27 Ekim 2009 Salı

Billur Gülda Barselona ya da İspanya Yollarında III

GRAN TEATRE del LICEU’DA OPERA

Evet. Programımız yoğun ve sanat dolu. Evden telaş içinde çıkıyoruz. Bir an önce GRAN TEATRE del LİCEU’daya yetişmeliyiz çünkü operaya gidiyoruz. La Rambla Caddesi üzerinde olan Barselona’nın Opera Binasının önüne zamanında varıyor ve hemen yan sokağındaki yerden biletlerimizi alıyoruz.



Yerimiz balkonda, şımşıkıdık yerlerimize oturmuşuz ancak biraz yanda kaldığımız için ışıklar söner sönmez boş yerlere geçmeye karar veriyoruz. Önce bir çekingenlik var ama bakıyoruz ki herkes aynı şeyi yapıyor, rahatlıyoruz.



Opera Binasının içi gerçekten çok etkileyici. Biz de niye böyle bir opera binası yok diye hayıflanırken.... Işıklar Söndü.....

L’arbore di Diana veya The Tree of Diana:

18. yüzyılda yaşamış olan ve zamanında Mozart ile kıyaslanarak Valencia’lı Mozart diye anılan Vicente Martin i Soler’in iki perdeden oluşan ilk defa 1787’de sahnelenen bu opera bufa (komik opera) büyük bir başarıya imza atmış. Librettosu Mozart’ın Figaro’nun Düğünü ve Don Giovanni operalarını yazmış olan Lorenzo Da Ponte tarafından kaleme alınmış.

Ahlak ve namusun bekçisi/kraliçesi olan Diana’nın (Roma mitolojisinde ayın ve bakireliğin tanrıçası) bahçesinde büyük elmaları olan bir ağacı vardır. Ne zaman Diana’nın perilerinden biri ağacın yanına yanaşsa parlamaya ve ses çıkaran bu elmalar perileri sınamaktadır. Eğer peri ahlaka mugayir davranışlar sergilerse siyah bir renk almakta ve onu cezalandırmaktadır. ANCAK AŞK bu uygulamayı hiç yerinde bulmaz ve olaya müdahale ederek perilerin aşka düşmesi için kolları sıvar. Hatta sonunda Diana’nın kendisi de aşka mağlup olur. Sonunda AŞK’a mağlup olur ve ağacın yıkılmasını emreder, AŞK da bahçeyi aşk sarayına dönüştürür.

İfade edildiğine göre, Diana ve perilerin rahibeleri, AŞK’ın ise imparatoru simgelediği hususunda otoriteler arasında geniş bir mutabakat varmış.




Benim favorim AŞK idi. Önce kadın kılığında çıktığı için kadın mı erkek mi olduğunu anlayamamıştım çünkü sesi hiç erkek sesine benzemiyordu. Sonradan AŞK rolünü kim üstlenmiş diye baktığımda Michael Maniaci olduğunu öğrendim. 1976 doğumlu Amerikalı bir sanatçı ve erkek-soprano olarak bahsediliyor kendisinden. Sesi hormonal bir bozukluk olmamasına rağmen kırılmamış ve bir soprano niteliğine bürünmüş. Gerçekten etkileyici bir sesi vardı.



Kostümleri de çok başarılı bulduğumu söylemeliyim klasik çizgilerin dışına çıkarak çok hoş yorumlanmıştı.

Salonun tek kusuru klimayı fazla açmış olmaları idi. Ben de kah Ender’i siper alarak kah titreyerek inatla seyrettim.

Operadan sonra yemek yeme ihtiyacımız hâsıl oldu ancak yorgunduk ve bir yerde rezervasyon yaptırmamıştık. Eve dönüş yolumuz üzerinde olan TAPA TAPA’ya gittik. (Passeig de Gracia 44) uğradık; ben gene “ Nedir bu tapas mapas doyar mıyım, yenilesi bir şey mi gibi Gülda’yı çıldırtıcı sorularımla boğarken içeri girdik.



Gülda’nın yaptığı açıklama ve Barselona kitabından okuduğum bilgiler ışığında öğrendiğim şudur ki; tapa, küçük tabaklar içinde sunulan bir çeşit meze anlamına geliyormuş. Geçmiş yıllarda İspanya'da şarap mahzenleri esnafa ve mahalleliye şarap mahzenlerinden kadehle şarap satarlarmış. Şarabı servis yaparken tozdan, çöpten, sinekten korumak için kadehin üzerini bir tabakla kapatırlar, tabağın içi de boş olmasın diye şarapla birlikte iyi giden bir yiyecek koyarlarmış. Tapa bu tabağın adıymış.

Önce tedirgin davranan ben sonradan 8 -9 çeşit tapas siparişi verip, Ender ve Gülda’nın siparişlerine de bir iki ısırık attırdım! Sonrasında spazm geçirdim ama çok güzeldi. Hemen hepsi güzel kızarmış ekmeklerin üzerinde gelen bu mezelere bayıldım. Hele mini mini hamburger çok iyiydi.

Bir gün ve geceyi tamamlamıştık...Yarın Antoni Gaudi ‘nin eserlerine ilgi ve şefkat göstermeye karar vererek evimize uyumaya gittik...Git gide havlularımızın azaldığı evimize....

Sevgiler

Billur

Gülda ve Liceu:


Barselona’ya bir daha gidersem Liceu’da bir opera ve Palau de la Música Catalana’da bir konser izleyeceğim demiştim. İspanya gezimiz defalarca tehlikeye düştü, son güne kadar gidebilecek miyiz endişesi içinde idik. Ama yine de her şeyden (buna vizeler de dahil) önce gidilecek konserlerin biletlerini almıştım.




Operanın biletlerini Liceu’nun kendi internet sitesinden ve sorunsuzca aldım. Zaten beni konser biletleri yanılttı. Kolayca İspanya’da izleyeceğim konserlerin biletlerini internetten aldığıma göre, tren biletlerini de alırım, araç da kiralarım, yemek rezervasyonu da yaptırırım diye düşündüm.

Barselona’da da ciddi bir trafik problemi var. Yürüyerek on beş dakikada gidebileceğimiz Liceu binasına yağmur sebebi ile taksi ile gitme kararı verdik ve trafikte sıkıştık. Acaba gecikir miyiz endişem -yani önce bir sigara içebilecek vaktim kalacak mı?- yersiz çıktı ve biletlerimizi teslim almayı da ve sigara içmeyi de başardık.



Yerimiz çok yukarıda ve çok köşede idi. Ancak ben, gayri ihtiyari İstanbul’dan alışkanlıkla hemen girişteki salona yöneldim ve sonra birkaç kat yukarı çıkmam gerektiğini fark ettim. L’arbore di Diana Operası bildiğim, sevdiğim ya da hakkında çokça konuşabileceğim ve orta bölüme 192,00 € bütçe ayırabileceğim bir opera değildi. 50,00 € luk kenar ve yukarı bölüm ise Opera Binasının muhteşemliğini kavrayabileceğimiz ve burnumuz kanamadan da Opera’yı izleyebileceğimiz bir bölümdü ve biraz daha ortaya geçince daha da iyi bir yer oldu.



Açıkçası salon çok ama çok soğuktu. Dijital elmalar, kostümler, orkestra, mekân, sanatçılar hepsi çok etkileyici olsa bile benim o soğukta konseri bitirmem, aynı zamanda tatilimi de bitirmeme neden olacaktı. Dolayısı ile ikinci bölümü kafe’de bir ekran karşısında izlemeyi tercih ettim. Bu sayede ikinci bölümü; İngilizce alt yazılı kahve, bira eşliğinde en önemlisi uyuklamadan bitirebildim.



Konser başlamadan az önce Billur’dan, biletimi saklamak için geri aldığıma çok emindim o da verdiğine ama arada aşağıya koşa koşa indiğimde biletimin yanımda olmadığını fark ettim. Sigara içmek için dışarı çıkarsam, biletim olmadığı için geri dönemeyecektim. Onca katı tekrar çıkıp Billur’dan biletimi istediğimde son derece emin bir şekilde “biletin bende değil sana verdim” dedi. Sonra da tüm biletler ondan çıktı. Nasıl olduğuna dair ikimizin de hiçbir fikri yok. Aslında tüm İspanya’da zaten bir miktar şaşkın ve balık hafızalı idik.

Konser bittiğinde Billur ve Ender’i beklerken ben, görevli gelip, L’arbore di Diana Opera’sının gala daveti olduğunu ve davetli değilsem artık gitmem gerektiğini son derece kibar bir şekilde söylediğinde ise, sıcacık sandalyeden kalkmak biraz zordu. Ne olacak bu AKM'nin geleceği sorularımın eşliğinde Katalan'ların muhteşem Opera Binasından ayrıldık.



Çok sevdiğim Katalan bir tanıdığımın tavsiyesini dinleyip Tapa Tapa'da çok güzel Tapas'lar yedik. Ama yorgun arkadaşlarımı biraz daha yürümeye ikna edemediğim için Casa Mila'yı ve Casa Batllò'yu gece ışıklandırması ile tekrar göremedik.

Gülda

2 yorum:

danzon dedi ki...

barcelona'ya iki kere gitmiş olmama ve çok istememe rağmen, hiçbirinde gran teatre del liceu'da bir gösteriye denk gelmemiştim. izlenimlerinizi ilgiyle okudum.
(ekim ortasında bir opera seyrettiğim varşova'daki teatre wielki de oldukça soğuktu. acaba insanlar uyumasın diye ısıtmayı açmıyor olabilirler mi?)

Gulda dedi ki...

Çok mantıklı. “Gösterişli Opera Binamızda uyumayın, gösteriyi izleyin!”

Geri dönüş yolunda THY uçağı da yine çok soğuktu. Hatta uçak sebebi ile hepimiz hasta olduk. Onların derdi ne acaba?

Umarım Liceu’da da bir gösteri izlersiniz. Sakın paltonuzu unutmayınız. Ve biz de Mayıs ayında Polonya’ya gidebiliriz. Bu arada hala Polonya’da izlediğiniz gösterilerin yorumlarını bekliyoruz.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails