Yazar : Zülfü Livaneli
Mekân : Nar Cafe
Tarih : 14 Mayıs 2013
Sunucu: Gülden
Katılımcılar: Aycan, Ayşe, Ayşen, Aysun, Belkıs, Berna, Bilgen, Billur, Gülda, Özlem, Peyman, Yonca
Serenad müziğin, bilimin
ve tarihin iç içe geçtiği bir Zülfü Livaneli
kitabı.
Serenad’da Zülfü Livaneli‘nin
romancılığının en temel niteliklerinden biri başrolde: İç içe geçmiş, kaynaşmış
kişisel ve toplumsal tarihlerin kusursuz dengesi.
Zülfü
Livaneli son kitabı “Serenad” da 60 yıl süren bir aşkı anlatırken bizi
birçoğumuzun bilmediği bazı trajik tarihsel gerçeklerle yüzleştirmiş.
Kitap
ilk olarak 2. Dünya savaşındaki karanlık günlere götürmüş bizi. Almanya
ve Avrupa’daki
Yahudi soykırımından kaçan 190 bilim adamının
ülkemize sığınmaları ve onların başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere
üniversite ve bilime olan katkıları var kitapta.
Nazi zulmünden kaçan
bilim adamlarına Türkiye'nin yardım etmesi için Einstein'in Atatürk'e yazdığı
mektuba da yer veren Livaneli, sözlerini şöyle sürdürmüştür:
''Atatürk, hükümete
rağmen bu bilim adamlarını Türkiye'ye getirdi. Gerçekten çok ileri görüşlü bir
kişilikti ve ben kendisine hayranım. Hatta vasiyetinde diyor ki; 'Ben size hiç
bir dogma ve değişmez kural bırakmıyorum, olaylar akla ve çağın gerçeklerine
göre yorumlanmalıdır'. Bunu söyleyen bir insandan 'Kemalizm' diye donuk bir
maske çıkardılar. Ve bu maskeyi de darbelerde yüzlerine geçirip, o darbelerin
maskesi yaptılar. Kemalizm ile Mustafa Kemal'i ayırmak lazım."
İkinci bir
tarihi olay da Almanya, İngiltere ve Türk hükümetinin suç ortaklığında bir
insanlık trajedisi olan “Struma” olayı.
Üçüncü olay yine duymadığımız, Kırım Türklerine
yaşatılan “Mavi Alay” trajedisi.
Bunun dışında yazar kitabında bilinmeyen birçok
tarihi olaya da didaktik bir bakış açısıyla yer vermiş.
Olayların bir kadın tarafından
anlatılması ve diğer kadın kahramanlar, Maya'nın babaannesi Semahat, Maya'nın
anneannesi Ayşe ve Maximillian Wagner’in aşkı Nadia'nın yaşamlarına da yer verilmesi,
olayların siyasi boyutu yanında duygusal taraflarının ağır basmasına neden
olmuş..
Livaneli, kitabının
temelinin aşk olduğunu belirtiyor.
Z:L: ''Kitaba
özellikle aşk romanı demedim. Çünkü aşk kelimesi çok kirletildi. Aşk artık
magazin ve reklamların vıcık vıcık ettiği, anlamını yitirmiş bir kelime. Bence
aşk, ölümün karşısındaki kavramdır. Bir insanın 'ben aşığım' demesi 'ölmeye
hazır değilim' diye haykırmasıdır''
Romanda olayları genç bir kadınının ağzından anlatan
Livaneli’ye göre kadını anlamak insanlığı anlamak için çok önemli.,
Z:L: ''Kadınlar ve sanatçılar, dünyayı sade,
somut, elle tutabildikleri gerçekler ya da ön yargılarla değil, sezgileriyle
keşfediyor. Roman yazımında empati çok önemli. Çünkü her yazdığınız kahramanın
içine gireceksiniz. Eğer kadını anlatmıyorsanız insanlığın yarısını
anlatmıyorsunuz demektir. Kendimi roman boyunca oradaki kadın kahraman gibi
hissettim''
Kitabında Maya ve oğlu
arasındaki duygusal boşluk günümüz çalışan kadınlarının içinde bulunduğu
"İYİ ANNE" ve "ÇALIŞAN
KADIN" rolleri arasında sıkışmasına
güzel bir gönderme olmuş..
60 yıllık aşkının izini sürmek için
profesörün İstanbul’a gelmesi, hem kendi hem de Maya’nın aile sırlarını ortaya
çıkarmakla kalmıyor, 2. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımı, Ermeni ve Kürt
sorununun yanı sıra Struma ve Mavi Alay facialarında hayatını kaybedenlerin
hikayelerini de gözler önüne seriyor.
Maya
Duran ( 36 yaşında) , İstanbul Üniversitesi’nde Halkla İlişkiler görevini
yürüten , rektör hakkında çıkan haberleri medyadan takip edip ona bilgi veren,
sözleşmeli bir memurdur. Eşinden ayrıdır. Oğlu Kerem’in velayeti maddi
manevi tüm sorumluluğu Maya’ya aittir.
Kerem içine kapanık, bilgisayar düşkünü bir çocuktur. Annesi ile ilişkileri
sıcak değildir. Aynı zamanda babasının sorumsuz yaşamı nedeniyle baba ile de
ilişkileri kopuktur. Maya’nın bir sevgilisi vardır.
2001 yılının Şubat ayında soğuk bir kış
gününde İstanbul Üniversitesi’ne konuk olarak gelen Maximillian Wagner’i
karşılama ve onunla ilgilenme görevi İngilizcesi çok iyi olan Maya’ya verilir. Maya, Daha önce de rektörün
yabancı misafirlerini karşılayan ve ağırlayan Maya için bu durum olağandır. Ancak bu misafir , Prof. Maximillian Wagner (87) olunca
iş olağanlıktan çıkar.
(Kitabın bu
bölümünde Livaneli, yurdumuza gelen yabancıların giysilerimiz ve yaşam
tarzımızla Türkler hakkında yanlış bilgilere sahip olduğunu vurguluyor. Ayrıca yurdumuzdaki sığınma evlerinin dolup
taşması, doğuda kadınlara değer verilmemesi, kızlarımızın aile meclisi kararı
ile hala idam ediliyor olmasının yüz kızartıcılığı ve boşanmış kadının
sorunları üzerinde duruyor...)
Maya profösörün Türkiye’ye ilk kez geldiğini ve
Türkçe bilmediğini düşünmektedir. Oysa Alman asıllı bir Amerikalı olan Prof.
Maximillian Wagner, daha önce 1930′lu yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde
hocalık yapmış, uzun yıllar İstanbul’da kalmıştır. Oldukça iyi de bir Türkçesi
vardır.
Profesörün İstanbul’da olmasından İngiliz
istihbaratından Türk İstihbaratına kadar pek çok kimse memnun değildir. Türk
istihbarat görevlileri onu izlemeye almışlardır. Maya Maximillian Wagner’ın
gerçekte kim olduğunu merak eder , öğrenmeye karar verir . Bir ajan mı, yoksa
bir katil mi? Araştırma yapabilmek için hep bilgisayarın başında olan oğlundan
yardım ister. Duydukları ile çok heyecanlanan Kerem hemen çalışmalara başar. Bu
olay anne ile oğlunun arasındaki buzları eritir.
Prof.
Maximillian Wagner Üniversitedeki
işlerini bitirdikten sonra Türkiye’den ayrılmadan önce Şile’ye gitmek için Maya’dan yardım ister. Maya çok istekli
olmasa da bu isteği geri çeviremez.
Max ile
Şile’ye gittikleri gün Türk istihbaratçıları Maya’nın evini ziyaret edip,
oğlunu kullanarak Maya'ya göz dağı verirler. Maya bu durumdan üst düzey asker
olan abisi tarafından kurtarılır. Daha sonrasında Maya ile iletişime geçen
İngiliz istihbarat birimleri de Maya’dan Wagner hakkında bilgi isterler. Kerem
de Wagner ile ilgili araştırmalar yapar ve pek çok bilgi bularak annesine verir.
Profesör
ile Maya’nın ilk yakınlaşması Profesörün gitmesine az bir süre kaldığında
yaptıkları Şile ziyaretinde başlar. Maya, Profesör ve Şoför Süleyman Şile’ye
doğru yılın en soğuk gününde yol alırlar. Şile’yi yazın bile sevmeyen Maya , bu
gezintiye bir anlam veremez.
Şile
yakınlarına geldiklerinde Profesör onlardan ayrılır üzerinde “Für Nadia (Nadia
için)” yazan küçük çelenk ve kemanıyla tek
başına deniz kenarına iner . Çelengi denize atar ve kemanını çalmaya başlar. Uzaktan arabanın içinden profesörü izleyen Maya
ve şoförü yaşlı adam soğuğa dayanamayarak
bayıldığını görürler.
Max, donmak
üzeredir. Maya ve Süleyman’ın yardımıyla yakındaki bir otele götürülür. Otel
mevsim nedeniyle boş ve soğuktur. Sadece bir görevli vardır. Buz gibi olan ve
sayıklayan profesörü yatağa yatırılar. Maya onunla ilgilenirken arabası bozulunca Süleyman yardım çağırmaya gider. Vücut sıcaklığı giderek düşen ve baygın olan
Profesör’e yardım etmek isteyen Maya soyunarak onunla aynı yatağa girer. Ve vücut
ısısını ona bu şekilde aktarmaya çalışır, ancak Süleyman döndüğünde olanları
yanlış anlar. Önceleri olaydan kimseye
bahsetmemesine rağmen sonradan anlattıkları
sorun yaratacaktır.
İstanbul’a
döndüklerinde Profesör’ü hastaneye
götüren Maya, doktor olan arkadaşı
Filiz’den yardım ister. Yapılan tetkiklerde, onun kanser olduğunu ve az ömrü
kaldığını öğrenir. Maya, yaşlı, hüzünlü ve şimdi de kanser olduğunu öğrendiği
adamın Şile’de deniz kıyısında ne işi olduğunu ve baygınken sayıkladığı ismin
kime ait olduğunu çok merak eder. Ziyaretinde bunu profesöre sorar. Maya’ya bir
hayat borçlu olan Profesör hayat hikayesini anlatmaya başlar. Anlattıkları Maya’yı derinden etkiler.
Profesör’ün kemanı Şilede kaybolmuştur. Maya her
yerde arar kemanı. Süleymen’a da sorar ama bulamaz.
MAXİMİLLİAN
İLE NADİA'NIN HİKAYESİ
Nazi
Almanya’sında, Hitler döneminde bir üniversite öğretim üyesi olarak çalışan ari
Alman olan Wagner, “ Nadia” adında Yahudi bir genç kıza aşık olmuştur. Max ve Nadia evlendikten sonra Nadia “Deborah”
ismini alır, Yahudi kimliğini saklamaya
çalışır. Hitler’in dayattıkları, artık dayanılmaz hale gelip de Scurla Raporu
ile Deborah’ın gerçek kimliğinin ortaya çıkma korkusundan dolayı Max ve Deborah
Paris’e gitmeye ve orada özgürce yaşamaya karar verirler.
Ancak
olaylar istedikleri gibi gelişmez. Max’ın bir anlığına Nadia’nın yanında
olmadığı sırada Nadia’nın Yahudi geçmişi anlaşılarak, trenden indirilmiştir. Max mecburen Nadia’sız Fransa’ya gelmiş,
oradan da pek çok Yahudi arkadaşlarının bulunduğu İstanbul’a geçmiştir.
İstanbul’a
geldikten sonra Max aynı zamanda hamile olan karısının izini çok zor bulur. Hitler’in işkencelerinden kurtarmak için pek
çok yola başvurduysa da sonuç alamaz. Daha sonra kisedeki bir papazdan yardım
alarak karısına ulaşır ve “Struma” adlı
gemiye binmesini sağlar. Nadia’nın yanında Katolik olduğunu gösteren Max’ın
temin ettiği belgeler de vardır. Gemi arıza yapması nedeniyle İstanbul’da demir
atar. Ancak gemiden kimsenin inmesine izin verilmez. Gemi iki buçuk ay İstanbul
açıklarında kaldıktan sonra Ruslar tarafından havaya uçurulur. Gemideki Nadia
da hayatını kaybeder.
Max’ın
Şile sahilinde kemanla çaldığı parça, Nadia için bestelediği ve evlenme teklif
ederken çaldığı parçadır. Wagner bu parçayı Schubert’in
Serenad’ından esinlenerek büyük aşkı Nadia’ya yazmıştır.Şile’ye
gittikleri gün olan 24 Şubat ise Nadia’nın ölüm yıldönümüdür. Dinlediği bu
gerçek hayat hikayesi Maya’yı derinden etkiler.
Maya,
Nadia ile birlikte ailesini de düşünür. Babaannesi Semahat (Mari) hanım bir
Ermeni, anneannesi Ayşe (Maya) ise Mavi Alay‘dan canını zor kurtarmış bir
Türk kadınıdır. Maya bu şanssız üç kadın içinde dinini değiştirmek
zorunda olmadığı için anneannesini şanslı sayar.
Max’ın
Amerika’ya geri dönüşünden sonra Maya şoför Süleyman’ın anlattıklarından dolayı
zor günler geçirir. İşinden istifa eder. Yaptığı yolculuk ve ziyaretlerle
Max’la ilgili bir çok bilgiye daha ulaşır. Ulaştıklarının en önemlisi de
arşivde saklanan “SERENAD FÜR NADİA” nın orjinalidir. Maya Amerika’ya giderek elindeki notaları
Max’a ulaştırır. Hastanede olan Max çok geçmeden ölür. Max’ın vasiyeti üzeine
külleri Maya tarafından Şile sahiline getirilerek, denize serpiştirilir. Bu
şekilde iki sevgili Max ve Nadia kavuşmuş olur.
KİTAPTA
DİKKAT ÇEKEN CÜMLELER
* “ İktidar zulüm demektir. Hele denetlenemeyen iktidar.”…
*“…halk ancak örgütlü olduğu zaman etkili olabilir. Yoksa tek tek
insanlar, zorbalık karşısında sinerler. Genel kuraldır bu.”
*”Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi olduğunu
düşünüp hayal kırıklığına uğrama. Kendini koru kızım, insanlara karşı kendini
koru.”
* İstanbul vefasız bir sevgiliye benzer. Sana ihanet eder ama sen
yine de onu sevmeye devam edersin.
Alıntı sözler de etkileyiciydi;
*” İnsan ancak acı çekerek olgunlaşır.”
(Fyord Dostoyevski)
*”Senden çalınabilen bilgi, senin bilgin değildir.”
( Gazali’ye Haramibaşının söylediği bir söz. )
*”Coğrafya kaderdir.” ( İbni Haldun)
*”Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz
biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik, çünkü güç adalete karşı
çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için
de güçlü olanı haklı kıldık.”
( Pascal)
Aslında kitabın tüm özeti Livaneli’nin, şu cümleleriyle örtüşüyor;
“İnsanların kendi milletini veya kendi inancını diğerlerinden daha üstün
görmesi, ne korkunç olaylara, ne büyük acılara neden oluyordu bu dünyada.”
MAXİMİLLİAN WAGNER KİMDİR?
Profesör
Maximilian Wagner’in, saf kan Almandır. Türkiye’ye geliş sebebi ise çok
farklıdır. Ancak Türkiye’ye gelebilmek için diğer profesörlerle aynı nedeni
kullanmak zorunda kalır.
Almanya'da 1932 sonbaharında
yapılan genel seçimleri, Adolf Hitler'in Nasyonal Sosyalist Partisi, yani
Naziler kazandı ve Hitler, 1933'un 30 Ocak günü Almanya’nın başına geldi.
Nazilerin hedeflerinden biri, Yahudilerin, öncelikle de Almanya'daki
Yahudilerin köklerinin kazınmasıydı.
7 Nisan 1933 de, Nazi hükümeti Profesyonel Kamu Hizmeti Düzenlenme Yasası’nı yürürlüğe sokar. Bu yasayla Nazi devletinin muhalifi olarak görülenlerin, yani Yahudilerin ve siyasi muhaliflerin dışlanması amaçlanmaktadır.
Sonuçta, kamu hizmetinde çalışanlar, anne ve babalarının, büyükanne ve büyükbabalarının dinini belgeleyerek, "Ari" ırkından olduğunu kanıtlamak zorunda bırakılırlar. Bunu yapamayanlar işten çıkarılırlar.
Ayrılma hazırlığı yapan
Yahudiler arasında dünyanın önde gelen bilim adamları da vardı ve Albert
Einstein da onlardan biriydi. Berlin Üniversitesi'nde hocalık yapan ama kısa
bir süre sonra artık ders veremeyeceğini fark eden Einstein, 1933 ilkbaharında
Almanya'dan ayrılıp Fransa'ya geçti ve Paris'teki "College de France"da
hocalık etmeye başladı.
Bu sırada, Nazi tehdidi altında bulunan
Yahudilerin korunması amacıyla "Yahudi
Nüfusu Koruma Grupları Birliği" adını taşıyan ve kısa adi
"OSE"
olan bir kurum oluşturulmuştu. Birliğin merkezi Paris'teydi ve onur
başkanlığına da Albert Einstein getirilmişti.
Albert Einstein, 1933'un 17 Eylül’ünde Ankara'ya, işte bu sıfatla, yani "OSE'nin Onur Başkanı" olarak bir mektup gönderdi. Einstein, son derece nazik bir dille yazdığı mektubunda Almanya'daki bazı yasalar dolayısıyla çok sayıda Alman bilim adamının mesleklerini icra edemez hale geldiklerini söylüyordu.
Albert Einstein, 1933'un 17 Eylül’ünde Ankara'ya, işte bu sıfatla, yani "OSE'nin Onur Başkanı" olarak bir mektup gönderdi. Einstein, son derece nazik bir dille yazdığı mektubunda Almanya'daki bazı yasalar dolayısıyla çok sayıda Alman bilim adamının mesleklerini icra edemez hale geldiklerini söylüyordu.
Bilim adamlarının
çalışabilecekleri bir ülke aradıklarını da anlatan Einstein, 40 kişilik bir
uzman listesi hazırladıklarını yazıyor, bu kişilerin hiçbir karşılık
beklemediklerini anlatıyor ve Türk Hükümeti’nin söz konusu bilim adamlarını
kabul etmesi halinde sadece insani bir faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağını,
Türkiye’nin bu kabulden büyük kazanç sağlayacağını da ifade ediyordu.
Einstein, simdi Başbakanlığa bağlı olan "Cumhuriyet Arşivi’nde saklanan 17 Eylül 1933 tarihli mektubunu yazdığı sırada, Başbakanlık makamında İsmet Bey (İnönü) vardı. Milli Eğitim Bakanı, o tarihte Reşit Galip Bey’di.
OSE bir Yahudileri kurtarma cemiyetidir. Başkanı da Albert Einstein’dır. Einstein, Ari ırktan olmadıkları için işten çıkartılan, 40 Alman ( Yahudi ) profesörün, çalışmalarına Türkiye’de devam etmesi için Atatürk’e bir mektup yollar
Mektup, önce dönemin Başbakanı İnönü’ye ulaşır. İnönü teklifi reddeder. Ancak
ülkeyi batılılaştırmak isteyen
Atatürk’ün konudan haberi olunca , 40 yerine
190 Profesör Türkiye’ye gelmiş. Hatta bu
profesörler onuruna davet bile vermiştir. Gelen profesörlerin çok yararı olmuş,
İstanbul Üniversitesi’nin temellerini atmışlardır..
Ernst Reuter, İskan ve Şehircilik Enstitüsü’nü.
Dünya çapında bir besteci olan Paul Hin Demith, müzik sistemimizi.
Fritz Neumark, İktisat Fakültesi’ni kurar.
Erich Auerbach, dünyanın en önemli kitaplarından biri olan Mimesis’in yazarıdır.
Ernst Hirsch’in Pratik Hukukta Metot kitabı, hala hukukçuların başucu kitabıdır.
Ernst Reuter, İskan ve Şehircilik Enstitüsü’nü.
Dünya çapında bir besteci olan Paul Hin Demith, müzik sistemimizi.
Fritz Neumark, İktisat Fakültesi’ni kurar.
Erich Auerbach, dünyanın en önemli kitaplarından biri olan Mimesis’in yazarıdır.
Ernst Hirsch’in Pratik Hukukta Metot kitabı, hala hukukçuların başucu kitabıdır.
Maximillian Wagner ; gerçekte böyle
bir kişi yok
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİNE GELEN YABANCI
PROFESÖRLERDEN BAZILARI
ALBERT EİNSTEİN’IN YOLLADIĞI MEKTUBUN ASLI
Andreas Schwarz: hukuk profesörü.Karl Strupp: hukuk profesörü.Wilhelm Röpke: ekonomist.Dankwart Rüstow: iktisat profesörü.Gerhard Kessler: ekonomist.Umberto Ricci: iktisatçı.Fritz Neumark: hesap, vergi uzmanı.Fritz Arndt: kimya profesörü.Erich Frank: insülini bulan profesör.Hans Reichenbach: mantık-felsefe profesörü.Curt Kosswig: zoolog.Wilhelm Liepman: dünyaca ünlü jinekolog.Benno Landsberge: asurolog, sümerolog-tarihçi.Georg Rohde: filoloji profesörü.Alfred Heilbronn: botanikçi.Richard Von Mises: matematik profesörü.Clemens Holzmeister: mimar.(tbmm binası)Bruno Taut: mimar.Ernst E. Hirsch: hukuk profesörü.Rudolf Belling: heykeltraş.Alfred isaac: iktisat profesörü.Herbert Louis: coğrafya profesörü.Erich Auerbach: filolog.Traugott Fuchs: filolog.Karl Steuerwald: filolog.
|
Clemens Möller: filolog.Felix Haurowitz: kimya profesörü.Hubert Melzig: filolog.Philip Schwartz: tıp profesörü.Rudolf Nissen: tıp profesörü.Wilhelm Salomon-calvi: jeologHarry Dember: fizik profesörü.Paul Hindemith: besteci-müzisyen.Eduard Zuckmayer: müzisyen.Gustov Oelsner: şehir plancısı, mimar.Alfred Marchionin: ankara üniversitesi tıp fakültesi’nin kurucusu.Joseph Igersheimer: profesör, göz mütehassısı.Carl Ebert: opera sanatçısı. profesör.Kurt Bittel: arkeolog.Hans Güstav: arkeolog.Alfred Kantorowicz: istanbul dişçilik fakültesi’nin kurucusu profesör.Leo Spitzer: edebiyat profesörü.Erwin Freundlich: astronomi profesörü.Ernst Von Aster: felsefe tarihçisi profesör.Wilhelm Peters: psikolog profesör.Ernst Rudolf Reuter: şehir plancısı-mimar.(daha sonra batı berlin’in ilk belediye başkanı)Walter Ruben: arkeolog-tarihçi.Wolfram Eberhard: sinolog.Annemarie Gabain: sinolog.
|
ALBERT EİNSTEİN’IN YOLLADIĞI MEKTUBUN TERCÜMESİ
ALBERT EİNSTEİN’IN YOLLADIĞI MEKTUBUN TERCÜMESİ
Ekselansları,
Ben sadık hizmetkârınız Albert Einstein,
Ben sadık hizmetkârınız Albert Einstein,
OSE Dünya Birliği'nin onursal başkanı olarak, Almanya'dan 40 profesörle, doktoralı uzmanın bilimsel ve tıbbi çalışmalarını Türkiye'de sürdürmelerine izin vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından istirham ediyorum.
Sözü edilen kişiler, Almanya'da halen yürürlükte olan yasalar
nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş deneyim, bilgi ve
bilimsel yeterlilik sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları
takdirde son derece yararlı olacaklarını kanıtlayabilirler.
Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz deneyim sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir.
Bu bilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda
kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden
çalışmayı arzu etmektedirler.
Bu başvuruya destek vermek amacıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi durumunda yalnızca yüksek düzeyde bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalınmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği umudumu ifade etmek cüretini buluyorum.
Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan onur duyan
Prof. Albert EINSTEIN
Mavi Alay
Olayı:
İkinci Dünya Savaşı’na Türkiye katılmaz. Ancak; Almanya’yı destekler. O
dönemde, Kırım Türkleri, Stalin’in baskısı altında ezilmektedirler. Bu arada
Hitler, Rusya’ya savaş ilan eder. Ankara, Kırım Türklerini, Almanların yanında
savaşmaları için ikna eder.
Nazi ordusu için kılavuzluk ve istihbarat sağlamak amacıyla, Kırım Türklerinden oluşan, Mavi Alay adında bir askeri birlik kurulur.
Ancak, Savaşın seyri değişir; Hitler, yenilir. Mavi Alay askerleri, Stalin’den ve Kızıl Ordu’dan kaçmak için Avrupa içlerine göç etmeye başlarlar. Yakalandıklarında kurşuna dizileceklerini bilen sivil halk da onlara katılır. Avusturya’da, Drau nehri yakınlarına yerleştirilirler. 8. İngiliz Ordusu, Avusturya’yı işgal edince, İngilizlerin esiri olurlar. Rusya, İngiltere’den kamplarda tutuklu olan, Kırım Türklerinin iadesini ister. İngilizler, bu talebi kabul eder. 3000 kişi, Ruslara esir düşmektense, Drau nehrinin soğuk sularına atlayarak, intihar ederler. İngilizler, kalan 4000 kişiyi, trenlere doldurup, vagonların kapılarına tahtalar çakarak, açılmayacak şekilde kapatırlar.
Tren, Türkiye’ye den, Türk askerlerinin gözetiminde geçerken; Ankara, yardım çığlıklarına kulaklarını tıkar ve sessiz kalır. Türk-Rus sınırına geldiklerinde, büyük bir çoğunluğu Kızıl çakçak Barajının sularında intihar eder. Son kalan 2000 kişi de Türk askerlerinin gözü önünde, Rus askerleri tarafından kurşuna dizilir.
Nazi ordusu için kılavuzluk ve istihbarat sağlamak amacıyla, Kırım Türklerinden oluşan, Mavi Alay adında bir askeri birlik kurulur.
Ancak, Savaşın seyri değişir; Hitler, yenilir. Mavi Alay askerleri, Stalin’den ve Kızıl Ordu’dan kaçmak için Avrupa içlerine göç etmeye başlarlar. Yakalandıklarında kurşuna dizileceklerini bilen sivil halk da onlara katılır. Avusturya’da, Drau nehri yakınlarına yerleştirilirler. 8. İngiliz Ordusu, Avusturya’yı işgal edince, İngilizlerin esiri olurlar. Rusya, İngiltere’den kamplarda tutuklu olan, Kırım Türklerinin iadesini ister. İngilizler, bu talebi kabul eder. 3000 kişi, Ruslara esir düşmektense, Drau nehrinin soğuk sularına atlayarak, intihar ederler. İngilizler, kalan 4000 kişiyi, trenlere doldurup, vagonların kapılarına tahtalar çakarak, açılmayacak şekilde kapatırlar.
Tren, Türkiye’ye den, Türk askerlerinin gözetiminde geçerken; Ankara, yardım çığlıklarına kulaklarını tıkar ve sessiz kalır. Türk-Rus sınırına geldiklerinde, büyük bir çoğunluğu Kızıl çakçak Barajının sularında intihar eder. Son kalan 2000 kişi de Türk askerlerinin gözü önünde, Rus askerleri tarafından kurşuna dizilir.
Maya Duran’ın
anneannesi;Ayşe Hanım (asıl ismi: Maya), Kırım Türkü’dür.
Struma Olayı:
1941’de Romanya’nın Yaş şehrinde 4000 Yahudi, Hitler tarafından,
öldürülünce bütün Yahudiler, ülkeden kaçmanın yollarını aramaya başlarlar. O
sıralarda gazete ilanlarında ki sahte resimlere aldanarak, oldukça yüksek
ücretler ödeyerek, aslında çok eski olan ve sahibi de Yahudi olan Struma
gemisine bindiler.
1941 yılının 12 Aralık günü Romanya'nın
Köstence limanından hareket eden Panama bandıralı 180 tonluk Struma gemisinin
yolcu kapasitesi 150 kişiydi ama 780 kişi alınmıştı. Teknik olarak uzun
yolculuklara hiç de müsait olmayan gemide sadece bir tek tuvalet bulunduğu gibi
mutfağı da yoktu. Yeterli gıda stokundan yoksun olan geminin yolcuları
aldatıldıklarını hareketten kısa süre sonra anlamışlardı. Bütün ümitleri
İstanbul'a varmaktı.
Köhne Struma'nın motorları daha Romanya
açıklarındayken iflas etti. Sürüklenmeye başlayan geminin imdadına bir Rumen
şilebi yetişti. Yüklü bir para karşılığı
gemiyi tamir etmeyi kabul etti. Yolcular, aralarında saat, yüzük ve ziynet
eşyalarını toplayarak Rumen şilebinin kaptanına teslim ettiler. Geçici bu tamirin
ardından İstanbul'a zor bela gelen gemi Boğaziçi'nde yeniden arızalandı.
Gemide susuzluk ve gıda sorunu da baş
göstermişti. Mevcut yiyecekler önce çocuk ve kadınlara dağıtılıyordu.. Struma
gemisindeki 780 Musevi için 'umuda yolculuk' giderek 'ölüm yolculuğuna'
dönüşmek üzereydi.
Bir Türk şilebi tarafından Sarayburnu
açıklarına çekilen Struma, karantinaya alındı. Hiçbir şekilde bir yolcunun dahi
karaya inmesine izin verilmiyordu. Geminin esaslı bir tamir olmadan yoluna
devam edemeyeceği belli olmuştu. Yolcuların bütün ümidi dünya kamuoyunun ve
özellikle Amerika'da bulunan nüfuzlu Yahudilerin devreye girmesi ve İstanbul'a
inmelerine izin verilmesiydi. Ardından Filistin'e trenle gidebileceklerdi.
Bunun için gemideki etkili kişiler bazı önemli isimlere ulaşmaya çalıştı. Ancak
pek sonuç alınamadı.
İstanbul'daki Yahudi cemaati harekete
geçmişti. Bütün ilişkilerini kullanarak Struma'dakilere yardım eli uzatmaya
çabalıyorlardı. Nihayet gemiye sağlık ve yiyecek yardımı yapılmasına izin
verildi. Ancak getirilen yiyecekler yeterli olmadığı için kavgalar çıkmaya
başladı. Sağlık sorunları had safhadaydı. Dizanteri baş göstermişti. Tek bir
tuvaletin olması üzerine yolcular tuvaletlerini geminin güvertesine yapmaya
başlamıştı.
Yolcular kendi aralarında bir komite kurarak gemiye gelen gıdaların dağıtımını daha adil yapmaya çalışıyordu. Türk yetkililere taleplerini de bu komite aracılığı ile duyuruyorlardı. Ancak çıldırma noktasındaki yolcuların hırsızlıklarına engel olmak pek mümkün olmuyordu.
Yolcular kendi aralarında bir komite kurarak gemiye gelen gıdaların dağıtımını daha adil yapmaya çalışıyordu. Türk yetkililere taleplerini de bu komite aracılığı ile duyuruyorlardı. Ancak çıldırma noktasındaki yolcuların hırsızlıklarına engel olmak pek mümkün olmuyordu.
Yolcular geminin güvertesinden sahile
bağırarak yardım istemeye başladı. Ancak aynı anda geminin bir tarafına
yüklenilince gemi defalarca alabora olma tehlikesi atlattı.
Tüm bunlar olurken Türk hükümetine ve Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu'na derin bir sessizlik ve çaresizlik hakimdi. Çünkü Romanya'dan kovalanmış bu topluluğa İngilizlerin bakışı da pek sıcak değildi. Geminin Türk karasularına girişini tam beş gün sonra İngiliz elçiliğine bildiren Türk Dışişleri, gemidekilerin Filistin'e girmelerine izin verilmesi halinde elinden gelen yardımı yapacağını bildirmişti. Ancak İngiltere Büyükelçisi Hugessen, İngiltere'nin bu mültecileri Filistin'de istemediğini duyurdu. Filistin, İngiliz yönetimindeydi.
Struma'nın yolcuları arasında önemli isimler vardı. Bunlardan biri de Standart Oil Company'nin (Mobil) Romanya Direktörü Martin Segal ve ailesiydi. Onları kurtarmak için çok sayıda hatırlı kişi devreye girmişti. Şirketin Türkiye Temsilcisi Mr. Walker, siyasiler nezdinde temasta bulunması için Ankara'nın ticaret dünyasındaki en etkili ismini bulmuştu: Vehbi Koç!
Tüm bunlar olurken Türk hükümetine ve Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu'na derin bir sessizlik ve çaresizlik hakimdi. Çünkü Romanya'dan kovalanmış bu topluluğa İngilizlerin bakışı da pek sıcak değildi. Geminin Türk karasularına girişini tam beş gün sonra İngiliz elçiliğine bildiren Türk Dışişleri, gemidekilerin Filistin'e girmelerine izin verilmesi halinde elinden gelen yardımı yapacağını bildirmişti. Ancak İngiltere Büyükelçisi Hugessen, İngiltere'nin bu mültecileri Filistin'de istemediğini duyurdu. Filistin, İngiliz yönetimindeydi.
Struma'nın yolcuları arasında önemli isimler vardı. Bunlardan biri de Standart Oil Company'nin (Mobil) Romanya Direktörü Martin Segal ve ailesiydi. Onları kurtarmak için çok sayıda hatırlı kişi devreye girmişti. Şirketin Türkiye Temsilcisi Mr. Walker, siyasiler nezdinde temasta bulunması için Ankara'nın ticaret dünyasındaki en etkili ismini bulmuştu: Vehbi Koç!
Vehbi Koç Martin Segal'a yardımcı olmak
için önce Emniyet Müdürlüğü'nde şube müdürü olan arkadaşı İhsan Sabri
Çağlayangil'den yardım istedi. Daha
sonra içişleri Bakanı Faik Öztrak'tan yardım istedi. Ankara'daki etkin nüfuzunu
da kullanarak Segal ailesinin bu ölüm gemisinden kurtulmasını sağladı.
Struma'dan Segal ailesi ile beraber
Filistin'den vize almayı başaran beş kişinin daha İstanbul'a inmesine izin
verildi.
Vehbi Koç o gün Segal ailesinden başka
birilerini de Struma gemisinden kurtardı mı bilmiyoruz. Vizeleri olduğu için
gemiden inen ve İsrail'e yerleşen 5 kişinin kurtulmasında Koç'un bir payının
olup olmadığı soru işareti.
KARADENİZ'DE KADERLERİNE TERK EDİLDİLER
Tam 68 gün Sarayburnu açıklarında bekleyen Struma gemisi
için sonun başlangıcı 23 Şubat 1942 günü oldu.
Geminin demiri çözüldü. İki Türk römorkunun eşliğinde Karadeniz'e doğru çekilmeye başlanan gemide yolcular başlarına gelen akıbeti anlamışlardı. Ama yine de en büyük korkuları Romanya'ya iade edilmekti.
Geminin demiri çözüldü. İki Türk römorkunun eşliğinde Karadeniz'e doğru çekilmeye başlanan gemide yolcular başlarına gelen akıbeti anlamışlardı. Ama yine de en büyük korkuları Romanya'ya iade edilmekti.
Başıboş bir vaziyette saatlerce sürüklenen
Struma, bir Sovyet denizaltısının gönderdiği torpille Karadeniz'in simsiyah
sularına gömüldü. Gemiden denize saçılan yolcuların çoğu geminin batışıyla
beraber çığlıklar arasında boğuldu. Kalanlar denizin içinde dondurucu soğuğa
teslim oldu.
1. Geminin demir attığı konum
2. Geminin batırıldığı konum
2. Geminin batırıldığı konum
Yalnızca iki kişi kurtulmuştu. Geminin
ikinci kaptanı ve genç bir yolcu. Geminin kopan bir parçasına tutunmayı
başarmışlar, Karadeniz'in çelik gibi sularında bütün gece birbirlerini
tokatlayarak donma tehlikesine karşı ayık kalmaya çalışmışlardı. Sonunda ikinci
kaptan da dayanamayıp soğuk sulara kendini bırakınca genç David, cebindeki çakı
ile bileklerini keserek intihara kalkışmış ancak donmuş parmakları ile çakıyı
açmayı becerememişti.
Sabah olduğunda Şileli balıkçıların yardımıyla bu tüyler ürperten trajediden sadece David Stolair sağ olarak kurtuldu. Karadeniz, 768 Romanyalı Musevi'ye mezar olmuştu.
Sabah olduğunda Şileli balıkçıların yardımıyla bu tüyler ürperten trajediden sadece David Stolair sağ olarak kurtuldu. Karadeniz, 768 Romanyalı Musevi'ye mezar olmuştu.
Profesör’ün
eşi; Nadia, Yahudidir.
Bu büyük insanlık dramından sağ kurtulmayı
başaran David Stolair ise uzun yıllar İsrail'de sağlıklı ve mutlu bir hayat
sürdü. Birkaç yıl önce yaşamını yitirdi.
Stoliar’la ilgilenen balıkçılardan olan İsmail Aslan, 24 Şubat’taki
trajedinin yıldönümünde öldü.
STRUMA GEMİSİNİ KİM BATIRDI ?
Struma’nın
batırılışından 59 sene sonra dünyada ilk
defa Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD) bünyesindeki Batık Araştırma Grubu
(BAG) ve Teknik Dalış Takımı (TDT) elemanlarınca batığın tam yeri tespit edilir
ve 73-80 m. derinlikerde dalışlar yapılarak gemi Karadeniz’in derinliklerinde
bulunur. SAD dalgıçları tarafından incelenir ve detaylı belgelemesi yapılır.
Gemi genel olarak tümüyle ve Rus denizaltısı torpil yırtığı net bir şekilde
görüntülenir.
Batık Struma'yı bulmak üzere 2000 yılında kurulan uluslararası
araştırma ekibinin sponsorunun Koç Vakfı ve Rahmi Koç Müzesi olduğunu biliyoruz.
Struma’yı
batıran SC 213 Köstence’de battı
Köstence’den yola
çıkan gemiyi bin 118 metreden attığı tek torpidoyla batıran Sovyetlerin gözde
denizaltısı SC 213’ünde bir mayına çarparak battığı belirlendi. Trajediden 2
yıl sonra Struma’nın çıktığı Köstence Limanı’na giderken bir deniz mayınına
çarpan denizaltı 43 personeliyle battı.
Ermeni Olayı:
27 Mayıs 1915 günü, yer değiştirme (TEHCİR) yasası çıkarılır. Ermeniler, göçe zorlanır.
27 Mayıs 1915 günü, yer değiştirme (TEHCİR) yasası çıkarılır. Ermeniler, göçe zorlanır.
Ermeniler, asırlarca Anadolu'da Türklerle birlikte
barış içinde yaşamış; Osmanlılar zamanında ülke topraklarının hemen her yerine
dağılarak bürokraside, ticaret ve sanat hayatında mühim yerlere gelmişlerdir.
Ancak yirminci yüzyıla doğru bazı devletler, çıkarları doğrultusunda Ermenileri
Osmanlıya karşı kullanma eğilimine girince, dengeler değişmeye başlamış ve
bağımsızlık vaadiyle tahrik edilen Ermeniler tarafından Anadolu'nun çeşitli
bölgelerinde isyanlar çıkarılmıştır. 1. Dünya Savaşı'nın ilk aylarında doruk
noktasına çıkan bu isyanlara karşı Ermeni patriği, Ermeni milletvekilleri ve
Ermeni cemaatinin önde gelenleri vasıtasıyla tedbirler alınmaya çalışılmıştır.
Belgelerle sabit olan bu gayretlere rağmen, bir netice alınamayınca ve
karışıklıkların ülke çapına yayılacağı anlaşılınca Osmanlı Devleti, her ülkenin
hiç tereddüt etmeden alacağı savunma tedbirlerini devreye sokmuştur. Böylece
hem hâdiselere karışmayan Ermenilerin, hem de Müslüman halkın güvenliği
sağlanmak istenmiştir.
Van havalisindeki Ermenilerin Ruslarla işbirliği neticesinde gerçekleştirdikleri isyan sırasında yaşanan katliamlar, bardağı taşıran son damla olmuştur. Tehcir kararı, Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın ikazları sonrasında İçişleri Bakanı Talat Paşa'nın Erzurum, Van ve Bitlis valilerine gönderdiği 9 Mayıs 1915 tarihli şifreli telgrafla gündeme gelmiştir.
Van havalisindeki Ermenilerin Ruslarla işbirliği neticesinde gerçekleştirdikleri isyan sırasında yaşanan katliamlar, bardağı taşıran son damla olmuştur. Tehcir kararı, Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın ikazları sonrasında İçişleri Bakanı Talat Paşa'nın Erzurum, Van ve Bitlis valilerine gönderdiği 9 Mayıs 1915 tarihli şifreli telgrafla gündeme gelmiştir.
24 Mayıs 1915'te Rusya, Fransa ve
İngiltere'nin, 'Ermenistan' diye adlandırdıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da,
Ermenilerin öldürüldüklerini ve hâdiselerden Osmanlı Hükümeti'ni sorumlu
tutacaklarını açıklamaları üzerine mesele uluslararası bir boyut kazanmış ve
hukukî bir zemine oturtulması zorunluluğu doğmuştur. 27 Mayıs 1915'te Meclis'te
kabul edilen "Yer Değiştirme Kanunu", 1 Haziran 1915'te dönemin Resmî
Gazetesi Takvim-i Vekâyi'de neşredilerek yürürlüğe girmiştir.
Maya Duran’ın babaannesi; Samahat Hanım ( asıl ismi: Mari ) Ermenidir.
ZÜLFÜ LİVANELİ
Gerçek
adı Ömer Zülfü Livaneli’dir. 20 Haziran 1946 yılında Konya-Ilgın’da doğan
Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri John
Baez, Maria Farandouri gibi sanatçılar tarafından yorumlandı.
Bugüne
kadar üç uzun metrajlı film yönetti; “Yer
Demir Gök Bakır”, “Sis”
ve “Şahmeran”.
Valencia Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ve 1989′da Montpelier Film
Festivali’nde “Altın
Antigone” ödülüne
layık görüldü. “Sis”, “En iyi Avrupa Film Ödülü”ne
aday gösterildi.
Sanatçının
filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre ve Japonya’da gösterime girdi
ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon
şirketine satıldı.
Zülfü
Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan
Baez, Maria Farandouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi onlarca yerli ve
yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında
Türkiye’nin önemli isimlerinden
birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300′e yakın besteye ve 30 film
müziğine imzasını attı.
Livaneli,
Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikhail Gorbaçov gibi
ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının
gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu. O kültürde yozlaşmaya
karşıdır. Batı özentiliğiyle Anadolu kültürünün derinliğinin ve tarihsel
birikiminin anlaşılmaması hatta küçük görülmesinin yanlışlığını vurgularken “Bob Dylan ile Aşık Veysel’in aynı sözleri
söylediğini anlamıyoruz,” diyerek aslında her halkın
kültürünün oluşmasında aynı temel paydalar olduğunu belirtir. ”Eğer bir toplumun ilişkilerini o toplumun
temel kültürü belirliyorsa, bizi tanımlayan temel kültür nedir? Daha doğrusu
Türkiye’yi anlatacak temel tanımlama hangisidir? Ortadoğulu mu? Avrupalı mı?
Akdenizli mi? İlişkilerimiz Müslüman geleneklerine mi dayanıyor? Yerimiz Avrupa
Birliği mi, Ortadoğu paktları ya
da
Akdeniz antlaşmaları mı? Yoksa Balkan paktı ve Karadeniz ilişkileri mi? Çok
kültürlü, çok gelenekli bir mozaik yaratmamız mümkün. Ama bunun da bir
bileşkesi, bir ortak tanımı ve bilinen deyimiyle, bir ‘ulusal kültür’ paydası gerekiyor,” şeklinde Türkiye’deki ait olma/olamama
karmaşasını belirterek“Türkiye’nin en büyük sorunu kültürdür.
Diğer bütün dertler buradan kaynaklanıyor. … Ne kadar görmezden gelirsek
gelelim, bu kültür yozlaşması bir gün aynayı yüzümüze tutacak!”
sözleriyle kültürün önemini bir kez daha vurgulayarak “Ekonomi bile bir mucizeyle kurtulabilir ama bir halkın kaybolan
değerlerinin yerine konması için yüzyıllar gerekir.” der.
“Sanat
Uzun, Hayat Kısa” adlı
yapıtında sanat ve sanatçılarla ilgili görüşlerini şöyle anlatır: Sanatçılar huzursuz insanlardır. Toplumun
genel geçer kurallarına, alışkanlıklarına ters düşerler. Kimi zaman, genel
ahlakla bağdaşmayacak sivrilikler yaparlar. Böyle davranmak istedikleri için
değil, tepki duydukları, duygusal patlamalar yaşadıkları içindir bu!.. İyi ki de öyledirler. Büyük senfoniler,
romanlar, tablolar bu huzursuzluğun fışkırması, dışa vurulmasıdır,” ve
büyük sanatçıların değerlerinin anlaşılması konusunda da“Demek
ki doğa kuralı değişmiyor: Kartal kartalla uçuyor, karga kargayla. Bir dahiyi
ancak başka bir dahi anlıyor. Su başlarını tutmuş orta zekalılar ise hepsiyle
birden alay ediyor,” diye ekler. Müzik için “Müzik,
sesi aşan bir şeydir. En soyut sanat olarak, bizi yüreğimizden, bilinçaltına
sinmiş tortulardan yakalar,” dedikten sonra Türkiye’ deki
sadece gürültüye neden olan müzik içinse “Müzik ezelden ebede giden suskunluğu yırtma
çabasıdır ama sessizliğin sesinden daha güzel müziği kimse yazamadı şimdiye
kadar,” diyor. Edebiyat ve özellikle roman hakkında düşünceleri
ise şöyle: “Yaşamı imbikten
süzerek size sevdiren bir büyüdür,” ve “Roman sanatı kendimizinkinden farklı olan
hakikatlere merak duyabilmemiz ve onlara açılabilmemiz için var, her şeyden
önce. Yargıladığımız sürece ne merak duyabilmemiz ne de anlayabilmemiz
mümkündür,” dedikten sonra romanın hakkını şu cümlelerle
vermektedir: “Roman, insan
ruhunu didik didik etmenin en gelişmiş biçimi. Ne sinema ulaşabilir o
derinliğe, ne müzik ne de resim!”
1996
yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür
Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, orijinali ilk
kez 1978′de çıkan “Nazım
Türküsü”adlı albümde Nazım Hikmet’in şiirlerinden bestelediği
şarkıları bir araya getirdi.
Theodorakis
ödülü
- Temmuz 2006
Soranos
Dostluk Ödülü - Ekim 2005
En İyi
Film Müziği - Sürü-1978 - Sinema Yazarları Derneği (SİYAD)
En İyi
Film Müziği - Yılanı Öldürseler -1982- Ankara Sanat Evi
Yılın
Plağı Ödülü, Yunanistan - Maria Faranduri Livaneli Söylüyor -1982
Cannes
Film Festivali Altın Palmiye Ödülü - Film Müziği-Yol -1982
Alman Plak
Eleştirmenleri Derneği Yılın Plağı Ödülü - Maria Faranduri Livaneli Söylüyor -1993
Edison
Ödülü, Hollanda - Maria Faranduri Livaneli Söylüyor -1983
Altın Plak
Ödülü - Livaneli-Theodorakis- Güneş Topla Benim İçin -1986
Yılın
Müzisyeni, Türkiye - 1984 Nokta Dergisi- Doruktakiler
Cannes
Film Festivali - 1987 Özgün Bir Bakış
En İyi
Yabancı Film Ödülü-San Sebastian Film Festivali, İspanya - Yer Demir Gök Bakır -1987
'Hıristiyan
Sinema Örgütü -OCIC'
Köln Foto
Kino Fuarı, B. Almanya - 1987 'Altın Kamera' (Jurgen Jurges)
En İyi
Film Yönetmeni, Türkiye - 1989 Nokta Dergisi- Doruktakiler
Montpellier
Festivali Altın Antigone Birincilik Ödülü - 1989 Sis
Valencia
Altın Palmiye Birincilik Ödülü - Sis- 1989 En İyi Yönetmen Ödülü
Avrupa
Film Akademisi En İyi Film Adaylığı - 1989 Sis
Fransız
Eleştirmenlerince Avrupa'nın En İyi On Filminden biri - 1989 Sis
En İyi
İkinci Film Ödülü - 1989 Antalya Film Festivali-Sis
Abdi
İpekçi Ödülü - 1996
Abdi
İpekçi Ödülü - 1997
Premio
Luigi Tenco Uluslararası Besteci Ödülü, San Remo, İtalya - 1999
37.
Antalya Altın Portakal Film Festivali Yaşam Boyu Onur Ödülü - 1999
ALBÜMLERİ:
1973-Chants Revolutionnaires Turcs 1975-Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz
1977-Merhaba 1978-Nazım Türküsü 1978-Otobüs(Sdt.)
1979-Alamanya Beyleri 1979-Atlının Türküsü 1980-Günlerimiz 1980-İnce Memet
Türküsü
1982-Livaneli Söylüyor 1983-Yol (Sdt.) 1983-Eine Auswahl
1983-Ada 1984-İstanbul Konseri
1985-Güneş Topla Benim İçin 1986-Zor Yıllar 1987-Gökyüzü
Herkesindir
1988-Film Müzikleri 1990-Crossroads 1993-Saat 4 Yoksun
1995-Neylersin
1996-Janus 1996-Yangın Yeri 1997-Livaneli &
Theodorakis: Birlikte 1999-London
EDEBİ ESERLERİ
Engereğin Gözündeki Kamaşma 1997 Balkan Edebiyat Ödülü
Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm 2001 Yunus Nadi Roman Ödülü
Mutluluk
2006 Yeni Büyük Yazarları Keşif Ödülü Barnes-Noble
Son Ada 2009 Orhan Kemal Roman Armağanı
Serenad 2011
Sevdalım Hayat 2012
Araf’ta Bir Çocuk
(Öyküler) 2012