30 Kasım 2009 Pazartesi

GRIFFIN & SABINE




Her şey, Griffin Moss'un - Gryphom Cards 41 Yeats Avenue London N.W.3 England adresine - Sabine Strohem'den şu kartpostalı alması ile başlar ;

Griffin Moss:

Nihayet seninle irtibata geçebilmek ne kadar iyi. Balıklı kartlarından birisini alabilir miyim? Şarap bardağının fincandan daha iyi etkisi olduğu konusunda haklı olduğunu düşünüyorum.

Sabine Strohem
P.O. Box 1. Katie Sicmon Islands South Pacific


Griffin & Sabine serisinin ilk kitabından bahsediyorum. Zavallı Griffin kartı aldığında ne çok şaşırıyor, bunun iki sebebi var ; birincisi Griffin asla Sabine adında birisini tanımıyor ama görünen o ki, kadın onu iyi tanıyor ikincisi bu gizemli kadının, çizdiği karpostalın ilk çalışmasından bile haberi var. Şaşkınlığını, Sabine'nin bahsettiği, kendi çizimi balıklı kartın arkasına yazarak anlatır.
Sabine

Egzotik kartpostalın için teşekkür ederim. Eğer bir hafıza yanılması içersindeysem beni affet ama seni tanımalı mıyım? Benim bu kart için, ilk önce kırılmış fincan çalışması yapıtığımdan nasıl haberin olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Kimseye bu çalışmayı gösterdiğimi hatırlamıyorum. Lütfen beni aydınlat.

Griffin Moss

Zaten bu ilk iki kartpostalı okumak yetiyor, hikayeye kapılıp gidiyorsunuz, iki karakterin, peşisıra birbirlerine, yazdıklarını daha büyük bir merakla okur hale geliyorsunuz. Bu garip ve ilgi çekici yazışmalar bir parça romantizmi, bir parça gizemi ve de - hem yazarı hem çizeri Nick Bantock sayesinde - çokça sanatı içinde barındırıyor. Sanırım bu gizlice bir başkasının günlüğünü okumak gibi ya da maillerini... ama çok daha fazlası var karşı konulmaz ''bir çırpıda okuma'' isteğinin yanında çünkü bu iki sıradışı karakterin sadece birbirlerine ne yazdığını merak etmiyorsunuz aynı zamanda bir sonraki sayfada hangi kartın, zarfın, çizimlerin olacağını da merak ediyorsunuz. Bu defa sizi Nick Bantock, kelebek çizimli pullarıyla mı, şapka,ceket,gömlek,pantalon giymiş şık kangurulu kartı ile mi yoksa özel taşıma, ekspres baskılı zarflarıyla mı büyüleyecek bilemiyorsunuz ama Sabine esrarengiz cevapları, Griffin'in sanatına olan saygısı ve kafasının içinde onun çalışmalarını, çizimlerini görebilme (olağanüstü) yeteneği ile Griffin'in kalbini fethetmesini biliyor.


Ruh ikizi olduklarına inanan bu iki sıradışı karakterin sıradışı bir anlatımla okuyucuya aktarılan sıradışı hikayesinin bir sonuda yok gibi, hayal dünyanıza açılan kapı bu kitapta kapanmayacak! İşte bu yüzden serinin ilk kitabı ile yetinmeyeceğiniz kesin. En azından ben yetinmedim, serinin ikinci kitabı ''Sabine's Notebook'' (Sabine'nin Not Defteri) ve son kitap ''The Golden Mean''i (İkisi Ortası) de bir çırpıda okudum. Tuhaf bir tad bırakıyor her biri insanın kafasında... kitapları okuyunca bu garip cümle ile ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı umuyorum... Sonu anlatılınca izlenemez hale gelen filmler gibi detay verdikçe okunamaz hale gelebileceği korkusuyla burada duruyorum ve bu kitapları değişik bir tarz arayanlara kesinlikle tavsiye ediyorum.
























NICK BANTOCK HAKKINDA

Kimliği : Yazar, illüstratör, sanatçı ve 'pop-up' kitapların yaratıcısı.

Kitapları: 25 kitap yazdı, bunların 11 tanesi, Newyork Times'ın ilk on kitap sıralamasında aynı anda yer alan 3 kitabı dahil, en iyi satanlar listesinde yayınlandı. Kitapları 13 dile çevrildi. Dünya çapında 5 milyondan fazla sattı. Yakın zamanda Weird Tales magazin tarafından, 85 'en garip' hikaye anlatıcılarından biri olarak adlandırıldı. Uluslararası bir çok gazete ve magazinlere hikayeler ve makaleler yazıyor.

Çizimleri: 300'den fazla kitap kapağı çizdi. Londra'da Tom Stoppard and Alec Guiness'ın tiyatro oyunları için tiyatro posterleri tasarladı. Albüm kapakları, reklam kampanyaları, bilim, sanat ve eğlence magazinleri için çizdi. Çeşitli şirket logoları ve grafikleri ile California şarap etiketlerini dizayn etti. Aynı zamanda Nick, Canada Postası için pul seçen 12 jüri üyesinden biri.

Yazar ve çalışmaları hakkında daha fazla bilgi için www.nickbantock.com sitesini ziyaret edebilirsiniz.

Küçük Dip Notlar :

1. Evdeki büyük tadilat sonrası kütüphane temizliği yaparken kavuştuğum, yorgunluk şarabımı (!) yudumlarken tekrar okuduğum ve yorgunluğumu unutturup keyiflendirdiği için bir kez daha ne kadar başarılı olduğunu hatırladığım paylaşılmaya değer bulduğum kitap serisi.
2. Araştırmalarıma göre maalesef kitapların Türkçesi yok, İngilizcesi çok güzel ama ...
3. Kitapların devamı var aslında, Griffin ve Sabine ile ilgili hikaye bu üç kitapta toplanıyor. Sonrası ...
4. Ne zaman satınalınmışlar ? 1992 ... Vay be ! Uzun zaman önce.
5. Kitaba dair : Ruh İkizimizi Bulabilecek Kadar, Bulduğumuzda da Kavuşabilecek Kadar Şanslı Olmamızı Diliyorum !...
6. Kitabı okurken hoşuma giden ve hikayeye gerçek havasını veren detaylardan biri de Griffin'in mektuplarındaki yanlış yazımlarının üzerini çizip ya da karalayıp doğrusunu yazması idi. Bu düzeltmeler Griffin'in yazarken ne kadar özendiğini, titizlendiğini, zaman zaman dalgınlaştığını, konsantre olmakta zorlandığını hissettiriyor.
7. Konu ile alakasız ama kitap kulübümüzle alakalı : karton, makas, uhu, ilkokul yıllarındaki elişi dersine dönüş gibi oldu dün akşam :-))) Tercümesi : şifreli olarak ödevlerimden birini bitirdim bu yüzden huzurla huzurlarınızdan ayrılıyorum demek. Yakında çok yakında şifreyi sizde çözeceksiniz sevgili izleyenlerimiz!...

Aycan

29 Kasım 2009 Pazar

BÜYÜK GÖZALTI - ÇETİN ALTAN

- Söyleyinceye kadar kalacaksınız burada! dedi.
- Sordum:
- Neyi söyleyinceye kadar?
- Onu öldürdüğünüzü.
- Kimi öldürdüğümü?
- Onu… (sy.6)


Çetin Altan’ın 1972 yılında yazdığı ve 1973 yılında Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanan ve birçok dile çevrilen, hatta Fransız liselerinde seçmeli ders kitabı olarak okutulan romanında bu diyalog sıklıkla geçiyor.




Gözaltında tutulan kişi 44 yaşındadır. Hangi cinayetini öğrenmek istediklerini ise bir türlü kestirememektedir. Çünkü ilk cinayetini daha 3,5 yaşında işlemiştir. İstediği sevgi, ilgi olan bir çocukken bunu görememekten, yalnızlıktan, öfke içinde…

Annesini öcülere yedirmiştir. Hiçbir zaman yeterince sevgi göremediği için, sevgi de gösteremeyen mecnun, deli, divane annesini.

Öfkesi kadar neşeli, neşesi kadar üzüntülü, üzüntüsü kadar kaprisli, kaprisi kadar şişirici, bir uçtan bir uca savrulan hem bencil, hem içli, hem yalnız, hem korkak, hem gaddar, hem kuru, hem sulu göz, dengesini bulamamış, zavallı bir kadın (sy.246) olan annesini.

Önce kızı, sonra kocası, sonra babası, sonra oğlu Süleyman’ı, sonra diğer oğlu Mustafa’sı ölmüş Babaanne’nin sözünden çıkamayan, ona âşık, baba’yı öcülere yedirmiştir.

Dışa taşan, sahtelik kokan, nazlı edalı, şapşuplu iltifatlı, pompalanmış sevgi gösterilerine hiç tahammülü olmayan, sert fırtınalarla, dev dalgaların içini oyuk oyuk ettiği haşin bir kaya gibi (sy.139) olan Babaanne’yi de öcülere vermiştir.

Cinayetler bunlarla da kalmaz, boyacı, Fehime, diğer akrabalar, yattığı kadınlar, sevdiği kadınlar, aslında ölmüş/yaşamına girmiş olan herkesi o da öldürmüştü.

Onu öldüren herkesi ve hiç kimseyi.

Kah kah kah kah kah kah kah kah… (Bu kahkaha seslerini Çetin Altan sesi ile okuyunuz!)

"Annesi tarafından sevilmeyen çocuk mesela yazıyla uğraşır" diyen Çetin Altan çocukluğunun tüm sevgi açlığını da bu romanın tam kalbine yerleştirip, kendi hayat hikâyesinden bir kesit sunarken, bu otobiyografi ile her bir okuru kendi gözaltı ile yüzleştirmiş.

Büyük bir gözaltı içinde değil miyiz aslında? Daha derinden, daha sessiz/sözsüz, daha bu topluma özgü olan… Ölümle, korkularla, yoksunluklarla, tehditlerle, ayıplarla, tedirginliklerle, baskı ile örf-adetlerle bezenmiş, sürekli ezildiğimiz bitmeyen bir gözaltı bu.

En büyük korkuyu, sonu gelmez bir suçluluğun ilk adımında başlamıştık yaşamaya… Daha ilerlerde buna iğfaller, gebe bırakmalar, kürtajlar, suçüstüler, yalanlar ve çeşitli cinayetler eklenecekti… Ve tümden bir gözaltı, tümden gizli bir tehdit, tümden bir korku sürüp gidecekti… (sy.193)

Gözaltında tutulan roman kahramanın anne tarafından akrabaları, evlatlıkları ise saymakla bitmez. Ve her ne hikmetse; sekiz yaşına basmış, bir yatılı okula bırakılmış bu çocuğa sadece Babaanne sahip çıkar. Sekiz yaşında iken, her cumartesi dışarı çıkabilmek için babaannesinin yardımcıyı göndermesini bekleyip, yardımcı geciktiğinde ise acaba "Babaanne ölmüş müdür?" diye korku ile dolan bu çocuğu.

Bir büyük köşk, Paşa Dede, memuriyette önemli konumda olan baba, tilki kürkünü boynuna dolayan anne, bakıcılar, bahçıvanlar, evlatlıklarla bezeli olmasına rağmen romanda, yoksulluklar anlatırken, aslında bahsettiği yoksunluklardır.

Çocukken ondan yetmiş beş kuruş olduğu için esirgenen limonata "Büyük Gözaltı"’nda ölüme giderken isteyeceği son isteği olmuş.

Son arzumu sorarlarsa ne diyecektim.

- Bir bardak limonata. İnce uzun bardak içinde ve yanında bardağa yapışık kâğıt kılıflı kamışla…

Ama onlarda kazara bu son arzuyu dinleseler bile, köprü altında büfecilerinkine benzer bir bardakla getireceklerdi limonatayı.
(sy.164)

Akıl sır erdirmek mümkün değil bu yoksunluklara. Romanın kahramanı için kamışlı o limonata, benim için ayı şekerleri, şu an yedi yaşında bir çocuk için belki de cep telefonu, belki UGG botlar…

Sadece bunlarla mı sınırlı? Çıkış yolu bulamayan cinsel dürtülerimizden dolayı bastırılmış ergenlik dönemi, yeterince özgürce doyasıya yaşayamadığımız aşklar…

Kaçmak isterken kaçamamak. Cebinde para hesabının ilmiklerine dolanmak. Yer bulamamak. Yer bulunca beraber olamamak. Beraber olunca başkalarını düşünmek. Başkalarıyla olunca ötekini düşünmek. (sy.127)

Biraz daha orta yaşa yaklaşırken, başka tür bir gözaltı. Fikrini özgürce savunamamak, etiketlenmek, bu baskıya, bu şiddete başka tür bir baskı ve öfke ile karşı gelmeye çalışmak, direnememek ve son olarak son arzun nedir? sorusuna tekrardan bir cevap yaratmaya çalışmak.

Benimse her on yılım için yeni bir son arzum var sanırım…

Ayrıca kendime de oto sansür uygulayıp romanda bahsedilen bir bölümü de yazmayı tercih etmiyorum Büyük Gözaltı sebebi ile. Çünkü bu büyük tabular 37 yıl önce bile dile getirilebilirken şimdi ise hangi zarafetle dile getirilse getirilsin yanlış anlaşılıyor. Hepimiz etiketçiyiz sonuçta…

Çetin Altan bu roman ile Orhan Kemal ödülü aldığı sırada cezaevinde tutuklu imiş. Dönemin Başbakanı salıverilmesine izin vermiş. İlkokula Galatasaray Lisesinin ilkokulunda başlamış yatılı olarak. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Hiç avukatlık yapmamış ama hakkında Ağır Ceza’da açılan 300 küsur davada bu eğitiminden de epey faydalanmış.





Çetin Altan’ın birçok köşe yazısı derlenerek kitap haline getirildi. Anıları da yazdı. Ayrıca dört romanı var. Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü, Viski ve Küçük Bahçe.

Bizim evde Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü ve Viski romanlarının ilk basımı var. Hepsi nerede ise her satırı çizilmiş, her sayfası okunmaktan aşınmış, sayfaları birbirine bantla tutuşturulmuş. Benim ailemin mirası o kitaplar olsa gerek ve ailenin kedi hariç her bireyinin defalarca okumuş olduğu romanlar bunlar. Ailemin büyükleri ise bir süredir çok öfkeli Çetin Altan’a. Aile içindeki her siyasi tartışma onunla başlıyor, onunla bitiyor. Hatta şu an onlara göre nerede ise, her şeyin suçlusu Çetin Altan ve ailesi. Çetin Altan "değişmeyen tek şey değişimdir" derken, bizimkiler o bir "dönek" diyor.

Ve tüm bu tepkilerine birçok insan eşlik ediyor. Bazıları eskiden milletvekilliği yaptığı için aldığı maaşı sorguluyor. Bir diğerleri 2008 yılında Başbakanın elinden Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü almasını kınıyor. Bazısı bunadı diyor. Kentleşememe sorununu dile getirdiği için köylü düşmanı olarak nitelendiriliyor. Viski içmesi, güzel/akıllı kadınlara olan zaafı, onlarca yıldır Paşa Dede’sinden kalma köşkte/apartmanda ailesi ile kök salması ile burjuva olduğu ile yargılanıyor. Her dönem, bir başka grup tarafından hep hırsla eleştiriliyor.

Çetin Altan ne yaparsa yapsın tüm şimşekleri üzerine çekiyor. 80 yaşını birazcık geçmiş bu büyük entelektüel, yazar, siyaset adamı, âşık, sevda çeken, iyi eğitimli çocuklar yetiştiren bu adam bu ülkeye fazla geliyor. Çocuklarına yakın davransa sorun oluyor, mesafe koysa da. Hem Ahmet Altan gibi bir oğlu olduğu için eleştirilebiliyor, hem de Ahmet Altan gazeteden kovulduğunda o gazeteyi terk etmediği için. Hem yazmadan yaşayamam dediği ya da artık yazmak istemiyorum dediği için. Büyük Gözaltı Çetin Altan için hiç bitmiyor. Bizse gözaltının her iki tarafı olarak bu gösteriye katılıyoruz.

Şu an için size önerim şudur: Romanın yazarını bir kenara koyun. Ve tarafsız olarak tekrar Büyük Gözaltı’yı okuyun. Daha önce okumuştum demeyin. Hatta on yılda bir tekrar okuyun. Çünkü bu roman hiçbir şey açıklamasa dahi, nerede olduğu(n)muzu anlatıyor.

Bu aralar çok büyük cümleler kurmaya başladım (vazgeçmeliyim) ve buna bir yenisini daha ekliyorum. Çetin Altan bu toprakların Kafka’sıdır, argoyu en fütursuzca ve en güzel kullananıdır, fıkrayı küçümseyen/sevmeyene fıkrayı sevdirenidir, ne olursa olsun, bu diyarın en çekici çapkınıdır, bizlerin en kültürlüsüdür, en yerleşmiş olanıdır, her köşe yazısı olmasa bile birçoğu mutlaka saklanması gerekenidir. Ve eğer babam bu yazıyı okursa; benim yeterince iyi bir fert olamadığım için üzüldüğünde de hesap vermesi gerekendir.

Çünkü o başka türlü kumaş dokunamayacağı için, ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştür.

Kitabın sonu, yıllar ve yıllar sonra başka bir romanın adı olmuş. İpek Böceği Cinayeti ile Solmaz Kamuran Çetin Altan’ın büyük cinayetlerini bir kere daha masaya yatırmış.



Bu yazıyı hem kısa kesmeye kararlı idim ama tüm roman boyunca, gözaltında tutulan roman kahramanının sekse bakışının son derece zarif bir şekilde dile getirildiğini belirtmeliyim. Yaşı ne olursa olsun ya da nasıl bir kadın olursa olsun, yazarın bir kadın ile olan ilişkiyi bu kadar çıplak anlatabilme yeteneğine de hayran kalmamam mümkün değil.

Bunu kitapta anlatıldığı gibi iyi ifade edemem ama sevişmeyi su içmek gibi düşünürsek, yazar; bu kitapta anlattığı kadarı ile, tattığı tüm pınarlarda susuzluğunu gidermiş, ama her yeni pınarı da sanki ilk defa su içiyormuşçasına yudumlamış.

İlk sevgililer ile sevişmede ise aşkın platonik yönünü cinsel yönünden zedelemeden sıyırma zorluğu, çokçası insanın hızını kesiyor ve sevimli görünme çabası içinde profesyonel uğraşılar istiyordu.

İlk sevgili de, o rahat kadın da duruyorlardı karşımda. Hangisini tercih ederdim acaba?

Böyle bir tercih anlamsızdır. Ve bunun anlamsızlığını çok güçtür anlatmak. Özellikle kadınlara.

İlk sevgiliyle sevişirken:

“Şöyle biraz daha kaldırsana bacaklarını” diyebilir misin? Bir düşteymiş gibi gözleri kapalı, elinden geldiğince masum bir çabanın tüm acemiliklerindeki sarhoşlukta sevişmek ister o… Ve bir de denk düşerse, seli divane olur da, seviştikçe daha çok sevişirsin.

Olgun kadınla ise aşk azıcık oynak bir fuhuşa, fuhuş, çıt kırıldım olmayan nazsız sağlam bir aşka karışır. Ve onunla da sevişmenin bütün oktavlarını birden yaşarsın… Ve yine seviştikçe daha çok sevişirsin…

Birçok budalanın dediği gibi elektriği söndürünce hiç de aynı değildir her kadın. Hiçbiri ötekine hiçbir nüansta benzemez. Ve bu nüansların çarmıhında erimedikçe de…

Hâlâ o plak. Hâlâ, hâlâ… Çal be, çal… Umurumdaydı sanki benim plak…
(sy.235)

Kitabın müziğini ise tahminen o dönemde tüm işkencelerde çalınan müzikler olmalı. O yüzden müziksiz, sözsüz ve sessiz olmasını tercih edeceğim.

- Son Arzunuz Nedir?

- Çok büyük bir çığlık atmaktır şu an.
- Neden?
- Çetin Altan’ı sevmek de suç, sevmemek de.
- Sevişmek de suç, sevişmemek de.
- İyi olmak suç, iyi olmamak da.
- Okumamak suç, okumaksa daha büyük suç.
- Farklı olmamak suç, farklılık yuvarlağında biraz daha farklı olmak da.
- Emek Sineması yıkılacak diye üzülmek suç, zaten korkunç bir yer haline gelmişti demek de.
- Bir şeyi beğenmemek suç, çok heyecan duymak da suç…


Başka suçlarım da var kabul ediyorum suçluyum ve aslında hiç suçum yok. Çünkü Cemal Süreyya’nın da dediği gibi tüm suç Çetin Altan’ın:

"Adı Çetin'di Soyadı Altan, dobra söyledi, dobra baktı temiz kanla birlikte kirli kan hepimizin kanı onda çıktı."



Gülda

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bridget Jones'un Günlüğü

Sevgili Günlük,

İşte bayramın ilk günü bitti bile.

Çocukken bayramları çok severdim. Haftalar öncesinden heyecanlanırdım. Alınacak bayram giysileri, yeni bir çift ayakkabı, akraba ziyaretleri, bu ziyaretlerde yenecek tatlılar, börekler çörekler…
En güzel tarafı da bir adet kumaş mendil veya bir çift şoset çorap içinde verilen bayram harçlığı idi.

“Aa niye zahmet ettiniz?” derken aslında, “istemem ama lütfen yan cebime çaktırmadan koyun” demek istersiniz.

Sonra yıllar birbirini kovaladı, ben büyüdüm. Kocaman kadın oldum.

Sonra bir şeyler oldu ve ben bayramlardan hoşlanmamaya başladım. Sanırım bayram günlerindeki zorunluluklardı beni bayramlardan uzaklaştıran.

Neyse son birkaç yıldır bayramların ezici sıkıcılığını attım sayılır üzerimden.

Aslında bayramlar ve benim bayramlarda hissettiklerim değildi yazmak istediğim.

Bu gece herkes evine döndükten sonra pijamalarımı giyip, yatağa uzandım. Kanallarda amaçsızca dolaşırken Cine5’te Bridget Jones’un Günlüğü başladı. Neden olmasın dedim. 2001 yılı yapımı bu film bir kere daha seyredilir.

Üstelik de bu aralar “kızkurusu” modundayken.



Filmi seyretmeyeniniz yoktur. Fazlasıyla sakar, ağzından çıkanların nereye gideceğini düşünmeden konuşan, birkaç kilo fazlasına takmış, yalnızlığını gidermek için “Erkekler Nelerden Hoşlanır”, “Erkekleri Anlamanın Yolları” gibi kitaplara başvuran, 32 yaşında sempatik bir kızdır Bridget Jones.


Kendini yalnızlığıyla baş başa bırakmaya alışmışken aynı işyerinde çalışan güvenilmez, çapkın, azgın dalgalar gibi insanı aşkın derinliklerine kadar çekip sonra geri püskürten, etkileyici sesli yazı işleri müdürü Daniel Cleaver ile kendini yeniden kadın hissettiren bir ilişkiye başlar.



Ama gittikleri her yerde hayat karşısına Mark Darcy’yi çıkarır.

Asil görünüşlü, güvenilir, durgun sular kadar insanı sükûnete sürükleyen, ciddi görünüşlü, başarılı avukat Mark Darcy, aynı zamanda Bridget’in çocukken bahçelerinde çırılçıplak koşturduğu komşu oğlu.




Daniel Cleaver ile Mark Darcy Cambridge’den tanışıyorlardır, ama aralarında buzullar olduğunu görmek her karşılaşmalarında Bridget’i biraz daha fazla tedirgin eder.

Bir hafta sonu tatilinde acil iş toplantısını bahane ederek apar topar şehre dönen bay güvenilmez, Bridget’in tatil dönüşü Daniel’i evinde New York’lu iş arkadaşı Lara ile basmasıyla, Bridget ile Daniel’in yollarının ayrılmasına sebep olur.

Bridget yine yalnızdır.

İşte o noktada bir subap vazifesi görmek üzere Mark ortaya çıkar. Bizim ciddi adam –bizim diyorum, çünkü Ayşe’nin Aşk ve Gurur sunumu için İngiltere’den isme özel imzalattırdığı Colin Firth fotoğrafı sayesinde o artık bizim Colin yani Mark Darcy- ceketini çıkartır ve kravatıyla mutfakta Bridget’in mavi sulu çorbasına eşlik edecek omlet yapımına girişir.

Daha önce Mark’ın kendisine “senden olduğun gibi hoşlanıyorum” demesinden zaten etkilenmiş olan Bridget iyiden iyiye gönlünü Mark’a kaptırmaya başlar. O gece Bridget’in doğum günüdür ve en samimi birkaç arkadaşı da yemeğe gelmiştir. Bu güzel gecenin ortasında kapı çalınır ve Daniel teşrif eder. Bridget’i unutamadığı için Lara kendisini terk etmiştir ve artık tamamen Bridget’in erkeği olmaya hazırdır.

Kafası karışık olan Bridget Daniel’e turuncu ışık –kırmızı değil çünkü onu reddetmiyor, ama yeşil de değil çünkü tamamen onu istediğini de belli etmiyor- yakar ve o anda Mark orada fazla olduğunu düşünerek evden çıkar.

Hoşlandığı kızı tamamen terk etmeyi gururuna yediremeyen Mark hışımla geri döner ve Daniel’i düelloya davet eder.

Sokakta kıran kırana kavga etmeye başlarlar, Daniel mağlup olur. O anda Bridget Daniel’i istemediğini söyler ve evine kendi yalnızlığına döner.

Ama Mark’ı kafasından atamaz. Noel gecesi evlilikleri sallantıda olan anne ve babasının evinde kalır ve yeniden babasına dönen annesinin gelişinin mutluluğu ertesi gün annesinin Darcy’lerin evlilik yıldönümleri için davet edildiklerini haber vermesi ile perçinlenir. Sonunda Mark’a ulaşabilecek ve kendisinden hoşlandığını itiraf edebilecektir.


Ama işler beklediği gibi gelişmez. Davete Mark’ın avukat ortağı Natasha da katılmıştır. Mark’ın babası Natasha ile Mark’ın iş için New York’a gideceklerini ve Natasha’nın gelin olarak ailelerine katılmalarını umduklarını ilan eder. Bu haber karşısında Bridget yıkılır ve orayı terk eder.

Ve tabi yine yalnızdır. Karlı bir gecede arkadaşları Bridget’i Paris’e götürmek üzere onu almaya eve gelirler. Tam arabaya binecekleri sırada Bridget anahtarlarını çantasında aranıp dururken arkasında “bir şey mi kaybettin?” diyen Mark’ın sesi ile irkilir.

Doğal olarak Paris yolculuğuna çıkmaz, onun yerine Mark ile eve çıkarlar. İzin isteyerek odasına gider ve tam da bu gece için düşünülmüş küçük iç çamaşırların ararken, Mark içerde Bridget’in günlüğünü bulur. Bridget’in onun hakkında yazdıklarını okur ve apar topar kendini sokağa atar.

Bridget Mark’ın gittiğini üzülerek fark eder ve yarı çıplak o karlı gecede kızcağız kendini sokaklara atar. Mark bir mağazaya girer ve çıktığında karşısında Bridget’i bulur.

Bridget, Mark’tan çok hoşlandığını itiraf eder ve yazdıklarının doğru olmadığını söyler.

Mark “Biliyorum doğru olmadığını, ben de senin yeni bir başlangıç için yeni bir günlüğe ihtiyaç duyabileceğini düşündüm” der ve paltosunun altındaki günlüğü Bridget’a verir.

Sevgiyle birbirlerine sarılırlar ve MUTLU SON’a varılır.

Akide şekeri gibi filmlere bayılıyorum.

Evet fazlasıyla sabun köpüğü, ama eğlenceli.

İki erkek arasında kalmış bir kadın.

Bir kadın için dövüşen iki erkek.

İnsanın ayaklarını yerden kesen bir duygu olsa gerek. Dövüşmeleri değil tabi canım, bu sadistlik olurdu. Ama hadi itiraf edin beğenilmek herkesin hoşuna gider, koltuklarını kabartır.

Aslında yok değil Bridget gibi olanlar. Yani 30’lu yaşlarında belki daha bile fazla ama hâlâ yalnız olan kadınlar ve erkekler.

Bazen her iki tarafın da beklentisi aynı. Düzgün bir ilişki, birbirini kollayıp sevecek taraflar, bir davete artık yalnız gitmemek, sabah uyandığında hayatındaki kişiyi düşünerek kendini daha iyi hissetmek, el ele dolaşmak, sevgi sözcükleri fısıldamak, birisi için kendine daha fazla özen göstermek, sonunda sarılıp dans edecek birinin olması, romantik akşam yemekleri gibi, gibi, gibi…

Film bittikten sonra bir süre müzikleri kulağımdan silinmedi, dilimden düşmedi.
Soundtrack’i Patrick Doyle tarafından düzenlenmiş. Robbie Williams iki parça ile Sheryl Crow bir parça ile katkıda bulunmuşlar. Gabrielle’in Out Of Reach ve Geri Halliwell’in It’s Raining Men adlı singleları da filmin unutulmaz müziklerinden.



Geri Halliwell - It's Raining Men
Yükleyen Hakunamatata67. - Diğer müzik videolarına göz atın.



Aşksız kalmamanız dileği ile…

Peyman

24 Kasım 2009 Salı

DEVLERİN AŞKI

Pazar sabahı saat 08.03. Manasız bir kalkış olmuş. Televizyon karşısında tekrar uyumak amacı ile bir cinayet dizisi bulmak için televizyonu açtım (beni rahatlatıyor da). Uyusam uyumasan ikilemi içindeyim. Okunacak kitaplar, seyredilecek filmler, yapılacak ev işleri aklımda ya da sıcaklığı henüz soğumamış yumuşacık yatak…. Kumanda TRT’1’de durdu, info tuşuna bastım 1 dakika içinde Devlerin Aşkı yazıyor. Uyumak istemiyorum…. Koltuğa kuruluyorum… Cahit Berkay’ın eşsiz müziği başlıyor...



Sahil kenarında kız tavlamakla meşgul olan Kadir, saldırıya uğrayan ve rakibi çok fazla iş adamı kurşun yağmuruna tutulup arabası ile denize uçtuğunda tereddütsüz onun hayatını kurtarır. Bu olayın akabinde Kadir’e önce para (tabii ki almaz) sonra iş teklif edilir ve yoğun bir çalışma temposunun ardından da vazgeçilmez adam olur. Ancak tahmin edeceğiniz üzere Kadir’in kadınlarla arası iyi değildir zira yaralıdır.


İş adamı Süreyya Seden (Savaş Başar’ı da burada saygıyla anmak isterim; belki hatırlarsınız bir zamanlar Komiser Colombo vardı, onu seslendiren sanatçıdır kendisi) aynı zamanda çok şey borçlu olduğu Kadir’e toz kondurmamaktadır. Hırslı, nevrotikliği her an psikopatlığa varabilecekmiş izlenimi veren Süreyya Seden kadınlara da bir mal gözüyle bakmaktadır; Kadir’i, çaldığı melodi ile kızdıran sevgilisini bir çek yazıp evden kovabilmektedir örneğin.



Ancak Kadir’in çıktığı uzuuuun iş yolculuğundan döndüğünde hayatının kadınını bulan Süreyya Seden Hayatta en çok sevdiği iki insanı bir araya getirmek için sabırsızlanır. Bu kadın siyah iri dalgalı saçlarını savurara savura şifon elbisesi içinde merdivenlerden indiğinde Kadir’in yüreği dağlanır. Bu kadın iri siyah gözleri, kocaman kirpikleri ile bir zamanlar delice sevdiği ve hala resmini taşıdığı lise talebesi Türkan’dır.



Evlilik hazırlıkları için çıktıkları yolda Türkan fakirliği her an iliklerine kadar hissetmekte ve bu onu çok mutsuz etmektedir. Bir gün Türkan Tarık'a bir mektup bırakır: Olmuyor. Olmayacak da diye... Şimdi ise Tarık'ın deyimiyle manikürcülükten tam da 12'den vurduğu noktaya gelmiştir. Türkan bir gün kadınlar ile ilgili olarak Tarık’ı didiklerken Tarık bir zamanlar sevdiğini ama onun artın kendisi için öldüğünü ifade eder. Türkan çok bozulur.( Bu kafamı hep meşgul eden bir husustur, hemen hemen tüm filmlerde bu replik vardır; eğer erkek hiç sevmedim vs dese kadın karakter üzülmeyecekmiş gibi bir izlenimle bu soruyu sorar, öldü denilince dünya başlarına yıkılır; acaba bu hiç umut kalmadığı anlamına mı gelmektedir?)




Bu dakikadan sonra Kadir ve Türkan arasındaki sevgi-aşk-intikam-birbirlerinin kollarına atılmayı isteme ama atılamama durumu artan bir gerilimle devam eder. Bu gerilimli anlardan birinde eğlenmek ve şarkı söylemek istediğini söylediği bir gece Süreyya tarafından kapatılan otelin roof’unda söylediği "Kusura Bakma" adlı şarkı sahnesinde Türkan Şoray güzelliğinin doruğundadır ve geçmişinin ve şimdinin özetini yapmaktadır.




Türkan’ın hem gerilimli ve hem bir nefes kadar yakın hem bu kadar uzak olma durumuna dayanamadığı bir akşam Tarık’ın evinde elinde gitarla onu beklemektedir (Bu kapılar nasıl açılır, nasıl girilir? Belli değil) ve Türkan elinde kendi resmini tutmakta ve anlamlı anlamlı “seviyorsun işte” demektedir…

Ancak Tarık öfkelenir: -Bak aynaya,iyi bak! resimdeki kız var mı orada?bak da öyle al ağzına sevgiyi. bu resme neren benziyor senin? sen bu resimdeki saf kız mısın?fotoğraftaki temiz kızdan ne kalmış geriye söylesene! o saygıdeğer bir kızdı, sevdiğim kızdı. sen ise para diye bütün güzelliklere lanet okumuş bir fahişesin!



Türkan’ı sarsar kolundan tutar yazmış olduğu mektubu gösterir: - Gel! Ya bunu da gördün mü, bunu da okudun mu haa? Ben her gün okuyorum ve senden her gün biraz daha nefret ediyorum. şimdi defol defol! Türkan : -Haklısın ama sen hayatında hiç hata yapmadın mı? Ardından o baygın ve kocaman sulu gözlerle Tarık’a bakan Türkan merdivenlere atılır ve Tarık bağırır: Türkan!!!!

Bu mutlu ve iç ezen kavuşmanın tahmin edeceğiniz gibi Süreyya Seden’i mutlu etmeyeceği aşikardır ve peşlerine düşerek onları bulur ve kaldıkları otel odasının kapısını yumruklar, yumruklar ve yumruklar….Kapı açılır……Süreyya silahı doğrultmuştur.



Göz Göze Gelinir.......



Ama yapılacak bir şey yoktur…Geriye dönüş yoktur….Çünkü şoför Tarık ve manikürcü Türkan’ı artık kimseler durduramaz; onlar ölümü bile aşmışlardır.

Bu film 1976 yılında Osman Seden’in yönettiği ve ardından Bodrum Hakimi, Dila Hanım ve Al Yazmalım Selvi Boylum adlı filmlerinin izlediği dönemi başlatan Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın beraber oynadıkları en güzel dörtlünün –bana göre- başlangıcıdır. Ayrıca filmin müziği de bana kalırsa zaman zaman filmin önüne geçmiştir.

Denk gelirseniz bir kere mutlaka seyredin; en azından Türkan Şoray çok güzel, Kadir İnanır da daha Kadirizm felsefesinin içinde kaybolmamış ancak yeni yeni tatlı sert, katlanılabilir maçoluk barındıran ve bence fena da bir oyunculuk sergilemediği hali ile görülmeye değer… Ahh!! Ne güzel geldi bu film. Hem de eski filmleri seyretmeye ve izlemeye başlamışken….

Dev Aşklar Yaşamanız Dileği ile…

Sevgiler Billur

20 Kasım 2009 Cuma

BENİM DEDEM HULUSİ KENTMEN AMCAM.....Ya da Reyhan Dağlar Kızı

KADİR SAVUN.....
HALAM NERİMAN KÖKSALDI....

Tabii her zaman değil! Bazen dedemin Nubar Terziyan olmasını isterdim ama babaannem asla ama asla Aliye Rona olmamalıydı.




Benim için Eski Türk Filmleri her zaman çok önemliydi. Bir dönem onlarla büyüdüm. Etrafımda bu ilgimi paylaşacak pek kimse yoktu. Herkes bana “Senin gibi biri –ben nasıl biriydim- bunları nasıl seyredebiliyor Allahaşkına?! Diyordu. Ama üniversitede tanıştığım dostum Ebru ile birbirimize biraz utanarak ve sıkılarak bu ilgimizi itiraf ettiğimizden bu yana hala buluşmalarımızın başlıca konularından biri eski Yeşilçam filmleri, oyuncuları , şarkıları ve replikleridir.

Kendimi kesin bir şekilde hatırladığım yaşlardan aklımda ilk kalan Yeşilçam filmi “Reyhan-Dağlar Kızı”dır. Üstümde anneannemin diktiği basma elbise ve başımda saçımı uzun göstermek amacı ile giydiğim bir eşarp ve boynuma doladığım uzun bir atkı ile küçük kalçalarımı attıra attıra ve ağabeyim, ben ve anneannemin beraber oturduğu evde alt komşumuz emekli albay amca’nın tüm şikâyetlerine rağmen –şaşkın adam hâlbuki ben onu anneanneme ayarlamayı düşünüyordum- bağıra bağıra:

"Dağlar Kızı Reyhan Reyhan
Alem sana heyran heyran..."

söylerdim. Uzun zaman favori filmim ve şarkımdı.

Yıllar içinde sayısız kez bu filmi seyrettim ve geçenlerde eski Türk Filmleri Koleksiyonumu sıralarken ve filmleri tekrar seyretmeye karar verdiğimde tabii ki çocukluğumun bu filmi ilk sırayı aldı.



1969 yapımı olan Reyhan Dağlar Kızı kısmen tipik bir Ömercik/Sezercik furyasından bir film. Metin Erksan yönetimindeki bu filmin başlıca oyuncuları Kartal Tibet, Filiz Akın, Ömercik ve Metin Serezli. Ayrıca nubar Terziyan, Sami Hazinses ve Muhterem Nur da anılması gereken isimlerden.

Filmin müzikleri Metin Bükey tarafından yapılmış ve eminim hepiniz bir kez olsun Kamuran Akkor tarafından seslendirilen Dağlar Kızı Reyhan adlı şarkıyı duymuşsunuzdur. Duymadıysanız ben söylerim!



Filmin ilk sahnesi nişanlı olan Reyhan (Filiz Akın) ile Mehmet (Kartal Tibet) ile açılır ve İnsanlar Yaşadıkça filmindeki ünlü sahildeki öpüşme sahnesi ile aşklarına tanık oluruz.Ancak Kartal yakın zamanda Almanya’ya gidecek , çabucak para kazanacak ve bir araba alacaktır. Ondan sonra gelsin saadet, gelsin Reyhan….



Ancak saf Mehmet bilmemektedir ki hayaller bu kadar kolay elde edilemezler…Kader ağlarını örmeye başlamıştır. Reyhan’ı işyerinde dans edip şarkı söylerken- ki patronunun dediğine göre “Bunlar her öğlen böyledirler”-[Nasıl bir işyeridir, nasıl bir ciddiyettir bu bilinmez?!] gören Gazinocular Kralı Ekrem (Metin Serezli) o dakika Reyhan’a göz koyar. Ayrıca Reyhan’ın namuslu bir kız olması ve Mehmet ile nişanlı olması tabii ki onun için bir engel değildir.Neden? Cevabı bulamadınız mı? Çünküüüüü “Satın alınmayacak namus yoktur.” Teklifini yapar ama reddedilir.


Annesi (Muhterem Nur) Mehmet’e çok karşıdır, çok zor durumdadırlar –da niye 5 çocuk doğrulmuştur bilinmez-bir akşam aniden eve çıkagelen Ekrem teklifini yineler , annesinin ve kardeşlerinin gözleri parlar. İtiraz eden Reyhan arabaya da sahip olacağını duyunca fikrini değiştirir ve teklifi kabul eder.(Ancak bu fedakârlığı kör Mehmet anlamayacaktır) Ekrem yanında sahne elbisesi de getirmiştir.



Sahne alan Reyhan bunun ardından üstündeki onu yarı çıplak koyan kıyafetle Mehmet ile buluşmaya gider (Bu kız da hiç akıl yok). Gözlerine inanamayan Mehmet o dakika ondan ayrılır çünkü Reyhan’ın gözü yükseklerdedir ve onu gibiler şoförler ile evlenmez zengin koca bulup evlenir şoförleri ile sevişirler! Son sözü budur.

Artık kader bu olayın ardından ilmeklerini üç ters bir düz atmakta ve felaketler birbirini izlemektedir. Pişman olan Mehmet Reyhan’a gider, annesi sahneye çıktığını söyleyince yine deliye döner, bu sırada Reyhan son anda sahneye çıkmayı istememektedir. Birden iyilik meleğine dönüşen Ekrem “bir kez söyle, sonra koş aşkına” der. Reyhan sahnedeyken bunu gören Mehmet ortalığı dağıtır. Almanya trenine biner ama gidemez…Cebinde esrar çıkar ve tutuklanır. Tahmin edin kim yaptırdı?

Şarkılar…Şarkılar….Şarkılar…Tam 9 yıl geçmiştir. Hapishanede Mehmet usta bir kumarbaz olarak eğitilmiştir ve birden ortaya çıkar. Ekrem’in gazinosunda bileğinin hakkı ile Ekrem’i yenen Mehmet ile Ekrem ortak olurlar!

Evde ortaklık sözleşmesini imzalarken Mehmet Ekrem’in oğlu Kemal ile tanışır. Kimselere sokulmayan Kemal ‘in kanı birdenbire Mehmet’e ısınıverir. Acaba Neden? Ve şu ölümsüz klasik diyalog gerçekleşir:


Ömercik:-Merhaba Mehmet Bey…
Mehmet:-Bey mi ağabey mi?
Ömercik:-Ağabey
Mehmet:-Ah ha ha ha..Anlaştık öyleyse..
Ömercik: Hem şey.. Birden öyle sevdim ki sizi şuramda bir şey oldu sanki…


Aynı anda Reyhan ile de karşılaşan Mehmet ona sevdiği kadının yaşayan bir ölü olduğu lafını da hemen sokuştuverir. Bu noktadan sonra olaylar sona doğru hızla gelişir.
Ekrem’in öz babası olmadığını öğrenen Kemal Mehmet’in evine koşarak gelir ve artık annesi ile babasını istemediği söylerken aşağıdaki mutlu sona giden diyalog yaşanır:


Ömercik: Mehmet ağabey Mehmet ağabey!
Mehmet: Ne oldu yavrum?
Ömercik: Ben piçmişim…Asıl babam da şoförmüş…beni annemle sokaklarda peydahlamışlar..(hangi birine yansın bu yavrucak?)
Mehmet: Nneeee..? Şofor mü?
(Heheyt bee! Bu benim!)


Tahmin edeceğiniz gibi Mutlu Son……



Yazarken bile keyfim yerine geldi....

Dağlar Kızı
Billur

19 Kasım 2009 Perşembe

MADRİD'DE İKİNCİ GÜN

Ya da Küçük Domuzun Laneti

Sabah kalkınca Küçük Domuzun Lanetinden sıyrılamayan Gülda’nın kötü bir gece geçirdiğini öğreniyorum, Ender çoktan çıkmış. Gülda kahvaltı etmek için Plaza Mayor’a gitmeyi öneriyor.

Plaza Mayor’a giderken birden kraliyet ailesine refakat eden kortejin geçtiğini ve atlıların arasındaki kupa arabasında prensin olduğunu görüyoruz. Atlar etrafı pislerken de belediyenin temizlik aracının onları takip ettiğini!



Sonra yürüyüşe devam ediyoruz ve arada turistik eşya satan dükkânlara bakıyoruz. Sonunda 17.yüzyıldan kalma bu eski meydana varıyoruz. Meydanın ortasında bu meydanı yaptıran III. Felipe’nin at üstünde bir heykeli bulunuyor. Zamanında burada boğa güreşleri, geçit törenleri ve Engizisyon davalarının izleniyormuş. Meydanın etrafı kafeler ve dükkânlarla dolu.

Meydanın güneybatı ucunda bulunan merdivenlerden çıkmaya karar veriyoruz ve yürüye yürüye geleneksel tarzda restoranların bulunduğu Calle de Cuchilleros’a varıyoruz. Hala kahvaltı edecek bir yer bulabilmiş değiliz ve zaten kahvaltı saati geçeli çok olmuş durumda. İnatla yürümeye devam ediyor ve Palacio Real’in arka girişine denk geliyoruz…Etrafa bakınırken bir de ne görelim prens dönüş yolunda...



Teatro Real’in oradaki güzel görünümlü kafelerden birine oturmaya karar veriyoruz. Garson menüyü getiriyor ama yazanları anlamak pek olası değil. Gülda’nın yiyeceklere bakmak için içeriye girmeye karar verdiği bir anda garson yanıma geliyor. Ben de “arkadaşım içeride, menüyü anlayamadık, gelince sipariş vereceğiz” diyorum. Garson dudak büküyor ve menüyü de elimden başka bir şey dememe fırsat vermeden çekip alıyor. Gülda az sonra içerden döndüğümde olanı anlatıyorum ve mekânı terk ediyoruz. Ahh be ! Azıcık İspanyolcam olsa ya da adam İngilizce anlasa…

Madrid’in orta yerindeyiz ve açız, saat 13.00 suları…Teatro Real’in içindeki mağazadan alışveriş yapıyor ve Cafe Teatro Real‘in hoş göründüğüne karar verip içeri giriyoruz. Garson kız atlıyor, masalar rezerve diye. Bize kapı kenarı bir masa veriyor ve kahve istiyoruz çünkü hiçbir şekilde yemek/yiyecek servisi de yok… Gülda sigara için bara geçiyor. Ben de ardından seğirtiyorum. Az ötemde duran kuravansalara bakıp yutkunarak kahvemizi içip çıkıyoruz.



Bir taksiye atlayıp Paseo del Prado’ya gitmeye karar veriyoruz, hedef önce karın doyurmak ve hürmet görmek. Bunun için de Hotel Ritz’e gidiyoruz… Moralim yerine geliyor… Şimdi en sevdiğimiz resimlerden birini görmeye gidebiliriz…

Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofía:



Müzenin en önemli ve tanınmış eseri Picasso’nun Guernica’sı Gülda ile benim en sevdiğim resimlerin başını çekmekte… Ancak sanırım yorgunluktan olsa gerek gözleri gibi baktıkları resmin önünde fotoğraf çektirirken flaşımız patlıyor. Allahım! Rezil Olduk! “Tamam, Gülda ben ayarladım” derken bir flaş daha! O anda orada yok olmak istiyorum.



Müzede ayrıca DALİ’nin The Great Masturbator, The Persistence of Memory ve The Invisible Man resimlerini de dünya gözüyle görmek mümkün oldu.



Müzeden sonra Paseo de Recoletos’ta bulunan Cafe Gijon’a gitmeye karar veriyoruz. Madrid’in kafe hayatı 20 yüzyıl başında çok önemli bir yer tutmakta imiş ve buralarda konuşulanlar, tartışılanlar siyasi gündemi belirlemede ciddi bir etkiye sahipmiş. Bunlara tanıklık eden pek çok kafe şimdi kapanmış da olsa hala hayatta olanlardan biri Cafe Gijon 1888’de açılmış. Dost Kitabevi’nin Madrid kitabında“Kafenin içinde krem rengi dövme demirden sütunlar ve siyah –beyaz masalar dikkat çekiyor” cümlesine ben ilk başta gülüyorum çünkü bana göre çok sıradandı. Ayrıca yediğim profiterol dünyanın en korkunç profiterolü idi. Mutsuzluğumuzu sezen bize servis veren garson çıkışta ben yine çanak çömlek alırken Cafe Gijon’un menüsünü verdi. Veeee bir anda Cafe Gijon ile ilgili hayal kırıklığım azalır gibi oldu.



Sonrasını ise gerçekten hatırlamıyorum umarım kötü şeyler yapmamışımdır.

Sevgiler

Billur

HAYIR, UNUTULAMAZSIN SEN, MADRİD,

Beni tanıyanlar bilir, başıma ne geliyorsa; ya meraktan ya yemekten geliyor. Bir kez daha, yine Madrid’de, yine aynı sebeplerden tüm geceyi tuvalette geçirip, sonrasında son derece kalitesiz bir bulaşık deterjanı ile “pintiliğimizden en ucuzunu almış olduğumuza söylene söylene” fayansları temizledim. Sabah ise, kaynayan bir mide, soyulmakta olan ellerimle dışarı çıktık. Aklımda ise; İlya Ehrenburg’un "Hayır, Unutulmazsın Sen, Madrid" şiiri. Benim için unutulmaz kılan ise; Ehrenburg’un kemiklerini sızlatmıştır diye düşündüm.

Madrid’de; bulundukları konum itibariyle üçgen içerisinde yer alan ve içerisindeki sanat eserleri ile büyüleyici oldukları için de “Sanatın Altın Üçgeni” (Golden Triangle of Art) diye nitelendirilen üç önemli müze var. Prado Müzesi, Thyssen Bornemisza Müzesi ve Reina Sofia Müzesi. Bu müzelerde bulunan eserler; Avrupa’da bulunan en önemli eserler olarak nitelendiriliyor. Madrid’e çok sayıda turist geliyor, bu sıkıcı şehrin bu kadar turist çekmesinde en büyük etken, yine bu müzeler.

Biz Altın Üçgen’in ilk kenarına; o gün açık olan Reina Sofia Müzesi ile başlayabiliyoruz. Bu müze de ağırlıklı olarak 20.yüzyıl eserlerinin sergileniyor. Herkes burada, Miro’lar, Picasso’lar, Dali’ler ve diğerleri…

18. yüzyılın sonunda inşa edilmiş olan bir hastane, daha sonradan Kraliçe Sofia’ya atfen müzeye çevrilmiş. Bölüm bölüm ve oda oda olması da bunu açıklar nitelikte. Ek binaları ise Barselona’da bulunan Torre Agbar’ı da inşa eden Jean Nouvel tasarlamış. Bütün o camlar, asansör de çizgisini devam ettirir nitelikte. Anlaşılan İspanya, Fransa’nın en ünlü mimarlarından biri olan Nouvel’yi seviyor, Nouvel de İspanya’yı.





Guernica ile ilgili ahkâm kesmek niyetinde değilim ama eğer bir gün CV hazırlamam gerekse; hobiler bölümüne Guernica’yı izlemek yazma niyetindeyim.

İşveren sorarsa "nasıl bir hobidir Guernica?" diye: Üzerine sayfalarca yazabileceğim, saatlerce konuşabileceğim, ne kadar okursam ve ne kadar araştırsam dahi hâlâ yüzlerce soru üretebildiğim, evimde Kendime Ait Oda’mda Billur’un benim için yaptığı –nasıl yapabildiğine hala şaşırıyorum- puzzle’ına bakıp ya da Ka’nın hediye ettiği Guernica kupamdan kahve içerken, merakımı iyice arttıran, her gördüğümde sanki ilk defa görüyormuşçasına parçalar bulduğum bir resim ve tarihçesi içindir. Ve öyle güçlü bir hobidir ki; konusu Guernica olan tüm film, tiyatro, danslara gitme ve bir çöpçü tavrı ile çıkan her haberi, yorumu okuma hevesindeyim diyeceğim. Ve yine, bu hevesle; "Guernica, yarın hemen Bask’a iade edilmelidir" sloganı atacağım.

Gerçi Picasso,İspanya barışa kavuşunca bu eserin Prado Müzesinde sergilenmesini vasiyet etmiş ama Picasso barış sonrası İspanya’sında bu kadar keskin sınırlar olabileceğini düşünememiş de olabilir ve aslında "Paella" Valencia’nın, "Flamenko" Sevilla’nın, "Krallık ve Kan" Madrid’in, "Antonio Taipei Barselona"’nın (bu örnekler de satırlarca çoğaltılabilir) ise "Guernica" içinse en fazla iddia Bask’ın Guernika-Lomo kasabasındır diye mırıldanmaya devam ediyorum.

Guernica ile başlayan siyah beyaz serüvenimizse; Reina Sofia Müzesi’nin bahçesinde yorgunlukla oturduğumuz ve kimsenin oturmadığı banklarda resmileşiyor. Bankın üzerinde "dikkat boyalıdır" yazılı olabileceğini kanaat getirdiğimiz ama ellerimiz ile kontrol etmemiz sonucu kurumuş kararı verdiğimiz yerden kalktığımızda ise beyaza boyanmış kotlarımız ile yola devam ediyoruz.



Ne girişi, ne çıkışı, ne de önerilen dolaşma güzergâhı belli olmayan ilk Madrid müzemiz bittiğinde ise; yürümeye devam ediyoruz.

Şehrin eski giriş kapısı olan Puerta de Alcala’yı, Banco de Espana ve Plaza de Cibeles’i de gördük diye işaretledikten sonra, Calle de Serrano'da boyanmış kotlarımız ile gezmek istemediğimiz için eve doğru yola koyuluyoruz. Puerto Del Sol Meydanı’na geldiğimizde inşaat ve karmaşa sebebi ile zar zor görebildiğimiz Madrid’in simgesi olan ayı heykeli ile ilgileniyoruz. Sonrasında Timeout’un İngilizce Madrid dergisini bulabilmek ümidi ile El Corte Inglés’in kitap dükkânına giriyoruz ve onlarca Masumiyet Müzesi kitabı ile karşılaşıyoruz. Orhan Pamuk’un İspanya’da çok önemsendiğini bir kez daha görüyoruz. Kitap bloğu ile fotoğraf çekmeye çalıştığımızda ise görevli tarafından engelleniyoruz.



Yorgun argın eve dönüp dinlenme kısmından sonra olanları Billur’un hatırlamaması çok olağan. Çünkü yine Fast Good’a gitmeyi deniyoruz ve yine kapalı olduğu için yakınında bulunan salaş bir restoranda yemek yiyip, bir Flâmenko kostümü almak için 500,00 € harcamamız gerektiğini ve alamayacağımızı tespit edip, üzülerek eve varıyoruz.



Günden Kalanlar/Notlar:

Zar zor almayı başarmış olduğum, en sevdiğim kotumla vedalaşmak gerekiyor.

Ve yine Guernica ile düzgün bir fotoğrafım yok.

Fast Good’da yemek yemeyi başarabilecek miyiz?

Evimizin tam karşısındaki evde oturan, iki gündür aynı iç çamaşırı ile dolaşan adamın başka bir kostümü var mı?

Ne güzel bir kitap Masumiyet Müzesi.

Prense üzüldüm, her Pazartesi, o araçla, o koku eşliğinde dolaşmak eminim çok yorucu ve rahatsız edicidir. Tahminen Porsche'unu en çok o gün özlüyordur.





Ve Madrid için bir şarkı değil, bir şiir bu sefer güne eşlik eden:

HAYIR UNUTULMAZSIN SEN, MADRİD

Hayır, unutulmazsın sen, Madrid,
Kanın, çektiklerin unutulamaz.
Soğuk bir rüzgâr savuruyor toz bulutlarını.
Şu kız neden koltuk değneğiyle yürüyor?
Gün ortasında neden yanıyor fenerler?
Kim görebilecek güneşin doğduğunu?
Karabançel niçin yaşıyor?
Şu beşik niye boş?
Şu anne daha ne kadar zaman anlamayacak, kucaklamayacak?

Göğe de var açılan bir kapı,
İstersen ona inan,
Ama yerdeki yırtık çamaşır parçasını görüyor musun?

Ya kana bulanmış toprağı?
Ve toplar bütün gece anlatıyorlar:
Uzağa kaçılamayacağını, ona bir yardım da edilemeyeceğini?

Güneşin boşuna doğduğunu,
Buraya ne denizlerin,
Ne gemilerin, ne trenlerin,
Ne de şu avare yıldızların erişebileceğini.

İlya Ehrenburg

Gülda

16 Kasım 2009 Pazartesi

AĞLAYAN DAĞ SUSAN NEHİR - AYŞEGÜL DEVECİOĞLU



2008 yılı Orhan Kemal Roman Ödülü, Ayşegül Devecioğlu’na 2007 yılında yayımlanan Ağlayan Dağ Susan Nehir adlı romanı ile verilmiş. Seçici kurul (Tahsin Yücel, Osman Şahin, Semih Gümüş, İnci Aral, Adnan Binyazar, Refik Durbaş, ve A. Kemal Öğütçü) Devecioğlu'nun romanını "değişik bir kültürün insanlarına yaklaşımı, kişilerini büyük bir başarıyla yaratmış olması, Türkçeyi kullanmadaki özeni ve yazınsal değerini göz önünde bulundurduğu" için ödüllendirmiş.




Orta sınıf, iyi eğitimli ve dürüst insanlardan oluşan bir ailenin küçük kızı olan Anlatıcı, eve yardımcı olarak alınan ve bir süre sonra da ailenin sevilen bir ferdi haline dönüşen Naciye Abla’nın hikâyesini anlatırken, Çingenelerin yaşamlarına da hiç bakmadığımız bir gözle baktırıyor.

Anlatıcı, Naciye Abla’dan leğende yıkanabilmeyi, yaşlı kadınları yıkayabilmeyi, odun ateşi yakmayı, dip bucak temizlik yapmayı, göç etmeyi, bohça hazırlamayı, evi sürekli değiştirmeyi, bir sürü batıl itikadı, hikâye anlatmayı, türlü türlü yemekleri ve diğerlerinin yanı sıra yalan söylemeyi öğrenmiş.

Tüm kitap boyunca bu "bir yalancının öyküsüdür" diyor Anlatıcı ve Naciye Abla’nın izinden Edirne’ye Naciye Abla’nın evine gidiyor, yalanın en büyüğünü bulmaya ve cadı avına... Çingene’nin yalan tiyatrosunun kadim sahnesi bana Gerçek’ten çok daha fazlasını borçluydu; en esaslısından bir yalanı… (sy.99)

Romanın ilk üç bölümünün masalsı bir yanı vardı. Hatta kitabı okurken, Marquez’in romanlarında olduğu gibi büyülü bir gerçekliğe sahip olduğunu düşündüm. Naciye Abla’nın hikâyelerinden çıkıp gelen, Malihulya, Karazindan, Sitar, Sairfilmenam, Kankurutan; bir peri masalının kahramanı gibi görünse de gerçekliğe de o ölçüde yaklaşıyordu. Masalın ve yalanın gerçekle aynı olan etine. (sy.56)

Köksüz Çingenenin hikâyesi, onun göçerliliğinin izinde adı eskiden “Ağlayan Dağ” anlamına gelen bir Balkan kasabasında başlıyor. Bu izler, 1934 yılında Trakya’da cereyan eden Yahudi mahallerine yapılan saldırılara, tecavüzlere gelirken; suçlanan Çingeneler ve yabancılar oluyor. Auschwitz’de Yahudi toplama kamplarında Yahudi ile beraber binlerce Çingene’nin de öldürüldüğü, ancak bu “duman kardeşliğinden” kimsenin bahsetmediği, defterde sadece diğerleri olarak geçtiği anlatılıyor. 1978 Maraş Katliamı tüm karanlığı ile romana dâhil olurken, hiç unutulmaması gerekenlerin ne kadar çabuk unutulduğu ya da ne kadar değişerek hatırlandığı da...

Anlatıcı ve ailesi ister istemez Naciye Abla’yı kendilerine benzemeye zorlamış. Naciye Abla ise eve uyum sağlayabilmek ve sevgi görebilmek için değişmiş gibi yapmış. Onların dinlediği müziği sevmiş, allı güllü giysiler yerine, ağırbaşlı kıyafetler almış, tıpkı anlatıcının ailesi gibi Türk filmlerini çok saçma bulmuş, son olarak da Çingene değil Arap olduğunu ortaya atmış. Onlar gibi olmaya; -korkunun, zulmün, dışlanmanın, gizlenmenin, kurnazlığın, hayatta kalma güdüsünün, oyunbazlığın hazin ve ürkütücü karışımından (sy.108)- çalışsa da anlattığı masallar ile kendi dünyasını korumaya özen göstermiş ve kadim yaşam alışkanlıklarının da etkisi ile onlardan biri olamamış. Geri dönüp kendi mahallesine gittiğinde ise diğerleri gibi kalamamış. Hâlbuki bir Çingene hep Çingene kalırmış. Ne kadar gerçeği gizlese de "Çingenelerin damağında leke vardır. Mühür gibi!” (sy.49)

Kendi kimliğinden göçmeye çalışan, ne kendi halkından ne de diğerlerinden olamayan ve yalnızlığa terkedilen Naciye Abla’nın hikâyesi,oldukça hüzünlü, karanlık ve belirsizliklerle dolu.

Acımasız sessiz kuralları varmış çingenelerin. Mesela, doğuramayan kadın sakat bir ata benzermiş. Hemen yenisi ile değiştirilebilirmiş. Bir Çingene bir diğerini Çingene olduğu için ya da yeterince Çingene olmadığı için de aşağılayabilirmiş.

Tanrı’ya inansın ya da inanmasın ölümlülerin hikâyesi ölümle biter. Ölümü hikâye edebilen yoktur. Ölümlü ölümü bilemez; ama ölüm korkusunu bilir. Derler ki Çingeneler için yalnız kalmak ölümden bile korkuludur. (sy:138)

Darbukacı Ördek ve Bisiklet Hırsızları ile Naciye Abla’nın tek aşkı Yılmaz Güney hayranı Basri’nin hikâyesi başladığında ise, artık masallar bitiyor. Kitabın sonunda, Kanrevanmaraş Katliamı ile gerçek; duvara toslatıyor. Saldırılar, ölümler, tecavüzleri ile.



1959 doğumlu Ayşegül Devecioğlu, ODTÜ’de öğrenimini yarım bırakmış. Devrimci Yol hareketine katılmış, eşi Behçet Dinlerer 12 Eylül Darbesi sonrası gözaltında işkence edilerek öldürülmüş. 1976 yılında oğlu (Ali Fuat Devecioğlu) doğduktan sonra Ayşegül Devecioğlu, kitapta bahsedilen Çingene Mahallesinde saklanarak hayatta kalmayı başarmış. Belki de bu sebepten kitap, “Atiye Abla’ya, onun yurtsuz ve yazısız halkına” adanmış.

“Sana gerçekten de enternasyonal bir şey söyleyeyim mi Cevahir,” dedi, “dünyanın neresine gidersen git, taksi şoförü hangi milletten olursa olsun seni Çingene mahallesine götürmez…” (sy:253) Ancak kitapta bahsedilen mahalle, bir gaco(*) olmasına rağmen Ayşegül Devecioğlu’nu saklamış, binlerce sırrı sakladığı gibi.

Ayşegül Devecioğlu, ilk romanı; "Kuş Diline Öykünen" de ise 12 Eylül'le hesaplaşıyor. Olanları unutturmamak ve belki de tekrardan olmasını engellemek için yazmaya, direnmeye ve hatırlatmaya devam ediyor ve yarattığı gerçek-masal bir dille sesleniyor.

Kitap boyunca Çingeneler hakkında hiçbir şey bilmiyor olduğumdu sorguladığım. Birkaç film, Flâmenko’nun İspanya’ya göç eden Çingenelerin müziği olması ve Cohen’in The Gypsy's Wife şarkısı gibi keyif verici durumlarının yanı sıra, göbek atan, fal bakan, çiçek satan, çalan, söyleyen, bizim gibilere karışmadan yaşamlarını sürdüren insanlar işte. Şimdi ise bu kitapla bambaşka bir pencere açtım, daha fazlasını öğrenmek istiyorum.

Bana benzemeyeni horgörmek değil, hoşgörmek istiyorum.

Horgörü ile hoşgörü arasındaki farkın yalnızca iki harfin “r” ve “ş”nin sırtına yüklenmesi küstahlığın ölçüsünü ortaya koyuyor. Ne var ki, hoşgörüde içkin olanı yüzümüze vuran yine bu küçük işaretlerdir. (sy.61)


Yazar; roman boyunca "Erik ağacı, dalları göçebe yaprakları yağmur erik ağacı" diye bir ezgiden bahsetse de, kitapta kendisinden bir kahraman gibi bahsedilen Django Reinhardt ve gitarını; kitabın müziği olarak seçtim.

Yangında yitirdiği iki parmağı olmaksızın gitarı inanılmaz bir duygu ile çalabilen Stephane Grappelli'den birçoklarına eşlik etmiş müthiş Çingene Django Reinhardt’a hayranlık duymamak mümkün mü?



Bu kitabı okumanızı özellikle tavsiye ederim.

Gülda

(*) Gaco: (Çingene dilinde) Çingene olmayan

14 Kasım 2009 Cumartesi

GALA MARİA PAGES

3 Ekim tarihinde Teatro Real’in göz kamaştırıcı salonunda, Maria Pages’in sahneye gelmesini beklerken bir yandan da gelen kişileri izledim. Kim bilir kaçıncı kez buraya gelmişlerdi. Geçmiş yüzyıl boyunca müziğe, dansa ve onlara ev sahipliği yapmış olan bu güzel sahnenin, gelecek yüzyıllarda da yine orada olacağının ve hatta isterlerse bir hafta sonra bile orada gösteri izlemeye gelebileceklerini bilmenin verdiği rahatlığı ile sükûnet içinde yerlerine oturmaya çalışıyorlardı.




Aslında izleyeceğimiz gösteri Gala María Pagés y Angel Corella idi. Bizzat Natalie Makarova tarafından American Ballet Theatre’ a önerilmiş, dünyaca ünlü İspanyol balet Angel Corella ile Flamenkonun en iyi dansçılarından biri sayılan Maria Pages’in bu yepyeni gösterisi, bale ile flamenko’nun eşsiz buluşması olarak yorumlanıyordu ve çok heyecanla bu gösteriyi bekliyordum.



28 Eylül’de Teatro Real bir mail yolladı ve Angel Corella’nın rahatsızlandığı için gösteride yer alamayacağı bilgisini verdi. Artık gideceğimiz gösteri Gala Maria Pages idi ve heyecanımı yitirmedim ve başlı başına büyüleyici olan bu sanatçıyı izlemek için sabırsızlanıyordum.


Ve Sahne Karardı:


"Baktığın ayna sana senin ne olduğunu söyleyecek, ama asla sana, senin ne düşündüğünü söylemeyecektir"
diyen Maria Pages Solea del Espejo (Aynada "Soleá") ile ilk bölümün açılışı yaptı. Işığın ve gölgenin huzurunda; aynada yalnızlığın, kararlılığın ve kendini aramanın/bulmanın ifadesi olarak, kollarını bir ağacın dalları gibi savurdu.







Kaç kolu vardı, el bileklerinde kemikleri var mıydı? Karanlığın içinde dans eden, kaslı iri kadın; bir anda küçücük, bir rüzgâr esse kırılacak bir ağaç dalına dönüşebilirken, bir sonraki anda ise; kökleri Flâmenko’ya tutunmuş olarak yükselerek aşkı, tutkuyu ve kendi olabilmeyi evrensel bir dil aracılığı ile anlatmaya devam etti. Bir Solea ile yalnızlığın o gizli dünyasına ayna tuttu.

Asi se baila! (işte dans budur) diye bağıramadıysam da içimden geçirdim.

Endülüs’ten gelen Maria Pages, atalarının izinden giderek Flâmenko’ya dört yaşında başlamış. Zaten Flâmenko’yu bir yaşam biçimi olarak gördüğünden dolayı kendini sadece Flâmenko ile ifade edebilirmiş. Ancak daha güçlü, daha tutkulu ve söyleyecek daha fazla sözü olan bir kadın haline geldikçe; klasik Flâmenko kalıplarını kırarak, hem eskiye sadık kalıp hem de yepyeni bir Flâmenko dili geliştirmeye ve daha da genişletmeye çalışıyormuş.



Estudio de Farruca ile dramatik bir gösteri devam ederken, bense gitar ile bir Farruca çalmak için uğraştığım senelerin sayısını parmaklarımla hesaplamaya çalıştım ve bu Farruca ile Jose Barrios ile de tanıştım.

dancemedia.com :: "Flamenco y Poesia" Trio

Posted using ShareThis

Ergo uma rosa’da Jose Saramago şiiri ile müziğe eşlik ederken, yine daha önce okuduklarımı düşündüm.

Bir masa etrafında üç kişi oturuyor. Mikhail Baryshnikov (Mişa), Pedro Almodovar (Pedro), Maria Pages (Maria). Pedro, Mişa’ya dönüyor ve Maria mutlaka Baryshnikov Arts Center'a gelmeli diyor. Hakikaten “Masa da masaymış ha!” Bir yanda balenin tüm klasik üslubunu da kullanarak yeni bir soluk getiren Barışnikov, bir yanda kendi geleneğine bağlı kalarak, Madrid’i, İspanya’yı da arkasına alarak nerede ise her filmi ile tüm dünyayı başka türlü bakmaya çağıran filmler yapan Almodovar, diğer yanda ise Flâmenko benim dilim, başka türlü konuşamam ama her dilde/yerde kendimi Flâmenko ile anlatırım diyebilen Maria Pages.



Üçü de sınırları zorluyor, üçü de başka bir dil ile konuşuyor ve bu üçü de insana/yaşama dair olanda birleşiyor.



Ergo uma Rosa’da ayın ve güneşin ışığı soldurulamaz diyen aslında, sadece bunu bedeni ile sunan Pages’ti benim için.

Bu görüşmeden bir yıl sonra Maria Pages, Baryshnikov Arts Center’ a gidiyor. Yapmak istedikleri ise aynı. Kültürler arası bir diyalog, bir kıvılcım oluşturabilmek, ufku açabilmek...

Maria Pages, bir Tom Waits şarkısı ile de dans edebiliyor, hatta Tom Waits’den ilham alarak bir Flâmenko şarkısı da yazabiliyor, Jose Saramago’nun bir şiiri ile de. İstanbul’a gelip, Flamenko Republic ile cazı nasıl Flamenko ile harmanladığını gösteriyor, Singapur’a gidip dünyaca ünlü koreograf, dansçı Sidi Larbi Cherkaoui ile soluksuz bir büyü yaratıyor. Angel Corella ile Unicef yararına Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 20. yıldönümünü kutlamak için geri dönmek ve dans etmek istiyor. Daha bu Nisan’da dizinden sakatlandığına aldırmaksınız.



Zapateado para ocho ile ayakkabının ritmi ile yapılan bir dans başlıyor. Hemen biraz daha yükselip Maria Pages’in ayakkabılarının rengini anlamaya çalışıyorum. Yoksa o mor pabuçlar mı ayağına giydiği? Tabii ki bulunduğum yerden göremiyorum.



İkinci bölüm, Toco y tiendo ile başlıyor. Ara sonrasında ise Miguel Hernandes’nin Nanas de las Cebolla adlı şiir adaptasyonu eşliğinde Maria Pages sahneden yine kolları ve dansı ile konuşmaya devam ediyor.

Maria Pages bir anlığına kaybolup yeni bir kostüm ile geri döndüğünde ise Guitarra dímelo tú ile sorguluyordu. Atahualpa Yupanki’nin bu şarkısı eşliğinde dönen Maria Pages ile Mercedes Sosa’yı hatırladım. Atahualpa Yupanki hayranı Sosa bu şarkıyı çok sevdiği için sürekli söylemekte idi. Bense bu şarkıyı; sürekli Mercedes Sosa’dan dinlediğim için biliyordum. Bu dansla birleştirmekte zorlanırken de epey keyif aldım. Bir yanda Mercedes Sosa, bir yanda Arjantin, Madrid'de Maria Pages'in dansına eşlik etti.



Benim arabamla bir yere ulaşmaya çalışan kişiler bilir ki, kontağı çevirdiğimde cd’den bize Mercedes Sosa eşlik eder, önce Gracias a la Vida ile. Geçen gece yine bu şarkı bize eşlik ederken, arkadaşım Şebnem, Mercedes Sosa öldü dediğinde, bir süre ona inanmamayı istedim. Başka bir ölüm ile sarsılmışken bunu ertelemek istedim.

Eve dönüp araştırdığımda ise bu konserden sonraki gün öldüğünü öğrendim. Daha bir süre önce İstanbul’da konserde izlemiştim, nerede ise her gün bana eşlik ediyordu, yine bir kaç zaman önce onun en sevdiği restoranda oturup yemek yerken acaba bu akşam gelir mi? diyerek göz ucu ile arkama bakmıştım. Şimdi ise kontağı her çevirdiğimde hayata ve hatırlattığı için de Mercedes Sosa’ya teşekkür edebiliyorum sadece.




Gala Maria Pages, üçüncü bölümü Seguiriya de la amargura ile açıldı. Sahnede sergilenen acı ve tutku bence hepimizi esir aldı. Çünkü o dansla ifade edilen büyük çığlığı görmemek, içine girmemek ya da kayıtsız kalmak mümkün değildi ve En el Alcazar ile devam etti. Bu bölümle ilgili, aklımdan geçenleri kimse ile paylaşmamaya ise kararlıyım.

Alegrías y cantiñas del manton dorado ile Altın şalı eşliğinde gösterisini sonlandırırken, diğer sanatçıları da tek tek sahneye çağırıp, alkışladı ve giderken de şalı ile tutkusunu özgürce savurdu.

Bir Maria Pages gösterisi izlemek isterseniz, aşağıda bulunan linke tıklamalısınız:

http://www.ekavart.tv/defaulteng.asp?id=387&k=&start=99



4 Ekim gösterisinde ise, gösteri sonrası Angel Corella alçılı ayağı ile Maria Pages’e çiçek vermiş.

Gala María Pagés y Angel Corella gösterini ise ileride mutlaka yapmak istediklerim bölümüne not ettim.

Boyun eğmeyerek, tutku ile hayatı, heyecanı ve tabii ki AŞK'ı anlatan Flâmenko eşliğinde hayallere daldım.

Gülda


Gala Maria PAGES


PARTE I

La soleá del espejo
Coreografía: María Pagés
Música: Rubén Lebaniegos
Estudio de la Farruca
Coreografía: José Barrios
Música: Isaac Muñoz

Ergo uma rosa
Coreografía: María Pagés
Poema y voz: José Saramago
Cuatro
Coreografía: María Pagés
Música: Popular

Zapateado para ocho
Coreografía: José Barrios
Música: Isaac Muñoz

Toco y tiento
Coreografía: María Pagés
Música: Isaac Muñoz, María Pagés y música popular

PARTE II

Nanas de la Cebolla
Coreografía: María Pagés
Letra: Miguel Hernández
Música: Alberto Cortez
Adaptación: Rubén Lebaniegos

Guitarra dímelo tú
Coreografía María Pagés
Letra y música: Atahualpa Yupanki
Adaptación: Rubén Lebaniegos

Seguiriya de la amargura
Coreografía: María Pagés
Música: Font de Anta, Rubén Lebaniegos y música popular

En el Alcázar
Coreografía: María Pagés
Música: Rubén Lebaniegos

Alegrías y cantiñas del manton dorado
Coreografía: José Barrios y María Pagés
Música: José Antonio Carrillo "Fyty, Isaac Muñoz y música popular
Intérpretes: María Pagés, Emilio Herrera, José Barrios, José Antonio Jurado y Alberto Ruiz

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails