29 Temmuz 2011 Cuma

Yalnızlık

Bir anne; çocukları ile muhtemelen bir güneşli pazar sabahı yatakta oynarken göğsünde eline gelen bir sertlik ve güneşin karardığı, tatlı pazar sabahı uykusunun ebedi uykuya evrilme ihtimalinin soğukluğunun duyumsandığı anlar...

Bir başka anne; doğduğu günden ellerinden avuçlarının içinde kanatlarını titrek titrek çırpaarak ölüme teslim olduğu güne kadar pamuklarla sarıp sarmalanan bebeğini yitirişinin çaresizliğini duyduğu anlar...

Eve dönüş yolunda hiçlik, boşluk ve yalnızlık hissi, iki annenin de başka başka duyduğu yalnızlık hissini karşı kıyıdan hissetmek...

Radyodan birden geceyi yaran bir ses , iyi ki o ses: Soledad.....



Billur

26 Temmuz 2011 Salı

ATEŞ PARÇASI

Yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı Ateş Parçası 1972 yılının Ocak ayında ilk defa gösterime girmiş Ulvi Arman’li Tonton Amca’lı eğlenceli bir filmdir.Senaryosunu Bülent Oran, yapımcılığını İrfan Ünal yaptığı, yine müziklerde Metin Bükey imzasının olduğu Ateş Parçası filminin başlıca rollerini Kartal Tibet, Türkan Şoray, Hulusi Kentmen, Necdet Yakın Sevim Emre ve Nevin Nuray paylaşmaktadır. Kartal Tibet’in seslendirmesi Abdurrahman Palay, Türkan Şoray’ın seslendirmesi ise her zamankinden farklı olarak Nevin Akkaya tarafından yapılmıştır.

Bu filmi bloga Atıf Yılmaz’ın ölüm yıldönümü olan 05.Mayıs tarihinde girmek istemiştim ama bugüne denk geldi. Ben de bu hayata ateş almaya gelmiş ve acelesi varmış gibi hızla giden Amy Winehouse'a bir ateş parçasına ithaf ediyorum.



Bir Çadır Tiyatrosu

Azize (Türkan Şoray) çadır tiyatrosunda ekmek parasını kazanmakta, hem eğlenip hem de eğlendirmekten memnundur. Bu esnada Tonton Amca (Nubar Terziyan) bacağında sakatlığı olan Mine’ye (Sedef Ecer) Boncuk aracılığı ile fal bakmakta “kumbarası dolunca ameli yat parasının denkleneceğini muştulamaktadır. Azize Boncuk ‘un Ayla’nın( Sevim Emre) da (Ayla elinde Sosyete-13 adlı bir dergi okumaktadır) da falına bakmasın isteyince ,Ayla:

-O pis hayvan mı söyleyecek kaderimi, ben sizler gibi uyuşuk değilim. Ömrümü bu aşağılık çadır tiyatrosunun adi seyircilerini eğlendirmekle geçirmeye niyetim yok. Ben zengin olmak istiyorum, bu çöplükte değil, apartmanlarda, villalarda oturmak istiyorum, otomobilim, incilerim, güzel kıyafetlerim olsun istiyorum. Hem de olacak göreceksiniz

-Allah versin kızım gözümüz yok…Sen ne diyorsun bu işe İBİŞ? (bu bir bez bebektir) Aç tavuk kendini darı ambarında görür der Azize ve kahkahalara boğulurlar.

Tonton Amca ise Azize’ye kısmetini okumaya karar verince; tez vakitte hayatının erkeği çıkacağını söyler.

Acep Kısmet Nerelerde Ola?

Hemen sonraki sahnede Kısmet olduğunu anladığımız ünlü ve çapkın milyoner Tarık Arman (Kartal Tibet) bu esnada kırmızı spor arabasıyla yarış yapmakta ve bir sebze arabasına çarparak hızlı bir hayatın tadını çıkarmaktadır. Azize’nin onun kim olduğundan haberi olmasa da arkadaşı Ayla sürekli onun haberlerini takip etmekte ve Azize’yi bilgilendirmektedir. Yine ellerinde gazete Ayla, Tarık Beyimiz hakkındaki haberi okurken Tarık arabası ile çadır tiyatrosunun altını üstüne getirerek içeri dalar ve kim olduğunu öğrenince de: “Allah Kahretsin o sosyete züppesini” diye bağırır.



Araba son hızla bir ev bahçesinde durur, önce nişanlısı Selma’yı öper ve birinci gelen Tarık hızla soyunarak kendini Boğaz’ın serin sularına bırakır…Bu Tarık Beyimizin işle güçle pek alakası bulunmamaktadır. Ancak ne yazık ki sert mizaçlı ve çalışkan bir babası (Hulusi Kentmen) vardır: Ulvi Arman. Oğlunun işyerini banka gibi kullanması babasını çıldırtmaktadır.

Randevularda Bir Karışıklık Olunca

Tarık Beyimiz nişanlı olmasına rağmen hızlı bir çapkındır ancak biraz da şaşkındır zira aynı gün aynı saatte 3 kıza birden evinde randevu vermekte ve zavallı uşağı da serseme dönmektedir bu trafiği idare ederken. Kapana kısıldığını anlayan Tarık uşağını salondan kavga sesleri ve şangırtılar arasında onlarla bırakır ve arabasına doğru koşmaya başlar. O da ne? Arabasında nişanlısı onu beklemektedir. Arabada pusu kuran nişanlı “Hilton’da bir drink alırız” ne dersin diye sorunca gazlar giderler…

Asmam Çardaktan Suyum Bardaktan….

Tarık Arman Hilton’da drink ala dursun, zavallı uşağı evde olayı anlayan tüm sevgililer dövüşe dursun Azize çadırda programını icra etmekte hatta sahne alamayan iş arkadaşı Sarhoş Salih’in yerine palyaçoluk da yapmaktadır. Ayla’ya bu durumu söylememesi için söz alan Azize onunla Üsküdara gitmek zorunda kalır. Otobüsü kaçırınca önlerinde duran arabadan inen delikanlı Ayla’ya kolunu dolayınca Azize açar ağzını yumar gözünü ama gerçek şudur ki delikanlı Ayla’nın manitasıdır. Ayla kendisini idare etmesi için Azize’ye yalvarır, Azize de kabul eder. Delikanlı onlarla gelmeyen Azize’ye:

-Enayiliğine doyma der ve gazlar.

Yolun ortasında elinde koca bir bavulla kalakalan Azize dert arkadaşı İbiş’e:

-Duydun mu İbiş? Namusun adı enayilik olmuş der ağlamaklı ve başlayan yağmurun altında yoldan geçen arabalara el etmeye başlar. Bilin bakalım kim durur? Tarık Arman ve nişanlısı! Azize o kadar yalvarır ki bir püsküllü belaya çattığını anlayan Tarık mecburen onu arabasına alır.



Alır almasına da bin pişman olur Tarık Arman. İki kapılı spor arabısına inip binerken Azize söylenir, tam yol almışken bavulunu yolda bıraktıkları için durur ve bagaja benzin bidonu yüzünden sığmayınca sormadan bidonu bırakır, arabada nişanlının üzerine hapşırır, üzerine eşarbın suyunu sıkar.VEEE BENZİN BİTİVERİR BU ESNADA…
Tarık benzinciye gitmeye karar verir ve nişanlı ile kapışan Azize de arabadan iner ve bir kamyonete otostop çeker. Kamyonetin arkasına kurulduğunda sırılsıklam olmuş Tarık’ı gören Azize seslenir:

-Heeeyyy ! Sosyeteeee! Atlasana….Meyve yiyip gülüşüp giderlerken benzin deposunun orada ikisi birden atlar kamyonetten bu sefer ama depo bozuktur. Bisiklet bulan Azize ile Tarık Tarık’ın evine doğru yola koyulurlar…

Bisiklet Hırsızları EVDE…



Eve varınca Tarık ve Azize üzerlerini değiştirirler. Tarık Siyah pantolon ve işli siyah bir gömlek giyerken Azize eflatun bir pijama giyer ve Tarık Azize’yi daha sıcak olacak gerekçesi ile çalışma odasına davet eder. Azize:

-Ay Sen çalışmaya vakit bulabiliyor musun? Otomobil sefası, at yarışı, tenis maçı, karılar, kızlar nişanlı…
-Susar mısın lütfen?
-Şimdi sen bu kitapların hepsini okudun mu yani?,
-İmtihan mı edeceksin?




O sırada piyano üzerinde nişanlısının resmini gören Azize resmi tam saklayacakken karnı acıktığını bahane eder ve Tarık’ı mutfağa gönderir. Resmi saklamak için masanın çekmecesini açtığından görür ki çerçevede iki başka kadının resmi de vardır! Azize yaftayı yapıştırır:” Vay zampara vay!” der ve resmi değiştirir. Bu sırada Şakir yemeklerini hazırlamış ve şampanyalarını açmıştır. Tam Tarık “başbelasının şerefine içecekken” Selam kapıyı çalar. Tarık Azize’yi telaşla saklamaya çalışır. Azize:

-“Sen de diplomalı kılıbıkmışsın be Sosyete der ve saklanır. Çılgınlar gibi çığlık atan Selma bir hışım içeri girer. Saklanmış olan Azize’den aynı anda bir hapşırık sesi gelir. Bu sesin izini süren Selma çalışma odasına girince hem çerçevede başka birinin resmini hem de şömine önünde sofrayı görünce Tarık’a :

-O uğursuzu arabana aldık bir şey demedim ama bu ne rezalet deyince. Azize ortaya çıkar .Selma bayılıverir. Azize:

-Bırak be sosyete şimdi de bayılma dümeni yapıyor.Ver şu hesabı da gitsin be sosyete. Fatura almayı da unutma!

-Aaaaaaa!A a a a a!

-Yok beeeeee!

-İster misin karı kekeme kalsın?

Bu hakaretlere dayanamayan Selma koşarak evi terk eder ve Tarık peşinden gitse de geri getiremez. Hışımla odaya dönen Tarık’a Azize:

-Geçmiş olsun sosyete belayı zor atlattın.

-Asıl bela sensin üstelik seni bir türlü atlatamadık.

Deyince Azize ağlamaklı olur ve Tarık’ın “Bir daha karşıma çıkma yeter” sözünü de duyunca iyice yıkılır. Tarık birden arkasını dönünce Azize’nin artık orada olmadığını görür. Ağlayarak evden çıkan Azize Şakir’e:

-"İnsan değil ki bunlar Sosyete ne olacak." der ve üstünde pijama ile kapıdan çıkar.Şakir bu duruma dayanamaz:

-Bu havada çocuğu dışarı mı atıciz yani?

-"N’apiyim? Gidip ayağına mı kapanmayım dönsün diye?! Peki! Git çağır! Sabaha da 5-10 lira verir salarsın. Bir daha da gözüm görmesin." Şakir sevinçle fırlar.

ERTESİ SABAH

Daha doğrusu ertesi gün öğleden sonra uyandırılan Tarık kahvaltısını isteyince Şakir ellerini çırpar ve içeri elinde bir tepsi hizmetçi kıyafeti ile Azize girer. Tarık çığlık atar, Azize elindeki tepsiyi düşürür, Tarık deliller gibi “defol diye bağırmaya başlayınca Azize de elindeki tepisiyi yere çalar ve “ Senin gibilerin kibarlığına turp sıkayım Asaletin mektebi var mektebi! Baba parası ile kibarlık bu kadar olur işte’diye söylenerek odadan çıkar. Bu arada durmadan çalan telefona da bakan Azize cevap vermeden önce:

- Nankör lanet herif !
-Neeuu!Bana mı dedin?
-Evet babalık sana dedim ne olacak?
-Kimsin sen çabuk söyle?
-Polis misin nüfus memuru mu Kimsem kimim? AZİZE A Zİ ZEEE
-Orası nere çabuk söyle
-EEEEE Bağırma be kulağım zarını patlatacaksın Evet haa bildin babalık Tarık adlı sosyetenin evi
-Ben o zibidinin babasıyım! Çabuk hangi cehennemdeyse çağır bana onu
-Hooyt! Beni hayta Oğlunun çobanı mı zannettin moruk
-Hiiiiii! Moruk mu?! Kaldırım yosması seni
-Çabuk çağır onu bana
-Biraz daha bağırırsan kendi duyar seni zaten.




Diyen Azize telefonu havaya tutar ve babanın gümbür gümbür sesi TAAARRRIIKKK diye ortalığı inletir. Telefona koşan Tarık telefonu eline alınca önce Azizeye laf yetiştirir:

-Allah Cezani versin!
-Senin Allah cezanı versin Sarhoş musun deli misin nesin?
-Yanlış anladınız babacığım size değil, salak bir hizmetçi aldım ona bağırıyorum.
-İnanma babalık yalan söylüyor senin hayta oğlun hizmetçi değilim!
-Size değil ona söylüyorum, derhal kovuyorum onu!
-Ben seni kovuyorum evlatlıktan mirastan her bir halttan reddediyorum seni!
Der baba ve telefonu kapatır.

Tarık bunun üzerine “ Seni öldiriciiiğim başbelası!” diyerek Azize’nin üzerine yürürse de araya Şakir girer. Tarık bir sandalyeye çöreklenirken “ALLAHIM ne günah işledim de başıma bu belayı sardım?" diye inlerken Azize “bir daha yalvarsan da yüzümü göremeyeceksin." diyerek çıkar.Babasını ve nişanlısı Selma’yı sakinleştirmek için Tarık da yola koyulur.

Çadır Tiyatrosuna giden AZİZE hemen bir niyet daha çeker ve yine aynı fal çıkar. Bu arada Tarık işyerinde babasından azar işitmektedir. Ancak babası onu son defa affeder. Ayrıca Tarık’a kendisinin yokluğunda Selma ile birlikte Holdingi temsil etmesi için bir resepsiyona katılması görevini verir. Tarık da hemen Selma’nın yanına gönül almaya koşar.

Selma’yı evinde ağırlayan ve hem çiçeklerle hem de aldığı yüzükle avutmaya çalışan Tarık’ı işlerin yatıştığı anda bir sürpriz beklemektedir. Azize eve İbiş ve bavulunu almak için gelmiştir. Selma çayını yudumlarken hala Azize olayını unutamadığını, akşama resepsiyona ne giyeceğini bilemediğini söyleyip vızıldanırken Tarık eve bir tuvalet de ısmarladığını söylemektedir. Selma ise bir daha karşısına çıkarsa her şeyin biteceği tehdidini savurur ve hazırlanmak için içeri geçer.

Paketleri alıp yukarı çıkan Selma odada Azize’yi görünce gözlerine inanamaz ve bağırarak aşağı kata iner ve yılışık Azize’nin yatak odasında olduğunu haykırınca Azize de ikiletmez ve Selma’nın üzerine atılır. Selma en sonunda Can kurtaran yok mu? Diye bağırarak kaçar. Tarık ise resepsiyona kiminle gideceğinin derdine düşer . Şakir ise misafirlerin yabancı olduğunu ve nişanlısını tanımadıklarını söyleyince eski manitalarınu arar ve hepsi onu tersler.

Azize’nin hala evde olduğunu gören Tarık ona çıkışınca:

-Senin hatırın için bekliyorum
-Benim hatırım için m i?
-Azize hanımı yedek tutuyorum efendim Olur a hanım arkadaş bulamadınız..
-Evvel ALLAH nişanlı değil nikahlı rolü bile oynarım
-Ben hanımefendi arıyorum. Baş belası değil!
-

Ancak Tarık çaresiz kalır. Şakir ile Azize hazırlanmak için işe koyulurlar ve ortaya çıkan sonu. Baş Belası değil, Ateş Parçasıdır.

Ateş Parçası Kokteylde

Kokteylin açılışını yapan Tarık Azize’ye bir sürü tembihte bulunmuştur: Küfür yok, evet hayır dan başka laf yok, kibarca gül gibi… Tarık salonda misafirlerle ilgilenir ve kibarcık kibarcık konuşurken bir ara Azize’nin olduğu yerden gülüşmeler duyulur. Diken üstünde olan Tarık sohbetine ara vererek Azize’nin etrafını sarmış beyler güruhunun yanına gider. Konuklardan biri:

-Nişanlınız ile gurur duyabilirsiniz Tarık Bey az önce Seçil Bey’i dış politika konusunda epey terlettiler.
-Nişanlınız hanımefendinin görüşlerinden epey yararlandık.
-Nişanlınız ilk dansı bana lütfederler mi acaba?
-Tabbiii hem dansın sonuna kadar dünya meselelerini de hallederiz.




Tarık gözlerini kapayıp, rezil olacağını zannederken Azize ise kibarca dansetmekte, ardında ritimli bir başka müzik eşliğinde bir başka konukla etrafı hareketlendirmektedir.

Tarık ise durumdan yavaş yavaş hoşnut olmaya ve gülümsemeye başlamıştır. Sonrasında Azize orkestraya verdiği emirle halay da çektirir misafirlere…Bu durumu kıskanan Tarık da bir süre sonra Azize’ye sarılarak halaya katılır.

Felaket Kapıda

Bu esnada Selma kokteylin olduğu yere gelmiş ve asıl nişanlının kendisi olduğunu söyleyerek içeri girmeye çalışmaktadır. Ancak kapıdaki görevli direnmekte, Selma’nın onunla dalga geçtiğini söyelemektedir. Tarık ise Azize ile romantik bir anın başlangıcında gecenin bitmesinden korktuğunu ve herkesin olduğu kadar kendisinin de kalbini kazandığını söyleyerek yazılmaktadır. Azize de cevapsız kalmamakta ve Tarık artık başka bir insan olacağı sözlerinin sıcaklığında erimektedir.



Bu romantik ve güzel an Selma’nın salona dalması , ona engel olan görevliyi tokatlaması ile birdenbire parça parça olur. Selma “Tarık Arman’ın gerçek nişanlısı benim! Bu şırfıntı benim ismimi nişanlımı ve elbisemi de çalmış” diye Azize’nin üzerine atılır. Azize hıçkırıklar içinde salonu terk eder. Tarık ise nişan yüzüğünü çıkararak nişanı bozduğunu haykırır. Tarık Azize’nin arkasından koşarsa da Azize saklanır:

-Ne işim vardı burada?bu tehlikeli oyuna niye girdim? Sen Tarık ARMAN’ın nişanlısı olabilir misin? Sen onları eğlendirdiğin müddetçe varsın Sen budala bir soytarısın senin yerin burası değil diyerek çadır tiyatrosunun yolunu tutar. Onu seviyormuşum boşver….

İBİŞ ile Dertleşme (Bu İbiş karakteri gizli karakter, büyük metaforlar gizli, benden söylemesi)

Azize’yi bulamayan Tarık evinde İbiş ile dertleşmekte ve ona:

-Azize Abla seni sevmiyor hiç olmazsa bir hafta da seni hiç olmazsa arardı …. Beni görmemek için mi gelmedi diyorsun..Doğru ona çok kötü davrandım N eyapayım ben onun kadar iyi, tabii insana alışık değişilim diyerek Şakir ile kadehlere içki doldururlar…

Selma ile Barışma Randevusu

Yurtdışından dönmek üzere olan babasına ne diyeceğini bilemeyen ve kızının da Tarık gibi yağlı kapıyı kapatmaması için uğraşan Selma ‘nın annesinin bu konudaki üstü kapalı tehdidini gören Tarık Selma ile barışır ama aklı Azize’dedir ve Selma’ya baktığında Azize’nin suretini görmektedir. Böyle bir anda arabada giderlerken kaza yaparlar. Bir taksi bulmak için yola koyulduklarında Azize’nin çalıştığı çadır tiyatrosuna gelirler. O sırada palyaço klılığında gösteri yapan Azize’yi tanımayan Selma ve Tarık verecekleri doğumgünü partisine palyaçoları çağırmayı kararlaştırırlar. Bunu öğrenen Azize gözyaşlarına boğulur.

Bir Palyaçonun Dramı

Parti günü Azize kapıdan dönüp vazgeçecek gibi olsa da Selma’nın arkadaşları tutup kolundan sürükleyerek salona getirip ortaya atarlar ve başlarlar alay etmeye…Azize de başlar bir şarkı söylemeye:

"Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar
Hiçkimsenin aşkında yoktur gözüm..."

ANCAK Selma ve şımarık arkadaşları bu acıklı ve kasvetli palyaçoya dayanamazlar ve üzerine içki döküp, pamuk atarlar ve sonra başka bir eğlencenin peşine düşerler. Azize’ye ücretini vermek isteyen Tarık elinde İbiş’i görünce:

-Sana benziyor değil mi?
-Bir arkadaşımın da böyle bir bebeği vardı, kaybettiğini söylemişti müsaade ederseniz kendisine götüreyim
-Arkadaşınızın mı Adı neydi?
-Azize
-AZİZE mi?
-Bu bebeği kendisine ben vermek isterim Çok önemli nolur bana yardımcı olun
der.Azize de kendisi ilşe konuşup arayacağını söyler.



Bir Çay Bahçesinde

Tarık elinde İbiş Azize’yi beklemektedir ve geciktiği için endişe etse de Azize çıkagelir ve birbirlerini ilanı aşk ederler Sonra gelsin kırlarda papatya falları gitsin mutlu küçük gezintiler…



Değişen Tarık -Şaşıran Baba

Uzun yurtdışı seyahatinden dönen Ulvi Arman işyerine gelince Tarık’ın günlerden beri deliler gibi çalıştığını, erken geldiğini öğrenince dehşete kapılır. Müdüründen rapor alan Ulvi Arman Tarık’ı yanına çağırınca:

-Kim bu kız?
-Hangi kız?
-Her kimse Çabuk getir onu bana..
-Bu işte Azize’nin hiçbir suçu yok, bütün kabahat ben de Bilmiyorum nerede olduğunyu
-Böyle kız kaçırılır mı avanak?!
-Anlamadım?
-Senin gibi haytayı yola getiren kız kaçırılır mı?
-Kaçırılmaz Baba!
Tarık odadan fırlar ve bahçede bekleyen Azize’yi babasına götürür. Babası onunla yalnız görüşmek istediğini söyler.

İçeri giren Azize:

-Merhaba babalık.
-SEN O şey hizmetçi
-Arsız hizmetçi kim olduğumu söyleyeyim dedim, seni kandırmak istemedim ver elini öpeyim de barışalım
deyince Ulvi Arman de jeton düşer ve kahkahalar içinde birbirlerine sarılırlar:
-Şimdi insanların niye seni çok sevdiklerini daha iyi anlıyorum.
-Kimse sevmez beni patavatsızımdır
-Harika
-Gevezeyim ilk aklıma geleni söylerim
-Mükemmel
-Erkek gibiyim süs filan bilmem
-Daha iyisi can sağlığı
-Alay mı ediyorsun be pos bıyık şeyy biraz da küfürlü konuşurum
(Aynı Ben!)
-Ailenle tanışmak isterim
-Annem babam öldü
-Allah Rahmet Eylesin.Ailenden başkaları ?
-Bizim aile kalabalık büyük bir aile sayılırız aslında
-Öyleyse bütün o büyük ailenle birlikte bu Pazar günü bize bekliyorum seni
-Ailemle?
Azize ve Büyük Ailesi

Tonton Amca ile Azize dertleşmekte ve Pazar günü mutlaka gitmesini salık vermektedir. Azize ise bu işin buraya kadar olduğunu koskoca Ulvi Arman’in bir çadır tiyatrosu şarkıcısına oğlunu vermeyeceğini söyleyerek ayak diremektedir. Ama Tonton Amca Azize’yi ikna eder ve ailenin İzmir’den geleceğini söylersin, uçak kalkmaz. Hem belki de geliverir ailen der.

İzmir’den Teşrif Eden Büyük Aile

Pazar günü Azize söz evinde sarı ipekler içinde dört dönmekte ve bu arada diğer misafirler akın akın gelmektedir. Ancak Azize’nin ailesinden hiç kimse ortalıkta gözükmemektedir. Azize tam itiraf edecekken kapıda (Tonton Amca) gözükür ve kendini “Eski İspanya Sefiri Akın” olarak tanıtır! Sirk Tiyatrosu sahibi ise eski emekli Aydın Valisi olmuştur.

-Ailen de senin gibi sıcak ve sevimli
-Doğru, ailem onlar benim her şeyim
der ve neşe içinde sözleri kesilir.

Azize Gazetede

Bu arada haber cemiyet haberleri sayfasında bomba etkisi yapar ve manşet şu şekildedir: “Tarık Arman Sosyetenin Hiç Tanımadığı Bir Kızla Evleniyor!” Bu bomba çadır tiyatrosunda da bombayı patlatır ve Ayla’nın gözlerinde şimşekler çakar. O sırada Azize tiyatroya elinde hediye paketlerle gelmiştir. Düğün yapmayıp evde nikah kıyacaklarını anlatmakta, balayı planları arasında hani upuzzzzun kulesi olan Paris’e gitmekten bahsetmektedir ANCAK onu acı bir gerçek beklemektedir. Azize Mine’nin kutusuna para atmak isteyip de boş olduğunu görünce Mine saklamaya çalışsa da Ayla atılır:

-Senin nişanına gitmek için harcadılar parayı…Yalan mı söylüyorum? Damadın ailesine fiyaka yapmak uğruna Mine topal kalacak! (Ne fesat şeysin sen be!)
Bu durum karşısında kahrolan Azize Mineyi kucağına alır ve “Bu gece Mine için oynayacağız” der.

Kıskanç Arkadaş İş Başında

Kıskançlığı gözlerini kör eden Ayla soluĞU Tarık’ın nişanlısının yanında alır. Öğrendiklerinden zevklenen Selma da doğru Tarık’a koşar; ona nikah hediyesi getirmiştir. Tarık’ı kaptığı gibi çadır tiyatrosuna götüren Selma Tarık’a o esnada sahnede göbek atıp şarkı söyleyen Azize’ye bakıp:

- "Nikahlanacağın kadın bu işte. Bana tercih etmekte haklısın. Ben bu ileri beceremem” diyerek zehirli dişlerini Tarık’a saplar.

Çadır tiyatrosunu kederle terk eden Tarık’ın arkasından Ayla ve Selam sinsice gülüşleri ile bakarlar. Ne oldu şimdi Ayla? Ha? Ne oldu? Başın göğe, toton yere mi erdi?

Ertesi gün Tarık’a gelen Azize’ye Tarık soğuk yapar ve Azize ağlayarak gider. Tarık ise kapıyı kapadığından kınayan gözlerle Tarık’a bakan Şakir “Ne yapmamı bekliyorsun!? Gururumla oynadı” der ve hışımla salona gidince İBİŞ’e bağırır. "Nereye gitsem karşıma çıkıyor. Bir daha görmek istemiyorum” diye haykırır ve İBİŞ’i fırlatır yere. Size demiştim bu İBİŞ önemli diye…

İBİŞ’i yanına alan Şakir ise bavulunu da toplar ve Tarık’ı “gerçek bir hanımefendinin yanına gidiyorum” diyerek terk eder.Şakir’in ardından kapı çalınır ve Mine ile Ayla gelirler. Azize’nin perişan halini gören Ayla pişman olmuş Tarık’a bazım gerçekleri anlatmaya gelmiştir. (Yahu Ayla sap yiyip saman çıkarmak diye buna denir….)



Çılgınca Alkışlayan Bir Seyirci

Azize palyaço olarak gösteri yapmakta ama seyircilerin hiçbiri memnun kalmadığından çadırı terk etmektedirler. Eline kemanı alıp şarkı söyleyen Azize şarkının bitiminde kendisini alkışlayan Tarık’ı görür. Tarık:

-Sizden bir defa daha yardım istiyorum. Azize’yi bulun. Ona ihtiyacım var. İnsanca yaşamaya, dostluğa,sevgiye ihtiyacım var. Ne olur yardım edin bana…

Beyazlar içinde dönen Azize ile Tarık sarılırlar ve koşarak tiyatrodan çıkacaklarken Mine:

-Azize Abla İBİŞ’i unuttun !diye bağırır(pes!)




THE END
Billur

24 Temmuz 2011 Pazar

Alkol, Uyuşturucu, Şöhret ve Kısacık Bir Hayat - AMY WINEHOUSE



Bütün gün İstanbul sokaklarında 35 derecenin altında oradan oraya direksiyon salladım durdum. Ardından evin yakınlarında ki birkaç marketten alışveriş rutini, yarın çıkılacak mini seyahat öncesi çanta hazırlığı derken akşam nasıl oldu anlamadım yine. Her cumartesi olduğu gibi, bu cumartesi de ışık hızıyla geçti.
Haber saatinde mutfağa kapanmış akşam için yemek hazırlarken son büyük haberi duymamışım. Yemek sonrası mutfağı toplarken babam salondan seslendi:

- Hani biz Bodrum’dayken konseri olan ama son dakika iptal olan şu kız vardı ya…
- Amy Winehouse mu?
- Heh işte o! Evinde ölü bulunmuş.
- Yapma yaaa!!!

İnsan tanıdığı birilerinin ölüm haberini alınca, ölüm haberinin başlı başına kötü olmasının dışında, bir başka sarsıcı nitelik kazanır.

Bunu ilk kez ortaokul yıllarında üst kattaki komşumuzun beklenmedik vefat haberini duyunca hissetmiştim. Kanım donmuştu sanki. Sonrasında da tanıdığım, bildiğim kimin ölümünü duysam aynı duyguyu yaşadım hep.

Tıpkı bu akşam ki gibi… Mutfak tezgahının önünde kaldım bir an.

Çok mu tanıyordum Amy’yi? Yooo…. ama severek dinliyordum bu çılgın ruhlu kızı.



Ben Amy ile, geç olduğunu biliyorum, ama 2006 yılında çıkarttığı Back To Black albümü ile tanıştım. Vardır benim takma huyum; sevdiğim şarkıları, şarkıcıları etrafımdaki insanları da bıktırıncaya kadar dinlerim. Tıpkı Amy’yi dinlediğim gibi… Ama ondan hiç bıkmadım. İlk zamanlarda ki kadar çok dinlemedim belki ama o, benim ofiste iş arkadaşım, evde mum ışıklı gecelerime müziğiyle eşlik eden bir sırdaşım, uzun yolda yoldaşım oldu.

1983 yılının Eylül ayında, Londra’nın kuzeyindeki Southgate’de taksi şoförü bir baba ile eczacı bir annenin kızı olarak dünyaya gelmiş. Babası sık sık, hayranı olduğu Frank Sinatra’dan bahsedermiş. Böylelikle de Amy’de jazz’a karşı bir hayranlık oluşmuş.



10 yaşındayken ilk kısa ömürlü rap grubunu kurmuş.

İlk başlarda erkek kardeşinin gitarıyla müzik yapmaya başlayan Amy Winehouse 13 yaşında ilk gitarını almış. Bir yıl sonra da ilk şarkısını yazmış.

Kısa bir süre sonra çalışma hayatına atılan Amy, World Entertainment News Network’te showbiz gazeteci olarak da görev almış. Aynı dönemde bir jazz grubunda vokalistlik yapıyormuş.

O yıllarda erkek arkadaşı olan soul şarkıcısı Tyler James’in, Amy’nin bir demosunu plak şirketlerinden birine göndermesi ile yıldızın müzik dünyasındaki kariyer basamakları bir bir inşa edilmeye başlamış.

İlk albümü olan Frank’i 2003 yılında çıkarmış.



2006 yılında çıkardığı Back To Black albümü, Winehouse’un hayatında bir dönüm noktası olmuş, 10 milyon satan albüm kendisine 5 Grammy ödülünün yanı sıra Brit ve MTV ödüllerini de kazandırmıştır.



Amy’nin alkol, uyuşturucu, kilo kaybı, Back To Black albümünü yazdığı yıllara denk düşüyormuş. Ailesinin belirttiğine göre de 2006 yılı ortalarında hayatında önemli bir yeri olan büyükbabasının vefatı da Amy’nin sağlık problemleri ile alkol ve uyuşturucu bağımlılığını tetiklemiş.

Bir tarafta Blake Fielder-Civil ile sansasyonel ilişkisi, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, depresyon, kendi kendini kontrol edememe, kendisini bulimiya nervozaya sürükleyen düzensiz beslenme sorunu, hastanede geçirdiği günler gibi kısacık hayatının karanlık sokaklarının yanı sıra, ödüllerle, dünya çapında elde ettiği başarı ve tüm çılgınlığı ile Karl Lagerfield’in onu Stil İkonu olarak betimlemesi ve müzik dünyasında, aralarında Adele ve Lady Gaga’nın olduğu pek çok müzik dehasına esin kaynağı olması gibi pırıl pırıl aydınlık sokakları da olmuştu.



En son Avrupa turnesinde Belgrad’daki konser esnasında sahneye zil zurna sarhoş çıkması, şarkılarını tamamlayamaması hayranlarını da galeyana getirmiş, Belgrad konserinden hemen sonra 20 Haziran’da İstanbul’da vereceği konseri ve turnenin tamamını iptal ederek İngiltere’ye dönmüştü.

İşte o konser iptalinden hemen hemen bir ay sonra da onun ölüm haberini aldık.

Ne yazık ki çocuklarımız bu zenci gırtlaklı çılgın İngiliz’i sadece “bir zamanlar” diye başlayan cümlelerle anacaklar. Bizim ümitlendiğimiz gibi bir canlı performansta kendisini izlemek gibi bir şansları olmayacak.

Daha uzun yaşamasını, bize daha pek çok değerli eser bırakmasını, onu canlı performansta dinlemeyi isterdim...

Rahmetle, Amy… Biz, yarın da seni seveceğiz.



Peyman

22 Temmuz 2011 Cuma

Önüm Arkam Sağım Solum Sobe!...

Önüm...
Arkam...

Darcy takıntısını yenmek,
Dönem kitabı okuma!

Darcy takıntısını yenmek,
Dönem dizilerini izleme!

Sağım...
Solum...

Darcy takıntısını yenmek,
Bileğindeki dövmeyi sildir

Darcy takıntısını yenmek,
100 defa Yok de!

SOBE.......

" I... No. Not like you think. Not like you and Catcher. It's stupid, I know. I have this thing, this idea. This bullshit ' Mr. Darcy ' idea, about the one that changes his mind. That comes back for me. And I'll look up some night, and he'll be there in front of me. And he'll stare at me and say, ' It was you. It was always you.' "

Dip Not 1:
Chloe Neill (A Chicagoland Vampire Novels) - Friday Night Bites No.2 - syf. 344



Dip Not 2:
Artık yanlızca bilim teknik kitabı okumaya karar verdim!!!!!!!


Nimir Ra



15 Temmuz 2011 Cuma

Richard Bona ve Raul Midon -The Duwala Malambo Project-11.07.2011

Pazartesi akşamı Arkeoloji Müzesi’nde sahne alacak Richard Bona ve Raul Midon’u The Duwala Malambo Project adlı konserlerinde izlemek üzere yola çıktık. Ayşe ben ve Gülda önce turistik bir faaliyet tadında Sultanahmet Köfteci’sine gittik.

Geçtiğimiz yıllardaki Müzik Festivali döneminde bir türlü yemek yiyip içemediğimiz Topkapı Sarayı’nın içindeki Karakol Restaurant’dan bu sene pek çok kez faydalanmamıza rağmen servisin kötülüğü, uzun uzun yapılan yemek tarifleri ile orantılı olmayacak şekilde sunulan azıcık yemekler ve bununla ters orantılı fiyatlar nedeniyle isyan bayrağımızı Surlara dikip bir güzel karnımızı doyurduk ve konsere karnımız tok sırtımız pek bir şekilde gitmiş olduk.



Ben bu seneki konser yoğunluğu nedeni ile ve açıkçası sadece adına bakıp içeriğini okumadan gitmeyeceğimi Gülda’ya açıkladığımda “nasıl gitmezsin, kim olduklarını görmüyor musun?” demişti.”Ya hık hök görüyorum ” içerikli anlamlı cevabım sayesinde bu konsere de bilet aldım ve” iyi ki Gülda beni uyarmış” diyorum şimdi.

Konser başlamadan önce tuvaletlerin yer aldığı müzenin idari kısmından çıkarken iki kişinin elleriyle oradaki bir asker heykelinin üzerinde gezinti yaptıklarını görünce “Aha! bunlar da benim gibi açıkça yasak yoksa dokunanlardan” diye düşünürken birinin Richard Bona diğerinin ise Raul Midon olduğunu anladım ama ben hayran sıfatı onları taciz edeyim mi etmeyeyim mi diyene kadar ikisi de erkekler bölümüne seğirtince dışarıda bekleyen Ender’i hemen onlarla yakınlık kurma, imza ve fotoğraf isteme içeriği ile zenginleştirilmiş bir yaklaşımla taciz etmekle görevlendirerek içeri doğru yönlendirdim ama Ender ortamın uygun olmadığı gerekçesi ile geri döndü!

The Duwala Malambo Project Kamerun asıllı Richard Bona’nın anadili Doula ile Raul Midon’un doğduğu yer olan Arjantin’de bir çeşit dans olan Malambo’dan adını almış. Konserde Midon ve Bona’ya davul ve perküsyonda Barbodos’lu Lionel Cordew ve tuşlu çalıgılarda ise Amsterdam’dan gelen Etienne Stadwijk eşlik ettiler. Bu iki müzisyen boyları posları ve pazularıyla aksiyon filmlerindeki dövüşçülere benziyorlardı.



Konser süresince Afrika ritmleri ve Bona’nın kendi dilinde söylediği şarkılar o kadar güzeldi ki gözlerimi kapadığım zaman kendimi upuzun mısır tarlalarında mısır toplarken hayal ettiğimi itiraf etmeliyim. Midon’un ise Latin ezgileri ve soul müzik ritmleri, gitarı çalışındaki yetkinliği ve zaman zaman ağzıyla çıkardığı trompet sesi ve gitarın gövdesi ile tutturduğu bas ritmleri gerçekten insanı coşturuyordu.



Sahne aldıktan bir kısa bir süre sonra söz alan Bona Türk yemeklerinin ne kadar güzel olduğundan ve çok yemek yediğinden bahsetti; özellikle baklavayı çok sevmiş ki sonra söylediği şarkıya arada baklava baklava diye ayrık sözler de serpiştirdi. Sürekli hınzır hınzır gülen ve espri yapan Bona’ya hayran kalmamak elde değildi.
"Sunshine", "State of Mind", "Don’t be A Silly Man" gibi şarkılarını söyleyen Midon bazı şarkılarının yazılış hikayelerini de anlattı.



"Waited All My Life" adlı şarkısını eşi için yazdığını, eşinin dikkatini çekebilmek için içinde bulunduğu rekabet ortamının aşmanın yollarını aradığını dile getiren Midon şarkıyı söylediğini ve yarışı kazandığını ifade etti. Sunshine şarkısını ise New York’a taşındığı ve havanın ve cebindeki paranın sıcaklığının azaldığı bir dönemde kendisinden “house” türünde müzik yapılması istendiğinde yaratmış, epey değişiklik yaparak ve kendisinin müziğinden en az ödünü verecek şekilde...

Bu konser yüzümde gülücüklerin eksilmediği, ellerimin ve ayaklarımın sürekli ritm tuttuğu bir konser oldu. Konserin sonuna doğru Bona “SEN SEN SEN”adlı parçasını söyledi ve tüm seyirciye söylettirdi. Önce kadınlar, sonra 40 yaş üstü kadınlar ve 50 yaşındaki kadınlar olarak söylememizi isteyen Bona, 50 yaş ve üzerinde pek ses çıkmadığında “Ne o 50 yaşında kadınların işi bitik mi” gibisinden takıldı ve erkeklere gözünü dikti. Güçlü ve maço bir biçimde ses vermelerini isteyince “Türkiye’deki ve evrendeki en güçlü erkekler sizlersiniz” diye söze girince bir hanım seyircinin yüzündeki ifadeye takılarak “Bu hanımefendi benimki değil der gibi bakıyor” dedi ve hepimiz kahkaha attık ve bir konserden daha mutluluğun yaşanan anlar olduğunu düşünerek evlerimizin yoluna koyulduk.




Onlar da Apsen’de başladıkları bu projelerine Fransa’da devam etmek üzere yola koyulmuş olmalılar. Konserden bu yana Bona’nın son albümü olan The Ten Shades of Blues albümünü dinliyorum….Tavsiye ederim…



Sevgiler
Billur

14 Temmuz 2011 Perşembe

Teşekkürler !..



Zamanım Yok!... yazısına cevap veren :

Elif
İlknur
Eda
Şebnem
Özge
Damla
Safinaz
Betül
Oya
Yağmur
Elifnur



T.E.Ş.E.K.K.Ü.R E.D.E.R.İ.Z !...





Nimir Ra



13 Temmuz 2011 Çarşamba

Zamanım Yok!..




Çok çalışıyorum Zamanım Yok!..
Tatildeyim Zamanım Yok!..

Yemek yapıyorum Zamanım Yok!..
Yemek yiyorum Zamanım Yok!..

Çocuk bakıyorum Zamanım Yok!..
Çocuk yapıyorum Zamanım Yok!..

Dizi izliyorum Zamanım Yok!..
Çekimlerdeyim Zamanım Yok!..

Konsere gidiyorum Zamanım Yok!..
Gitarımı akord ediyorum Zamanım Yok!..

Bahane....
Bahane....
Bahane....

Bitti mi?


O zaman hemen konuya geçiyorum. Burada uzun uzun yazıp kimseyi sıkmak istemiyorum, merak etmeyin.

Biz gönüllü olarak Altı Nokta Körler Derneğine sesli okuma yapıyoruz. Hemen korkmayın sesinizin özel veya tüzel olmasına gerek YOK :)!.. Önemli olan tane tane okumak. Boş zamanlarımızda bilgisayaramıza yüklediğimiz çok basit bir kayıt programı ile bunu gerçekleştiriyoruz. Eğer siz de katkıda bulunmak istiyorsanız e-mailimizden bize ulaşın : ayseninkitapkulubu@gmail.com !..


Alışveriş yapıyorum Zamanım Yok!..
Saçımı boyatıyorum Zamanım Yok!..

Kitap okuyorum Zamanım Yok!..
Kitap yazıyorum Zamanım Yok!..

Bahane...
Bahane...
Bahane...


Nimir Ra






Aşağıda bulunan İdefix linkinden İdefix'e üye olursanız, bir yıl boyunca yapacağınız alışverişlerden toplanan gelir Altı Nokta Körler Derneği'ne bağışlanacaktır.


idefix Satış Ortağı

12 Temmuz 2011 Salı

Kapak Kızı'ndan Yeşil Peri Gecesi'ne - Ayfer Tunç



Kütüphanemin önünde okunmayı bekleyen kitapların karşısında durdum.

“Oo piti piti karamela sepeti” diyecektim ki uzun yıllar önce Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek adlı kitabını okuduğum Ayfer Tunç’un Yeşil Peri Gecesi isimli romanı bana göz kırptı. Diğer kitaplar sanki ortadan kaybolmuş, sadece Yeşil Peri Gecesi ve ben odada baş başa kalmıştık.

Kitabın ilk yüz sayfasını nasıl okudum anlamadım. Elimden bırakmak istemedim.

31 Mayıs akşamı katıldığımız Ubor Metenga gecesinde Gülda ile kitap hakkında konuşurken “önce Kapak Kızı’nı okumanı tavsiye ederim” dedi. Hem adından, hem de daha sonra kitap hakkında bilgileri okurken aslında öncelikle Kapak Kızı’nı okumam gerektiği şüphesine kapılmıştım. Gece bitişinde kitaplarımızı Ayfer Tunç’a imzalatırken öncelikle Kapak Kızı’nı okumam gerekip gerekmediği konusunda fikir danıştım. Tunç, aslında birbirlerinden bağımsız olduklarını, ama bazı yan karakterlerin Kapak Kızı’nda başkarakter olarak yer aldığını ve Yeşil Peri Gecesi’nden sonra Kapak Kızı’nı okursam kitabın basit geleceğini söyledi.

Okuduğum kitabı yarıda kesip bir başka kitaba başlamak, yapmaktan kaçındığım bir şeydir. Çünkü o kitapla arama set çekmiş hissine kapılırım. Sanki sevdiğim bir arkadaşıma sırtımı dönmüş gibi bir duygu yaratır bende.

Kapak Kızı’na geçerken, Yeşil Peri Gecesi’nden özür diledim. Hem buradaki yan karakterler Kapak Kızı’nda da var ise, tam anlamıyla ona sırtımı dönmüş sayılmazdım.

Selda, Ersin ve Bünyamin Phoenix dergisinin “Ayın Kızı” seçtiği Şebnem’in fotoğraflarıyla kendi gerçekliklerine dönen, kendi hayatlarını, kendilerini sorgulayan ve yolları bir tren yolculuğunda kesişen üç yabancıdır.

Şebnem bu üç yabancının ortak kesişim noktası olur.

Bünyamin T.C.D.D.’na bağlı bir devlet memurudur. Karısı Cennet’i çok sevdikleri arkadaşları Anahit’in erkek kardeşi Garo’dan kıskanır, hatta yokluğunda karısının Garo ile birlikte olduğundan şüphe duyar.

Yeni bir yolculuğun başında, Tayfur Bünyamin’e bir tutku ile biriktirdiği dergilerden birini açıp Şebnem’in çıplak fotoğraflarını gösterir.

Dışardaki soğuk havanın ürpertisini hisseden Bünyamin, uzayıp giden yolları örten karın beyazlığında Şebnem’in beyaz tenini görür. Tüm yolculuk boyunca da sadece kendine sakladığı müstehcen görüntüleri kafasından silkip atamaz.

Selda’nın babası ile Şebnem’in annesi teyze çocuklarıdır. Şebnem’in anneannesi ve dedesi kızları Hülya henüz küçük bir kızken vefat edince, Selda’nın babaannesi yeğenini yanına almış ve onu büyütmüştür.

Lami Amcasının evlerinde büyüyen teyzekızı Hülya’ya olan aşkı, tüm ailenin Hülya’ya karşı tavır almasına yol açar.

Ersin, Şebnem’in amcasının oğludur. Küçükken yaşadıkları kısa ama yoğun ilişki, Şebnem’den sonra Ersin’in hayatına giren diğer kadınlar boşluk hissi yaratmıştı. Şebnem’in içinde yarattığı duygusal fırtınayı hiç biri kopartamamıştı.

Trende karşılaşmaları, birbirini tanımayan bu üç kişinin hayatlarının tesadüfüydü.
Ortak noktaları olan Şebnem, hayatlarına yepyeni bir pencere açmıştı. Artık odak noktaları kendileriydi. Hayatlarının amacı neydi? Neyin beklentisi içindeydiler?

Bünyamin’in karısıyla Garo arasında yaşandığını tahayyül ettiği yasak ilişkinin, beyaz şişko bir kurdun tahtayı kemirmesi gibi Bünyamin’in yüreğini kemirişi, Şebnem’in bir tek cümlesinin, annesi ve babasıyla sevildiğini hissettiği bir yuvada yaşayan Selda’nın hayatının akışını değiştirmesi, Ersin’in babası ile ilişkisi, önceleri cazip gelen, şehir şehir dolaşmak zorunda olduğu, ama bir noktadan sonra aidiyet duygusunu tadamadığı işi, o tren yolculuğunda bir bir önlerine döktükleri hayat muhasebesi oldu.

İç sesler, empati, iç hesaplaşmalar, ruh tahlilleri…

Tek mekânda geçen filmler gibi ağır, sıkıcı bir tempoya sahip olacağı ön yargısına kapıldığım bu roman hakkında yanılmışım. Tek mekân olabilir, ama anlatılan hikâyelerle okuru heyecanlı bekleyiş içine sürükleyen bir roman.

“Mektubundaki bir cümle aklıma takılmıştı”, dedi Ersin. “Okulun bahçesine sonbahar geldi diye yazmış, yapraklar dökülüyor, çürüyor…Niye okulun bahçesine geldi diye yazmış ki, demiştim, sonbahar her yere gelir. Aslında çok iyi biliyordum ne demek istediğini…Dar alanlardayım, çürüyorum.”

Hayatımıza giren insanları daha iyi irdelememiz için onları mikroskopla inceler gibi iyi gözlemlememiz gerektiğine beni bir kere daha ikna eden bir kitap…Size olur mu bilmiyorum, ama ben arada sırada sanki etrafımdaki insanları çok da iyi süzgeçten geçiremediğim korkusuna kapılıyorum. Aslında insan ilişkileri, özenle işlenen bir etamin misali, ince ince, ilmek ilmek dokunmak istiyor.

Ayfer Tunç, ilk romanı Saklı hakkında yazılan bir yazıda “söz ekonomisine” yeterince değer vermediğine yönelik yapılan eleştiri nedeniyle Saklı’nın ardından yazdığı Kapak Kızı’nı yıllar içinde öğrendiği “söz ekonomisinin değeri” ile yeniden kaleme almış. Ben ilk kaleme aldığı Kapak Kızı’nı okumadım ama fırsat bulursam iki romanı karşılaştırmak için okumak isterim.



Kapak Kızı’nda kişi ve mekân tasvirleri bence başarılıydı. Zaman zaman kendimi Şehremini’de Bünyamin ile Cennet’in oturdukları evde, zaman zaman trenin yemekli vagonunda, bazen de Ersin’in artık gitmekten sıkıldığı karanlık, küçük, pis otel odasında buluyordum.

Bin bir özürle ara verdiğim Yeşil Peri Gecesi’ne geri dönmenin heyecanıyla bitirdim Kapak Kızı’nı.

Şimdiye kadar okuduğum kitapların en duygusalı, hatta gözyaşlarımda boğulacak kadar beni ağlatan tek kitap diyebilirim.

En son Aytmatov’un Beyaz Gemi adlı romanında duygusal devinimler yaşamıştım. Ama Yeşil Peri Gecesi’nin beni oradan oraya savurduğunu itiraf etmeliyim.



Belki fazlasıyla duygusal bir dönemimdeydim. Gagasında yavrularına yiyecek taşıyan anne leyleği bile görsem ağlayabilirdim.

Ama bu farklı bir şeydi. Sanki ben Şebnem olmuştum. Yaşadığı çalkantıyı yüreğimin en derininde hissediyordum. Hayatın bu kadar acımasız olması isyan damarlarımın kabarmasına sebep oluyordu.

Ailelerine sırtlarını dönmüş, gönül birliği yapmış ve kendi çekirdek ailelerini kurmuş çok güzel bir kadınla yakışıklı bir adamın elim bir kaza sonucu hayatlarının kökten değişmesi, çocukları Şebnem’in - Kapak Kızı’nın yan karakteri- ailesinin yaşadığı dram sonucunda travmatik bir yalnızlığa doğru sürüklenmesi ve ölümü pahasına intikam yolunu seçmesi, kitabın başından sonuna kadar duygu yoğunluğunu taşıyor.

“Düşmüş melekler kumpanyasıyız biz. Hükmedemediğimiz kaderimizin elinde maymun olduk sonunda”.

Ayfer Tunç’un karakter tahlillerini ve tasvirlerini çok başarılı buldum. Benim için öykünün temposu bir an bile olsa düşmeden, sonuna kadar devam etti.

Bazı bölümler bir sayfada tek paragrafmışçasına yazılmış da olsa beni kitabı okumaktan uzaklaştırmadı.

En çok dikkatimi çeken şey, yazarın sıklıkla, bazı kelimelerin anlam yoğunluğunu pekiştirmek için tekrarlar yapmasıydı. Meselâ “çok çok çok güzel bir kadın”, “uzun uzun uzun yıllar” gibi…

“Mağduriyetin, masumiyetin, doğruculuğun, açık yürekliliğin, dürüstlüğün ve buna benzer pek çok şeyin paslandığı, pastan işlemez hale geldiği alandaydık. Burada değerler erimişti. Defalarca eriyip sonunda yok olmuştu. Makyavel’i öyle aşmıştık ki, adamın kemiklerini sızlatıyor olabilirdik.”

Bir bataklığın nemli ağır havasını solurcasına kendi bataklıklarında, sadece kendi paylarına düşen hayatı yaşamakta olan Şebnem ve onda annesini arayan eşi Osman’ın öz kardeşi Teoman tarafından kendi çıkarları için kullanılması, sömürülmesi, masumiyetten uzak davranışlara maruz bırakılmaları Makyavelizm’i çağrıştırmaktadır.

Satır aralarına serpiştirilmiş tanıdık bir şarkı kuplesi - Yarabbi feryadımı artık duysan diyorum -, bir şiir mısrası – Öyle ya, kim sevişirdi acıları olmasa / Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsan / Kim ne derse desin ben bugünü yakıyorum / Yeniden doğmak için çıkardığım yangından -, bir filmden alıntı söz – Zaman bir çocuktur, sahilde çakıl taşlarıyla oynar -, ile Ayfer Tunç zengin bir içerik sunmuştu bu dramatik romanda. Hatta romanın başlarında ilk tanıdık gelen de I need you lovin' like the sunshine kuplesiydi ki, geçtiğimiz kış seyrettiğim, başrollerini Jim Carrey ile Kate Winslet'in paylaştıkları Eternal Sunshine of Spotless Mind adlı filmin soundtrack parçası idi.



Kitabın ilk yüz sayfasında adı neden Yeşil Peri Gecesi diye düşünmüştüm. Sonra bunu düşünmek istemedim. Elbet bir şekilde karşıma çıkacaktı. Kitabın başındaki bölüm indeksini okumadığım içindi tüm merakım. İyi ki de okumamışım. Kitabın içinde bir anda karşıma çıkıverdi Yeşil Peri Gecesi’nin isim kaynağının ne olduğu.

Kolay okunan tertemiz bir dil. Sürükleyici, akıcı. Dram ve zaman zaman onu bastırmaya çalışan espritüel bir yazın.

Plaj şezlonguna kurulup gözyaşı dökemem diyorsanız, tatile giderken yanınıza almayınız.


Peyman


11 Temmuz 2011 Pazartesi

TUHAF BİR YAZI

Hiç sevmediğim bir söylem kullanıp, ona buna veriştireceğim bir yazı yazmaktan memnuniyetsizim. Bilhassa içine Caz Festivali’ni ve İKSV’yi katacak olmak benim için üzüntü verici ama yine de sürekli her şey yolunda diyerek de bir yere varmak pek mümkün değil!



Caz İçin Tuhaf Bir Yer Konseri

Dün Tersane sahnesinde müzik dinlemeye giden her izleyicinin bu yılın söylemiyle “Caz Kalpli” olduğuna eminim. Kimse ama kimse öyle bir yere; ortamda bulunayım, üç beş kişi göreyim diye gitmez. Dolayısıyla oraya gelen herkesin “Caz İçin Tuhaf Bir Yer” konserine değişik bir deneyim yaşamak, güzel müzikler dinlemek, Billy Martin’in davul solosunda kendinden geçmek ya da benzeri bir isteği olduğuna inanıyorum. Bu yüzden de seyirci de “zaten yapılan müzikten anlamazdı” kıvamındaki yorumlarını çok rahatsız edici bulduğumu belirtmek isterim öncelikle. Konser Esma Sultan, Sepetçiler Kasrı, Aya İrini, hatta Arkeoloji Müzesi’nin bahçesi olsa belki ama bu Cumartesi –gelecek hafta Rock’n Coke, bir gün önce Bon Jovi, bir gün sonrasında Judas Priest gibi çok yoğun bir program varken- orada toplanmış, tahminen zar zor ulaşmış, bir avuç müzik severe haksızlık yapmamak gerekiyor.

Festival bana ve birçok kişiye yeni ve farklı müziklerle tanışma katkısı da yapıyor. Dolayısı ile oraya ilk kez o müzisyenleri dinlemek için gelen de, en sevdiği gruplardan biri çıkacağı için bulunan da, çocuğunu kapıp getiren de benzer bir ruh hali içindeydi. Kısaca konserin böylesine kötü olmasında bu sefer seyircinin hiçbir suçu yoktu demek istiyorum. Hem de hiç!



Kapısı 19.00 da açılıp 20.00 de başlaması gereken konsere vakitlice gittik. Gerçi biraz yolu karıştırıp Haliç’in tamamını dolaşarak vardık ama o bizim yol bilmezliğimizden oldu. İKSV gayet açıklayıcı bir şekilde nasıl gidileceğini belirtmişti. İçeri girdiğimizde hava henüz aydınlıktı. Oturma bölümünde biletimiz olmasına rağmen ayakta kalmayı tercih ettik. Oturmalı kısım oldukça klostrofobik görünüyordu. -Oturarak izleyen arkadaşlarımın dediğine göre; bir ara hava bitmiş o bölümde.- İsteyenin oturabileceği, isteyenin ayakta kalabileceği konserleri seviyorum. Eğer doğru düzgün bir ses ve sahne düzeni varsa, pek tabii ki! Ne bir şey duydum ne de gördüm konser boyunca. Bir benzerini portatif tuvaletler için de söylemek mümkündü. Peki, ben Caz Festivali’nde konsere mi geldim, yoksa Rock’n Coke için test sürüşüne mi? En azından Rock’n Coke sitesinde ne ile karşılaşabileceğimizde dair “Hayatta Kalma Rehberi" başlıklı bir bölüm açmış, sağ olsun.

On küsur tane saatler ilerledikçe kokusu iyice yayılan tuvaletlere, dört buçuk saat boyunca pislik, sefalet içinde durmaya, tek bir stantta satılan birbirinden kötü, pahalı yiyeceklere de katlanabilirdim ama ses yoktu! Tonbruket 20.00 de başlaması gereken konserde ilk parçayı neredeyse kırk beş dakika sonra çalabildi. Tüm grup sahnede, onca insanın önünde tüm bu süre boyunca ses sistemini düzeltmeye çalıştı.

Bu neydi ya? Benim bu konseri izlemek için saatlerim gitti. Evde bir yandan kitap okurken, bir yandan gayet alkollü biramı yudumlayarak Medeski, Martin, Wood dinleyebilirdim…

Konser için yer bulamıyoruz deyip Tersane’de sahne kuralım. Cin fikirler uydurup adına da Caz İçin Tuhaf Bir Yer diyelim. Alkollü bira için izin verilmiyorsa Efes Alkolsüz satalım. Tonbruket ezan okunacağı için ara verdiğinde “ezan bitti” diye devam ettirelim ve bu esnada ezan başlasın. İlhan Erşahin’in performansını ezan okunuyor diye yarıda kestirelim. Hakikaten tuhaf!

Yavuz Baydar “Tersane'de şaşırtıcı yoğunlukta bir İlhan Erşahin Arto Tunc konseri. Mekân mükemmel. Arto ile davulcu Kenny Wollesen kıvılcımlar saçıyor.” şeklinde bir tweet yazmış. Ya o ya da ben başka bir Tersane’de konser izledim! Benim bulunduğum Tersane’de de elbette mekândan keyif alan birkaç kişi vardı. Kıyıya bağlı yük gemisindeki görevliler, gemide oturup, sakin sakin içeceklerini içerek bizim halimizi izlediler!

Ben konseri tamamlayamadım. İlhan Erşahin de erken bitirmiş ve gitmiş. Medeski, Martin&Wood’lu bölüme kalan azimli izleyiciyi tebrik ediyorum. Umarım herkes sağ salim evlerine dönmüştür. En yakın taksi durağı epey uzaktaydı. O saatte minibüs, otobüs var mıydı hiç bilmiyorum.



Festival direktörü Pelin Opçin’in Milliyet gazetesinde seçilen mekânlarla ve bu konserin neden orada yapıldığıyla ilgini röportajını buradan okuyabilirsiniz. Bence Caz Festivali’nin bu kadar yaratıcı, deneysel mekânlara ihtiyacı yok. Bize ve daha da önemlisi gelen müzisyenlere yazık!

Umarım bir daha böylesine kötü bir konser tecrübesi yaşamayız.

Esbjorn Svensson'a saygılarımla,

Gülda



(*) Resimler İstanbul Caz Festivali Facebook sayfasından alınmıştır.

10 Temmuz 2011 Pazar

07.07.2011 A Tribute to Miles Davis Konseri

"Evet Miles Davis Seni Ayakta Alkışlıyorum"

Geçtiğimiz Perşembe akşamı Marcus Miller’ı Wayne Shorter ve Herbie Hancock ile birlikte Miles Davis’e ithaf olunan A Trıbute to Miles konserinde dinleyecek olmam beni içten içe çok heyacanladırıyordu.



1988 yılında gelen ve muhtemelen seyirciye sırtı dönük bir biçimde trompetinin bile “bu sesler benden mi” dedirten şekilde nefes veren Miles Davis’i izleyememiştim. Konsere gidemediğim gün biraz ağladığımı ve evde bir yere varmayacak olaylar yaratığımı hatırlıyorum ama sonunda kös kös odamın duvarında Dizzy Gillespie ‘nin yanında yapıştırılmış olan siyah beyaz posterine bakarak gecemi tamamlamıştım.

Perşembe gecesi ise her ne kadar Miles Davis sahnede olmasa da , her ne kadar birebir olarak eserleri yorumlanmasa da Marcus Miller’ın dediği gibi bu konser Miles Davis’in ruhuna bir adanmışlık ve ithaf içeriyordu. Yine Miller’ın dediği gibi her zaman ileriye bakan biri olan Miles’ı geçmişle anmak mümkün olamazdı.



Marcus Miller bu ithaf konserleri yapmayı Miles’in ölümünün üzerinden 20 yıl geçtiğini farkettiğinde düştüğünü ve Herbie Hancock’u arayıp sorduğunda her ne kadar Hancock tereddütsüz cevap vermişse de vazgeçer diye telefonu hemen kapatmış.



Sahnede Miles’ın ekibinden Wayne Shorter ve Herbie Hancock vardı ama ben gözlerimi kapayınca basta Ron Carter davulda Tony Williams’ı duymaya başladım; yani ikinci Miles Davis Quintet’i…Ancak haksızlık etmek istemem davuldaki Sean Rickman hiç falso vermedi ve trompette ise Sean Jones gerçekten iyiydi. Caz müziğine aldığı iki Miles albümünden sonra yönelen Jones için sanırım böyle bir ithaf konserinde çalmak anlamlı olmalı diye düşündüm zaman zaman.



Hangi eserlerin çalındığına kulak kabartmak boşuna olacağını Marcus Miller’ın Miles’ın ruhunu yansıtacak şekilde çalacaklarını söylemesinden sonra kendimi serbest bıraktım; onlar da gerçekten serbest ama rafine bir biçimde çaldılar ve çok fazla dağılmadılar. Tıpkı Miles’ın hep istediği gibi ;” Bak, kargaşa içinde çalmana gerek yok. Bu serbestlik değildir. Serbestliği kontrol altında tutmalısın.”



Tüm konser Miles’ın ruhunu yansıtmaya ve çocukluğundan ölümüne dek müziğe bakış açısını yansıtacak doğaçlamalar ile başladı ve –yakalayabildiğim kadarı ile- Tutu ile geçiş, Time After Time ile başlayan bis bölümüne kadar eşsiz bir yolculuk olarak devam etti.



Konser bittiğinde eleştirmen Joachim Berendt’in dediği gibi neşeli ve hoş şeyler bile söylerken üflediği trompetinden keder ve yılgınlık tonları yayılan Miles’a - her ne kadar bunu her zaman bir “siyahtan” duymak istediğini bilsem de- içimden dedim ki: “Evet Miles Davis, seni ayakta selamlıyorum!”Ve merak etme herkes müziğinin ve ruhunun izlerini takip ettiği gibi seni de hatırlamaya devam devam ediyor…




Sevgiler
Billur









*Yazıda yer alan 3. ve 4. resim "www.alternatif -istanbul.net" ten alınmıştır.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Yansımalar - 18



Geçen yaz ara verdiğimiz kitap sunumlarına bu yaz mümkünse ara vermeden devam edelim diye karar aldık.

Kolay değil tabii 14 kişinin bir arada olabileceği tarihleri denk düşürmek. En yüksek sayıda katılımla gerçekleştirdiğimiz sunumların zevkine diyecek olmuyor, ama toparlanamayınca da yapacak bir şey olmuyor.

Özellikle herkesin denize, güneşe açlığının arttığı bu aylarda kulüp üyelerini bir araya getirmek zorlaşıyor.

Ama bu yıl yaz mevsimi geç geldi biliyorsunuz. Hâlâ da derin düşünceler içinde bence. Bir bocalama dönemi yaşıyor. Mevsim yaza geçmedikçe benim de yaz psikolojim netlik kazanmadı. Her yıl olduğundan daha geç yazlık-kışlık olayına giriştim meselâ. Balkona çiçekler mart ayında dikilemedi. Temmuz’a sarktı. Tuttuğu kadar artık…

Araya tatil girdi, Yansımaları yazmam da bu zamanı buldu.

O sabah yağmur yağmış, geriye insanın vücudunu arada sırada sarıp sarmalayan hafif bir esinti bırakmıştı. Gece yağan yağmuru, sabah yaprakların üzerinde elmas taneleri gibi ışıldayan yağmur damlacıklarını, ertesi gün havaya kattığı hafif serinliği seviyorum. Bir şartla; ertesi gün yeryüzünü gölgeleyen bir tane bile bulut kalmamalı.



Sunum gününde olduğu gibi. Çantada şemsiye ansızın gelebilecek yağmura karşı bir kalkan vazifesi görmek üzere hali hazırda bekliyordu. Ama o gece tek yaptığı çantaya ağırlık katmak oldu. Güzel ılık bir geceydi sonrasında yaşadığımız.

Kitabımızı seçerken epey bir istişarede bulunduk bu sefer.
Birkaç kitap önerisinden sonra Kafka’nın Dava adlı romanını okumaya karar verdik.

Sunumu Bilgen yapacaktı. Üstelik de sunum sonrasında da kendisine de belirttiğim gibi çok fedakârca bir sunum hazırlığı yapmıştı. Sunumdan birkaç gün önce daha yeni tatilden dönmüştü. Son günlerde arttırdığım empati kurma becerisiyle tatil ve sunum hazırlığı benim penceremde bir an için eşleşmedi. Ama Bilgen ikisini çok güzel birleştirmeyi başarmıştı.

Seçilen sunum mekânlarının kitapla bağdaşması dikkat ettiğimiz konulardan biri. Ya mekânın ismi, ya sahibi/işletmecisi, ya da mutfağı bir şekilde kitaplarımızla ilintili olsun istiyoruz. Şartlar el verdiğince de bunu gerçekleştirmeyi başarıyoruz.



Sunum mekânımızın adı Kafka Cafe’ydi. Aslında sadece cafenin isminin Kafka olması değildi ilintisi. O gecenin ilerleyen saatlerinde işletmecisi bize neden bu ismi taşıdığını anlatacaktı. Bu konuya tekrar döneceğim.

Yağmur sonrası hava güzelleşmişti ya, üstelik yaz modu da vardı üzerimde, işten biraz erken çıktım. Çok sık gidemediğim Beyoğlu havasını içime sindirmek ve oğluma söz verdiğim, birkaç gündür evimizin yakınındaki kitapçılarda arayıp da bulamadığım bir kitabı da almak istiyordum.

Aradığım kitabı bulup aldıktan sonra, Kafka Cafe’ye doğru yollandım. Bilgen’in tarifine göre Ara Cafe’nin hemen birkaç blok ötesindeydi. Ama ben nedense Ara Cafe’nin olduğu ara yola saptığım için etrafımı saran beş altı katlı binaların kapılarında Kafka Cafe tabelasını aradım durdum. Sonunda Bilgen’i aradım ve onun yardımıyla da cafeye ulaştım.

Beyoğlu’nun küf kokulu eski binalarından birinden içeri girdim. Bu eski binalara girdiğimde hemen ilk aklıma gelen şey, bu viran binadaki bir dairenin içinde - kuvvetle muhtemel hep bir daire konsepti vardır- neyle karşılaşacağım olur. Ve yine kuvvetle muhtemel, binanın geneli ile dairenin içi birbirinden tamamen farklıdır.



Muhtemelen kapı, binanın genel görünümüne aykırılık oluşturmamak için eski haliyle bırakılmıştı. Ama içerisi şirin bir şekilde döşenmiş koltuklarla, ahşap sandalyelerle dekore edilmişti. Dekorasyona cafenin sahibinin hobbysi olduğunu düşündüğüm eski daktilolar, ağırlıklar, saatler –bunlardan bir tanesi sevgili anneanneciğim yatağının başucunda, içinde yerden yem yiyen iki tavuğun resminin olduğu yuvarlak bir masa saati idi- nefes katıyordu.

İki kat üzerine kurulmuş cafede bizim masamız üst kattaydı. Aslında üst kata ilk çıktığımda beni şaşırtan, her sunum gecesinde hazır olan yemek masamızın hazır olmamasıydı. Ya garsonlar elleri çok hızlıydı, hemen yapacaklarını düşünüyorlardı, ya Bilgen farklı konseptlerde bizim için şaşırtıcı olaylar hazırlamıştı.



Bir evin oturma odasını çağrıştıran, klasik mobilyalarla, varaklı aynalarla bezenmiş bu oda bir balkona açılıyordu. Gördüğüm ilk andan itibaren bana Romeo’nun altında serenad yaptığı Giulietta’nın Verona’daki evinin balkonunu hatırlattı. Aşağıda serenad yapan delikanlı yoktu, ama bütün gece tam karşıdaki Galatasaray Lisesi’nin bahçesinden Rock müziği yapan grupların ve onların fanlarının sesleri duyuluyordu.

O esnada salona gelen garson masaları nasıl koyalım falan derken baktım Bilgen de kalkmış masa düzenini halletmeye yardımcı oluyor. Şaşkın baktığımızı görünce Bilgen açıklama yapmaya başladı; en son 2 gün önce işletme müdürü ile menü konusunu konuşup, mail atmış. Adamcağız maili almayınca gitmeyeceğimizi düşünmüş ve herhangi bir hazırlık yapılmamış. Şimdi düşünüyorum da neyse ki yer müsaitti. 9 kişi için yer bulmamız da sorun olabilirdi.

O gece için Bilgen’in hazırladığı güzel bir menü vardı. Sonradan cafe menülerinden seçtiklerimizi yemiş de olsak bu bizim için sorun olmadı. Çünkü özünde hepimizin orada toplanma amacı kitabımızı konuşmaktı, özlem gidermekti. Çorba ekmek bile yesek keyfimiz bozulmazdı. Bu sanırım hepimizin, küçük şeylerle de mutlu olmasını becerebilecek insanlar olmamızdan kaynaklanıyordu.

Önceden hazırlıklı olunmasa da epey doyurucu yedik diyebilirim, en azından kendi adıma söyleyeyim.

Benim için, diyalogların az olması, paragrafların pek çok cümleden oluşarak neredeyse bir tam sayfanın tek bir paragraf olması, sebepsiz yere bir adamın tutuklanması, bir sonuca erdirilemeyen umutsuz mahkeme süreçleri Dava’nın okunmasını zorlaştıran unsurlardı.

Sunumu dinlerken Galatasaray Lisesi’nden gelen rock müziğinin sesi zaman zaman Bilgen’in sesini örtüyordu. Bu sebeple Giulietta’nın balkonunun kapısını kapatmak zorunda kaldık. Bu arada sigara molalarını balkonda verdik. Balkon o kadar küçük ve bina o kadar eskiydi ki, sigara ve sohbet için dört kişi aynı anda balkona çıktığında ya balkon yıkılırsa diye ürkmedim değil.



En başta da dediğim gibi Bilgen tatilde olmasına rağmen çok güzel hazırlanmıştı. Kafka’nın diğer eserlerinden de örnekler verdi. En çok dikkatimi çeken Aforizmalar ile Dönüşüm oldu. Dönüşüm kütüphanede okunma sırasını bekliyor.

Gecenin sonuna doğru konuk olarak beklediğimiz ve Kafka Cafe’nin adını nereden aldığını bize anlatacak olan cafe sahibinin bir motosiklet kazası geçirdiğini ve yoğun bakıma alındığını duyduk.



Şanssızlıkların yakamızı bırakmadığı bir geceydi. Ama hepsi geceyi organize eden Bilgen’in kontrolü dışında gerçekleşmişti.

Amacımız kitabımızı konuşmak ve birlikte olmak olduğundan bu şanssızlıklara hiç kafamızı takmadık. Sadece cafenin adını nerden aldığını öğrenememiş olmak içimde kaldı. Evet, Bilgen’e hatırlatayım da bunu bir sonra ki sunumda öğrenebilirse bize aktarsın :).

O geceden hatıra, New York motifli kitap ayracım, bu günlerde kitaplarımın sayfalarını okşuyor.

Peyman



06.07.2011 Jamie Cullum Konseri -Ufacık Tefecik İçi Dolu Müzik

Dün akşam çok sevdiğim Santral İstanbul'da “acaba bu kampüste okumak için hangi bölümde yüksek lisans başvurusunda bulunsak” planlarımız eşliğinde Ka’nın bile geldiği Jamie Cullum konseri için geri sayıma Tamirane’de yemek yerken başladık.

Pek çok yerde Cullum’ın konserlerde hopladığı zıpladığına dair haberler okumuştum ve merakla akşamki performansını bekliyordum. Piyano çalışını, eski şarkılara dair yorumlarını konser öncesi dinlemiştim ama konserlerdeki eser listesi hep farklılık arz ettiğinden kulaklarım sonuna kadar açıktı.



Sahneye siyah kot, beyaz gömlek, siyah bir kravat ve siyah spor ayakkabı ile çıkan Cullum dağınık ve afro saçları ve ufak tefek görünümü ile ancak yirmi yaşlarının başlarında imiş gibi gözüküyordu ve çok sempatik bir izlenim uyandırıyordu.

Piyanosunun başına ilk başta “efendi” bir biçimde oturup iki parça yorumladıktan sonra mikrofonu eline aldı ve teşekkür ederim yerine kısa ve kolay olan “sagol “ ifadesini söyledikten sonra, İstanbul’a ve konser mekanını sevdiğini söyleyen Cullum güzel şehrimizde bakarak iyi vakit geçirmemizi temenni etti ve [Önce şaka yapıyor sandım, kabul mekan güzel de kafamı çevirip etrafıma bakmayı pek istemiyorum hatta utanç duyuyorum bu güzide kentleşmeden örneğinden diye geçiriyordum] Sakin bir konser bekliyorsak, doğru yerde olmadığımız” uyarısını yaptı.

Ardından iç çamaşırlarımızı sahneye atabileceğimizi söyledi ve ben içimden “Ah be! Bi’10 yaş genç olacaktım!” diye içimden geçirirken Cullum sonradan eklediği cümle ile beni rahatlattı: “ Beden önemli değil, sadece sevildiğimizi hissetmek istiyoruz.” [ "Dur bakalım ufaklık, hele biraz daha çal, severiz de çıkarır atarız da" dedim içimden; -yaş ilerleyince biraz temkinli oluyor insan tabii-]



Giriş konuşmasının ardından üstündeki biraz resmiyet içeren ceket, kravattan arınan Cullum bir t-shirt ve kotu ile kalınca hem konserdeki aksiyonu arttı, hem de beklediğim gibi piyanonun üzerine çıkıp, oradan sahne ortasına atladı ve bir an konuşmasının başında espri ile söylediği gibi Metallica ve AC/DC coverları söyleyeceğini zannetim zira Cullum da böyle bir enerji, hava ve yorum yeteneği olduğu açık bir biçimde gözüküyor ve duyuluyordu.



Bu konserde de belirli bir parça listesine bağlı kalmayacağını söyleyen Cullum zaman zaman Twentysomething, I am all over it now, Music is Through gibi kensi eserlerini zaman zaman Don’t Stop the Music, Radiohead’den High and Dry, Coldplay’den Yellow coverlarını yorumladığı gibi küçük kupleler halinde bir ara Michael Jackson ve Ray Charles’tan I Got a Woman’ı –“I got a woman in İstanbul” olarak değiştirerek yorumladı.Kimilerini hep bir ağızdan söyledik, kimilerini içimizden...




Konserin benim için en hoş anlarından biri Twentysomething albümünde yer alan ve benim dinlemekten bıkmayacağım "What a Difference A Day Makes " adlı şarkının yorumlandığı andı. Açıkçası Dinah Washington yorumuna bayıldığım ve bir erkek yorumcudan dinlemeyi uzun süre reddettiğim bu şarkının Cullum tarafından yorumunu sevdiğimi itiraf etmeliyim.

What a Diffrence a Day Makes çalmaya başladığı anda –gözlerim kapalı mırıldanırken- bir an gözlerimi açtım ve sahne önünde danseden bir sürü çift gördüm. Acaba takı töreni de olur muydu diye kısa bir an Yonca ile bakıştık ve ben R’ye laf attım :” Sen daha otur, yumurtaların soğumasın! “

Dans eden çiftlere bakan Cullum “ben bu çiftlere para ödedim” diyerek tatlı bir espri yaptı ve sonradan seyirciler arasına inerek hepsi ile öpüştü. Konserde bir iki kez sarılmalar, öpüşmeler oldu ve Cullum’ın kendisi de “işte böyle bir konser, insanlarla öpüşüyorum arada çalıyorum” benzerinden bir iki söz söyledi.

Naçizane tavsiyem bu şarkının olduğu Cullum’ın çeşitli caz standartlarını yorumladığı Twentysomething albümü çok güzel ve mutlaka edinilesi nitelikte. Bu albümde yer alan ve Cullam’a ait olan Next Year Baby ‘yi çalmaya başladığı bir zamanlar –artık vazgeçtim- her yeni yılda alıp hiç uygulayamadığım kararları hatırlattığı ve bazıları ile örtüştüğü için dudaklarımda büyük bir gülümseme ile dinledim.



Next Year,
Things are gonna change,
Gonna drink less beer
And start all over again
Gonna pull up my socks
Gonna clean my shower
Not gonna live by the clock
But get up at a decent hour
Gonna read more boks
Gonna keep up with the news
Gonna learn how to cook
And spend less money on shoes
Pay my bills on time
File my mail away, everyday
Only drink the finest wine
And call my Gran every Sunday….

Konserden ilk anda aklımda kalanları aktardım, bahsetmediğim ya da hafızamın derinliklerine sinmiş başka anlar da var ama bırakın onlar da bana kalsın. belki bazı şeyler de anlattığım gibi olmamıştır.

Ancak şunu söylemeliyim: Bir dahaki sefere kaçıranlar mutlaka konserine gitsin, ikincisi Festival iyi başladı, Michel Camilo ve bu konserde kimse çekirdek çitlemedi, birkaç gülüş, biraz fısıldaşma oldu ama konserin heyecanı, Cullum’ın coşkusu, konserde bir sanatçının da eğleniyor olması ve bunun verdiği rahatlamaya verdim ve aldırmadım. Bis için sahneye gelen Cullum’ı herkes ayakta ve ellerimiz ritm tutarken ve sandalye üstünde izledik…Mutluydum. Mutluyduk.

Evet bir ara yemek yerken yüzüme birkaç damla düşmüştü, evet herkesinki gibi gün içinde benim de çeşitli sıkıntılı anım olmuştu ve bugün de böyle geçsin ne olacak , ne fark eder ki duygulanımları ile yola çıkmıştım ama bugün yüzümde gülücüklerle dolaşıyorum ve anlıyorum ki 24 saat çok şey değiştirebilir…




Sevgiler
Billur

1 Temmuz 2011 Cuma

ÇEKİRDEK ÇİTLEMEK YA DA JOAQUİN CORTES

Nehir dans ile ilgili olduğu (gerçekten benim zorumla değil) ve evde ne zaman müzik duysa koreografi denemeleri yaptığı (gerçekten çok çalışmak, hayal gücünü zorlamak ve pratik önemli dediğim için değil), Flamenkonun büyüsüne kapılmak üzere (gerçekten ona aldığım kırmızı Flamenko elbisesi nedeni ile değil) olduğu için Gülda , ben , Nehir ve Ayşe yerine gelen Ender ile geçen Cuma akşamı Açık Hava’da yerlerimizi aldık.

Cortes’e birkaç nedenle gitmek istiyordum. Birincisi ben flamenkoya bayılırım ve öyle veya böyle öğreneceğim. İkincisi ben Cortes’i daha önce hiç canlı seyretmemiştim.

Annesine adadığı ve belirli anlarda annesinin resminin yansıtıldığı gösterinin adı “Çingenelerin ana dili “olan “ "Cale" idi. Gösterisi esnasında bir ara verdiğinde bu gösteriyi annesine adadığını söyledi. Cortes okuduğum kadarı ile annesine gerçekten çok düşkünmüş ve babası annesini terk ettiğinden beri de onunla konuşmuyormuş.




Sahneye siyahlar içinde çıkan Cortes sahnedeki ışıltısı, duruşu ve estetiği ile yaptığı kısa Flamenko içeren solo birkaç performansı haricinde ben açıkçası ekibi ile yaptığı danslardan –flamenko açısından- pek hoşnut kaldığımı söyleyemeyeceğim.

Aslında Cortes’in hiçbirzaman saf ve klasik Flamenko ağırlığını içeren bir dans yapmadığı ve hep çeşitli disiplinleri karıştırmayı sevdiği ve buna çabaladığı bir gerçek ama yirmi yılda sergilediği şovlarının bir retrospektifini oluşturan Cale beni çok tatmin etmedi. Belki de bu gösteriyi sadece bir buçuk ayda, birden hazırladığı içindir.



Çok basit ve sıradan sadece üstlerinde transparan deniz kızı kıyafetlerinin insanın gözünü aldığı alımlı kızlar, uçan siluetler, uçuşan elbiselerden oluşan bir koreografiden oluşuyordu ki Cortes’in onlara eşlik ettiği anlardaki –yaydığı etkileyici enerji, kaslı vücudu, insanın farkına varmadan “Allahım bu kadar mı estetik olunur” düşüncesi ve görselliği olmasa –performanstan çok etkilenmedim ve hatta dikkatim dağıldı. Ama dikkatimi dağıtan başka şeyler vardı ve belki de yeteri kadar konsantre değildim belki de biraz müşkülpesentliğim üstümdeydi ve ben o kadar "kendisine" hayrandım ki gözlerim başka zamanlarda görmüyordu.

Gülda bir ara konserde dönüp “Amma da pozcu” dedi. Gerçekten hak vermemek elde değildi –gönlüm el vermese de- kendi solo performanslarını sergilediği anlarda dönüp dönüp seyirciden alkış istemesi ve çığlık, coşku her türlü kendinden geçme nidası beklemesi ve sonrasında da gülümseyip elini” varolun sağolun” anlamında kalbine götürmesi – ilgi ve alkış arsızı ve pozcu olduğunu kanıtlıyordu.



Ama sonra biraz düşününce bu gösterisine dayanarak onu etiketlememeye –söyledim ya serde biraz hayranlık var- karar verdim, zaten yüzyıllardan beri etiketlenmiş bir halkın gördüğü aşağılanmayı, dışlanmayı, dans ve müzikleri ile kederlere ve keyiflerin doruklarına çıksak da yine de kabul edilmezliği ve hor görülmeyi sunduğumuz Çingeneler için bir kıvanç kaynağı olduğuna inanmak istedim.

Belki her aldığı alkış, sergilediği her yerini bulan poz onların allı güllü giysilerine, neşeyle kederi harmanlayan ruhlarına bir selam, ona atılan her arzu dolu çığlık Çingenelerin şehvetine ve delidoluluklarına bir göndermedir, diye bu halini alladım pulladım.

Belki de bu saydıklarımdan hiçbiri geçerli değildir; belki sadece küçük bir midyeye hapsolup sonunda siyah bir inciye dönüşmüş bir yağmur tanesidir ve nadide bir güzelliği barındırdığı ve tüm dünya da ona dokunmak istediğinden tüm ışıkları bünyesinde hapsetmek istiyordur... Bu coşku ve ilginin bir an eksilmesi, tek başına kalma ihtimali belki onu deli ediyordur...

Ne de olsa "Çingeneler için yalnız kalmak ölümden bile korkuludur".

Çekirdeğin Dayanılmaz Cazibesi

Deep Purple ve Eric Clapton konser tecrübesi olan Nehir’e biraz daha disiplinli olmayı öğretmek ve konser, gösteri izlemenin adabı gibi konularda biraz bilgi sahibi olmasını sağlamak ve etrafından da görerek öğrenmesi amacı ile Cortes’e getirmeyi istemiştim.

Konser kapısından girdiğimizde Nehir’in mısır talebi önce reddedilse de sonradan Cortes’in performansı başlayana kadarki zamanda yeme şartıyla kabul edildi ve bir dizi kınayıcı bakışıma, bir dizi nasihat dolu sözlere maruz bırakıldı ve sonunda mısır öylece kalakaldı.





Yerimize oturduğumuzda satıcıların cips ve çekirdek sattığını gördüğümde bende bir gerginlik hâsıl oldu ve Gülda’ya “insanlar çekirdek yemez herhalde değil mi?” diye sordum. Gülda da bir garip gülüş …” Saçmalamaaaa Tabii ki de yemezler”e yordum ben bu gülüşü ve rahatladım. Çekirdek yiyenlere de gerginlik içeren bakışlarımla mesajlar yolladım ama sabrettim. Elbet yemeyeceklerdi!

Cortes sahneye sessizlik içinde ve siyahlara bürünmüş olarak çıktığında duyduğum tek ses Cortes’in sahneyi döven topukları değil….Çevremdeki insanlardan yükselen ”Çıt Çıt Çıt Çıt “ idi. Hiçbirşeye bakamadım o an…



Utandım. Evet tek hissettiğim şey bu oldu utandım. O çitleme sesleri kulağıma o kadar yüksek bir sesle çarpıyordu ki Cortes’in sahneyi terk edeceğini düşündüm. Nehir’i örnek! davranışlar sergileyen, adap ve edep bilmeyen seyirci kitlesi ile tanıştırdığıma ve “Ama Anne bak herkes yiyor, çitliyor, konuşuyor, gülüyor ben niye yapamıyorum?” sorusu ile dolu bakışlarına cevap verememekten dolayı utandım.

Önümde Protokolde oturan seyircilerden sergilediği görüntü de dayanılmaz olan birini uyarmak istedim ama …kendime hakim olamamaktan korktum açıkçası. Hele bir seyirci sahneye tamamen yan dönmüş, sadece çekirdek çitliyordu!!



Sonra hangi birini uyaracağımı bilemedim. Çekirdek çitleyenleri mi, sol arka çaprazımdaki sürekli güzel sevgilisini sıkıştırıp, kulağına cilveli şeyler söyleyip güldüren adamı mı_? “Arkadaşım, bu kız sana şu iki saat süresince dönüp bakmak istemeyecek, boşuna zorlama, yanlış hesap olmuş, istersen hemen çıkın” deseydim keşke tüm edepsizliğimle…

Şimdi beni bir korku aldı, ya Caz Festivali’nde de çekirdek çitlenmeye başlanırsa? Ya olursa? Ya olursa? Yaşım ilerledikçe tahammülüm mü azalıyor bilemiyorum. Ya da insanların görgüsüz ve hoyrat davranışlarının derecesi ters orantılı bir şekilde mi artıyor?

Tamam belki de hiç anlayış göstermeyen benim... Cortes ile aşık atamayacaklarını anlayan beyler ve sahneye fırlayamayıp Cortes'e dokunamayacak olan hanımlar iki saat boyunca streslerini böyle attılar ve ben bunu anlayacak kadar öngörülü değilim ve hiç empati yapamıyorum sanırım.

Sevgiler
Billur

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails