31 Aralık 2012 Pazartesi

2013

2013 yılının sağlık, mutluluk, barış, huzur ve anlayış getirmesi dilekleriyle.
 


Neşe dolu yıllar...
 
Firuz Kutal’ın bu çalışması http://caricaturque.blogspot.com dan alınmıştır. Nefis karikatürler var.

28 Aralık 2012 Cuma

Open Letter


‘’ Do I want us back together? ‘’

Were we ever together? What is it we had? What is it we shared? Pages and pages of written words.

U see I have on my right wrist a tattoo written in Rune and it translates to Darcy. Yes I am a Jane Austen avid reader and Pride & Prejudices is my all time bible. Most roll their eyes when they hear the name Darcy but actually they do not get it. It is not the power, money, good looks, aristocracy, education, accomplishments, arrogance most men see on the surface but it is the vulnerability that lies beneath.

To your question my reply would be:

‘’ Yes u do owe me an explanation!..............

In the middle of the book Darcy wrote a letter to Elizabeth. It was Darcy’s attempt to set the record straight.

I want u to set the record straight!....

R u my Mr. Darcy or Mr. Wickham? The choice is urs and I have nothing more to say.... maybe one of my fav passages from the book....‘’

‘’ Your examination of Mr. Darcy is over, I presume’’ said Miss Bingley ‘’ and pray what is the result? ‘’

‘’ I am perfectly convinced by it that Mr. Darcy has no defect. He owns it himself without disguise.’’

‘’ No ‘’ – said Darcy, ‘’ I have made no such pretension.’’ – ‘’ There is, I believe, in every disposition a tendency to some particular evil, a natural defect, which not even the best of education can overcome.’’

‘’ And your defect is a propensity to hate everybody.’’

‘’ And yours’’, he replied with a smile, ‘’ is willfully to misunderstand them. ‘’













Nimir-Ra

23 Aralık 2012 Pazar

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın - Jonathan Safran Foer

“Bir sabah kalktım ve içimdeki boşluğu anladım. Hayatımdan ödün verebileceğimi ama hayattan ödün veremeyeceğimi fark ettim."



Uzun süredir hakkında yazmak istediğim ve sürekli aklıma düşen bir roman Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın. Yaz tatilinde okumuştum. Tatil yaptığım yerde gürültücü çocuklar denize girmek yerine havuzun içinde tuhaf bir oyun oynuyordu. Biri Marco diye bağırdığında diğerleri Polo diye sesleniyordu. Kitapla arama giren tek şey bu garip eğlenceydi.

“Marco,”

“Polo.”

“Marco.”

 “Polo”

Rahatsız ediciydi sesler. Bulunduğum yerden nasıl bir oyun olduğunu da göremiyordum. Kafamın içine batan Marco ve Polo sesleri arasında yine de kitabı elimden bırakamıyordum ve yüz yirmi birinci sayfaya geldiğimde romanın kahramanı Oscar Schell’in de babaannesiyle bu oyundan türettikleri bir başka oyunu oynadığını öğrendim. Babaannenin, “Oscar,” diye seslendiğinde Oscar’ın, “iyiyim ben,” şeklinde cevap verdiği bir oyun. Marco Polo gibi bir çeşit körebe. Aşırı hüzünlü, inanılmaz sarsıcı.

Romanın başkahramanı Oscar Schell, dokuz yaşında. Beatles’ın Yellow Submarine’in nakarat kısmını söyleyebilen bir çaydanlıklar korusu icat edebileceğini düşünen ya da kalplerimizin sesini dışarıya veren bir mikrofon olmasını isteyen bir çocuk. Babasının uyurken ona kitap okumasına alışmış biri. Botları ağır, gün geçtikçe daha da ağırlaşıyor. Hayat, Korsakov’un Balarısının Uçuşu müziğindeki tefi çalmak kadar zor. Nice roman kahramanına benziyor. Roman Borges’nin hiçbir yeri benzeri bir labirentin içinden, Auster’in Ay Sarayı’na, Teneke Trampet’e, Shakespeare’e, Goethe’ye onlarca kahramana selam gönderiyor.


Ölen insanlara gömülecek yerin kalmayacağı endişesinde Oscar. Bu yüzden yerin yüz kat altına inen baş aşağı dikilmiş gökdelenler yapılmasını öneriyor. Babası ikiz kuleler yıkılırken doksan beşinci katta imiş. Uçak, bina ile beraber babasını da yere indirmiş. Kuş yeminden bir gömlek hayal ediyor, zor durumda kalınca kanat olarak kullanılabilecek, hem de tüm insanlık için.

 “Oscar,”

 “İyiyim ben.”

 “Oscar,”

 “İyiyim ben.”

Oscar, babasıyla Keşif Seferleri adlı bir oyun oynadıklarından söz ediyor. Babasının ölümü ardından da olmayan ipuçların izinden gidiyor. Güzel mavi bir vazoyu yanlışlıkla kırdığında anahtarı buluyor. Anahtar için kilidi arıyor. Roman oldukça farklı bir teknikle yazılmış. Büyüleyici bir dili var. Jonathan Safran Foer, Guardian İlk Roman Ödülü’nü almış bir yazar. Joyce Carol Oates'un cesaretlendirmesiyle yazdığı ilk romanı Her Şey Aydınlandı (Everything is Illuminated) ile oldukça etkileyici bir başarı kazanmış. Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da benzer bir ilgi görmüş. Romanın içinde birçok farklı hikâye, resimler var ve Foer, her birini birbirine hayranlık bırakacak bir şekilde eklemiş.

“O öldüğünden beri her sabah yatağa bir çivi çakarım! Uyandıktan sonra yaptığım ilk iştir! Sekiz bin altı yüz yirmi dokuz çivi!” diyen ve artık duymak istemediği için işitme cihazının pilini çıkartan yaşlı komşu, Limuzin şöförü, kapıcı, anahtarın izini sürerken kapılarını aralayanlar, “görmedim, duymadım, bilmiyorum” halinin yarattığı tüm acılar sarsıcı bir şekilde betimlenmiş.

“Oscar,”

 “İyiyim ben.”




İçinde kalan son kelime olan “ben” i de attıktan sonra sessizliğin tamamına eren dede ile, “terk etmeni affedebilirim ama geri dönmeni affedemem,” cevabını verebilen babaanne şimdiden unutamayacağım roman kahramanları arasında yerini aldı.

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, bu sene büyük bütçeli filmlerden biri olarak vizyona da girdi. İzleyeceğimi sanmıyorum ama romanı birkaç kere daha okuyacağıma eminim. Tavsiye ederim.

 "Sevgili Stephen Hawking,

 Lütfen beni himayenize alır mısınız? 

 Teşekkürler."

 Gülda

6 Aralık 2012 Perşembe

Demek Yazar Olmak İstiyorsun


Bugün  işyerinde iki dilekçe bir sözleşme arasında sıkışmışken solitiare açmak yerine bir heves devam ettiğim edebiyat atölyesinde verilen bir egzersizi yapmak için beyaz bir sayfa açtım. Karaladım Karaladım. Kapattım. Sonra masamda duran Notos Dergisi'ni karıştırdım ve şunu gördüm:

Demek Yazar Olmak İstiyorsun *

Charles Bukowski

herşeye rağmen,
içinden fışkırmıyorsa
bırak yapma.
kalbinden ve aklından ve ağzından
ve ciğerinden gelmiyorsa,
bırak yapma.
bilgisayar ekranına bakarak
saatlerce oturman gerekiyorsa
ya da daktiloya
gömülerek
sözcükler arıyorsan,
bırak yapma.
para için yapıyorsan ya da
şöhret,
bırak yapma.
yatağında kadınlar
olmasını istediğin için yapıyorsan,
bırak yapma.
orada oturmak ve
tekrar tekrar yeniden yazman gerekiyorsa,
bırak yapma.
sırf üzerine düşünmesi bile zor iştir,
bırak yapma.
başka birisi gibi
yazmaya çalışıyorsan,
unut gitsin.

içinden
gürleyerek çıkmasını beklemek gerekiyorsa,
o halde sabırla bekle.
içinden gürleyerek çıkmazsa
başka bir şey yap.
ilk karına okuman gerekiyorsa
ya da kız arkadaşına ya da erkek arkadaşına
ya da ana babana ya da herhangi birine,
olmamışsın.

çoğu yazarın olduğu gibi olma,
kendine yazar diyen
binlerce insan gibi olma,
sıkıcı ve duygusuz olma ve
yapmacık, kendisi
sevmeyle harcanma.
dünyanın kütüphaneleri
senin gibiler üzerine uykuya dalmak için esnemiştiler.

onlardan olma.

bırak yapma.
ruhundan roket gibi
çıkmıyorsa,
durgun olmak
seni delirtmiyorsa ya da
intiharn ya da cinayet,
bırak yapma.
içindeki güneş
ciğerini yakmıyorsa,
bırak yapma.

zamanı geldiğinde,
ve seçilmiş olursan,
kendiliğinden
gelecektir ve gelmeye devam edecektir
sen ölene kadar ya da içindeki ölene kadar
başka yolu yok
ve hiç olmadı.


Sağol dedim ardından. Sağol Bukowski! ,İstemeye heves de kalmadı . Kasabanın En Güzel Kızı da olamayacağıma göre ne yapacağım peki?

Şimdilik biraz beklemeye karar verdim.
Sevgiler
Billur



*Çeviren:Oğuz Tecimen


2 Aralık 2012 Pazar

Soğuk Bir Sonbahar Günü...Sıcak Bir Müzik...

 
Udun yayları bir el hareketiyle gerildiğinde on, on iki metrelik yüksek tavanlı taş mekânın her metrekaresini saran mistik müzikle birlikte burnuma çalınan yasemin, sandal ağacı, melisa karışımı o büyülü rayiha, beni uzak diyârlardaki henüz keşfetme şansını yakalayamadığım topraklara götürdü.
 
Daracık sokaklar üzerinde sağlı sollu sıralanmış alçak yapılı taş evlerin, oymalı kapıları birbiri ardına açılıp kapanıyor, içerdeki gizemli sessizlik, udun alaturka tınısıyla, kavalın tasavvufi sesi ve tablanın Afrikan ritmleri ile can bulup coşuyor ve davetkâr bir selâm ediyordu bu davetsiz misafire.
 
Gelgitler yaşıyordum, mistik bir şehirle, doğup büyüdüğüm bu şehir arasında.
 
Dışarıda soğuk bir sonbahar gününün, güneşin eğik ışınlarıyla can bulmaya çalışması, bizim 1930’lu yıllardan kalma bu tarihi tamirhanede sıcacık notaların eşliğinde ruhlarımıza can katmamızla yarışır gibiydi.
 
Aileden gelen müzik kültürü sayesinde, ana rahmine düştüğü andan itibaren notaların sakinleştirici etkisiyle tanışan bebek Smadj’ın, asıl adıyla Jean-Pierre Smadja’nın, 15 yaşında caz okuluna yazılmasının tesadüfi olmadığını çok net bir şekilde anlayabiliriz. Tunus doğumlu Fransız asıllı genç Smadj ses mühendisi olarak müzik dünyasındaki yerini belirlediğinde, gitarıyla dinleyenlerine ulaştırdığı müziği elektronik tınılarla zenginleştirdiğinde dünya müziğinin önde gelen isimlerinin dikkatini çekmiş ve pek çok projeye imza atmış.
 
Müzikle mekânın bu kadar uyuştuğu bir konser izledim mi daha önce düşünüyorum, ama hatırlamakta zorlanıyorum. Müziğin insana dejavu yaşatan bir yanı vardır. Ben o gün dejavu yaşamadım, hakikatin kendisini yaşadım.
 
Otantik ile elektroniğin aynı nota defterinde buluşmasından doğan, bizleri sıcacık duygularla kuşatan, duyma, görme, hissetme duyularımızı harekete geçiren o mükemmel ezgiler, neredeyse duygularının büyük bir çoğunluğunu yitirmeye yüz tutmuş, bencil, açgözlü dış dünyadan bizleri soyutlandırdı. Mekân-malzeme-obje üçlemesinin başarılı bir mimari dokunuşla farklı bir görsel ziyafete dönüştüğü Tamirane’de adeta bir şölen havası yarattı.
 
Konseri ayakta izleyeceğimiz için başlarda tereddütte kalmıştım, ama ayakta geçirdiğim onca saate değdi mi diye sorgulamadım hiç. Her saniyesine kadar orada olmaktan son derece büyük keyif aldım. Almamak mümkün müydü? Hayır değildi.
 
Mekânın köşesine kurulmuş büyük şöminenin sıcak alevi bile ritmle dans ediyordu. Devasa pencerelerden içeri kâh selam verip, kâh gizlenen güneş, yüksek duvarlarda ışık oyunları yapıyordu, yine müziğe ayak uydurarak. Kavalın tınısı, tablanın ritmleri udun melodisine karışırken, mekânın içinde 360 derecelik bir gözlem yaptığımda kendimi bir belgeselin ortasında gibi hissettim.
 
Duvarlara vurup dönen müzik içerdeki tüm objelere hareket kazandırıyordu.
 
Müzik durduğunda zaman mefhumunu tamamen yitirdiğimi fark ettim. Sanki etraftaki her şey müzikle birlikte donmuş, güzel bir rüya ani bir uyanışla sona ermişti. Aslında geçen sadece bir saatti. Doymamıştık müziğe ama Smadj’ın bis yapmaya niyeti olmadığı kıvırcık saçlarının çevrelediği yaramaz çocuk bakışlı gözlerinden okunuyordu.
 
 
Konserin ilk bölümü bitmişti. Gittikçe etkisini yitiren güneşin son demlerini yaşamak, oksijenle ciğerlerimizi havalandırmak ve tabii biraz da üşümek için (!) bahçeye çıktık.
 
İkinci bölüme ve ayakta en az bir saat daha kalmaya kendimizi hazırlamalıydık. Masalardan birine, soğuktan buz kesmiş sandalyelere oturduk.
 
Bir yanda kocaman mangal yanıyor, ateş bizi çağırıyordu. Smadj’ın müziğinin etkisindeydik hâlâ. Gözümüzde ne o mangalın üzerinde kızarmaya bırakılmış köfteler, ne alevin sıcaklığı, ne de bir içeceğin bedenimizde yaratabileceği akışkan ferahlığı vardı.
 
Kulaklarımızda kalan melodiler ve güzel bir sohbet o anda bize yeten yegâne şeylerdi. Büyüyü bozmak istemiyorduk adeta.
 
Bir konserde ilk sahne alan sanatçıyla bu kadar doyuma ulaşmışken, ikinci sahne alacak sanatçının en az ilki kadar etki yaratıp yaratmayacağı sorgulanabilir. “Acaba”lar beynimin içinde bir yapbozun parçaları gibi uçuşurken sahneye gencecik bir kızın öncülüğünde İsviçreli bir grup çıktı. Heidi Happy daha önce adını hiç duymadığım İsviçreli bir caz vokalisti. Konser öncesi hakkında okuduğum yazıda, sesinin rengi Nina Simone, Norah Jones gibi caz müziğinin tanınmış isimlerine benzetiliyordu. Ben gözümü kapatıp da dinlediğimde gözümün önünde canlanan sanatçı Regina Spector oldu.
 
 
Her şarkıda değiştirerek çaldığı Gibson Guitar ve klasik gitar arasında, genelleme yapmayayım ama en azından beni şaşkına çeviren, konser sonuna kadar enstrüman çeşitliliğini hiç aksatmadan uygulayan Heidi Happy 2011’de çıkardığı albümle ülkesinde müzik listelerinde üst sıralardaki yerini muhafaza etmiş, Almanya ve Amerika’da altmışın üstünde radyo kanalında çalınmış.
 
Enstrüman çeşitliliği bakımından folk jazz türünü söylediğine kanaat getirdiğim Heidi Happy kesinlikle tek sesli nakaratların kraliçesi olmalı.
 
Bir zamanlar, iyi bir şarkıcı olmak için, ağzın olabildiğince açılmasının en önemli koşullardan olduğunu okumuş veya duymuştum. Happy’de bunu çok net gördüm. Çıkabildiği en yüksek oktava kadar çıkmayı bu sayede başarıyordu bence. Diyaframdan kopan ses, ses tellerinde şekillenip, tümüyle açık ağzından insanı yatıştıran yumuşacık bir etkiyle süzülüyordu.
 
Güler yüzlü bir grup, hareketli parçalar, yumuşacık bir ses… Artık dışardan mekâna ışık verecek güneş uykuya çekilmiş, bizi karanlığa teslim etmişti. Şöminenin alevleri daha net seçiliyordu. Duvarlara yerleştirilmiş spot ışıklarıyla farklı bir etki doğmuştu. Grubun arkasındaki duvarda dekoratif amaçlı yerleştirilmiş renkli insan figürleri, tam altlarında yanan spotla günün bitişini zaten bize haber verir gibiydi; insanların gölgeleri uzamış, biraz daha yorgun, eve dönüş yolundaydılar artık. Ayakta bir saat daha geçirmiştik, ama yorulmamıştık. Ya da belki yorulmuştuk, ama hissetmeyecek kadar mutluyduk. Heidi alkışlarımıza dayanamamış ve tattığımız hazzı uzatmak için bize yardımcı olmuştu.
 
 
 
 
Soğuk bir sonbahar öğleden sonrası nasıl daha keyifli olabilirdi ki? Yine aynı mekânda Smadj ve İbrahim Maalouf birlikte sahne alsalar diyorum… Biz izlemeye gitsek diyorum… Bizim için dünyanın sekizinci harikası olur muydu? Neden olmasın?
 
 
 
 
Peyman 02.12.2012

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails