvoir’dır.
Mandarinlerin İkinci
Dünya Savaşı sonrasında Fransa’daki Ulusal Direniş Hareketini eksen alan bölümünde
direnişçiler nasıl bir politik tutum sergileyecekleri konusunda fikir
ayrılığına düşerler.
“Henri’nin
başında bulunduğu L'Espoir (Combat)
gazetesi, siyasî olarak tam bir sol ideoloji sergilemez. Dubreuilh ise,
komünist olmayan bir sol hareketin güçlenmesi için Henri’nin tarafsızlığından
vazgeçmesini ve L'Espoir gazetesini S R L partisinin yayın organı haline
getirmesini ister. Henri ilk anda Dubreuilh’in bu önerisine karşı çıkmasına
rağmen daha sonra bunu kabul eder. Gazete, parasal zorluklara rağmen yayın
hayatını devam ettirir.
Sovyetler
Birliği’nden kaçarak Fransa’ya sığınan George Peltov ile tanışırlar. Peltov’un
elinde Sovyetler Birliği’ndeki çalışma kamplarıyla ilgili belgeler ve
fotoğraflar vardır. Çalışma kamplarındaki insanların koşulları çok zordur.
Yönetim tarafından sömürülmekte ve uzun süreler çalıştırılmaktadırlar. Henri, L'Espoir’da bu belgeleri yayımlamak
istemektedir. Partiden ayrılmak pahasına, insanlık için bu yapılmalıdır.
Dubreuilh ise, bu belgeleri yayınlamanın Sovyet aleyhtarlığı olacağını, bütün
komünistleri karşılarına alacaklarını, bu işin sağcıların işine yarayacağı için
belgelerin yayımlanmasına karşı çıkar. Henri belgelerin gazetede basılmasını
sağlar ve Dubreuilh ile yolları ayrılır.”
Gerçek hayata
Sartre komünist değildir, sadece Marksistlerin çözümleyici yöntemlerini
kullanır ve onların eylem konusunda duydukları tutkuyu benimser. Marksistler,
Sartre’ın felsefesini miskinlik ve burjuvalık olarak nitelendirir. Romanla
yaşam arasındaki benzerlik Ulusal Direniş Hareketi’nin işgal sonrası
politikalarında kendini gösterir. Devrim herkes için aynı anlamı ifade etmez.
Fikir ayrılıkları ve başka sebeplerle Camus ve Sartre bir türlü uzlaşamaz.
1954 yılının 12
Aralık tarihinde Camus Defterler’e şu
notu düşer:
“Elime bir
gazete geçiyor. Unutmuş olduğum Paris komedisi. Goncourt güldürüsü. Bu kez, Aux
Mandarins (Mandarinler). Öyle görünüyor ki, bu kitabın kahramanı benim. Aslında
yazar, gerçek bir durumdan yola çıkmış (direniş hareketinden kaynaklanan bir
gazetenin yöneticisi), onun dışında her şey, düşünceler, duygular ve eylemler
uydurma. Daha da iyisi: Sartre’ın yaşamındaki kuşkulu eylemler cömertçe benim
sırtıma yüklenmiş. Bu bir yana, bir pislik. Ama kasıtlı yapılmamış bir tür
soluk alıp verirmiş gibi yapılan bir şey.
Durumum iyi. Gün
külrengi. İyice yıkanmış kubbelerin hafifçe parladığı Roma’ya yağmur yağıyor.”
(sy:143)
“Albert
Camus Ya da Başkaldıran Ruh” (*)
“Paris bir cangıldır ve oradaki yırtıcı
hayvanlar berbattır.”
Francis
Jeanson’ın makalesinde Fransa’da bütün zıt görüşlerden büyük bir övgü almış
olan Başkaldıran İnsan üslup ve
fikirleri sebebiyle eleştirilir. Başkaldıran
İnsan’ın “kötülük’ü tarih içine iyilik'i ise tarih dışına yerleştiren”
bir kitap olduğunu belirtir. Jeanson’a göre Camus, “bireysel başkaldırıdan
toplumsal başkaldırı olan devrimlere geçtiği an felsefî olmaktan çıkıp, politik
bir tavır çizmeye başlamıştır.” Camus, Sovyet devriminin sonuçlarından yola
çıkarak Marksizm’i de yargılar. Jeanson’a bu sonuçlara bakarak Marksizm’i
yargılamanın yanlış olduğunu ve Camus’nün alt yapılara inanmadığını savunur.
Camus, bu makale
üzerine Ağustos 1952’de Les Temps Modernes’de (Modern Zamanlar) “Temps Modernes Dergisi Yönetimine Mektup”
başlığıyla bir makale yazar. Muhatabı Jeanson değil, Sartre’dır. Çünkü derginin
editörü Sartre’dır ve bu makalenin Sartre tarafından yazdırıldığını savunur.
Camus’ye göre
Jeanson, Başkaldıran İnsan ’daki ana
iddiaları tartışmak yerine, kitapta bulunmayan alt yapı sorununu, yani
“devrimlerin doğuşunda ekonomik ve tarihî öğelerin rolünün” inkâr edildiğini
ileri sürmektedir. Oysa Camus, “devrimlerin ideolojik yanı üzerinde” durduğunu
ve Jeanson tarafından Başkaldıran İnsan’ın
maksatlı olarak anlaşılmak istenmediğini iddia eder. Camus, kitabın tarihi
reddetmediğini ama “yalnızca tarihi mutlak bir şey yapmaya götüren tutumu
eleştirmekte” olduğunu söyler. Camus tarihi değil, ama tarihle ilgili bir görüş
ve tutumu reddetmektedir. Camus, kendisinin eylemde bulunmayan biri olarak
nitelendirilmesine itiraz eder. Ulusal Direniş Hareketi’nin bir üyesi olduğunu
ifade eder.
Sartre’a
hitaben, “çalışma arkadaşınız [Jeanson] geceleri uykularını kaçırdığını ima
ettiği bu sömürgesel sorunların, ta yirmi yıl önce, güneşin beni tüm
alıklaştırmasına engel olduklarını bilmek zorunda değildir. Ağzından
düşürmediği Cezayirliler, savaş çıkana dek, pek de rahat olmayan bir kavgada
arkadaşımdılar benim,” der.
Camus’un göre
Jeanson, Marksist bir dogma ile hareket etmiştir. Oysa Marksizm’in iddiaları
da, kendisi de bir üst yapı olduğu için tartışılmalıdır. Marksist devrimin
sonucu olan, Sovyetler Birliği’ndeki toplam kamplarından, oradaki sömürücü
düzenden söz etmemiştir.
Marksizmi
Jeanson gibi savunmak ile varoluşçuluk arasında bir zıtlık vardır. Marksizm,
tarihin zorunlu diyalektik gelişmesinde görülebilir bir son aşama bulur.
Jeanson’ın bunu “kabullenmesiyle, savunuculuğunu yaptığı varoluşçuluk da
temelinden sarsılacaktır” Marksizm’in tarih görüşünü benimsemek, başkaldırmayı
reddetmek, “varoluşsal özgürlüğün ve serüvenin de yadsınması olacaktır.” Bütün
bunlar ise sadece ve sadece nihilizme kapı açacaktır.
Ardından Sartre
Camus’ye bir cevap verir. Sartre, toplama kampları sorununa ilgisiz kalmadığını
dile getirir. “Komünistlerin Camus’den şikâyetçi
olmadıklarını ama kendisinden neden nefret ettiklerini,” sorar.
Sartre,
Camus’nün, varoluşçuluğun özgürlük anlayışıyla Marksist tarih anlayışının
çelişkili oldukları konusundaki düşüncesini de, “siz-(...) hemcinslerime ilkin
cennetten çıkma bir özgürlük bağışlayıp sonra da onları çarçabuk zincire
vurduğuma inanmışsınız. Bundan öylesine uzağım ki, çevremde daha önceden
tutsaklaşmış ve kendilerini doğuştan gelen tutsaklığın elinden kurtarmaya
çalışan özgürlükler görüyorum yalnız. Bugünkü özgürlüğümüz, özgür olabilmek
üzere girişilmiş savaşın özgürce seçiminden başka bir şey değil,” diyerek
reddeder.
Sartre’a göre
Camus kendisini Sisiphe örneğinde olduğu gibi mahkûm etmiştir. Camus, ölüme ve
kötülüğe karşı başkaldırırken, olmayan bir Tanrı’yı suçlamaktadır. Hâlbuki
burada suçlanacak olan, toplumsal koşullar olmalıdır. Çünkü Sartre’a göre, babası ölen bir çocuk,
babası “işsiz ya da yapı işçisi ise, insanları suçluyordu.” Burada başkaldırı
hedef değiştirmiştir. Zira insanın düşmanı Tanrı değil, insandır. Sartre’a göre
Camus, tarihi haksız görmekte ama “onun akışını yorumlamaktansa, orada yeni bir
“saçmalık” bulmaktadır. Bunun sebebi ise, Camus’ün tarihe cehennemden baktığı
için oraya bir anlam ve amaç verememesidir. Oysa Sartre’a göre yapılması
gereken, tarihe bir amaç vermektir. “Söz konusu olan şey, tarihin bir anlamı
bulunup bulunmadığını ve bizim ona katılma lütfunu gösterip göstermeyeceğimiz
değil, tepeden tırnağa tarih içinde bulunduğumuza göre, ne denli zayıf olursa
olsun, bizden yardım bekleyen her somut eyleme yardımımızı esirgemeyerek,
tarihe, bize en iyi gelen anlamı kazandırmaya çalışmaktır.”
Tarihe herhangi
bir anlam kazandırmaya çalışmayan Camus, Başkaldıran İnsan adlı eseriyle,
Sartre’a göre “yalnızca soyutlaşmış bir başkaldıran insan,” dır.
Camus/Sartre
kavgası daha çok siyasî ve ideolojik olarak görülmekte ve Başkaldıran İnsan’da dile getirilen Marksist devrimin eleştirilmesi
konusu, tartışmanın özünü oluşturmaktadır. Felsefî bir boyutu yoktur.
Camus ile Sartre
her ne kadar kavgalı olsalar da Sartre Camus’nün ölümünden sonra oldukça
duygusal bir yazı yazar. Camus’den,
“Çağımızda ve tarih karşısında yapıtları Fransız edebiyatında belki de
en ilginç olan uzun ahlâkçılar zincirinin günümüzdeki mirasçısını temsil
ediyordu,” diyerek övgüyle bahseder. Camus’nün ölümünden duyduğu üzüntüyü de,
“bu ölümün, kendine özgü bir rezaleti var, insancıl olmayanın insanlık düzenini
ortadan kaldırması bu,” sözleriyle ifade eder.
Camus, Defterler’e;
“52 Eylülü: M.Z. (….) ile polemik. “Arts” “Carrefour” “Rivarol”ün saldırıları.
Paris bir cangıldır ve oradaki yırtıcı hayvanlar berbattır,” yazar.
Arts Dergisi’nde de Jacques Peuchmaurd’un
“André Breton’dan
sonra Sartre başkaldırıyor. Camus, kuşağının Duhamel’i olabilir mi? başlıklı
yazısı yayımlanır.
“Alçaklıklar.
Onun tek özrü, korkunç dönemin içindedir. Onların benliğindeki bir şeyler,
sonuç olarak köleliğe can atıyor. Onlar, köleliğe, düşüncelerle dolu dolu,
birkaç soylu yoldan gitmeyi düşlediler. Ama köleliğe doğru giden, krallara
yaraşır bir yol yoktur. Aldatmaca, hakaret, kardeşini ihbar vardır. Ondan
sonra, otuz dinarlık hava.” (Otuz Dinar:
İsa’yı Romalılara teslim ettiği için Yahuda’nın aldığı paradır.)
Wanda
Kozakiewicz (*)
“
Bir trençkot, bir süveter, ya da bağrı açık bir gömlek, bir takım elbise… Ne
giyerse giysin, sigara dudaklarının arasında yavaşça sallanıyordu. Nereden bakarsanız
bakın ideal bir surat vardı: Çocuksu, yakışıklı; fakat aşırı yakışıklı değil,
ince, sert, yoğun ve alçakgönüllü bir ifade. İnsan bu adamı tanımak isterdi.”
Susan Sontag
|
Sartre ise Camus’nün
tam tersi özelliklere sahiptir. Tembel gözlü, kel, şişman… Buna rağmen Camus
sahneye çıkana dek Sartre istediği tüm kadınları ayartabiliyordu. Oysa
Camus’nün gelişi Sartre’ı çileden çıkarttı. Simone de Beauvoir’un dahi Camus’ye
ilgi duyduğu söylenir. Bunun yanı sıra Sartre oldukça varlıklı bir aileden
geliyordu. Camus’nün aksine École Normale Supérieure’u bitirmişti. Aralarında
eğitimsel bir sınıf farkı da vardı. Tüm bunların yanı sıra bu iki iflah olmaz
çapkının Wanda Kozakiewicz yüzünden darıldıklarını söylenir:
Andy Martin, “The Boxer
and the Goalkeeper” adlı kitabında Sartre ve Camus’nün yoldaşlıklarını ve
yollarını ayırma sürecini inceler. Martin’e göre Sartre’ı cinsel ezikliklerini
kapamak için felsefeye bel bağlayan biri olarak tanımlarken Camus’nün tam bir
zampara –Don Juan- olduğunu savunur. Anlatıldığına göre Sartre Wanda ile
ilişkisi uzun süre önce başlamıştır. Sartre Wanda’nın ablası Olga’ya ilgi
duymaktadır. Olga Sartre’a hiçbir zaman yüz vermez ama açık kapı bırakmayı da
ihmal etmez. (Sartre’nin birçok kitabında ve oyununda Olga’ya rastlanır.) Olga,
Sartre’ın ulaşılmaz arzu nesnesi haline gelir. 1937’de Olga’nın kardeşi Wanda
Paris’e geldiğinde Sartre Wanda’yı da ayartmak ister. Wanda’ya Sinekler
oyununda bir rol verir. İyi gitmese de Wanda ile ilişkileri olur. Tam bu sırada
Camus sahneye girer ve Wanda’yı baştan çıkarır. Sartre, Wanda’nın Camus’ye olan
ilgisini ömrü boyunca kıskanır. Wanda’yı varoluşçu özgürlüğün sınanması olarak
görür. Wanda’nın elinden kayıp gitmesi onu çıldırtır.
Jean
Paul Sartre (*)
Camus’yü öldüren
kazadan sonra Sartre Camus için aşağıdaki metni yazar. Her ne kadar aralarında
anlaşmazlık olsa da Sartre Camus’nün ölümünü derin bir üzüntüyle yaşar:
“Altı ay önce,
dün bile, “Ne yapacak?” diye soruluyordu. Saygı duymak gereken karşıtlıklarla
yaralanmış bir halde, geçici bir süre için sessizliği seçmişti. Ama, ağır ağır
geçen ve seçtiğine bağlı kalan ender insanlardan olduğu için, sessizliğin sonu
beklenebilirdi. Bir gün konuşacaktı. Söyleyecekleri üzerinde tahminde bulunmak
yürekliliğini bile bile göze alamayacaktık. Ama, hepimiz gibi, yeryüzü ile
birlikte değiştiğini düşünüyorduk: varlığının canlı kalmasına yetiyordu bu.
Dargındık;
dargınlık -hiç görüşmeyecek bile olsak- bir şey değil; olsa olsa, içinde
bulunduğumuz dar, küçük dünyada, birbirimizi gözden kaçırmadan ve birlikte
yaşamak bir çeşit. Bu, onu düşünmeme, okuduğu bir kitap sayfası ya da gazete
üzerindeki bakışını duymama ve kendi kendime “Ne diyor? Şu anda ne diyor?”
dememe engel değildi.
Olaylara ve
içinde bulunduğum ruhsal duruma göre, bazen çok sıkıntılı, bazen çok acı olarak
yargıladığım sessizliği; ısı ya da ışık gibi, her günün niteliği idi,
insancıldı. Kitaplarının -özellikle, belki en güzeli ve en az anlaşılanı olan
Düşüş’ün- tanıttığı düşüncelerinin, yanında ya da karşısında olunuyor, ama her
zaman onlarla birlikte yaşanıyordu. Kültürümüzün belirli bir serüveni idi bu:
dönemleri ve sonucu bulunmaya çalışılan bir davranıştı.
Çağımızda ve
tarih karşısında yaptıkları Fransız Edebiyatı’nda belki ilginç olan uzun
ahlakçılar zincirinin günümüzdeki mirasçısını temsil diyordu. İnsatçı, dar ve
saf, duygulu ve sert insancıllığı, çağımızın biçimsiz ve toplu olayları ile,
sonucu şüpheli bir savaşa girmişti. Ama, bunun yanında da reddetmedeki
inatçılığı ile, çağımızın ortasında, gerçeğin altınlarına ve Makyavelcilere
karşı, ahlakın varlığını savunuyordu.
Bir yıkılmaz
deyimleme, savunma olduğu söylenebilirdi. Ne değin az okunur, ne değin az
düşünülürse düşünülsün, avucunda sıkı sıkıya sakladığı insancıl değerlerle
karşı karşıya kalınıyordu: siyasal davranış sorununu ortaya koyuyordu ortaya
örneğin. Ya yanından kıvrılıp gitmek, ya da savaşa girişmek gerekiyordu: tek
kelime ile, düşünce hayatını yapan gerilim için kaçınılmazdı. Son yıllarda,
sessizliğinin bile olumlu bir yönü vardı; uyumsuzun bu Descartesçısı, ahlakın güvenli
toprağını bırakıp, uygulamanın sonucu belirsiz yollarına sürüklenmeyi
reddediyordu. Fark ediyorduk bunu; sessizliği seçtiği sorunların ne olduğunu da
seziyorduk: çünkü ahlak, yalnız başına ele alınırsa, hem devrim yapılmasını
gerektirir, hem de suçlar onu.
Bekliyorduk;
beklemek gerekti, bilmek gerekti: sonunda ne yapar, neye karar verirse versin
Camus kültür alanımızın belli başlı kuvvetlerinden biri olmakta, çağın ve
Fransa’nın tarihini kendince temsilde devam edecekti. Ama konuşsa idi, belki
gittiği yolu öğrenecek ve anlayacaktık. Her şeyi yapmıştı -bütün bir eser- ve
her zaman olduğu gibi, her şey ortada idi. Kendisi de söylüyordu: “Eserimi
bundan sonra yapacağım”. Bitti artık. Bu ölümün, kendine özgü bir rezaleti var;
insancıl olmayanın, insanlık düzenini ortadan kaldırması bu.
İnsanlık düzeni,
bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada, açlıktan
öldürülür; ne var ki, insanlarca kurulmuştur, onlarca ayakta tutulmakta ve
savaşı yapılmaktadır. Bu düzende Camus’nün yaşaması gerekti; ilerleyen bu adam,
bizim sorunumuzu ortaya koyuyordu; kendisi de karşılığını arayan bir sorundu;
bizler için, kendisi için, düzeni kuran ve reddeden insanlar için uzun bir
hayatın ortasında yaşıyordu; sessizlikten çıkması, karar vermesi ve sonuca bağlaması
önemli idi. Yaşlanıp ölenler vardır; hep ertelenmiş olup, yaşantılarının
anlamı, yaşantının anlamı değişmeden ölebilecekler vardır. Ama bizim gibi
kararsız, şaşkın olanlar için, en iyilerimizin karanlık geçidin sonuna
gelmeleri gerekir. Bir yapıtın nitelikleri ve tarihsel bir anın koşulları, çok
ender olarak, bir yazarın yaşamasını bu kadar açıkça gerektirmiştir.
Camus’yü öldüren
kazaya, rezalettir diyorum; çünkü bu kaza, insancıl dünyada, en derin
gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor. Camus, yirmi yaşında iken,
ansızın kapıldığı, yaşantısını altüst eden bir hastalıkla, uyumsuzu –insanın
budalaca yokluğunu- buldu. Alıştı buna, dayanılmaz koşulunu düşündü ve
kendisini kurtardı. Bu iyileşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarıdan gelen bir
ölümle çiğnendiğine göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeği söylediği
zannedilebilir. Buna göre uyumsuzluk, ne kimsenin ona, ne de onun kimseye
sorduğu sorudur; sessizlik bile denemeyecek, hiçbir şey olmayan bir
sessizliktir.
Böyle olduğunu
zannetmiyorum. İnsancıl olmayan, kendini belli eder etmez insanın bir bölümü
olur. Durmuş her yaşantı, -bu değin genç bir adamınki bile olsa- hem kırılan
bir plak, hem de bütün bir hayattır. Bu ölümde, onu sevmiş olanlar için,
dayanılmaz bir uyumsuzluk vardır. Gene de bu parçalanmış yapıtı, bütün bir
yapıt olarak görmeyi öğrenmek gerekir. Camus’nün insancıllığında, kendisini
ansızın alıp götüren ölüme karşı insancıl bir davranış bulunduğu, onurlu
mutluluk araştırmasının, ölmenin insanlık dışı gerekliliğini içine aldığı ve
zorunlulaştırdığı ölçüde, bu eserde ve bu eserden ayrılamayacak olan yaşantıda,
gelecekteki ölümüne karşı varlığının her anını kuşatmak isteyen bir insanın saf
ve başarılı girişimini bulacağız.”
FRANSA VE
CEZAYİR
Kuzey
Afrika’nın en büyük ülkesi olan Cezayir’de bilinen en eski halk göçebe Berberi
kabileleridir. M.Ö. 814-813 yıllarında
Kartaca’lıların istilasından sonra gelişerek bilhassa kıyı ticaretinin önemli
bir merkezi olmuştur. Bir dönem Numidia adıyla Roma İmparatorluğu’nun bir
eyaleti haline gelmiştir. Halkın Hıristiyanlığı kabul etmeleri bu tarihlere
dayanır. Araplar M.S. 7.yüzyılda bölgeye girmiş, Abdullah bin Ebu Serh
tarafından burası fethedilmiştir. Arapların istilası donrası İslamiyet
yayılmıştır. Cezayir’in hâlâ resmi dili Arapça’dır. Cezayir 16.yüzyılda Osmanlı
idaresine girmiş ve 19.yüzyıla kadar komşu Akdeniz bölgeleri için önemli bir
tehdit oluşturmuştur.
1830
senesinden itibaren Fransızlar, deniz ve kara kuvvetleriyle uzun süren
savaşlardan sonra ülkeyi işgal etmiş ve sömürge idaresi kurmuşlardır. Fransa
İkinci Dünya Savaşı’nda Cezayir’i mukavemet merkezi olarak kullanmıştır,
yaklaşık üç yüz bin Cezayir’li Fransız ordusu tarafından askere alınmıştır.
Bağımsızlık sözü verilen Cezayir’liler savaşta Fransa için savaşmışlardır.
Ancak savaş Cezayir bağımsızlığını talep ettiğinde Fransa tarafından kabul
edilmemiştir, halk ayaklanmaları çıkmış ve Fransız Hükümeti tarafından
bastırılmıştır. 8 Mayıs 1945’de Cezayir’de on binlerce kişi öldürülmüştür.
Cezayir’de
halkın Fransız vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olması için çalışma
yürütülmüş, bu sorunları gidermek için Blum- Violette projesi oluşturulmuş
olmasına rağmen Fransız Hükümeti tarafından onaylanmamıştır. 1948 de Fransa
buranın sömürge değil, Fransa toprakları olduğunu ilan etmiştir. Bu ilana
rağmen burayı bir sömürge olarak idare etmeye çalışmışlar ve Cezayir halkına
Fransızlarla eşit haklar tanımamışlardır. 1950 yılından sonra Fransa’ya karşı
teşkilatlanmaya başlayan halk, sekiz yıl süren kanlı ve sert savaştan sonra
1962 yılında Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan
etmiştir.
Fransa’nın
Cezayir topraklarında yaptıkları katliamlar sonucu yaklaşık bir milyon beş yüz
bin kişinin öldürüldüğü söylenmektedir. Fransa’nın Cezayir’de soykırım yaptığını kabul etmesi
istenmektedir.
Cezayir’in
bağımsızlık savaşında Camus’nün tutumuyla ilgili birçok eleştiri yapılır.
Camus 1957 yılında Nobel Ödülü konuşmasında bu tartışmada
tarafını açıklar:
“Terörü
hep kınadım. Ayrıca, örneğin Cezayir’in sokaklarında körü körüne
gerçekleştirilen ve bir gün annemi ya da ailemi de vurabilecek olan bir
terörizmi de kınamak zorundayım. Adalete inanırım ama adaletten önce annemi
korurum.”
ÜÇ ABSÜRD
Üçüncü
katmandan önce: “zamanımızın bir kahramanı”nın öyküleri. Yargı ve sürgün
teması.
Üçüncü katman, aşk
olacaktır. İlk Adam, Don Faust. Nemesis
söyleni. Defterler 3
ABSÜRD
“ÜÇ ABSÜRD
TAMAMLANDI”
21
Şubat1941 Defterler
Varoluşçuluğun
öncüllerinden sayılan Danimarkalı Filozof Soren Aabye Kierkegaard,
19.yüzyılda “absürd” kavramını ilk
olarak ortaya koyan kişi sayılır. Kierkegaard’ın yaklaşımında “saçma” ile baş etmenin yolu endişe ve inanca
yönelmesini savunurken, Camus onurlu ve bireysel bir başkaldırıyı benimser.
1940 Camus’nün
hayatında oldukça önemli bir yıldır. İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri Avrupa’da
kendisini iyice gösterir. Camus Paris’te tek başına, yoksulluk, yalnızlık ve
ağır bir depresyonla mücadele etmektedir. Bu karanlık zamanlar felsefesinin
önemli bir noktası olan duran absürd’ün
de tanımlanmasını sağlayacaktır. Yabancı, Sisifos Söyleni ve Caligula üzerinde
çalışır.
YABANCI
“Anam
ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum,” diye başlar Yabancı. Romanın baş karakteri Meursault
kayıtsızlık içindedir. Cenazede sıcaktan rahatsız olmak dışında hiçbir duygusal
tepki vermez. Marie Cardona –Camus’nün büyükannesinin ismi- ile tanışır. (Marie
Cardona güzelliği, sevecenliği, ışıl ışıl bakan gözleri ve güneşten yanmış
teniyle, Dünyanın Ucundaki Ev’de birlikte yaşadığı Christiane Galindo’yu
hatırlatır. Camus’nün bu aşkı unutması da zaman almıştır.)
Marie, “Beni seviyor musun?” diye sorduğunda, “Bu anlamsız bir şey, ama sanırım
sevmiyorum,” der. Marie, Meursault ile evlenmek ister. Meursault kabul
eder, her şeye karşı tuhaf bir duyarsızlık içindedir genç adam. Tavırlarında anlaşılamaz bir yan vardır.
Meursault, Marie,
arkadaşı Raymond Sintes (Sintès, Camus’nün annesinin evlenmeden kızlık
soyadıdır.) ve onun kız arkadaşıyla birlikte kumsala (Camus’nün çocukluğunda
Étienne Dayı ile hafta sonunu geçirdiği Sablettes Plajı) gider. Raymond, kız arkadaşını dövdüğünde
Meursault tepkisizliğini korur. Raymond ile dışarı çıkar ve bilardo oynar.
Bir başka kumsal
gezisinde Raymond belalısı birkaç Arapla (fellah) tartışır, ancak olaylar
yatışır. Daha sonra Meursault geri döndüğünde Araplardan biriyle tekrar
karşılaşır. Adam Meursault’a bıçak çekince, güneş ışıkları Meursault’un
gözlerini kamaştırır ve Meursault Arabı öldürür. Önce bir kez, sonra da dört
kez ateş eder. Amaçsız bir cinayettir bu. Bu amaçsızlık, anlamsız bir dünyayı
ifade eder.
Fransa sömürgesi
altındaki Cezayir’de yönetimin ırkçı yaklaşımları sebebiyle bir fellahı
öldürmenin suçu ancak birkaç yıl hapis yatması olması gerekirken Meursault
idamla cezalandırılır. Romanın ilk bölümünde Meursault’un yaptığı her hareket,
mahkeme sürecinde kendisine karşı kullanılır. Annesinin cenazesinde ağlamaması
dâhi mahkemede dile getirilir. Savcı, Meursault’u için, “Ruhu üzerine eğildim, sayın jüri üyeleri, ama bir şey bulamadım,”
der.
“Bari pişmanlık
gösterseydi. Ama ne gezer, baylar! Sorgu sırasında bu adam bir kerecik olsun o
iğrenç cinayetinden üzülmüş görünmemiştir.”
Mahkeme başkanı, “Fransız ulusu adına, bir meydanlıkta
başının kesileceğini,” söyler. “Diyecek
bir şeyiniz var mı?” diye sorar başkan. Meursault, düşünür ve kendi ölüm
kararına bile yabancı durarak, “Hayır,”
cevabını verir. Ancak gözlerini bir an olsun bile Marie’nin göğüslerinden alamaz.
Aslında Meursault,
amaçsız, umursamaz, duyarsız biri değildir. Kendisine ve topluma bir
“yabancı/röntgenci” gibi bakar sadece.
Meursault ölümü beklemeye başlar. Hapishanede ziyaretine gelen Papazın
günah çıkarma davetini reddeder. Papaza hakaret eder ve duasını istemediğini
söyler:
“Cübbesinin
yakasına yapışmıştım. İçimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını
üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi?
Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile
değmezdi. Yaşadığından emin bile değildi, bir ölü gibi yaşıyordu. Bense ellerim
bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim ve gelmekten olan
ölümden emindim. Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama, hiç değilse bu
gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. Daha önce de, bu anda da haklı
olan bendim ve her zaman da haklı olmuştum.” (Yabancı, Can Yayınları sy:115)
Camus, her şeye rağmen
yaşamdan yana bir duruş sergiler. Hayatın saçma, haksızlığın keskin, hiçbir
şeyi mantıksal bir temele dayatmanın mümkün olmadığı ve ne olursa olsun ölecek
olmamıza rağmen yaşamı seçmek gerektiğini savunur.
Sartre, Yabancı’yı “absürdle ilgili ve absürde karşı,” bir roman olarak görür ve bunu
çeşiti yazılarında belirtir. Bazı eleştirmenler Camus’nün bohem bireyciliğini eksiklik olarak görürler.
Roland Barthes, Yabancı’yı “Güneşsel Roman” olarak
niteler. Tüm kitapta güneş sürekli biçim değiştirerek romanın odağına yerleşir.
Yabancı birçok esere de esin kaynağı
olmuştur:
The Cure’un Killing an
Arab’ı Yabancı romanının kısa ve
şiirsel bir özetidir.
A Perfect Circle
grubunun A Stranger şarkısının sözleri yine romana bir gönderme yapar. Bir çok
filmde karakterlerin elinde “Yabancı” kitabı vardır: "Talladega Nights:
The Ballad of Ricky Bobby", "Jarhead", "Jacob's
Ladder","Life of Pi…"
Luchino Visconti'nin Lo
Straniero filmi, 2001'de Zeki
Demirkubuz'un çektiği Yazgı, bu kitaptan esinlenmiştir. Steve Gerber,
"Howard the Duck" eserinde karakterinin mizah anlayışını Mersault'a
borçlu olduğunu söylemiştir.
SİSİFOS
SÖYLENİ
“Neden
çok sevmek için ender olarak sevmek gereksin ki?”
İsmini Yunan
mitolojisinin ünlü kahramanı Sisifos’tan alan kitap 1942 yılında Gallimard
Yayınevi tarafından “Le Mythe de Sisyphe”
adıyla yayımlanır. Bu denemesinde Camus, yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmanın
başka bir deyişle uyumsuzun izini sürer.
Kral Sisifos Homeros`a
göre ölümlülerin en bilgesi ve en uyanığıdır. Ölümü’de zincire vuran Sisifos,
Tanrıları kızdırdığı için sonsuza dek, büyük bir kayayı tepenin en yüksek
noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilen bir yeraltı işçisi olur. Taşı tepeye
çıkardığında, taş yeniden aşağı yuvarlanır, Sisifos her seferinde taşın aşağı
düşüşünü izler ve sonra aşağı inip taşı tekrar yukarı çıkarır.
Camus için Sisifos,
absürd kahramana örnek teşkil eder. Sisifos’un düşeceğini bile bile taşı
çıkarmaya gayreti, varoluşun anlamsızlığıyla yüzleşmeye ve kabul etmeye
yöneltir. Bir Tanrıdan ya da başka hiçbir şeyden medet ummadan yaşama bağlanma
güdüsünü arar Camus.
Deneme’nin yazıldığı
dönemde savaş devam etmektedir, insanlar derin ruhsal krizler, büyük bir
ümitsizlik içindedir. İntihar oranı artmıştır. Yirminci Yüzyıl Korku Çağı’dır. Camus’de sık sık kendini
öldürmeyi düşünse bile, bununla başa çıkmanın yollarını arar. Absürdü “bir bireyle, içinde tipik yaşama
alışkanlığının sorgulandığı dünya arasındaki belli bir yüzleşme,” olarak
görür. Bu yüzleşmeyle yaşamı yaşanır kılar.
“İnsan, varoluşundaki
anlamsızlığın, saçmanın bilincinde olduğu halde neden intihara kalkışmaz?”
sorusuna cevap arar. Camus, Varoluşçu Felsefe’ye karşı duran meydan okumasında;
“yaşamı daha dolu bir şekilde yaşamak
gerektiğini,” savunur. Bu ancak absürdü ayakta tutarak sağlanabilir. Açıkça
ifade etmese de bu yöntemin, “mantıkla sezgi
arasında bir yerde” olduğunu düşünmektedir. İntihar ancak bir teslim
oluştur ve insan yaşamına bir kutsallık yükler.
Sisifos
Söyleni birçok açıdan varoluşçu bir eserdir. Bir başka
açıdan bakıldığında Sisifos, Almanya ve Sovyetler Birliği’ndeki toplama
kamplarından kurtulan insanların yılmak bitmeyen iradesini anlatır.
Mutluluğa ulaşmak
gerektiğini savunur, “Sisifos’u mutlu hayal etmeli,” der.
Bazı
Bilgiler:
Camus Sisifos
Söyleni’ni dostu Pascal Pia’ya ithaf eder.
Camus kitabında
Dostoyevski'nin Ecinniler romanındaki Kirilov karakteri ve Don Juan’ın erdemi
üzerinden de tespitler yapar.
Şarkıcı, besteci Nick
Drake 1974’te aşırı antidepresan alarak ölür. Bu ölümün intihar sayılmasındaki
en önemli etkenlerden biri başucunda Camus`nün Sisifos Söyleni adlı eserinin bulunmasıdır.
CALİGULA
“İnsanlar
ölüyor ve mutlu değiller.”
Camus, politikada aktif
oldu kadar tiyatroyla da ilgilidir. 1935 yılında kurduğu Théâtre du Travail ile
teatral yaratıma adım atar. 1938 ile 1949 yılları arasında oyunlar yazar, 1953
ile 1959 yıları arasında önemli eserleri tiyatroya uygular. Caligula daha önce
yazılmasına rağmen ancak 1944 Mayısı’nda yayımlanabilir. Aynı yıl sahnelenir.
Caligula oyunu
Suetonius’tan uyarlanmıştır. Roma İmparatoru Caligula’nın zorbalığı ekseninde
gücünü nasıl kullandığını anlatır. Caligula’yı Mussolini, Hitler ve Stalin’in hükümdarlığını
hatırlayarak okumak eserin daha iyi anlamayı sağlar.
Caligula tahta çıktığı
zaman, halkının hayranlığını kazanır, çalışkan ve yenilikçidir. Ancak
kızkardeşi Durcilla’nın ölümüyle değişir. Ölümlülüğünün farkına varır.
“Benliğini bir horgörü ve imkansıza karşı
bir arzu hissi kaplar.” Ölüm onu varoluşun absürdlüğü ile yüzleştirir.
Varoluşun lüzumsuz
karakterini gözler önüne sermek için tüm gücünü kullanacaktır. Suçluluk ve
masumiyeti gerçeklikten koparacaktır. Tüm halkına, “Bir insanın ölmek için
herhangi bir şey yapmış olması gerekmediğini,” gösterecektir. Gelenekleri ve
geçmişi ortadan kaldırmak ister. Yeni bir düzen oluşturur, erdem ancak Ulusal
Genelev’e gittikçe kazanılır. Totaliterlik Caligula karakteriyle betimlenir.
"Zannederiz
ki insan, sevdiği kişi öldüğü için acı çeker. Oysa asıl üzüntüsü bundan çok daha
az önemsizdir: En büyük kederin bile uzun sürmeyeceğinin farkına varmaktır asıl
dert. Acının kendisi bile anlamdan yoksundur."
Bir absürdist olup
olmadığı hakkında da şunları söyler:
"Absürd
kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf
ediyorum. Absürd`ü Sisifos Söyleni`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin
değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa
edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya
çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın
absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı
yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."
BAŞKALDIRAN
İNSAN
sırf varoluşun bile bir başkaldırıdır.”
Camus 26 Ekim 1951 tarihinde
René Char’a aşağıdaki mektubu yazar.
Sevgili René (*)
Şu an ‘’Başkaldıran İnsan’’ kitabını aldığınızı düşünüyorum. Kitabın çıkısı
baskı sorunlarından dolayı biraz gecikmeli oldu. Doğal olarak, sizin gelişinize
daha güzel bir kopyasını ayırdım. Kitap piyasaya çıkmadan önce bile ‘’Les cahier du sud’’ kitabında
yayınlanan Lautréamont ile alakalı sayfalar Breton gibi aşağılıkların budalaca
ve naif tepkilerine yol açtı. Kesinlikle bu okulla bitmeyecekti. Ben de farklı
bir ses tonuyla sadece kitabin yayınlanmasını riske atacak Breton’un asılsız
iddialarına cevap verdim. Bunlar gördüğünüz gibi Paris’in çok anlamsız ve
yorucu gündeminden
haberdar olmanız içindi.
Maalesef gittikçe bunları
daha çok hissediyorum. Bu kitabin dışlanması beni tuhaf bir depresyon haline soktu,
«boşlukta». Ve sonra yalnızlık... Bunu size öğretecek değilim. Sizinle son
görüşmemizi düşündüm, sizi, size yardım etme arzumu. Sizde dünyayı yücelten şey
var. Siz ve biz sadece dayanak noktamızı arıyoruz. En azından şunu bilin ki bu
arayışta yalnız değilsiniz. Sizin belki de yanlış bildiğiniz şey, sizi sevenler
için hangi noktada bir ihtiyaç olduğunuz ve sizsiz onlar için hiçbir şeyin
değeri olmadığıdır. Ben öncelikle kendime sesleniyorum. Doğrusu bu şimdiye
kadar acıyı hissetmediğim tek yüz.
Yaşamın acılarından
bahsedilir. Fakat bu doğru değildir; bunlar söylenenlerin yaşanmamasının
acılarıdır. Ve bu gölgeler dünyasında
nasıl yaşanır ki? Siz ve saygı duyduğum canımın içi iki üç dost olmadan? Bunu
size yeterince söylemedim herhâlde ama sizi özlüyorum ve size karşı kendimi
çaresiz hissediyorum. Günümüzde böyle gerçek dostluk fırsatları zor bulunuyor
ve insanlar bu konuda çok sıkılgan. Herkes arkadaşının kendinden daha güçlü
olduğuna inanmalıdır, bizim gücümüz sadakatimizdir. Bu demektir ki sadakatimiz
dostlarımızadır ve eğer dostlarımız bizi yoksun bırakırsa, sadakatimiz de
yoksun bırakır. Bu yüzden sevgili Rene kendinizden ve eşsiz eserinizden kuşku
duymamalısınız; bu, bizden ve bizi yücelten her şeyden şüphe etmek olacaktır.
Bu mücadele asla bitmeyecek (bazen kendimi cok yorgun hissediyorum), bu hassas
denge bizi birleştiriyor. En kötüsü ise yalnız ve horlanmış olarak ölmek. Ve
bütün yaptıklarınız horlamanın da ötesindedir.
Neyse hemen gelin. Lagnes’ın
Sorgue’nun sonbaharı ve Atride’lerin toprakları gibi özlüyorum sizi. Artık kış
geldi ve Paris’in gökyüzü karardı bile. Güneşli havaları biriktirin ve bizimle
paylaşın.
A.C
Sevgilerimle
Mathieu, Roux ve herkese
dostluklar...
WILLIAM FAULKNER
Kendini
Sorgulayan Ruh – Parıldayış (*)
Öncelikle bir mucit. William Faulkner Camus’yü böyle görür. Amerikalı yazara göre,
bu yaratıcı araştırma, Fransız meslektaşının ortaya serdiği ateizmin çerçevesini
çizmektir. Onun barış içinde öldüğü sonucuna varır.
Camus, absürd bir dünyada doğmuş insanın tek
gerçekçi rolünün yaşamak, kendi yaşamı, başkaldırısı ve özgürlüğü hakkında
bilinçlenmek olduğunu söylüyordu. Eğer insanın ikileminin tek çözümü ölümse, o
halde yanlış yoldayız diyordu. Doğru yol, insanı yaşama ve güneşin aydınlığına
götüren yoldur. Hiç durmadan umursamazlığa katlanılamaz.
Bu
aynı zamanda başkaldırıdır. Hakikaten de, aralıksız olarak umursamazlığa
katlanmayı reddetti. Yalnızca ölüme götüren bir yolu takip etmeyi reddetti.
Onun tuttuğu yol güneşin aydınlığına götürüyordu: zira kırılgan gücümüze ve
absürd gereçlerimize, biz var etmeden evvel yaşamda var olmayan bir şey
yaratmayı getiriyordu. Şöyle diyordu: “Ölümün bir başka yaşama açıldığına inanmayı
sevmiyorum. Benim için, bu kapalı bir kapıdır.” İnanmaya çalıştığı şey
budur. Ama oraya ulaşamaz. Bütün sanatçılar gibi, tüm yaşamını, yalnızca
Tanrının bildiği cevapları kendinde aramak ve kendinden talep etmekle geçirdi;
Nobel için gösterildiğinde ona Stockholm’de şöyle bir telgraf çektim: “Sürekli aranan ve sorgulanan ruh
selamlanıyor .” Eğer Tanrıya inanmak istemiyor idiyse, neden o halde
vazgeçmedi?
Ağaca
çarptığı anda bile, kendini aramayı ve sorgulamayı sürdürüyordu. Bu andaki gürültüde
cevabı bulduğuna inanmıyorum. Cevapların bulunabileceğine inanmıyorum ama bu
cevapları bulabilmek için, hiç durmadan ve kesintisizce, absürdlüğe bazı zayıf
iştiraklerin olması gerekmektedir. Aynı
çağda böylesi bir şey pek yoktu. Ancak yine de bazı iştirakler söz konusuydu ve
bu bizi her şeyden kurtarmak için yeterli olacaktır.
Henüz
çok genç olduğu ve buna ulaşmak için yeterli zamanının olmadığı söylenecektir.
Ancak mesele ne kadar zaman veya ne miktarda meselesi değildir, basitçe
şudur: Nasıl? Onun için kapı
kapandığında, tüm sanatçıların yazmayı umut ettikleri şeyi zaten yazmıştı;
yaşama, bilinci ve ölümden nefreti getirmişti: “Ben oradaydım.” Devam ediyordu. Belki de bu parlayan anda, sonuca
gittiğini biliyordu. Daha fazla ne isteyebilirdi?
(*)Le Monde (Septembre –Novembre 2013)
Une Vie, Une Oeuvre Albert Camus
DÜŞÜŞ (La Chute)
“Evet, bu dünyada savaş yapılabilir, aşk taklit edilebilir, hemcinsine
işkence yapılabilir, gazetelerde boy gösterilebilir ya da yalnızca örgü örerken
komşu çekiştirilebilir. Ama bazı hallerde, devam etmek, yalnızca devam etmek
insanüstü bir şeydir.”
Resim: Ruşan
Yazdanoğlu
Camus’nün üçüncü
katmanına geçmeden önce “zamanımızın bir kahramanı”nın öyküsü olarak
tasarladığı Düşüş, Sürgün ve Krallık’a dâhil edilmek üzere
hazırlanmasına rağmen, 1956 yılında bağımsız bir eser olarak yayımlanır. Kitap
kısa süre içinde Veba kadar büyük bir
yankı uyandırır. Düşüş, Camus’nün
eserleri arasında en güzeli ve en gizemlisi kabul edilir.
Jean-Baptiste
Clamence, Amsterdam’ın denizci barı olan Mexico-City’de öykü boyunca kim olduğu
belirsiz bir muhatabıyla sohbete başlar. Bir haberi sunmak üzere hiç ara
vermeksizin itiraflarını dillendirir. Böylece roman yüz sayfa sürecek bir
monoloğa dönüşür. Jean-Baptiste Clamence büyük bir ihtimalle kendi alter ego’su
ya da vicdanıyla yüzleşmektedir. Suda boğulan genç bir kadına yardım
etmemesinin ardından nasıl bir batağa saplandığını anlatır. Artık başarılı bir
avukat değildir, kendini de yargılayabilen bir cezaevi yargıcına dönüşür.
İroniyle mahkûm ettiği bütün toplumun yargılanışını kaleme alır. Kitabın
sonunda adaleti masumiyetten ayırarak, tövbekâr
yargıç’lığı uygulayabilmektedir. Bu meslek, kendisine ilişkin en karanlık
portreyi çizmekten ve kendisini dinleyenlerin de ayna karşısında kendi
karanlıklarını görebilmelerini sağlar.
Düşüş,
Camus’nün üzerinde en çok çalıştığı, en sancılı kitabıdır aynı zamanda.
20-21 Eylül 1954
tarihinde Camus Defterler’e şu
notları düşer. Suçluluk ve adalet üzerine alınan bu notlar Düşüş’ün öznesi gibidir:
“20 Eylül
Beni ürküten ölmek
değil, ölümde yaşamaktır.
Yok oluş, çok yaşamış
birini ürkütecek bir şeye sahip değildir.
Suçluluk yaratmak ya da
cezalandırmak için Tanrı gerekli değildir. Bunun için, insanlar yeter. Tanrı
ancak masumiyet yaratabilirdi.
21 Eylül
Yaşamında adaletin
egemenliğin sağlayamamış biri adalet konusunda nasıl konuşabilir?
Katil, gece ailesini
balta darbeleriyle öldürmek için çırılçıplak soyundu.
M.: “Gizemlisin, iyi
ama (iyiliğin içinde bulunan iticiliği gidermek için) tutkulu, bazen de
adaletsizsin.” Defterler
Ekim 1954’te Camus’nün
Hollanda’ya gidişi Düşüş’e dekor
oluşturur, “Kanalların üstünde, dikilmiş ışıklı yapılarıyla, gecenin içinde
Rotterdam dekoru,” yazar 5 Ekim tarihli notlarına.
Camus, 1954 yılının 13
Aralık tarihinde; Santa Maria del Popolo Kilise’sini ziyaret eder
Caravaggio’nun bir eserini görür. Çarmığa gerilme tasviri yine Düşüş’e kendini gösterir.
“Varoluşçuluk. Suçladıklarında, bunu
başkalarının belini bükmek için yaptıklarından emin olunabilir. Dürüst
yargıçlar.
Luca ile, can çekişen
İsa’nın umutsuz çığlığını yok eden gerçek ihanet başlıyor.
… Ahlak, İnsan arzu
etmediğini almamalı,” yazar. 14 Aralık Defterler
3:
Sartre, kitap hakkında, “Belki de Camus'nün en
güzel ve en az anlaşılan romanı,” yorumunu yapmıştır. Camus de benzer bir
şekilde Defterler’e aşağıdaki
satırları yazar:
13 Ağustos
“Cordes’dan hareket.
…
Düşüş’e
bir yorum gerek, çünkü anlamıyorlar. Modern tutumun ve günahın bu tuhaf ve
yanlış laik vicdan azabıyla değerlendirilmesini alaya alan bir anlatım biçimi.
Bk. Chesterton[i]
“XIX.yy (XX.yy.da) çılgınca Hıristiyan düşünceleriyle doludur.” Defterler3
Dinsel
konuları da işleyen eserin başkarakteri Jean-Baptiste Clamence bir avukattır.
Adaşı Vaftizci Yahya’ya gönderme yapar niteliktedir. Luka İncili'ne göre,
Vaftizci Yahya, İsa'nın akrabasıdır ve Hristiyanlıkta İsa'nın
müjdecisi/habercisi kabul edilir. Jean-Baptiste Clamence da yirminci yüzyılın/
kötü zamanların boş kâhinidir.
Kitap bir şekliyle
Camus’nün dine ve ateizme bakışını da ortaya koyar niteliktedir. Sisifos
dirilir ancak bu sefer Tanrısal özelliğe sahip değildir. Clamence, genç bir
kadının suda boğuluşuna tanıklık etmiş ve onu kurtarmak için hiçbir şey
yapmayarak geç kalmıştır. Vaftizci Yahya’nın erken müjdesine karşı bu geç
kalış, onun yanlışa düşmesine neden olur.
Camus’nün sahicilik ve
yapaylık, içtenlik ve ikiyüzlülük, amaç ve sonuç arasındaki bağlantıyla ilgili
yüzleşme isteği Düşüş’ü benzersiz bir
yere taşımıştır. Camus tüm bu değerleri sorgularken varlık ve hiçlik kavramları
da pişmanlık, başarısızlık ve iç döküşün içinde şekillenir. Hiçlik kavramı
neyin var olduğu tanımladığı ve Camus, göndermelerin çoğunu dinsel simgeler
üzerinden yaptığı için birçok kişi Düşüş’ü
dini bir eser, inanca olan gizli bir özlem olarak yorumlamıştır. Hatta roman, Tanrıtanımaz
kavramını sürekli ele alan Camus’nün Hıristiyanlığı benimsediği yönünde
spekülasyonlara yol açar. “Her akşam dua eden Tanrıtanımaz bir yazar olduğu,”
söylenir.
Camus, Hıristiyanlıkla
ilintili bir eser yaratmış ve dini konulara yer vermiştir Düşüş’te. Clamence’in söylevinden Tanrı, din de nasibini alır:
“Öylesine doğru ki bu,
biz kendimizden iyi olanlara nadir olarak bel bağlarız. Daha çok onların
toplumundan kaçarız. Tersine, çoğu zaman kendimize benzeyen zayıf yanımızı
paylaşan kimselere açarız içimizi. Demek ki kendimizi düzeltmeyi ya da
iyileştirmeyi istemeyiz: Önce kusurlu diye hüküm giymemiz gerekir. Yalnızca
acınmayı ve yolumuzda cesaretlendirilmeyi dileriz. Kısacası, biz hem suçlu
olmaktan çıkmayı, hem de kendimizi arıtmak için çaba göstermemeyi isteriz.
Yeterli hayasızlık da yoktur, yeterli erdem de yoktur. Ne kötülük, ne de iyilik
enerjisine sahibizdir. Dante'yi bilir misiniz? Sahi mi? Hay Allah. Şu halde
Dante'nin Tanrı ile Şeytan arasındaki kavgada yansız melekler de kabul ettiğini
bilirsiniz. V e onları, bir çeşit cehennem girişi olan, vaftizsiz ölen
çocukların konulduğu dehlizlere yerleştirdiğini de. Biz o dehlizdeyiz, aziz
dostum.” (sy.63)
“Öyleyse? Öyleyse,
Tanrının tek yararı masumluğu güvence altına almaktır ve ben dini daha çok
büyük bir temizleme girişimi olarak görürüm, zaten onun özü bu olmuştur, ama
kısaca, ancak üç yıl süreyle, o zaman da adı din değildi onun. O zamandan beri
sabun bulunmuyor, burnumuz pis ve karşılıklı olarak burnumuzu siliyoruz. Hepsi
tembel, hepsi cezalı, üzerlerine tükürdük mü, yallah boğuntu hücresine! İlk kim
tükürecek oyunudur bu, o kadar. Size büyük bir sır söyleyeceğim, azizim. Son
Yargıyı beklemeyin. Her gün içindeyiz onun.”(sy.83)
“Ah! Azizim, yalnız,
tanrısız ve efendisiz kimse için günlerin yükü korkunçtur. O halde insanın
kendine bir efendi seçmesi gerektir, Tanrı artık moda olmadığına göre. Bu
sözcüğün zaten anlamı kalmamıştır artık; kimseyi şoke etme riskini göze almaya
değmez bu. Bakın, hemcinslerini ve her şeyi seven, pek ciddi ahlakçılarımızı
Hıristiyanın halinden hiçbir şey ayıramaz, kilisede vaaz vermemeleri dışında.
Hıristiyanlığa dönmekten onları ne önler sizce? Saygı belki, insanlara saygı,
evet, insan saygısı. Skandal yaratmak istemez onlar, duygularını kendilerine
saklarlar. Ben her akşam dua eden Tanrıtanımaz bir romancı tanıdım böyle.
Hiçbir şeyi engellemiyordu bu: Kitaplarında Tanrıya nasıl da giydiriyordu! Ne
kötek! Durumu kendisine açtığım özgür düşünceli bir militan, kötü niyet de
taşımaksızın kollarını havaya kaldırdı: 'Bana yeni bir şey öğretmiyorsunuz,
onların hepsi böyledir,' diye içini çekti bu havari. Ona bakılırsa,
yazarlarımızın yüzde sekseni, en azından imza atmamak ellerinde olsaydı,
Tanrının adını yazar ve selamlarlardı. Ama ona göre onlar, kendilerini
sevdikleri için imza atarlar, kendilerinden nefret ettikleri için de hiçbir
şeyi selamlamazlar. Yargı vermekten yine de kaçınamadıkları için, ahlaka
sarılırlar. Kısacası, erdemli bir şeytanlıkları vardır onların. Gerçekten tuhaf
bir çağ! Kafaların karışık olmasında ve kusursuz bir koca iken Tanrıtanımaz
olan bir dostumun zina işleyince dindar kesilmesinde şaşılacak ne var!” (sy.99)
“Hayır, bir şey yok, bu
berbat nemli havada biraz ürperiyorum, o kadar. Zaten geldik. İşte. Siz önden buyurun.
Ama, rica ederim, biraz daha kalıp bana eşlik edin. Sözümü bitirmedim daha,
devam etmem gerek. Devam etmek, zor olan bu işte. Bakın, onu niçin çarmıha
gerdiler, biliyor musunuz, onu, şu anda belki düşünmekte olduğunuz kişiyi?
Güzel, bunun için bir sürü neden vardı. Bir insanın öldürülmesi için her zaman
nedenler vardır. Buna karşın, onun yaşamasını haklı çıkarmak olanaksızdır. İşte
bu yüzden suçlu her zaman avukatlar bulur, masum ise bazen. Ama, iki bin yıl
boyunca bize çok iyi açıklanan nedenler yanında, bu korkunç can çekişme için
bir büyük neden vardı, bilmiyorum niçin bu neden onca dikkatle gizlenir. Gerçek
neden, kendisinin büsbütün masum olmadığını bilmesidir. İşlemekle suçlandığı
hatanın ağırlığını taşımasa bile, bilmeden başka hatalar işlemişti. Bilmeden
mi? Eninde sonunda, işin kaynağında o vardı; masumların kılıçtan geçirildiğini
işitmiş olmalıydı. Yakınları onu emin yere götürürken kılıçtan geçirilen
Yahudi’ye çocukları, onun yüzünden değilse niçin ölmüşlerdi? Bunu kendisi
istememişti, elbette. O kanlı askerler, o ikiye biçilmiş çocuklar onu dehşete
düşürüyordu. Ama ben eminim ki, unutamıyordu onları. V e onun bütün
davranışlarında sezilen o hüzün, yavruları için dövünen ve hiç teselli kabul
etmeyen Rahel'in sesini geceler boyunca duyan kişinin onulmaz melankolisi değil
miydi? İnilti gecenin içinde yükseliyor, Rahel onun uğruna öldürülmüş
çocuklarını çağırıyor, o ise yaşıyordu!
Onun bildiğini bilen
birisi olarak, insan konusunda her şeyi bilen birisi olarak -Ah! Suçun ölmek
kadar, öldürmek olmadığına kim inanırdı!-gece gündüz o masum suçuyla yüz yüze
gelen birisi olarak, tutunmak ve devam etmek fazla güç geliyordu kendisine.
Yaşamda yalnız kalmamak ve başka yere, belki destekleneceği bir yere gitmek
için, işi bitirmek, kendini savunmamak, ölmek daha iyiydi. Ama desteklenmedi,
bundan da yakındı ve her şeyi bitirmek için kınanıp hırpalandı. Evet, onun
yakınışını ortadan kaldırmaya başlayan, sanırım, üçüncü İncil yazarıdır. 'Beni
niçin terk ettin?' İsyancı bir çığlıktı, öyle değil mi? Haydi o zaman makas!
Şuna da dikkat edin ki, Luka hiçbir şeyi makaslamasaydı, durum o kadar dikkat
çekmeyecekti; onca yer tutmayacaktı, bu kesin. Böylece kınayan, yasaklandığını
ilan etmiş oluyor. Dünyanın düzeni de anlaşılmazdır.” (sy.84)
Düşüş
ve Yabancı çoğu zaman birbiriyle
karşılaştırılır. Birbirine taban tabana zıt iki karakter olan Clamence ile
Meursault’ın benzerliği her iki romanı da tek bir sesten dinliyor olmamızdan
ileri gelir. Camus, Yabancı’da
kayıtsızlık üzerinden felsefesini kurarken, Düşüş’ün
temelinde başarısızlık kavramı vardır. Kayıtsız kalmaktan ötürü oluşan bu
suçluluk duygusu Clamence’i başka biri haline dönüştürür. Meursault, Cezayir’in
sıcak ve parlak güneşi altında cinayeti işleyerek bir suçluya, Clamence
Amsterdam’da cehennemin dairelerine benzer kanallarda, gri, sisli bir havada
suçunu itiraf ederek bir yargıca dönüşür.
Clamence, birkaç yıl öncesine kadar oldukça
başarılı, saygın bir avukattır. Kendisini iyi kalpli, adil bir kişi olarak
tanımlar. İyilik yapmaya özen gösterir. Nazik, cömert biridir. Dünyevi bir
azizdir:
“Son olarak,
yoksullardan hiçbir zaman para almadım, bunu da herkese ilan etmedim. Bütün
bunlarla övündüğünü sanmayın, aziz bayım. Değerim sıfırdı: Toplumumuzda tutku
yerine geçen açgözlülük her zaman güldürmüştür beni. Benim amacım daha
yüksekti; bu deyimin benim için yerinde olduğunu göreceksiniz.
Ama daha şimdiden,
doyumumun ne olduğuna karar verebilirsiniz. Kendi doğamın keyfini sürüyordum
ben, hepimiz de biliriz ki, mutluluk buradadır, her ne kadar, kendimizi yatıştırmak
için, bu zevkleri bazen bencillik adı altında mahkûm etme numarası yapsak da.
Hiç değilse, yaratılışımın bu yanının keyfini sürüyordum, bu yanım dul ve
yetime o denli uygun biçimde tepkide bulunuyordu ki, böyle yapa yapa, tüm
yaşamıma egemen oluyordu sonunda. Örneğin, körlerin sokaklarda karşıdan karşıya
geçmesine yardım etmeyi çok seviyordum. Daha uzaklardan, bir bastonun bir
kaldırımın köşesinde duraksadığını görür görmez atılıyordum, bazen yardımsever
bir elin uzanmasından bir saniye önce körü başkalarının yardımına gerek
bırakmadan yakalıyordum ve onu, geliş gidişin engelleri arasından, yumuşak ve
emin bir elle kavrayarak kaldırımın sakin limanına götürüyordum, orada
karşılıklı bir heyecan içinde ayrılıyorduk birbirimizden. Aynı şekilde, sokakta
yol soranlara bilgi vermeyi, ateş sunmayı, ağır yüklü arabalara omuz vermeyi,
yolda kalmış otomobili itmeyi, dinsel kurtuluşçunun sattığı gazeteyi ya da
Montparnasse Mezarlığından çalıp çalmadığını bilmesem de, ihtiyar satıcının
sattığı çiçekleri satın almayı her zaman sevmişimdir. Ayrıca, ah! Bunu söylemek
daha güç, sadaka vermeyi de seviyordum.” (sy.20)
Bu başarılı, mutlu ve
iç huzura ermiş hayatı, tek bir olayla
bozulur. Bol cümbüşlü ve görkemli Paris’te bir akşam Arts Köprüsü’nün üzerinde,
hoşnutluk sigarasını yakmışken, tam arkasında bir kahkaha işitir. Şaşırır, geri
döner, bakar: Kimse yoktur. Korkuluğa gider, bir mavna bir kayık bile göremez.
Adadan yana döndüğünde arkasından tekrar aynı gülüşü duyar. Gülüş ırmaktan
aşağı doğru iner gibidir. Gülüş hafiflese bile onu belirgin biçimde işitmeye
devam eder.
“Bu gülüşün gizemli
hiçbir yanı yoktu; her şeyi yerli yerine oturtan iyi bir gülüştü bu, doğal,
hemen hemen dostça.”
İşittiği bu gülüşten
sonra artık hiçbir şey eskisi gibi değildir, kendi gülüşü bile çiftleşmiş
gelir. Her şeyi anlayarak kişiliğinin öteki yüzünü, kendini dâhi kandırdığını
keşfederek başkalaşım yaşar:
Siz örneğin, aziz
hemşerim, tabelanızın ne olacağını düşünün biraz. Susuyor musunuz? Peki, daha
sonra yanıt verirsiniz. Ben kendiminkini biliyorum: Çifte bir yüz, sevimli bir
Janus ve bunların üzerinde firmanın formülü 'Güvenmeyin ona.' Benim kartlarımda
ise 'Jean-Baptiste Clamence, Komedya oyuncusu.' Bakın, size sözünü ettiğim o
akşamdan kısa bir süre sonra bir şey keşfettim. Bir körü üzerine çıkmasına
yardım ettiğim bir kaldırımda bırakırken, selamlıyordum. Bu şapka çıkarış
kuşkusuz ki ona yönelik değildi, çünkü bunu göremezdi o. Öyleyse kime
yönelikti? Halka. Rolden sonra selamlar. Fena değil, değil mi? Bir başka gün,
aynı dönemde, kendisine yardım ettiğim için teşekkür eden bir araba sahibine
kimsenin böyle davranamayacağı yanıtını verdim. Tabii, kim olursa olsun, böyle
davranırdı demek istiyordum. Bu talihsiz dil sürçmesi yüreğime oturdu.
Alçakgönüllülük bakımından üstüme yoktu gerçekten. Gösterişsizce kabul etmek
gerekir ki, aziz hemşerim, hep benlik gururuyla dolmuşumdur ben. Ben, ben, ben,
aziz yaşamımda hüküm süren ve her söylediğim şeyde işitilen nakarat buydu
işte.” (sy.38)
Düşüş
otobiyografik bir eser olmasa da Camus, kendi başarısızlıklarını,
çaresizliklerini ortaya dökerek bir tür arınma yaşar. Eserin yazıldığı zamanı
dikkate alırsak, Cezayir ve Fransa arasındaki ilişkiler kopma noktasına
gelmiştir. Cezayir’in bağımsızlık direnişi Fransa tarafından sert yöntemlerle
engellenmeye çalışılmakta ve binlerce masum insanın katledilmektedir. Camus’nün
ılımlı çözüm önerileri Fransa ve Cezayir’den destek görmemektedir. Camus’nün
ülkesi Fransız dilidir ve anı zaman da da Cezayir Fransa değildir.
Sartre ve onun
entelektüel çevresiyle arası iyice açılmıştır. Eşi Francine ile sık sık
tartışmaktadır. Bazı kaynaklara göre, Francine, Camus’nün kendisini bir kardeş
gibi görmesinden, gönül ilişkilerinden iyice rahatsız olmuş ve intihara
teşebbüs etmiştir.
Camus’nün Başkaldırı ve
Aşk katı arasına eklediği Düşüş, bir
anlamda Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’ndan esinlenerek, kendisiyle ve
toplumla yüzleştiği monoluğudur.
Camus 20 Temmuz 1956
tarihinde bir isimsize mektup yazar:
“Madam,
Bana anlattığınız
şeyden ötürü gerçekten üzgünüm. Söz konusu olan şey mümkün olsa bile, size
bunun bir yanlış anlamadan kaynaklandığını bildiriyorum.
Bana adını verdiğiniz
doktorla belki karşılaşmışımdır, ama bu ad benim için hiçbir şey ifade etmiyor.
Demek ki benim dostlarımdan biri değil. Bu, onu üçüncü bir kişiyi ilgilendiren
bir sırrı söyleyebilecek kadar tanımadığımı gösteriyor. Bu beni iyi tanımamak,
üstelik bu sırrın söylenmiş olduğunu varsayarak, benim bundan sakınımsız bir
biçimde yararlandığımı düşünmek anlamına geliyor.
Düşüş’te
işlenen ayrıntılarım yalnızca beni kapsadığını onurum üstüne onaylarım.
Dostunuz, yüksek yaylaları seven tek kişi değil. Ben de orayı seviyorum ve
orada yaşadım. Eski bir veremliyim, beni klostrofobik biri haline getiren
ciğerlerimdeki rahatsızlığa katlanıyorum. Çevremdeki herkes size bu kişisel
rahatsızlık nedeniyle, mağaralardan ve tüm kapalı mekânlardan korktuğumu
söyleyebilir. Çoğu kez, mağara bilimcileri düşününce duyduğum ürperti, derin
Alp vadilerinde hissettiğim keder nedeniyle alaya alınırım. Böylece, dostunuza
çarpıcı gelen ayrıntılardan her biri yadsınamaz bir açıklığa kavuşuyor. Olayın
aslına gelince, burada sırlarımı açıklamayacağımı anlayabilirsiniz. Şu son
günlerde bir dostumdan aldığım mektuptaki bir cümleyi aktarmama izin veriniz:
‘İstisnasız olarak bizlerden her birinin yaşamında, yardımına koşamadığımız bir
genç kız vardır.’
Bu gerçeğin ta
kendisidir ve dostunuz bu gerçeğe inanmak zorundadır. Bana, onun beni her zaman
saygı ve özel bir ilgiyle okuduğunu söylüyorsunuz. O zaman, böyle bir konuda
yalan söylemeyeceğimi biliyordur. Ona, kahramanımın kendisiyle kesinlikle
hiçbir ilgisi olmadığını onurum üstüne söz vererek yineliyorum. Kimse
tarafından ihanete uğramadı ve eğer tahmin ettiğim kişiyse, dostlarına, böyle
içten güven duyulmayan her yaşamın bitkin düşüren bir mutsuzluk olduğunu
anlayacaktır.
Bugün dostunuzun
sıkıntı duyduğu kuşkunun birinci nedeni, hepimizin sürdürdüğü yorucu yaşam ve
özellikle de modern yaşamın bitmez tükenmez ağırlığına, kişisel bir çalışma
çabasını ekleyenlerdir. Onu nasıl anlamam? Kimi günleri ancak büyük bir çaba
harcayarak bitiriyorum ve çoğu kez, ayakta durmamı sağlayan arı bir istekle
yürüyüp, çalıştığım hissine kapılıyorum. Ama böyle durumlarda, kendine ve
yaratılışına karşı hoşgörülü olmayı kabul etmek gerek. Daha hayvani bir aşama,
huzura, yalnızlığa dönmek gerek.
Tanıklığımla aydınlanan
dostunuzun, rahatlayıp huzur bulmasını umuyorum. Üstün niteliklere sahip bir
gönlü istemeden rahatsız ettiğim için böyle teselli bulacağım. Şu sırada,
kitaplarımdan biriyle kötü bir şeye neden olduğum için kendimi yalnızca üzgün
hissediyorum, oysa her zaman, sonuç olarak iyi bir şey yapmıyor, yardımcı
olmuyorsa sanatın hiçbir şeye yaramadığını düşünmüşümdür.” Defterler 3
“Size hizmetlerimi
sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan?” diye başlar Jean-Baptiste
Clamence’in monoloğu. Muhatabını, “fazla iyi,” diye nitelendirir. O yüzden de
ardıç rakısını onunkinin yanına koyar. Barın sahibini Hollanda dilinden başka
bir dil bilmeyen saygıdeğer bir gorile benzetir. Yanında söylenenleri
anlamadığı için kuşkucu ve alıngan bir karakter kazanmıştır. Barın dip
duvarında duran, yerinden indirilmiş bir tablonun bıraktığı ize işaret eder.
Eskiden orada bir tablo, gerçek bir başyapıtın asılı olduğunu iddia eder.
Jean-Baptiste Clamence’in monoloğunu takip etmek güçleşir. Düşüncelerini duvara
çarpan bir tenis topu gibi sürekli sıçratır, değiştirir ve daha da sert bir
şekilde ifade eder.
Camus Sartre ile Başkaldıran İnsan’ın yayımlanmasından
sonra iyice su üstüne çıkan büyük bir tartışma yaşamıştır. Bu tartışmada
sonrasında Fransa’nın Sartre’ın yanında olduğu ve kendisinin de mağdur
edildiğini düşünür. Sartre için taşıdığı olumsuz düşünceleri Düşüş’ün içinde kendisini gösterir.
Camus bir anlamda Düşüş’le “saygıdeğer bir goril olan” Sartre’dan öç
alır.
“Ne demek istediğimi
anlamıyor musunuz? Yorgunum, itiraf edeyim. Konuşurken ipin ucunu kaçırıyorum,
dostlarımın övmekten hoşlandığı o zihin açıklığım kalmadı artık. Dostlarım diye
de ilke olarak söylüyorum zaten. Artık dostlarım yok, yalnızca yardakçılarım
var. Buna karşılık sayıları çoğaldı onların, tüm insanlık onlar. Tüm insanlık
içinde de ilk önce siz. Orada bulunan kişi her zaman ilktir. Dostlarım
olmadığını nasıl mı biliyorum? Çok basit: Bunu, iyi bir oyun oynamak, neredeyse
onları cezalandırmak için kendimi öldürmeyi düşündüğüm gün keşfettim. Ama kimi
cezalandırmak? Birkaçı şaşıracak, kimse kendini cezalandırılmış
hissetmeyecekti. Anladım ki, dostlarım yoktu. Kaldı ki, dostlarım olsaydı bile,
daha ilerlemiş olmayacaktım. Eğer intihar edebilirsem de sonra suratlarını
görebilseydim, o zaman ürküttüğüm kurbağaya değerdi. Ama yeryüzü karanlıktır,
aziz dostum, tahta kalın, kefen ışık geçirmez. Ruhun gözleri, evet kuşkusuz,
eğer bir ruh varsa ve onun da gözleri varsa! Ama işte, emin değilizdir, hiçbir
zaman emin değilizdir. Yoksa bir çıkış yolu bulunurdu, insan kendini ciddiye
aldırabilirdi en sonunda. İnsanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve
acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar.” (sy.56)
Sartre, Camus’ye artık
fakir olmadığını, “kendisi gibi bir burjuva” olduğunu söylemiştir. Buna cevabı
yine Clamence verir:
“Kapıyı iyi kapadınız
mı? Evet mi? Lütfen yoklayın bir. Bağışlayın, bende sürgü kompleksi var. Uykuya
dalacağım sırada, sürgüyü itip itmediğimi bilemem hiçbir zaman. Her akşam, onu
yoklamak için kalkmam gerekir. İnsan hiçbir şeyden emin olmuyor, size söyledim
bunu. Bu sürgü kaygısının bende korkak bir mülk sahibinin bir tepkisi olduğunu
sanmayın. Vaktiyle dairemin kapısını kilitlemezdim, arabamın da. Parama bağlı
değildim, sahip olduğum şeylere sıkı sıkı yapışmazdım. Doğrusu, sahip olmaktan
utanırdım biraz. Sosyete nutuklarımda inançla şöyle haykırdığım oluyordu:
“Mülkiyet, baylar, bir cinayettir!” Servetimi buna layık bir yoksulla
paylaşacak kadar büyük bir yüreğim olmadığından, onu olası hırsızların emrine
bırakıyor, böylece adaletsizliği rastlantıyla düzelteceğimi umuyordum. Bugünse
hiçbir şeyim yok. Böyle olunca güvenliğim için kaygı duymuyorum, ama kendim ve
hazırcevaplığım için kaygı duyuyorum. Aynı zamanda, kralı, papası ve yargıcı
olduğum sımsıkı kapalı küçük evrenin kapısını temelli kapatmak da istiyorum.”
(sy.95)
Yine bu büyük
tartışmalarda Sartre Camus’yü mücadeleden uzak durmakla suçlar. Clamence, her
şeyin sorumluluğunu, suçu üzerine alır.
“Demek siz Paris'te o
güzel avukatlık mesleğini icra ediyorsunuz! Aynı türden olduğumuzu biliyordum.
Hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz, böyle durmadan ve muhatapsız konuşarak,
önceden cevapları bilsek de hep aynı sorularla karşılaşarak? Öyleyse, bir akşam
Paris rıhtımları üzerinde başınıza geleni ve nasıl yaşamınızı hiç tehlikeye
atmamayı başardığınızı lütfen anlatın bana. Yıllardır gecelerimde hep çınlayıp
duran ve sonunda sizin ağzınızdan söyleyeceğim şu sözcükleri kendiniz
tekrarlayın:
“Hayır, bir şey yok, bu
berbat nemli havada biraz ürperiyorum, o kadar. Zaten geldik. İşte. Siz önden
buyurun. Ama, rica ederim, biraz daha kalıp bana eşlik edin. Sözümü bitirmedim
daha, devam etmem gerek. Devam etmek, zor olan bu işte. Bakın, onu niçin
çarmıha gerdiler, biliyor musunuz, onu, şu anda belki düşünmekte olduğunuz
kişiyi? Güzel, bunun için bir sürü neden vardı. Bir insanın öldürülmesi için
her zaman nedenler vardır. Buna karşın, onun yaşamasını haklı çıkarmak
olanaksızdır. İşte bu yüzden suçlu her zaman avukatlar bulur, masum ise bazen.
Ama, iki bin yıl boyunca bize çok iyi açıklanan nedenler yanında, bu korkunç
can çekişme için bir büyük neden vardı, bilmiyorum niçin bu neden onca dikkatle
gizlenir. Gerçek neden, kendisinin büsbütün masum olmadığını bilmesidir.
İşlemekle suçlandığı hatanın ağırlığını taşımasa bile, bilmeden başka hatalar
işlemişti. Bilmeden mi? Eninde sonunda, işin kaynağında o vardı; masumların
kılıçtan geçirildiğini işitmiş olmalıydı.” (sy.83)
-Ey genç kız, kendini
yine suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha ereyim!” (sy.108)
Clamence, toplumun bir
tür yok etme dürtüsüyle örgütlenme içinde olduğuna dikkat çekmek ister ya da
örgütün bir şekilde içine aldığı her şeyi öğüttüğünü betimler. Camus, içinde
bulunduğu sıkıntılı dönemi ve entelektüel çevresini ve belki de Fransa’yı
Pirana balıklarına benzetir.
“Toplumumuzun bu tür
bir yok etme için örgütlenmiş olduğuna dikkat etmediniz mi? Brezilya
ırmaklarındaki o küçücük balıklardan söz edildiğini herhalde işitmişsinizdir,
hani binlercesi ihtiyatsız yüzücüye saldıran, birkaç saniyede onu küçük
lokmalarla yiyip bitiriveren ve ortada tertemiz bir iskeletten başka bir şey
bırakmayan balıklardan? İşte böyledir onların örgütlenmesi. 'Temiz bir yaşama
razı mısınız? Herkes gibi?' Evet diyorsunuz doğal olarak. Nasıl hayır diyebilir
insan? 'Tamam. Sizi temizlerler. Bir iş, bir aile, örgütlenmiş boş zaman işte
budur.' Ve küçük dişler tene saldırır, kemiklere kadar yer. Ama yanlış
söyledim. Onların örgütü dememeli. Bizim örgütümüz bu, eninde sonunda: Kim kimi
temizleyecek!” (sy.10)
Camus felsefi açıdan
kaybettiği savaşı Düşüş’te yeniden kazanmaya çalışır. Clamence romanın her bir
satırında kendini dışa vurur, böylece kendini ötekilerin yargılarından muaf
tutar. Camus, “Tövbekâr- yargı” terimiyle Sartre’ın biçimlendirdiği
varoluşçuları alaycı bir şekilde tanımlar.
Sartre Camus’nün ahlak
yapısını sorgular. Defterler’e, “1950’nin insanı: “Zina yapar ve
gazete okur,” notunu düşmüştür Camus.
Clamence Düşüş’e bu
düşünceyi şöyle aktarır: “Bana hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki
tutkusu var: Fikirler ve zina. Rastgele, sanki. Onları suçlamaktan da kaçınalım
hani; yalnız onlar değil, tüm Avrupa bu durumda. Gelecekteki tarihçilerin bizim
için ne diyeceklerini düşünüyorum bazen. Günümüz insanı konusunda bir tümce
söylemek yetecektir onlara: Zina ediyordu ve gazete okuyordu.”
Clamence ahlaktan
vazgeçer:
“Size söyledim miydi;
umutsuzluğa düşen papağanımın açlıktan ölmeye yattığını? Çok şükür ki,
zamanında yetiştim ve elini tutmaya razı oldum, ta ki o, gözde haftalık
dergisinin kendisine tanımladığı kır şakaklı mühendise, adamın Bali'ye yaptığı
bir yolculuk dönüşünde rastlayıncaya kadar. Şurası kesin ki, tutkunun
sonsuzluğu içinde kendimi yitmiş ve bağışlanmış bulmak şöyle dursun,
hatalarımın ağırlığını ve sapkınlığımı daha da arttırdım. Bu yüzden aşktan
öylesine dehşete düştüm ki, yıllarca, Pembe Renkli Yaşam'ın ya da Yseult'nün
Aşktan Ölümü'nün adını duyunca dişlerimi gıcırdattım durdum. O zaman
kadınlardan vazgeçmeyi ve iffetli yaşamayı denedim. Eninde sonunda, onların
dostluğu bana yetmeliydi. Ama bu, oyundan vazgeçmek demekti. Arzunun dışında
kadınlar, her türlü beklentinin dışında sıktılar beni ve belli ki ben de sıktım
onları. Artık ortada oyun, tiyatro kalmayınca, gerçeğin içindeydim kuşkusuz. Ama
gerçek, aziz dostum, can sıkıcıdır:
Aşktan ve iffetten
umudumu kesince; geride, aşkın yerine çok iyi geçen, gülüşleri susturan,
sessizliği geri getiren ve en önemlisi, ölümsüzlüğü sağlayan sefahatın
kaldığını düşündüm en sonunda. Belli bir uyanık sarhoşluk derecesinde, gece geç
vakit iki kızın arasında yatarken ve her türlü arzudan boşalmışken, umut bir
işkence olmaktan çıkar, farkında mısınız, zihin tüm zamanlar üzerinde hüküm
sürer, yaşama acısı ebediyen geçmiştir. Bir anlamda ben, hiçbir zaman ölümsüz
olmak isteğinden vazgeçmemekle, hep sefahat içinde yaşamıştım.
Yaratılışının temeli ve
aynı zamanda kendime karşı duyduğum, size de sözünü ettiğim büyük aşkın bir
sonucu değil miydi bu? Evet, ölümsüz olma isteğiyle yanıyordum ben. Aşkımın
değerli nesnesinin hiçbir zaman kaybolmamasını arzu etmeyecek kadar çok
seviyordum kendimi. Uyanıklık halinde ve kendimizi ne kadar az tanırsak
tanıyalım, uçkuruna düşkün bir maymuna ölümsüzlük tanınması için geçerli
nedenler görülmediği için, bu ölümsüzlüğün yerine geçecek şeyler bulunması
gerekir. Sonsuz yaşamı arzuladığım için orospularla yatıyor ve geceler boyunca
içiyordum. Sabahları, tabii, ağzımda ölümlü insan yaşamının aç tadı kalıyordu.
Ama saatlerce sonsuz bir mutluluk içinde yüzmüştüm.” (sy.76)
Sartre, Jean Genet’i
ölümsüzleştirmek için ona, “Aziz Genet” diye isimlendirdiği altı yüz sayfalık
bir deneme yazar. Genet, hırsızlık, fahişelik gibi suçlardan hapis yatar. André
Gide, Jean Cocteau, Sartre'ın cumhurbaşkanına verdikleri dilekçe sonucu
özgürlüğüne kavuşur. Genet, mülkiyeti
kutsayan düzenin hırsızıdır. Yine buna bir gönderme olarak Clamence bir
yönüyle serseri ve hırsızdır. Sartre’ın öne sürdüğü gibi yalnızca varoluş
felsefesi değil, aynı zamanda mutlak özgürlüğe ulaşmıştır.
“Tamam, tamam, sakin
oluyorum, kaygılanmayın! Benim duygulanmalarıma da, sayıklamalarıma da zaten
pek güvenmeyin. Amaçlıdır onlar. Bakın, şimdi bana kendinizden söz edeceğinize
göre, kendi ilginç itirafımın, amaçlarından birine ulaşıp ulaşmadığını hemen
öğreneceğim. Gerçekten de, muhatabımın polis olduğunu ve Dürüst Yargıçlar'ı
çaldığım için beni tutuklayacağını umuyorum hep. Gerisi için kimse beni
tutuklayamaz, öyle değil mi? Ama bu hırsızlığa gelince, yasanın etki alanına
giriyor ve ben kendimi suç ortağı yapmak için her şeyi ayarladım; bu tabloyu
saklıyorum ve her isteyene gösteriyorum. Bu durumda beni tutuklayabilirsiniz,
iyi bir başlangıç olur bu. Belki de daha sonra işin geri kalanıyla uğraşanlar
olur, örneğin benim kellemi keserler, ben de artık ölmekten korkmam, kurtulmuş
olurum. Toplanmış kalabalığın üstüne o zaman siz henüz soğumamış kellemi
yükseltirsiniz, onların orada kendilerini bulmaları ve benim onlara, örnek bir
insan olarak, yeniden egemen olmam için. Her şey tamam olur ve ben, çölde
bağıran ve oradan kurtulmamı reddeden sahte peygamberliğimi, kimsenin ruhu duymadan,
sona erdirmiş olurum.” (sy.108)
Camus,
Clamence’e “Gerçek şu ki, her zeki insan, iyi bilirsiniz bunu, bir gangster
olmayı ve salt şiddet yoluyla toplum üzerinde egemenlik kurmayı düşler. Bu iş,
birtakım uzmanlık konularını işleyen romanların düşündürebileceği kadar kolay
olmadığı için, genellikle, politikaya bel bağlanır ve en acımasız partiye
koşulur. Herkese egemen olmak bu yolla mümkün oluyorsa, ruhunu küçültmenin ne
öne mi var, değil mi? Ben de kendimde zulmetme yönünde tatlı düşler
buluyordum,” dedirterek, Sartre’ın kendisini realizmden yoksun bulmasına cevap
verir.
Camus ve Sartre’ın
tartışmalarının, aralarındaki rekabetin bir yerinde her zaman kadınlar yer
almıştır. Camus ile Sartre fiziksel özellikleriyle birbirine taban tabana
zıttır. Sartre, çirkin, kişisel temizliğine özen göstermeyen biriyken, Camus
oldukça çekici ve kadınlar konusunda başarılı biridir. Clamence aralarındaki bu
farklılığı da ustalıkla ortaya döker:
“Yağmur hızlandığına,
vaktimiz de olduğuna göre belleğimde az sonra gerçekleştirdiğim yeni bir keşfi
size açabilir miyim? Yağmurdan korunan şu banka oturalım. Yüzyıllar var ki,
pipo içenler aynı kanala yağan aynı yağmuru seyrederler burada. Size
anlatacağım şey biraz daha zor. Bu kez bir kadın söz konusu. Önce şunu bilmek
gerekir ki, ben kadınlar konusunda her zaman ve hiç zahmetsizce başarılı
olmuşumdur. Onları mutlu kılmayı ya da onlarla kendimi mutlu kılmayı
başardığımı söylemiyorum. Hayır, yalnızca başarılı olduğumu söylüyorum. Hemen
her istediğim zaman amaçlarıma ulaşıyordum. Bende belli bir çekicilik
buluyorlardı. Düşünün bir! Çekicilik nedir, bilirsiniz: Açık hiçbir soru
sormadan bir çeşit evet yanıtı alma biçimi. O dönemde durumum böyleydi işte.
Sizi şaşırtıyor mu bu? Haydi haydi, inkar etmeyin. Şimdiki halimle çok doğal bu.
Ne yazık! Belli bir yaştan sonra her insan, kendi yüzünden sorumludur.
Benimki... Ama ne önemi var bunun? Olay ortada, bende çekicilik buluyorlardı ve
ben bundan yararlanıyordum.” (sy.44)
Clemence’e romanın
sonunda tutuklanma/arınma isteğiyle, tek kanıtlanabilir suçunu itiraf eder. Van
Eyck'ın ünlü kilise oyması Mistik Kuzuya Tapınma tablosundan Dürüst Yargıçlar
panosunu orijinalini çaldığını açıklar. Panoyu neden geri vermediğini, sorgu
yargıcına cevap verir gibi izah eder:
“Birincisi, tablo bana
değil, Gand piskoposu kadar ona layık olan Mexico-City patronuna ait.
İkincisi, Mistik
Kuzu'nun önünden geçenler arasında kimse kopyayı aslından ayıramaz ve
dolayısıyla kimse benim kusurum yüzünden zarara uğramış değil.
Üçüncüsü, bu şekilde
ben egemen oluyorum. Dünyanın hayranlığına sahte yargıçlar aday gösterilmiştir
ve gerçek yargıçları da yalnız ben biliyorum.
Dördüncüsü, böylece
hapse atılma şansına ben sahibim, bu ise bir bakıma çekici bir fikir.
Beşincisi, bu yargıçlar
Kuzu ile buluşmaya gidiyorlar, artık ne kuzu, ne masumluk var, dolayısıyla da
panoyu çalan usta haydut, bozulmaması gereken meçhul adaletin bir aracıydı.
Son olarak, bu şekilde
düzen içindeyiz biz. Adalet masumluktan, birisi haç üzerinde, birisi öteki
duvar dolabında olmak üzere, kesin biçimde ayrı olduğundan, ben inançlarıma
göre çalışmakta özgürüm. Onca sıkıntı ve çelişkilerden sonra edindiğim o güç
cezaevi yargıçlığı mesleğimi vicdan rahatlığıyla yürütebilirim…” (sy.97)
12 Temmuz 1956’da Camus
Palermo’dadır. Defterler’e
“A.B. bana Van Eyck’in
gerçek öyküsünü yazıyor. Hırsızlıktan kısa bir süre önce, Rahip Meclisi’ne
bağlı bir rahip ondan kuşkulanmış. O itiraf ediyor. Panoyu çalmıştı, çünkü
Mistik Kuzu’nun yanında o yargıçları görmeye katlanamıyordu. Niyeti dikkate
alınınca, sakladığı panoyu ölüm gününde ortaya çıkaracağı sözü alınarak, suçu
bağışlanıyor. O gün geliyor. Aşırıya varan bir kutsal yağ sürme töreni. O
konuşmak istiyor. Anlaşılmaz sözcükler yazıyor ve ölüyor.” yazar.
Clamence Düşüş’ü Ortaçağ’daki boğuntu
hücrelerinde insanın yaşadığı bir deneyime benzetir:
“Uyanıklık bir çömelme ise uyku bir düşüştür.”
Yukarıdaki fotoğraf
1994 yılında Kevin Carter isimli Amerikalı bir fotoğrafçı tarafından
çekilmiştir. “Afrika’daki açlığın
simgesi” olarak görülür.
Fotoğraftaki Afrikalı
kız çocuğu, ölümün eşiğindedir. Az ilerideki akbaba da, çocuğun ölmesini
iştahla beklemektedir.
Kevin Carter, kendisine
“Pulitzer Ödülü” kazandıracak olan bu fotoğrafı çeker ve oradan ayrılır. Bir süre sonra akbabayı
kovalamadığı, çocuğu kurtaramadığı için vicdan azabı çeker. Somali’ye geri
döner ve çocuğun akıbetini araştırır.
Çocuğu bulamayan Kevin
Carter, depresyona girer, bir türlü kendine gelemez. 27 Temmuz 1994’te,
Johannesburg’un bir banliyösünde park ettiği kamyonetinin içine egzos basarak
intihar eder.
KAYNAKLAR
·
Düşüş, Albert Camus,
Can Yayınları
·
Sisifos Söyleni,
Albert
Camus, Can Yayınları
·
Yabancı, Albert Camus,
Can Yayınları
·
Yolculuk
Günlükleri, Albert
Camus, Can Yayınları
·
Defterler 2,
Defterler 3, Albert
Camus, İthaki Yayınları
·
Albert Camus
Solitaire et Solidaire, Catherine Camus
·
Le Monde
(Septembre –Novembre 2013) Une Vie, Une Oeuvre Albert Camus
·
Camus
Başkaldıran İnsan, Pierre-Louis
Rey, Yapı Kredi Yayınları
·
Camus Bir
Ahlakçının Portresi, Stephen
Eric Bronner, İletişim Yayınları
·
Kitap-lık
Dergisi Sayı: 143 Sayı:170, Yapı Kredi Yayınları
·
Özgürlük ve
Devrim, Gülser
Erçel, Kafekültür Yayıncılık
·
http://www.aliosmangundogan.com/PDF/Makale/Ali-Osman-Gundogan-Albert-Camus-Sartre-Kavgasi.pdf
·
http://www.sabitfikir.com/haber/sartre-camus-ve-karakedi
·
http://sikiyonetimdosyasi.blogspot.com/search?q=düşüş
[i] Gilbert
Keith Chesterton: (wikipedia)
İngiliz edebiyatında yazarlığı kadar, aykırı
düşünceleriyle de kendine sıra dışı bir yer edinen Chesterton, 1874 yılında
Londra'da dünyaya geldi. 1936 yılındaki ölümüne dek, gazeteciliği, sanat ve
edebiyat eleştirmenliği ile yazarlığının yanı sıra, din ve dünya sorunları
üzerine, keskin kalemiyle yazdığı polemik yazılarıyla da dikkati çekti. Yine
ünlü bir yazar olan, vatandaşı Rudyard Kipling'in sömürgeci eğilimlerini ve
İngiltere'nin dış siyasetini kıyasıya eleştirdi. Sanayileşmiş toplumlarda
insani değerlerin hızla yitirildiğini vurgulayarak, akla ve bilime dayandırılan
dünya görüşlerine karşı, sağduyu ve imandan yana tavır aldı. Ülkesindeki yaygın
Protestan inancına karşın Katolikliği seçen ve Ortaçağ değerlerini savunan
yazarın bu eğilimleri, edebi eserlerinde de iz bırakmıştır.
9 yorum:
Albert camus gibi değerli bir yazarı anlattığınız için ve albert camusu tekrar ve tekrar okumak isteyen beni tekrar diriltiğiniz için teşekkür ederim!
Sevgili Gülda,
Eline, emeğine sağlık. Çok kapsamlı bir Camus Dosyası hazırlamışsın. Özellikle Kitap-lık dergisindeki yazıyı paylaşmana çok sevindim. Paris'ten döndükten sonra o sayıyı sipariş etmiş ancak temin edememiştim. İznin olursa yazıyı paylaşmak istiyorum. Sevgilerimle...
Gülda'cığım,
Bu zor kitabı bize harika bir sunumla çok daha kolay erişilebilir bir pencereden aktardığın için teşekkürler. Ellerine sağlık! Paris anıları da güzel bir sunum kapanışı oldu :)
Sevgiler,
burdaki arkadaşlar gibi bende teşekkürlerimi sunuyorum üni ödevimdi ve çok güzelde bir hazırlama olmuş teşekkürler...
Çok teşekkür ederim.
Tuğba elbette paylaşabilirsin.
Sevgiler
Gülda
Herşeyi daha ucuza alman tek Tık yolu
http://www.evimshopping.com/
info@evimshopping.com
*% 3 faizli kredi oranı sunar
* Nakitsiz Girişimci İçin Sigorta
* Para için garanti
İyi kredi puanıyla, Credit Financier Home, bireysel veya şirket veya kooperatif derneklerine, endüstriyel ve kişisel çıkarlar için teminatlı krediler ve teminatsız krediler sunar.
İletişim Adresi:
Whatsapp: +15184181390
Doğrudan posta
creditfinancierhome@gmail.com
Merhabalar,
Albert Camus’un en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilen ‘’Veba’’ romanından beni en çok etkileyen 24 alıntıyı okumanız üzere ben de sizinle paylaşmayı çok isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/albert-camus-veba-romanindan-24-etkileyici-alinti/
Güzel okumalar dilerim,
edebiyatla ve sağlıkla kalın.
Teşekkürler, okudum, paylaştım..
Başarılar..
VK
Yorum Gönder