15 Eylül 2009 Salı
EMANET DOLABI BEBEKLERİ - RYU MURAKAMİ
D&R’dayım. Peyman’ın önermiş olduğu Yavaş Adam adlı eseri bulmaya azmetmişim. Bakınıyorum. Yok. Bir diyalogun orta yerinde kulak kabartıyorum:
Kadın : .......Başka ne olabilir?
Satıcı: Bu aralar kadınlar Murakami’yi çok tercih ediyorlar. Japon bir yazar...[Allah Allah hiç duymadım, çıldıracağım bir süreliğine ben bir hız alana kadar kitap basılmasa...]
Kadın : Amaan ! ben diğerini alayım, Japonlar’dan hoşlanmam...[İlginç bir kategorize etme biçimi....Bir milleti sevmediği için edebiyatını, yazarını da yok saymak! ]
Sinirleniyorum sanki ben hiç sınıflama, yargılama yapmaz ve kategorize etmezmişim gibi. Hırsla Murakami’yi raflarda arıyorum. O da ne?!! İki Murakami var:Ryu Murakami ve Haruki Murakami. İşte şimdi faka bastım. Cahillik kötü şey! Reddedilen hangi Murakami idi?
Çoğunluk hem cinslerimin Ryu Murakami’yi tercih etmeyecekleri yönünde bir etiket yapıştırıp, kategorize ediyorum ve seçimimi yapıyorum: Ryu Murakami-Emanet Dolabı Bebekleri.
Önce biraz Ryu Murakami kimdir sorularına cevap arıyorum: Ryu Murakami 1952 yılında Nagasaki’de doğmuş bir yazar ve film yapımcısı. Murakami’nin çocukluk yıllarında yaşadığı şehirde Amerikan gücünün varlığına tahammül edemediği için okulunun çatısını tek başına işgal ediyor. Daha sonra evini terk edip Tokyo’ya gidiyor.Murakami’nin ilk kitabı “Almost Transparent Blue”yu (Şeffaf Mavi) üniversite öğrencisi iken yazıyor. Bu kitap ile inanılmaz bir satış başarısı yakalıyor. Bu romanda Murakami Japon gençliğinin içinde bulunduğu hiç de hoş olmayan seks ve uyuşturucu ekseninde yaşanan hayatlarını dile getirmiş.
Büyük bir tepki alsa da bu romanı ile Murakami Gunzo ve Akutagawa ödüllerini alıyor. Ardından pek çok roman yazan [ (Raffles Hotel), (Ecstasy), (The World in Five Minutes From Now )Murakami “In The Miso Soup” (Yok Yere)ile önemli bir ödül olan Yomiuri Ödülü’nü de diğer ödüllerinin yanına ekliyor. Murakami Emanet Dolabı Bebekleri Michele Civetta tarafından yönetilen ve başrollerini Val Kilmer, Asia Argento ve Tadanobu Asano’nun oynadığı proje halen yapım aşamasındaymış.
1999 yılında Time Dergisi’nin seyretmeye değer 10 genç yönetmen arasında gösterdiği, bir motorsiklet tutkunu Takashi Miike “Audition” romanını film yapmış.
İlk sayfadan itibaren garip , gerilim dolu ve karanlık bir dünyaya adım atıyorum. Yetimhanede büyüyen ve ikisi de farklı anneler tarafından doğdukları gün emanet dolabına bırakılmış olan Kiku ve Haşi ile tanışıyorum. Biraz garip ve dengesiz kişilikleri ve karanlık ruhları varmış gibi geliyor. Görünüşte güçlü ve öfkeli olan Kiku, sığınan, kırılgan ve güçsüz olan ise Haşi. Kişilik bozukluğu sergilemeye başlayınca yetimhane vasıtası ile tedavi görüyorlar: Her ikisi de sakinleşsin diye anne karnındaki kalp atış sesi belirli bir süre dinletiliyor onlara. Ancak ama uyarılıyor yetimhanedekiler:” O iki çocuk kendilerinin değiştiğinin farkında değiller; dünyanın değiştiğini düşünüyorlar.”
Başlarda biraz ağır gidiyor, ama her an kötü bir şeyler olacak hissi var okurken. Ardından Haşi’nin kaçışı ve Kiku ile evlatlık verildikleri Kuvayama Ailesi’nin annesi ile Haşi’yi aramak için Tokyo’ya gelişleri ile roman şiddet, evsizler,sakatlar,katiller, uyuşturucu bağımlıları, fahişeler, yüzünde delik olan çocuklar ile dolu bir karanlık dünyaya doğru sizi sürüklüyor. Haşi kendi bedenini ve kendini pazarladıkça ve şarkı söyledikçe [ama hep o dinlettirilen sesi amansızca ararken] kendi gücünü bulmaya başlıyor ve sonunda tanınmış bir şarkıcı oluyor, Kiku ise Tokyo ile birlikte her şeyi bir kaos olarak görüp annesinden ve bu garip dünyadan intikam alıp, yakıp yıkma isteği ile dolup taşıyor ve bunu geçekleştirecek olan tek şeyin peşinden gidiyor: Datura (boru çiçeği).
Her ikisinin hayatı zaman zaman kesişiyor ama Haşi kendi gücünü yarattığını zanneder ve yeni kişiliğinde boğulur ve yıkıma giderken aslında hep sığındığı ve onu koruyan Kiku’dan da bir garip intikam alma hissine kapılıyor. Delilik, yıkım ve kendi kendini yok ediş çok ilginç ve etkileyici bir biçimde kendini gösteriyor. Haşi’nin ünlü olup merdivenleri tırmanırken yarattığı ve saklandığı kabuk ve geliştirdiği ruh hali, savunma mekanizmaları ile ilgili bölümler gerçekten çok ilginçti. Sonra bu mekanizmaların yıkılışı da bir o kadar acıklı bir hal aldı.Haşi’nin kendi ruhunun değişimini anlattığı bir olaya ilişkin yorumu da biraz dehşet verici ve manidardı:...”Arada sırada, bana sadakatle hizmet eden kişilerin başını ezmeliyim. Neden? Kendi isteklerimle buluşabilmek için.”
Özellikle Toxitown olarak adlandırılan ve bir dönem Haşi ve Kiku’nun yaşadığı her türden insanın/yaratığın olduğu yer kanımca teknoloji ve muasır devler seviyesini aşmak isterken Japonya’nın görmezden geldiği her şeyi ve herkesi barındıran kesitini yansıtıyor. Bu yasak şehrin hemen yanında bitiveren gökdelenler ise gelişmişliğin vardığı noktayı betimlerken Japonya denilen madalyonun her iki yönünü de acı ve sert bir şekilde resmediyor.
Düşünüyorum bir yandan da bunu yazan normal bir insan olabilir mi? Japonlar hakkında ne biliyoruz/biliyorsunuz? Çok çalışıp didindikleri, sonra seyahat edip ellerinde yine üretiminde kendilerinin alın teri olan son moda teknolojik fotoğraf makineleri ve benzeri aletlerle her yerde resim çektikleri, pahalı çantaları sevdikleri ve alışveriş sonrasında mağaza önünde kendilerini fotoğrafladıkları (buna bizzat şahit oldum), gelenek ve göreneklerini bağlı, saygıda kusur etmez bir millet olduklarından öte ne biliyoruz. Ha bir de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra küllerinden doğduklarını mı?
Romanda gündeme getirilen bu öfke ve şiddet bizi yıkanları yıkacağız derken mi gelişti ve çığırından çıktı iş acaba Japon toplumu arasında? Japonya’da sadece çalışkan ve seyahat eden kibar kişilerden başka bir dolu fahişe, dilenci, hırsız, sapık, katil de olabileceği gerçeği saklanmak istenmiş olabilir mi?. Batı dünyasından ve özellikle Amerika’dan etkilenen genç bir nüfus topluluğu vardı ve garip bir yöne doğru gidiyor olabilirler miydi? Acaba Japonya bu savaş sonrası küllerinden doğarken bilmediğimiz ne kayıplar vermişlerdi?Japonların İkinci Dünya Savaşı’na müdahil olma kararları ve daha sonra acze düşmeleri iyi bir şekilde mi kamufle edilmişti de bizler mi “ne de kuvvetli bir millet, ne de çalışkanlar, yarattıkları teknolojiye bak” dedirten kısmını görmüştük tüm dünyaca?
Aklıma Kazuo İşiguro’nun Değişen Dünyada bir Sanatçı adlı kitabı da geldi. Batılılaşma ve Amerika etkileri küçük torun üzerinden aktarılıyor ve bir kesim – özellikle gençler -savaş sonrası yönetimdekilerin almış oldukları kararlar ve sonrasındaki durumları nedeni ile öfke doluydular ve intikam alma ruhu ile yaşıyorlardı.
Sonunda hem Kiku hem de Haşi kendi hazırladıkları yıkıma doğru koşarken bir şekilde yıkımlarını başlatan takıntı haline gelen hedeflerine de ulaşıyorlar.
Kitaptan Alıntılar...
Kitapta mutlaka okunması gereken çok garip ama bir yandan da bir o kadar vurucu ruhsal betimlemeler mevcut. Kitabı okurken bazı cümleler kitapta söyleniş anları ile birlikte değerlendirildiğinde-çok hoşuma gitti. Bunlardan ilki Haşi’nin kırılganlığını ve savunmazsızlığını anlatabilmek için ifade edilen şu sözdü:
“Bünye imkânsız tehlikelerle karşılaştığında hastalıklara sığınır.”
Diğer bir söz de Kiku’nun seyrettiği filmde vatanı ve sevgilisi arasında seçim yapmak zorunda olan bir kişinin kedere kapıldığını gördüğü anda söylediği bir cümle:
“Kendisinin en çok istediği şeyin ne olduğunu anlayamayan biri,istediği şeyi asla elde edemez.”
Çok uzun ve zamana yayılan programlar ve planlar yapmanın her zaman kötü olduğunu ama ihtiyati da elden bırakmamanın da gerekli olduğunu düşündüğümden Niva adlı karakterin ünlü bir şarkıcı olmuş Haşi’ye anlattığı şu hikâye de hoşuma gitti:
“...Eskiden Fruksaz adında bir Slav kralı varmış. Aslında bir çobanın oğluymuş bu Fruksaz ama erdemi ve cesareti ile düşmanlarını birbiri ardına alt etmeyi başarmış, öyle kral olmuş. Kral olduktan sonra da kral olduktan sonra da sulama sistemleri kurdurmuş, hayvancılığın gelişmesini sağlamış, komşu ülkeleri baskı altına almış. Öylesine çalışkan bir adammış......Bir gün işgal edilen komşu ülkenin kraliçesi bu kralla görüşmüş. ‘ Sen’ demiş.’ Her istediğini gerçekleştiren bir adamsın. Şu anki hedefin ne pekiyi?’ Sence Fruksaz ne cevap vermiş? ‘ Bugünün geri kaln kısmını bir şekilde tamamlamak’ demiş.”
Bu yapacağım alıntıyı okurken aklıma Gülda geldi. Onunla her spora gittiğimizde ve bir hareketi yaparken dayanma gücümüz kalmadığında hareketi tamamlamak için ben her zaman konsantre olmaya çalışır ve “Eğer bu hareketi yapamazsam Nehir ölecek veya uçurumdan aşağı yuvarlanacak” gibi şeyler düşünürüm. Gülda ise çıldırır ve “İyi düşünmelisin” der. Kitapta da Yamane adlı karakter Kiku ve diğer arkadaşlarına bir gazete kağıdına yumruk atarak delik açmalarını öğretirken:
“ Haydi bakalım, şimdiye kadar kendinizi en fazla sınırda hissettiğiniz anı düşünerek, hata yapacak olursanız öleceğiniz bir durumla karşı karşıya olduğunuzu varsayarak deneyin.”
Murakami’ye Hastalıklı ve Hoş Hayal Gücü için Teşekkürler
Sevgiler
Billur
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
merhaba, iki Murakami'yle de henüz tanışmadım. Ama bu yazıdan sonra altı çizili olarak not ettik bir kenara.
Yazı çok güzeldi, keyif alarak okudum. Başarılı bir anlatım, tebrikler...
sevgiler...
Bilhassa, sakin sakin Pilates yaparken senin aklından geçen ürkütücü fikirleri tasvip ediyor değilim. Yamane bunu tavsiye etse bile!
Kitabın konusu çok etkileyici. Takashi Miike “Odishon’da yaptığı gibi bir film yaparsa bunu da izlemek çok zor olacağa benziyor...
Japonya ile ilgili konuşmam imkânsız. Eğer gitmeyi başarabilse idik, belki bir iki cümle söyleyebilirdim. Hâlâ Shinkansen Treni ile Osaka’dan Tokyo’ya gitmeyi hayal ediyorum.
Sevgili Evvel Zaman İçinde;
Yazıyı beğenmenize sevindim, teşekkürler.
Haruki Murakami'yi ben de ilk fırsatta okuyacağım zira kendisi Paul Auster ile karşılaştırılıyor ki onu da çok severim.
Sevgiler
Billur
Yorum Gönder