28 Haziran 2011 Salı
27 Haziran 2011 Pazartesi
Deneme!..
Bugün neden olmasın dedim. Ne kaybederim ki …….. en azından bak Ayşen denedim derim!
Şuanda oturuyorum, hava kapalı ve biraz önce yağmur yağdı. Bu serin ve ıslak havaya bayılıyorum tam bana göre yanımda sütlü kahvem ve etrafımda Hürrem dolanıyor. Yan odada 4 yavru kedi sürekli mıyıklıyor. Yine salatalığın (dip not: hıyar) biri parka kutu içinde dört yavru kedi bırakmış. Salatalık hem de kutuyu bantlamış. Tabi Nimir Ra olarak kıyamadım aldım. Bu arada Yüksel hanım (dip not: şirkete temizliğe gelen hanım ) beni sürekli tehdit ediyor neyse konu dışına çıkmamam gerek….
Kahvemin son damlasını içtim şimdi kalkıp kendime yeni bir sütlü kahve yapmam lazım lakin Yüksel Hanımdan isteyemiyorum onun için kısa bir perde arası…….
Aralarda frigo, çay, kahve, su vb servisi yapılır……
Tamam tamam geldim homurdanmaya gerek yok!.. Daha ne hakkında yazacağımı bilemiyorum!.. Ayşen beni çok zor bir duruma koydun (dip not: aslında burada soktun sanki daha uygun?) ama seni kırmamak adına deniyorum……

Epeyden beri gecem gündüzüm birbirine girdi. Ne zaman gözümü kapasam ‘’ O ‘’ karşımdaydı!..
Yine uykum kaçtı!...
Gözlerimi kırpıştırarak kalktım ve gecenin karanlığında pencereden dışarı baktım. Nihayet dört gözle beklediğim kar yağmaya başlamıştı. Oldum olası karı sevmişimdir belki Şubat ayında doğmuş olmamın bir etkisi vardır. Kar tanelerinin düşüşünü izlerken bir anda bedenimi bir ürperti sardı. Sanki her bir kar tanesi bedenime ucu buzla kaplı küçük toplu iğneler gibi saplanıyordu. Ellerimle kendimi ısıtmaya çalıştım. Ama acı dayanılmaz bir hal aldı ve kendimi kıvranırken yerde buldum. Avazım çıktığı kadar bağırmak istememe rağmen sanki bir güç sesimi kesmişti.
Son hatırladığım ‘’ O ‘’ nun dimdik karşımda belirmesiydi. Sonrasında mı? Koca bir karanlık…….
Gözlerimi açtığımda evimin bahçesinde karın üstünde yalın ayak duruyordum. Ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum ama yine ‘’ O ‘’ dimdik karşımda durmuş bana ‘’ Artık zamanı geldi !!! ‘’ dedi.
Gece karanlığında gözlerimi zorlayarak karşımdaki figürü seçmeye çalıştım. ‘’ Neyin zamanı geldi? Kimsin? ‘’
Tekdüze sesiyle yine ‘’ Artık zamanı geldi!..‘’ dedi ve sonrasında şiddetli bir sarsılmayla koca bir karanlık…..
Gözlerimi açtığımda kendimi yatağımda buldum. Artık sabah olmuştu ve kar neredeyse her şeyi yorgan gibi örtmüştü. Yaşadıklarımın kötü bir rüya olduğunu düşünerek yatağımdan kalkmamla yere düşmem bir oldu. Göğsümdeki sancı rüyamdaki ucu buz kaplı toplu iğnelerinin vücuduma batışını hatırlattı. Zar zor aynanın karşısına geçtim ve üstümdeki tişörtü çıkardım. Sancıyı artık unutmuştum çünkü gördüklerim gerçek olamazdı. Aynanın karşısında buz kesildim!.. Göğsümün tam ortasındaki sembolün üzerinde elimi gezdirdim. Hayatımda ilk defa bu sembolü görüyordum ama bu nasıl olmuştu? ‘’ O ‘’ bir hayal ürünü değil miydi?
Yere yığıldım…..Koca bir karanlık…….
Ayşen, ikinci sınıf bir yazar olmak istemiyorum. Kendime bir iyilik yapıp burada kesiyorum. Bak denemedi deme!...
Nimir Ra

20 Haziran 2011 Pazartesi
İstanbul’un Caz Hali

Gözüm epeydir Montreal Caz Festivali programına takılı. Gidebilmeyi isterdim. Başarabilseydim on gün boyunca sadece bir konserden diğerine geçerek, cazla dolardım. Dile kolay! Üç bin cazcı 24 Haziran 4 Temmuz arasında Montreal’i dünyanın en yaşanası şehri kılacak. Robert Plant & The Band Of Joy ile açılan festival, biletleri aylar önceden bitmiş Diana Krall, Dave Brubeck ve cazın yaşayan diğer ölümsüz sanatçılarının buluşmasıyla devam edecek. Festivalin son günü Marianne Faithfull tahminen yeni albümü Horses and High Heels’den parçalar sunacak. -Geçen ay İstanbul Modern’de verdiği konserde epey hasta görünüyordu. Umarım o zamana kadar toparlar.-

Montreal Caz Festivali’nin ağır toplarından Marianne Faithfull’u, Madeleine Peyroux’yu Mayıs’ta İŞ Sanat ağırladı, Richard Galliano’yu Müzik Festivali’nde izleyebildik. Chick Corea artık buralı sayılır. Brad Mehldau’yu da daha sık göreceğimize inanıyorum. Bir de Al Di Meola daha sık gelse ne iyi olur. Tek üzüntüm Pat Metheny'i epeydir kendi mahallemde izleyememek! Bilhassa son yıllarda beraberce inanılmaz bir müzik sunduğu sihirli orkestrasıyla.

Ben on gün Montreal’e gitsem tüm vaktimi Caz dinleyerek geçiririm diyebiliyorum ama İstanbul’da 1- 19 Temmuz arası sürecek festivalde gideceğim konserleri epey elemek zorunda kaldım. Ne bedenim, ne ruhum, ne de vaktim burada her gün konser izlemeye elvermiyor. Dolayısı ile iyice azaltmak zorunda kaldığım festival listem:
Michel Camilo
4 Temmuz Pazartesi, 21.00, Arkeoloji Müzesi Bahçesi

Stanley Clarke ve Hiromi’li Caz yağmurunun üzerinden bir sene, Richard Camillo’nun akerdeonu ile benzersiz bir müzik şölenini sunmasından bir ay kadar sonra yine Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde bu sefer Michel Camilo piyanosu ile nefis albümü MANO A MANO ile benim için festivali açacak.
O güzelim bahçede bir kere de Michel Camilo’dan libertangoyu dinlemeyi diliyorum.
Jamie Cullum
6 Temmuz Çarşamba, 21.00, santralistanbul Kıyı Amfi

Bu konsere gidip gitmeme konusunda kararsız kaldım. Öncelikle yeri çok uzak geldi. Tamam mesafe açısından buradan on küsur saat uçup Montreal’e gitmekle kıyas kabul etmez biliyorum ama Kıyı Amfi’nin bu konser için doğru yer olduğundan emin değilim. Ses dağılır mı, Jamie Cullum’un öve öve bitirilemeyen sahne performansının ne kadarını görebiliriz bilmiyorum ama yine de gitmesem aklımda kalacak.
Tek dileğim iyice popüler olana dönmeden, kendi stilinde bir program sunması.
Marcus Miller, Wayne Shorter ve Herbie Hancock ile Miles Davis Gecesi
7 Temmuz Perşembe, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu
Jamie Cullum’a gitmek istememe sebeplerimden biri idi bu konser. Saf bir müzik ziyafeti için yorgun olmadan, iyice odaklanarak beklemek istiyordum. Mümkün olsaydı en önden izlemek isterdim, eskisi gibi üst üste birkaç konser verselerdi, hepsine giderdim.
Açık Hava’da kanlı canlı Miles Davis izlemiş biri olarak, ruhumu yerine koyan Marcus Miller hayranı olarak, her duyduğumda yaptığım işi bırakıp o güzel “an”lardan birini yaşamamı sağlayan Herbie Hancock için, Wayne Shorter’ın saksofon ile yarattığı mucizeleri kaçırmamak için; nefesimi tuttum bekliyorum. Yer kalmışsa siz de kaçırmayın derim.
Medeski, Martin & Wood İle Caz İçin Tuhaf Bir Yer Konseri:
9 Temmuz Cumartesi, 19.00, Tersane Sahnesi

Ne diyeyim! Tuhaf bir yer olduğu kesin. Yaratıcılık çaresizlikten beslenir diye bir söz varsa eğer bu durum onun karşılığı olabilir. Gönül insanların gülüşüp, konuşmadığı, sadece ritme eşlik ettiği, salınıp dans ettiği konserlere gitmek ister ama koskoca kültür başkenti de olmuş güzelim şehrimizde doğru düzgün bir konser mekânı olmamasına hayıflana hayıflana bulacağız Tersane Sahnesi’ni.
Medeski, Martin & Wood’u İstanbul’daki bir önceki konserini izleyememiştim. Bu kadar kısa süre sonra tekrar gelmelerine şaşırdım ve çok sevindim.

Richard Bona - Raul Midón’la “The Duwala Malambo Project”
11 Temmuz Pazartesi, 21.00, Arkeoloji Müzesi

Richard Bona demem yeterli sanırım. Pat Metheny Group’ta muhteşemdi, sonraki solo albümlerinde de.
Raul Midón’la beraber bizi kısa bir dünya turuna çıkaracakları kesin.
Angelique Kidjo, Dianne Reeves ve Lizz Wright ile Hakikat
12 Temmuz Salı, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu

Mayıs’ta İş Sanat’ta Dianne Reeves konserine bilet almayı başaramamıştım. Şimdi festivalde onu Angelique Kidjo ve Lizz Wright ile beraber dinleyeceğimi düşündükçe sevincim daha da artıyor. Lizz Wright’ın muhteşem sesinin “Sing the Truth” projesi için çok uygun olduğunu düşünüyorum. Dee Dee Bridgewater, Stacey Kent ve Raul Midón’lu konser kadar -hatta daha da iyi- bir konser izleyeceğimize inanıyorum. Aynı ekibin 25 Haziran tarihinde Montreal Caz Festivali’nde vereceği konserin bilet fiyatlarının; 59,00 $ ile 89,00 $ (Kanada Doları) arasında olduğunu belirtmeliyim. Bu efsanevi sanatçıların İstanbul konserinin bilet fiyatları oldukça makul. (40,00 TL - 70,00 TL)
Randy Crawford, Joe Sample ve Natalie Cole: Kısaca Caza Doyma Anı
13 Temmuz Çarşamba, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu

Uzun süredir İstanbul Caz Festivali bu kadar cazla dolu olmamıştı. Kendinizi iyi hissetmek istiyorsanız tavsiye ederim. Ben Randy Crawford, Joe Sample’ın “Feeling Good” adlı albümünü dinleyerek bekliyorum bu konseri.
Patrick Wolf
14 Temmuz Perşembe, 21.30, İstanbul Modern

Festivalin “Yeni Ozanlar” bölümü her seferinde çok yetenekli, farklı sesleri ağırlıyor. Patrick Wolf da bunlardan biri. İlk defa geliyor ve bir daha ne zaman gelir belli değil. Malum Rufus bir kere geldi daha gelmedi!
Patrick Wolf’un kendi kadar müziği de çılgınlık dolu. Aykırı bir ses, yepyeni bir soluk. Bilet almadım ama enerjim yeterse gitmeyi çok istiyorum.
Javier Limón; Buika ve Suyun Kadınları İle İstanbul’da
15 Temmuz Cuma, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu

Öncelikle konserin Açık Hava’da olmasına çok sevindim. Sonunda –nispeten-doğru düzgün bir mekânda Buika’yı izleyebileceğiz. Gidelim, coşalım, Javier Limón’un flamenkosuyla Suyun Kadınları'nı kana kana içelim.
Amadou & Mariam
18 Temmuz Pazartesi, 22.00, The Marmara Esma Sultan

Çok uzun süredir gelsinler istiyordum. Çok farklı, benzersiz bir ikililer. Müzikleri sihir, aşk ve ümit dolu. Sade ve yoğunlar. Şarkıları bağımlılık yapıyor, benden söylemesi.
Paul Simon İle Nihayetinde Buluşma
19 Temmuz Salı, 21.00, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu

Bu sene Pat Metheny'i Caz Festivali’nde izleyebileceğimize dair bir hayale kapılmıştım. Orkestrası ile gelmese bile yeni albümü What's It All About’dan parçalar sunmasını istiyordum. Albümde Simon &Garfunkel’in The Sound of Silence parçasını da yeniden yorumlamış. -Müthiş bu arada.- Olmadı, neyse ki 30 Kasım ve 1 Aralık 2011 tarihlerinde İstanbul'da konser vereceğini müjdeleyim. Sitesinde konser mekânı olarak "CCR Concert Hall" yazıyor, herhalde Cemal Reşit Rey olsa gerek.
Paul Simon’da konserde The Sound of Silence parçasını söyler mi bilmiyorum. Ama yine de geleceği için memnunum. Zamanında Simon &Garfunkel’in konser kayıtlarını, videolarını defalarca izlemiş, albümlerini ezberlemiş biri olarak elbette gitmek isterim. Epey gecikmiş bir ziyaret olsa da, yalnız da gelse, uzun süredir dinlememiş olsam da Paul Simon; Paul Simon’dur.
Ve o İstanbul’da Açık Hava’da sesi ve gitarıyla pek bilmediğim yeni şarkılarını seslendirdikten sonra, dönüş yolunda caddede yürürken “You Can Call Me Al” söyleyip, dans edeceğim.
Joss Stone
28 Temmuz Perşembe, 21.00, santralistanbul Kıyı Amfi

Kendi güzel, sesi güzel. Umarım gelebilir. Gazetede son günlerde Joss Stone ile ilgili haberleri okuyunca onun için üzüldüm.
Umarım upuzun, sağlıklı bir ömrü olur. Onu kaçırmak ya da öldürmek isteyen başka sapıklar türemez! Ve umarım Kıyı Amfi güvenlikli bir yerdir!
İyi konserler dilerim.
Gülda
17 Haziran 2011 Cuma
Sonnet 1
Shakespeare denince akla birçok şey gelir bunlardan biri de Soneler'dir.
Soneler 154 kıtadan oluşur. Shakespeare 1592-1598 tarihleri arasında bu 154 Soneyi yazmıştır.
Sonelerdeki enteresan olay genç bir adama ithafen ( Sone 1-126) yazılmış olmasıdır ve şairin bu genç adam ile yoğun bir romantik ilişkisi vardır. Bu Soneler'den yola çıkarak birçok yorumcu Shakespeare’in evli olmasına rağmen aslında gizli bir biseksüel olduğunu söyler. Tabi 154 Sone yazıp nasıl gizli biseküel olunur onu bilemiyorum ama Shakespeare’in cinsel seçimi gerçek portesi gibi halen muallâktadır.
Sonelerin 1'den 17'ye kadar olanlarında şair genç adamın evlenip çocuk sahibi olmasını ve bu güzel çocukların babalarına benzeyerek genç adamın ölümsüzlüğünü gerçekleştireceğini savunur. Sonraki sonelerde ise şiirin gücü ve saf aşkın ölümü/husumeti yeneceğidir.
127-154 Soneler ise önüne gelenle ilişkide bulunan ve entrika dolu bir kadın hakkındadır. -Karanlık kadın olarak da bahsedilir.- Şair ve genç adam erkekleri baştan çıkaran bu kuzgun saçlı kadına saplantılı bir şekilde takılır.
a) Her Sone 14 mısradan oluşuyor.
b) İlk 12 mısra 3 kıtaya ayrılıyor ve 4 mısra haline geliyor.
c) Her 3 kıtada şair konuyu ve/ya problemi anlatıyor.
d) Son 2 mısrada ise bunu çözümlüyor.
e) 154 sonenin yalnızca 3’ü bu forma uymuyor (99, 126 ve 145).
f)Her mısra kendi içinde ‘’ İambic Pentameter ‘’ ayrılıyor. Vurgusuz ve vurgulu hece olarak toplamda 10 hece oluşuyor. Yani:
ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM
Shall I compare thee to a summer’s day? (Sonnet 18)
Shall I / com PARE / thee TO / a SUM / mer’s DAY?
SONNET 1:
1) From FAİ / rest CREA / tures WE / de SİRE / inc REASE,
ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM / ba BOOM
Fairest creatures: Yaşıyan tüm güzel şeyler
İncrease: Reprodüksiyon, üreme
* Burada zirai/tarımsal bir metafor mevcut. Soyu iyi olan hayvan veya bitki üretilir ki verimlilik artsın. Yani iyi olan üremeli ki bir sonraki nesil daha verimli olsun.
2) That thereby beauty's rose might never die,
Thereby: Böylece
Beauty’s rose: Burada gül semboldür ve yaşayan tüm güzel şeyleri temsil eder. Bir manada Gül’ün üremesi onu ölümsüz kılar.
3)But as the riper should by time decease,
Riper: Daha olgun
By time decease: Zaman içinde ölmek.
Yaşlanan herşey zaman içinde tükenir yani ölür.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
4) His tender heir might bear his memory:
Tender: Genç, narin
Bear his memory: Çocuk doğurmak demek bu varisin nesiller boyu ailesinin hatırasını yaşatmak demesi oluyor.
5) But thou, contracted to thine own bright eyes,
Thou: Sen
Contracted: Yalnızca ona bağlı kalmak
Ama sen kendi gözlerinin içinde kayboldun. Burada bir narsizm vardır. Sudan yansıyan kendi güzelliğine kapılarak kendine aşık olması ve ölmesi. Yalnızca kendisiyle alakası olması ve zevkleriyle meşgul olması.
6) Feed'st thy light's flame with self-substantial fuel,
Feed’st thy light’s flame: ışığın var olması için alevi yaşatmak.
Self-substantial fuel: yanlızca kendi vücudunu fullemek
Sen mumun bir alevi gibisin ve başkaları için yanacağına yanlızca kendin için yanıyorsun.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
7) Making a famine where abundance lies,
Famine…lies: boşluk, açlık
abundance: bolluk, gençliğin zengin nitelikleri/özellikleri.
Bolluk olacak yerde açlık yaratıyorsun.
8) Thy self thy foe to thy sweet self too cruel.
Thy: Senin
Foe: Düşman
Thy self thy foe: Kendine düşman olmak
To thy sweet self too cruel: Üremeyerek kendine geleceği reddediyorsun. Üremeyi kendine esirgerek aslında kendine zalimlik yapıyorsun ve geleceğini imha ediyorsun.
9) Thou that art now the world's fresh ornament
Thou: Sen
the world's fresh ornament: dünyanın taze ve genç onurusun
Ornament: genç
Şimdi gençsin ve dünyaya yenisin.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
10) And only herald to the gaudy spring,
Only: En önemli, benzersiz
Herald: Haberci
Gaudy: aydınlık, renkli
Önemli bir habercisin bu aydınlık pınar/kaynak için.
11) Within thine own bud buriest thy content
Bud....content: tohum, hayatın kaynağı
Thy: Senin
Thine: Senin, seninki
Evlenip üremeyerek sen tohumlarını (semen) içinde tutuyorsun.
12) And, tender churl, mak'st waste in niggarding.
Tender: Genç
Churl: Cimri, kaba
mak'st waste: israf etmek, erkeğin semen boşa harcadığı
Niggarding: saklamak, biriktirmek,cimri
Cimri genç tohumunu (semen) boşa harcıyorsun. Yanlızca kendini düşünüyorsun.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
13) Pity the world, or else this glutton be,
glutton: obur
Hem kendi hissesini hemde dünyanın hissesini yiyorsun. Dünyaya merhamet göster, göstermezsen bu senin oburluğun.
14) To eat the world's due, by the grave and thee.
Thee: Sana, seni
By the grave and thee: Bu dünyaya vazifen çünkü mezar herkesi yutuyor bundan dolayı savaşmalısın/mücadele etmelisin. Bu senin de görevin olmalı çünkü güzel şeylerin üremesi dünyanın düzenidir. Yanlızca kendini düşünmekten mezara gittiğinde seni ölümsüzlüğe ulaştıracak çocuk geride bırakmıyacaksın.
Nimir Ra
15 Haziran 2011 Çarşamba
Dava - Franz Kafka

Kitap: Dava
Yazar: Franz Kafka
Mekan: Kafe Kafka - Beyoğlu
Tarih: 14.06.2011
Sunucu: Bilgen
Katılımcılar: Ayşen, Ayşe, Belkis, Berna, Billur, Gülda, Gülden, Peyman, Yonca
6 Haziran 2011 Pazartesi
Amélie Nothomb - Kara Sohbet
Yazmanın en zor kısımlarından biri de diyalog oluşturmak. Gerçeklikten uzaklaşmadan kişilerin konuşmalarını dile getirmek çok meşakkatli bir iş. Daha önceleri okuduğum roman ya da öykülerde konuşma bölümlerinin nasıl kurgulandığına çok dikkat etmemiştim. Sanırım çoğunda diyalogların su gibi akıyor olmasından olsa gerek. O akışkanlığı sağlamak için epey kıvrak bir zekâ gerektiğinin yeni yeni farkına varıyorum. Eğer konuşma cümleleri doğru kurgulanmazsa “kimse böyle konuşmaz” eleştirisi ve okurun metinden uzaklaşması kaçınılmaz oluyor! Bizzat yazmayı deneyip, gördüm.
Haydar Ergülen geçen gün Orhan Kemal Roman Armağanı töreninde Orhan Kemal romancılığının farklılığını ortaya koyarken; onun diyalog yaratmaktaki becerisinden ve yeni dönem metinlerde bundan ne kadar uzaklaşıldığından bahsedince; üzerinde tekrar düşündüğüm bir konu haline geldi romanlardaki konuşma cümleleri.

Ve bunun üzerine Kara Sohbet’i böyle bir inceleme şeklinde okudum. Kara Sohbet birbirini hiç tanımayan iki kişinin, sınırlı bir zaman diliminde, kısıtlı bir mekânda gerçekleşen konuşmalarından oluşan bir roman. Sadece diyaloglar ile mekânı, karakterleri, zamanı, olayları hem de yüz on sayfada anlatıyor. Eski Ahit’te yer alan “Dedim ki, dedi ki…” konuşma tarzına bile atıfta bulunuyor. Tüm romanı bir buçuk saat içinde okumak mümkün, hatta bence hiç ara vermeden bitirmekte fayda var. Bir dizinin yüz kırk dakika sürdüğü düşünülürse, bu süreyi ayırmak pek zor olmasa gerek! Bir tiyatroyu izlemek ya da iki kişinin konuşmasını dinlemek gibi bir okuma bu.
Bu kapkara sohbetin olay örgüsü, kurgusu tam, neredeyse kusursuz. Yazar bununla da yetinmeyip araya Goethe’den, yazmaya, Pascal’dan, Spinoza’ya, Lu Xun’dan, Paris’in mezarlıklarına bir yolculuğa çıkarıyor. “Seç, beğen, al” aforizmalarla metnini sabitliyor.
“Yüreğine gömmek fiili, yirminci yüzyılda nereye çekersen uzayan bir ifade” sy.92
Kıran Kırana “Stupeur et Tremblements” adlı romanıyla Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü'nü de almış bir yazar Amélie Nothomb. Kırkın üzerinde kitap yazmış, bunların bir kısmını yayımlatmasa bile nerede ise her yıl yeni bir kitabı çıkıyormuş. Sadece kırk dört yaşında. Yaşamını Belçika’da geçirmesine rağmen Japonya Kobe’de doğmuş. Ailesinin diplomat olması sebebiyle Çin, New York, Bangladeş, Birmanya ve Laos’ta yaşamış. Google’da görsellerini arattığımda karşıma çıkan, siyah, kuzguni saçlı, çılgın tavırlı ve cin gibi gözleriyle, her şeyi sorgular biriyle karşılaştığımı belirtmeliyim.

Romanın haklı sebeplerle diyaloga katılmak istemeyen kişisi Jérôme Angust “şu sürüsüne bereket, önemsiz işadamlarından” biridir. Yine bir iş toplantısına gitmek üzere havaalanındadır ve uçağı rötar yaptığı için bekleyecektir. Bekleme salonunda bir kitap okumaya başlar. Textor Texel ise münasebetsizlik yapıp Jérôme Angust’un bu okumasına mani olur. Textor Texel ’e göre “Okuyan insan, yani gerçekten okuyan insan, başka bir aleme geçer.” (sy.10) Hâlbuki Jérôme buradadır! Goethe’nin adlarından birinin de Textor olduğunu anlatarak konuşmaya başlar. Textor’un “tekst” sözcüğünden, dolayısıyla Latince “dokumak” anlamına gelen "texerre" fililinden türediğini açıkladıktan sonra soluksuz devam eder. Textor bu durumda metni dokuyan kişi yani “yazar” anlamına gelmektedir. Textor Texel telaffuzu zor ismi üzerinden daha çok konuşmaya niyetlidir. Dilbilimci Gustave Guilaume’un bir sözünü hatırlatır. “Kulağa hoş gelen şeyler, ruhu da okşar.”
Jérôme Angust bu durumdan oldukça rahatsızdır. Direnmeye çalışsa, hatta yer değiştirse bile Textor Texel’den kurtulması mümkün olmaz. Textor’un densizlikleri, anlattığı hikâyelerin ürkütücülüğü, kedi maması yemeye duyduğu saplantı, işlediği cinayetler, tüm ayrıntısıyla anlattığı tecavüzü ile kimsenin ruhunu okşaması mümkünlü değildir. Tüm metin boyunca süren konuşma bıçak sırtında ilerler. Tam bir baş belası olan Textor Texel; Jérôme Angust’a duyuların en korunmasızı olan işitme duyusu vasıtasıyla saldırmaktadır. -Tıpkı şu seçim süresince yaşadığımız talihsiz durumda olduğu gibi!- Jérôme Angust kulağını kapatsa bile bu uzun süremeyecektir. Çünkü Textor Texel’in de dediği gibi “insanoğlunun bedeni, tembel hayvan gibi bazı memelilerin tersine uzun süre bu pozisyonda kalmaya uygun değildir.” Hatta İsa bile çarmıha gerildiğinde ölüm sebebi “masum” çiviler değil de kollarını havada tuttuğu içindir(!)
Jérôme Angust içine düştüğü bu çıkmazı Lu Xun’un sivrisinek söylevinden alıntı ile açıklar. “Sivrisinek ısırması zaten yeterince sinir bozucuyken, yetmezmiş gibi hayvanın kulağınızın dibinde vızıldayıp durması gibi…”
Textor Texel Hollandalı'dır. Hollandalıların bir diğer icadı olan Jansenizmi özellikle sever. Samimi bir acımazsızlığı olan bu akımın önemli temsilcilerinden biri olan Pascal’dan alıntılar yaparak Jérôme Angust’un gerçeğini ince ince dokur.
- Ah, o kahredici, yiyip bitiren suçluluk duygusu!
Romanın arkasında “Kara Sohbet'te de gerilimi giderek artırıyor, olayları muzipçe öykülüyor ve her kitabında olduğu gibi, beklenmedik bir sona ulaşıyor. Kara Sohbet, müthiş bir kara mizah diyaloğu.” yazsa da açıkçası ben öyle beklenmedik bir final göremedim. Bir anlığına bile “süprizli bir son hazırlamak” için böyle kurgulandığını düşünmedim. Yazarın yavaş yavaş bir çözülmeyi, kırılmayı anlatmak ve okuru da sarsmak istediğini tahayyül ediyorum.

Yazının başında roman için bir tiyatro metni gibi demiştim. Tiyatro Duru bu romandan uyarlama olan oyunu ile üç sezon boyunca oldukça iyi eleştiriler almış. Umarım tekrar sahnelenir de izleme fırsatı bulabilirim.
Cosmétique de l'ennemi romanından uyarlanan bir diğer oyun Fransa’da epey ses getirmiş. Engellenene kadar buyurun, buradan izleyiniz!
İyi Okumalar ve seyirler dilerim.
Gülda
Vidéo Cosmétique de l'ennemi (Amelie Nothomb) jeguy06
3 Haziran 2011 Cuma
Nazım Hikmet
Yonca ile el ele tutuşup gitmiştim Nazım Hikmet’in mezarına! Gözyaşlarımızı tutamamıştık Moskova'nın orta yerinde. Biz "haç görevindeymişçesine" önce huzur dolup, ardından ağırlığıyla yorgun düşmüştük dönerken.
Hiç unutmak istemeyeceğim bir gündü o gün. Metroya binip bir türlü harflerine vakıf olamadığımız kelimeleri yapbozun parçalarıymışçasına yerleştirip Sportivnaya durağında inmiştik. Acıkmıştık yine! Novodeviçye Manastırı'nın oklarını takip edip, büyükçe bir parkı elimizde pastaneden aldığımız yağlı, kötü pastaları yiyerek geçmiştik. Novodeviçye Mezarlığı'na girerken manastırın çanları da eşlik ediyordu bize. Öyle kolay olmadı mezarı bulmak. Gogol’un, Çehov’un ve nicesinin mezarlarına hayranlıkla bakakaldık öncesinde. Heykeller, kabartmalar, yazılarla bezenmişti her biri. Muhteşem bir bahçeydi, toprağın o kokusunu saymazsak eğer!
Rusya’nın tüm önemli kişilerini geçip sola dönmüştük bir başka bölümde orada bekliyordu Nazım Hikmet’in kabri. Bir hisle buluvermiştik, biraz şaşırmıştık dolayısıyla!
"Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni" demişti Nazım Hikmet "Vasiyet" şiirinde. O uzak köşede sevenleri bu dileği yerine getirmeyi denemiş. Anadolu’nun her bir yanından eklenmiş toprağı, bakır bir kabın içinde bekliyor mezarı. Kabın kenarında el oyası işlemeli mendiller…
“Irgat Osman ya da şehit Ayşe yatmıyordu” ama Ilya Ehrenburg oradaydı şükür ki! “Traktörlerle türküler geçmiyordu altbaşından mezarlığın.” Yerine manastırın çan sesleri eşlik ediyordu. Bir rakı şişesi duruyordu çoktan bitmiş, yarısı toprağın içine gömülmüş. Belli ki, gitmiş kabrin başında içmişti sevenleri.
"Rakı!!!
Bu meret öyle bir merettir ki,
acıyla içilir, tatlıyla içilir,
neşeyle içilir, ağlayarak içilir,
kavunla içilir, peynirle içilir,
İkisi beraber çok güzel içilir,
yemekle içilir, suyla içilir, susuz içilir,
sodayla içilir, şalgamla içilir...
Ama,
bir tek salakla içilmez... "
Dedim ya! öyle kalakaldık Yonca ile uzun süre. Farkında olmaksızın çoğaldık galiba…
"Hasretini, yokluğunu, sensizliği
Bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
gitgide çoğalarak
gitgide derinden işleyerek
öyle dayanılmaz oldu ki bu
seni boğabilirdim senden kurtulmak için
çünkü seni o kadar seviyorum. "
Ben 39. İstanbul Müzik Festivali açılışını kendimce Fazıl Say’ın muhteşem Nazım Hikmet Oratoryosu ile başlatmayı uygun görüyorum, buyurun sizi de beklerim.
En İçten Duygularıma,
Gülda
(*) VASİYET
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan Beyin vurdurduğu
Irgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu
tarlalar ortamalı, kanallarda su
ne kuraklık, ne candarma korkusu
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemiştim ben
daha onlar düzülmeden
duymuştum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden
Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani....
1953, 27 Nisan
1 Haziran 2011 Çarşamba
BENİ ASLA BIRAKMA -KAZUO ISHIGURO
Bu sözleri kitabın sonuna gelmeye yakın bir noktada içim sıkıntı, üzüntü ve burukluk duyarak söylediğimde ben de Kathy’nin yanında Norfolk’taydım ve onun “Çöpleri, dallara takılmış sallanan naylon parçalarını, tel örgülere takılmış tuhaf şeylerin oluşturduğu hattı düşünüyorken ve gözlerini kısıp çocukluğundan bu yana kaybettiği her şeyin buraya sürüklendiğini hayal edişine, şimdi Norfolk’ta hepsinin önünde duruşuna” tanıklık ettim. Sonra da arabasına dönüp nerede olması gerekiyorsa oraya doğru gitmek için yola çıkışının arkasından bakakaldım.
Kathy’nin buruk hikâyesi nerede ve ne zaman başlamıştı ve niye hiç müdahil olamamıştım, niye kendimi Kathy ve arkadaşları Ruth veya Tommy’nin yerine koyamamıştım?
Bunu yapamamıştım çünkü Kathy daha hikâyesinin başında buna izin vermemişti: “Benim adım Kathy H. Otuz bir yaşımdayım ve on bir yıldan uzun süredir bakıcıyım.” diyerek araya hiçbir aracıyı ve anlatıcıyı sokmayacağının ve bundan sonra hikâyenin kendi hafızasında kalan olaylara ve izlenimlere dayanacağı çok açıktı.
Değişken, güvenilmez ve bu yüzden de yanıltıcı olabilecek kendi yaşanmışlıklarına…Ki zaten Kathy bunu; “Aradan çok uzun zaman geçti, bu yüzden bazı şeyleri yanlış hatırlıyor olabilirim elbette..” diyerek tevsik de ediyordu.

Anladım ki;Ishiguro bir kez daha hikâye kahramanı ile benim arama bir set çekiyor ve onun dünyasına uzaktan bir seyirci, bir dinleyici olmamı istiyordu. Tıpkı Günden Kalanlar da ve Değişen Dünyada Bir Sanatçı da olduğu gibi…
Hailsham’deki Esrar Perdesi
Kathy’nin hikâyesinin çok uzaklarda olmayan bir zaman diliminde geçtiğini, Hailsham denilen bir okuldan mezun olduğunu, Hailsham’ı “bir zamanlar geçmişe gömmeye” çalıştığı dönemler olsa da artık bu konuda direnmeyi bıraktığını, Hailsham lafını duymanın bile insanları yeteri kadar germeye yettiğini öğreniyoruz ilk sayfalarda.
Bu bulanık ve güvenilmez geçmişe ait parçalarda Hailsham kadar Ruth ve Tommy adında iki arkadaşı ile de tanışıyoruz Kathy’nin; onların bağışçı olduğunu, Kathy’nin de sırasıyla ikisinin bakıcısı olduğunu öğrensek de hikâyede daha anlatılmayan ve acıtıcı bir gerçekliğin izlerini takip etmeye başlıyorsunuz.
Hailsham’de kurulu, dış dünyayla bağlantısı kopuk ancak pek çok açıdan iyi bir eğitim veren bu okulda öğrencilerinin küçüklüklerinden beri “özel” , “farklı” olduklarını öğreten “gözetmen” olarak çağrılan öğretmenler eşliğinde bir yaşam sürüyorlar.

Bu yaşam gerçek hayata atılacakları ve hayatta bulunmalarına yönelik amacı gerçekleştirecekleri ana kadar da Kulübelerde sürüyor. Bu amacın ne olduğunu çözümlemek Kathy’nin anlatımından dolayı pek mümkün olmuyor, hep bilinen ama asla açıkça söylenmeyen bir gerçekliğin parçalarını yavaş yavaş birleştiriyorsunuz. Hikâyenin başından beri beni okurken saran tedirginliğin üzerindeki tül perdesi aydınlanınca bir soğuk temas sırtınızdan aşağıya iniveriyor.
Gerçekten Hailsham’deki çocuklar gerçeği bilmiyorlar mıydı? “Şimdi geriye baktığımda, bu olay gerçekleştiğinde kendimiz hakkında bir şeyler bildiğimiz yaşta olduğumuzu görüyorum- kim olduğumuzu, gözetmenlerimizden ve dışarıdaki insanlardan farklı olduğumuzu biliyorduk- ama bunun ne anlama geldiğini henüz sindirememiştik”.
Bu konuda ise Tommy :” Gözetmenler bütün yıllar boyunca onlara neyi ne zaman söyleyeceklerini hep dikkatle ve bilerek zamanladıkları;yani onların her zaman verilen en son bilgileri anlamayacak kadar genç oldukları” yönünde bir teori ileri sürüyor.

Gerçeği Haykıran Gözetmen Lucy
Tüm bu bilinir bilinmezlik, anlatılmış anlatılmamışlık arasında Hailsham’deki herkes hayatlarının nasıl bir yol çizeceği konusunda bir fikir sahibi olsa da gene de çocukluğun ve ergenliğin verdiği heyacan ve umutla bazı planlar kurmaktan ve hayal etmekten kendilerini alamadıklarını gören ve kandırılmalarına katlanamayan Gözetmen Lucy :
“….Doğru düzgün bir hayat yaşayacaksanız bilmeniz gerekir. Hiçbiriniz Amerika’ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı olmayacaksınız. Geçen gün bazılarınızın planladığı gibi, hiçbiriniz süper marketlerde çalışmayacaksınız. Hayatlarınız sizin için önceden kararlaştırıldı. Yetişkin olacaksınız ve sizler yaşlanmadan, hatta orta yaşa gelmeden, hayati organlarınızı bağışlamaya başlayacaksınız. Her biriniz bu nedenle yaratıldınız….”
Diye gerçeği adeta haykırıyor çocukların yüzlerine bir gün…
Gerçek Dünyaya Tutunma Çabası: Satışlar ve Takaslar
Hikâyenin bu can alıcı noktası ilk kez bu kadar açık yüzüme vurulduktan sonra Hailsham’deki okul günlerindeki bazı olayların anlamı hafsılamda başka bir anlama bürünüverdi birden. Hem de çok acıtıcı bir şekilde. Bunlardan biri Satışlar. Ayda bir kez dışarıdan gelen kamyonette bulunan eşyalar okulda satışa çıkıyor ve çocuklar beğendiklerini alabiliyorlar.
Kathy bu konuda:” Satışlar bizim için önemliydi, çünkü bu sayede elimize dışarıdan bir şeyler geçiyordu….Şimdi geriye baktığımda o kadar heyacanlanmamızı komik buluyorum, çünkü Satışlar’da çoğunlukla hayal kırıklığı yaşardık. Özel sayılacak bir şey genellikle bulunmazdı, kuponlarımızı yıpranmaya yüz tutmuş ya da kırılmış şeylerin yerine aynılarını almaya harcardık. Ama sanırım şu önemliydi; hepimiz Satışlar’da özel bir şey bulmuştuk geçmişte; bir ceket, bir saat, hiç kullanılmayan ama gururla yatağımızın yanına yerleştirdiğimiz bir makas. Hepimiz bir zamanlar böyle bir eşya bulmuştuk Satışlar’da, bu nedenle ne kadar tersini göstermeye çalışsak da, eskiden hissettiğimiz umudu ya da yaşadığımız heyecanı üzerimizden silkip atamıyorduk.” diye anlatıyordu o günleri.
O an Hailsham’in çocukları nasıl dış dünyadan kopuk tuttuklarını, Hailsham’in dışındaki heryerin onlar için bir fantezi dünyası olduğunu ve o dış dünya ile ilgili sadece söylentilerden ve neyin olup olamayacağına dair edinilen bilgilerden ibaret bulunduğunu anlıyorsunuz. Dış dünya hem bir endişe kaynağı hem de merak konusu…
Diğer bir rutin uygulama da yılda dört kez gerçekleşen Takas ki bunda öğrenciler kendi yarattığı şeyleri sergiliyor böylelikle kendi kişisel eşya koleksiyonlarını oluşturabiliyor, yarattıkları ile değerlendiriliyorlar.

Bu yaratılanlardan en beğenilenleri Galeri’de sergileniyor ve gün gelince Madame denilen bir kişi tarafından satın alınıyor. Madame’in kim olduğu, neden her sene Galeri’den öğrencilerin yarattıklarını alıp götürdüğü konusu tam olarak bir esrar perdesi olarak hikâyenin sonuna kadar inik kalıyor. Kathy Takaslar için “…Şimdi şunu da görebiliyorum; Takaslar çok ince bir şekilde hepimizi etkiliyordu. Bir düşünün, kendi özel hazineniz olabilecek şeyleri üretmek için birbirinize bağlı olmak; bu ilişkilerinizi mutlaka etkileyecektir.” Diyor.
Bebeğim Beni Asla Bırakma…
Hailsham’deki çocuklardan korkan ve mesafeli duran Madame’ı günlerden bir gün şahit olduğu bir şey büründüğü zırhtan bir an sıyrılmasına ve ağlamasına sebebiyet veriyor. Kathy’nin Karanlıktan Sonra Şarkılar adlı bir albümde Beni Asla Bırakma adlı şarkı ve sonrasında yaşananlardır bunun sebebi. Ki bu sebep içinde bir gerçekliği de barındırmaktadır.
Bu gerçeklik Hailsham’deki hiçbir çocuğun bir bebeğe sahip olamayacağıdır. Ama bunu her kız çocuğu içgüdüsel bir biçimde hayal etmektedir. Kathy de o kız çocuklarından biridir:
“Bu şarkıyı bunca özel kılan neydi? Aslında sözlerini pek dinlemezdim; tek beklediğim yer: “Bebeğim, bebeğim beni asla bırakma…” diye devam eden bölümdü. Dinlerken çocuğu olmayan bir kadın hayal ederdim, bütün hayatı boyunca çocuk istemiş bir kadın. Sonra bir mucize eseri kadının bebeği olur.Bebeğini kucağında sıkı sıkı tutar ve yürürken şarkı söyler:”Bebeğim, beni asla bırakma” Hem çok mutlu olduğu , hem de başına bir şey gelmesinden korktuğu için; bebeği hastalanacak ya da elinden alınacak diye. O zamanlar bile bu yorumun doğru olmayacağını düşünürdüm, şarkının diğer sözlerine uymuyordu bu yorum. Ama beni ilgilendiren bu değildi. Şarkı benim söylediğim şey hakkındaydı ve ben onu tekrar tekrar dinlerdim, kendi başıma, her fırsatta.”
İşte yine öyle günlerden birinde Kathy olduğu yerde şarkının ritmine uygun biçimde salınıyor ve kucağında bir bebek tutuyormuş gibi yaparken ve bu sefer sanki bir bebekmiş gibi bir yastığı göğsüme bastırdığı bir anda odada yalnız olmadığını hisseder:
“Gözlerimi açtığımda karşımda, odanın kapısında Madame duruyordu. Kapı aralıktı ama Madame eşiğe bile gelmemişti. Koridorda, kımıltısız ayakta duruyordu, benim içerde ne yaptığımı görmek için başını hafifçe yana eğmişti. Tuhaf olan şu ki ağlıyordu. Beni hayal dünyasından çıkaran ses, belki de onun hıçkırıklarının sesiydi.”
Kaçınılmaz Sona Doğru Çoğalan Düşüncelerim
Her bir çocuğun organlarını bağışlayarak yavaş yavaş tükenişe doğru yol almadan önce hazin sonlarından önceki son duraklarında Ruth, Kathy ve Tommy bir arada yaşamaya başlarlar Kulübeler denilen yerlerde.
Kathy’nin hikâyesinde en baştan beri Tommy ve Kathy arasında- Kathy’nin anlatımlarından yola çıkılarak- “arkadaşlıktan öte” durumun sanki Ruth tarafından baltalandığı hissiyatına zaman zaman kapıldım. Okulda başlayan ve Kulübeler’de devam eden Ruth ve Tommy aşkı bir zaman sonra ayrılıkla sonuçlansa da aşklarını yaşamak için artık çok geç kalmış Kathy ve Tommy’nin Kulübelerde yayılmış ve arkadaşları Chrissee’nin söylediği bir söylencenin peşine düşmekten başka şansları kalmaması beni çok hüzünlendirdi:
“Birbirine gerçekten âşık bir kız ve bir erkek varsa, yani bu iki kişi gerçekten âşıksa ve bu konuda başkalarını ikna edebiliyorlarsa, o zaman Hailsham’ı yönetenler bu işi halledebiliyorlarmış.”
Bunun doğruluğunu öğrenmek için Kath ve Tommy’nin kısa süren çabası ve beni bir an için umutlandırmıştı okurken. Aşk her şeyin üstesinden gelebilir miydi gerçekten? Gerçekten bu çocukların da birer ruhları oldukları, bir iç dünyaları bulunduğunu gösterebilirler miydi? Kopyalandıkları modellerinin sadece suretlerinden öte seven, âşık olan, nefret eden, gördükleri, duydukları ve hissettikleri değerler ve şeyler doğrultusunda yaratıcı olabilenm bireyler olduklarını kanıtlarlarsa, bir şansları olabilir miydi?
O anda Ishiguro’nun bilimin geldiği noktalarda ahlak ve erdem sorgulamalarının ötesinde inceden inceye sevginin ve aşkın korunması gereken değerlerden olduğunu anlatmak istediğini düşündüm. Ishiguro, insan nedir, insanı insan yapan nedir sorularına cevap arıyor veya benim düşünmemi istiyordu. Sevginin korunması gereken bir değer olduğuna işaret ediyordu.

Beni Asla Bırakma en başında da dediğim gibi ben de sonlara doğru bir isyan etme isteği uyandırdı. Daha fazla mücadele etme, hayatımızın akşını değiştirmek için beklemekten daha fazlasını yapmak varken ve her şeyi olduğu gibi kabullenişi açıkçası kabullenmek istemedim. Umuda ne olmuştu? Bir anlık parlamadan mı ibaretti sadece? Yoksa insanlar çoktan umut etmeyi bıraktılar mı?diye düşündüm.
Ishiguro kitabın başında ve sonra da sonunda yer alan iki paragrafla bana bir şeyi daha gösterdi. Her ne kadar Ruth ve Tommy tükenmiş olsa ve Kath’in de tükenmek için az bir süresi kalsa da Hailsham’de geçen günleri, bir başka deyişle çocukluk günleri güzeldi. Geleceği olamasa da hatta geleceği kendisinden çalınmış olsa da çocukluk günleri hala taze ve kendine has bir mutluluğu resmediyordu. Kath ise bunu bakıcılık yaptığı ve tükenmek üzere olan bir klonun ona Hailsham’i anlattırması esnasında vardığı sonuçtan çıkarıyordum.
“Kendi geçmişini hatırlamayı hiç istemiyordu. Onun yerine , Hailsham hakkında bir şey duymak istiyordu…Hailsham’i sadece duymak değil, hatırlamak istiyordu; sanki kendi çocukluğu orada geçmiş gibi…İşte o zaman anladım, gerçekten anladım ki, biz çok şanslıydık; Tommy, Ruth , ben ve Hailsham’den gelen diğer herkes.”
İnsanın aklına Edip Cansever geliyor değil mi? Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk… Hiçbir yere gitmiyor…
Çocukluğumuzun ve Umudun
Bizi Asla Bırakmaması Dileğiyle…
Sevgiler
Billur