25 Eylül 2011 Pazar

İSTANBUL FALCISI - ALİ DİLBER



“Küçük hastalığa doktor ne gerek, büyük hastalığa doktor ne çare!” diyor Saddam Amca, yeni yeni “kanser” diye bir şeyi duymaya başlayıp, karısı Zehra’yı bu çaresiz illete teslim ettiklerinde... Onun söylediği “Tek doğru kelâmmış.” diyor Bekir! Ben bilmem! Ben, sekiz dokuz yaşlarında kambur bir iç sesin anlattıklarına kulak veren biriyim sadece.

Annesi, babası, Sevdiye’si, Hayriye, Ayşe, Döndü’sü, Nizam’ı, Ümmiye ananın ağzından düşürmediği, aklı hemen havalanan, Bekir’in bir türlü anlayamadığı Nuriye’si, kâatlara şifa yazan Ahmet Amca’sı, onun masada yemek yemeyi adet edinmiş eşi Şevkiye ve komşular ve diğer akrabaları ve anasının kız kardeşi Rukiye teyze, önce “gazi” ardından “şehit” sayılan kocası Mehmetçik, tüm yoksunluklara rağmen ulvi bir amaca hizmet etmek için gururla cihada teslim ettikleri oğulları Samet, komşuları Nazmigiller, kimsenin görmediği ama her şeyi gören, kontrol eden, sahip olan patron, niceleri, kambur Bekir’in iç sesiyle canlanıyor. Bekir öyle bir içtenlikle dile getiriyor ki olanları, anlamadıklarını ve asıl idrak etmeye çalıştığı birbiriyle çelişen onlarca olayı, romanı okurken tebessüm etmemek elde değil. Hâlbuki Bekir’in büyüme sürecinde yaşananlar oldukça hazin!

İstanbul Falcısı 70’lerin o kaotik ortamında İstanbul’un epey virane bir mahallesinde hiç bilmediğimiz bambaşka bir yerin, hiç dikkate almadığım bir kısmından, olanlara nasıl bakıldığını ve sürecin epeyce dikkate alınmamış ama iyice su üstüne çıkan tarafının nasıl ilerlediğini anlatır bir tarih roman aslında. Bir kısma kurtçular, diğer kısma da kızıl solucanlar dedikleri her iki tarafa da aynı uzak mesafede, nefretle bakan, patronun dediğinden çıkmayan, camilerine dâhi dışarıdan kimseyi dâhil etmek istemeyen, kendilerinden olmayanın hep kötü yanlış olduğunu ezberlemiş, Karalar köyünden İstanbul’a göçmüş, kimi Firuzköy’e kimi de Bekir’lerin yaşadığı yerde kök salmış olsalar bile birbirlerinden hiç kopmayan bir cemaatin yükseliş öncesi anlatısı da denebilir.

Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı’da “ Romanlar birbirleriyle çelişen düşüncelere huzursuzluk duymadan aynı anda inanmamızı, herkesi aynı anda anlamamızı sağlayan özel yapılardır. (sy.29)” diyor. Ali Dilber İstanbul Falcısı’nda bu çelişkiyi göstermek istemiş. Ben onlarca 70’ler Türkiye’sini anlatır roman/anı/deneme/inceleme okudum her biri birbirinin benzeri bir düşüncenin iç sesiydi aslında. Romanın Karalar köyünden göçen cemaati Mavi Gömlekli Karaoğlan, Kıbrıs çıkartması, milliyetçilik ve Süleymancılığı da içine alan tüm diğer akımlardan farklı bir yerden filizlenen, bambaşka ve hep görmezden gelinen, gümbür gümbür sesi tarif ediyor. Bu yüzden, bu romanın önemli bir tarihsel anlatı olduğunu göz ardı etmemek gerekir.

Kuran kurslarının yasaklanması sebebiyle zekâları ve yetenekleri gözetilip Suriye’ye gitmek için seçilen dört delikanlı ötekini görmeye sebebiyet veriyor. O dönemde kaçmak zorunda kalanlar; sadece Almanya ya da Rusya’ya gidenler değil diyor yazar, bazıları da bambaşka topraklarda çare aramış.

Romanın yazarı Ali Dilber ile de tanıştım ve çok keyif aldığım bir sohbetimiz de oldu. Ali Bey, Vedat Türkali’nin Yalancı Tanıklar Kahvesi’ni yazdığı sırada, romanın ilk paragrafını okuyacak kadar iyi arkadaşı. Halit Refiğ, Lütfü Akad’la beraber çalışmış. Sahne, dekor tasarımı okuyup, yıllarca tiyatro ve sinema için tasarım yapmış. Onlarca anısı ve anlatacak hikâyesi var. Bu romanı üç senede yazmış ve Ozan Yayıncılık tarafından Nisan 2011’ de basılmış. Belki ki onun da derdi benzer: “Türkiye solu nerede hata yaptı?”

Romanın devamı da olmalı, hatta olmak zorunda! Ben Bekir’in, geleceğin kötücüllüğünü gören Sevdiye’nin, hatta delişmen Nuriye’nin yaşamının nasıl devam edeceğini, Aptulla efendi’nin kaç kat daha çıkacağını öğrenmek isterim. Bekirgiller 80’ler, 90’lar ve 2000’ler Türkiye’sinde neler yapmışlar öğrenmek isterim. Ama İstanbul Falcısı’na da bazı itirazlarım var:

Roman yedi-sekiz yaşarını süren Bekir’in iç sesinden anlatılıyor. Bekir’in beş kız kardeşi bir de erkek kardeşi var. Göçtükleri köylerinden kopmadan İstanbul’un bir kenarına tutunmuşlar. Öyle kenetlenmiş bir cemaatler ki dışarlıklı her şey yanlış! Kadınlarını erkek doktora dahi muayene ettirmiyorlar. Kim gazi, kim şehit kendilerince terazileri var. Fakirden öte yoksullar ama daha öte dertlere sahipler. Sahip çıkmaları farz bambaşka bir yaşamı dimdik sahiplenmek zorundalar. Dört elle imana, kitaba ve patronlarına bağlılar.

Dediğim gibi hiç böylesine bir roman okumamıştım ve bunu okumak benim için yepyeni bir bakış açısı kattı ama romanın yer yer sarktığını düşünüyorum. İlla her romanın kendi çemberi tamamlaması gerekmiyor ama bu kadar da bağımsız bölümlerin olması romanı anıya dönüştürmüş. Örneğin Bekir’in ayakkabı boyacısı olması kısmı kendi başına çok yeterli iken bir başka kısımla tamamlanmaması o kısmı gereksiz kıldı. Ya da muhteşem bir roman kahramanı olabilecek romana da adını veren Sevdiye’den epey rol çalındığını düşündüm. Romanın ilk elli sayfasında “öyle oldu, böyle oldu” diye devam eden dilinin, Sevdiye’nin kehanetleriyle daha fazla merak oluşturabilecek alt yapısı vardı. Sanki öyle olsaydı, -geleceğe dönüp, geriye gitse ve oradan şimdiki zamanı anlatsa- daha fazla merak uyandırabilirdi.




Dileğim Necip Mahfuz’un bir başyapıt sayılan Kahire Üçlemesi kadar değerli bir seri olabilmesidir. Aklınıza sağlık Ali Bey.

Gülda


23 Eylül 2011 Cuma

Mırrrrrrr !...




The Naming Of Cats (T. S. Eliot)

The Naming of Cats is a difficult matter,
It isn't just one of your holiday games;
You may think at first I'm as mad as a hatter
When I tell you, a cat must have THREE DIFFERENT NAMES.
First of all, there's the name that the family use daily,
Such as Peter, Augustus, Alonzo or James,
Such as Victor or Jonathan, George or Bill Bailey--
All of them sensible everyday names.
There are fancier names if you think they sound sweeter,
Some for the gentlemen, some for the dames:
Such as Plato, Admetus, Electra, Demeter--
But all of them sensible everyday names.
But I tell you, a cat needs a name that's particular,
A name that's peculiar, and more dignified,
Else how can he keep up his tail perpendicular,
Or spread out his whiskers, or cherish his pride?
Of names of this kind, I can give you a quorum,
Such as Munkustrap, Quaxo, or Coricopat,
Such as Bombalurina, or else Jellylorum-
Names that never belong to more than one cat.
But above and beyond there's still one name left over,
And that is the name that you never will guess;
The name that no human research can discover--
But THE CAT HIMSELF KNOWS, and will never confess.
When you notice a cat in profound meditation,
The reason, I tell you, is always the same:
His mind is engaged in a rapt contemplation
Of the thought, of the thought, of the thought of his name:
His ineffable effable
Effanineffable
Deep and inscrutable singular Name.

22 Eylül 2011 Perşembe

Yorum Yok (3) !...



İlk Okuyucu Yorum Karşılaştırmasını (yurtdışı & yurtiçi) yaptığımda tarih 3 Nisan 2009. Karşılaştırmayı Amazon ve DnR ile yapmış ve sonuçlar epey iç karartıcı idi. İkinci karşılaştırma 13 Nisan 2010 ve kitapyurdu ve idefix'de eklemiştim.

Evet bugün 22.09.2011 bakalım neler olmuş?


1) Madam Bovary--Amazon 46--İdefix 2--DnR 0--Kitap Yurdu 3
2) Sahilde Kafka--Amazon 230--İdefix 4--DnR 0--Kitap Yurdu 11
3) Açlık Oyunları--Amazon 3002--İdefix 21--DnR 3--Kitap Yurdu 1415
4) Küçük Arı--Amazon 543--İdefix 8--DnR 3--Kitap Yurdu 448
5) Drina Köprüsü--Amazon 85--İdefix 3--DnR 0--Kitap Yurdu 58
6) Dava -- Amazon 181--İdefix 1--DnR 0--Kitap Yurdu 21
7) 80 Günde Devri Alem--Amazon 72--İdefix 0--DnR 0--Kitap Yurdu 21

16 Eylül 2011 Cuma

The Way We Were

Gülda ile En Sevdiğimiz şeylerden Birkaç Tanesi başlıklı yazılarımızın temelini atan konuşmayı yaparken bir kış gecesi Yeşilyurt Köyü’nde... Nasıl oldu da benim listemde The Way We Were yer almadı bilmiyorum. Çünkü ben ne zaman bu şarkıyı duysam aklıma Sydney Pollack’ın aynı adlı filminden özellikle Robert Redford’un denizci kıyafeti ile barda gözleri kapalı dururkenki hali ve her kadın gibi sarı saçlarını elimi uzatıp düzeltme ihtiyacını duyururken…ve her dinlediğimde gözlerimin dolmasına mani olamazken…

Filmi ilk seyrettiğim zaman küçüktüm ve Robert Redford’a bakmaktan Barbra Streisand ile neden bu işin yürümediğini pek iyi kavrayamamıştım . Ki ben daha o zamanlarda “ Ne böyle senle ne de sensiz,Yazık yaşanmıyor çaresiz,Ne bir arada ne de ayrı, Olmak imkansız hiç sebepsiz” şarkısını da fazla anlamadığım ve dinlemediğim bir dönemdeydim…Hele değil satır araları paragraf başı politik olaylara gönderme yapan hiçbir husus hakkında en ufak bir bilgim yoktu.



Filmi ikinci seyrettiğim zaman ben de ucundan kıyısından imkansız aşkların kıyısında köşe kapmaca oynamaya başlamış, değil aşk meşk âşık olduğumu iddia ettiğim kişilerle nasıl konuştuğuma arkadaşlarımın hayretler içinde kaldığı yıllarımdaydım. Ne böyle senle ne de sensiz şarkısının defalarca döndüğü ve insanın kendinden ve kişiliğinden her defasında bir şeyler kopa kopa ödünler verdiği zamanlar. Sonrasında ise bu ödünlerin değip değmediğinin saatler boyu düşünüldüğü , cevapları herkesin yaşadığı aşklarda arama zamanları… herkesin aşkının da , kahramanlarının da farklı olduğunun görmezden gelerek diğer aşklarla paralellik kurma zamanları.



Sonunda sevmenin yeterli olmadığı insanın yüzüne bir duvar gibi aniden, bir gece uyandığında, yürürken, konuşurken, konuşurken..birden çarptığında kaçınılmaz ayrılıkla uzlaşma ve yoluna devam etme zamanları. Ancak insanın kalbinde , ufacık ama her an büyüyüp insanı sarmalayıp sarmalayacak küçük bir nokta kaldığını bilerek.

İşte bu filmi tekrar seyrettiğimde tüm bu duyguları tek tek hissetmiştim ve muhalifliği, kendi doğruları için savaşmaktan vazgeçmeyen ve böyle davranmayıp kendi ile çelişen insanlara karşı bastırılamaz isyanı saçlarından, gözlerinden ve hüzünlü bakışlarından damlayan Katie’ye ilk başlarda –ben de Robert Redford’a- Hubble’a aşık olduğum için kızsam da, onu anlamıştım.

Filmin sonunda karşılaştıklarında düzene ve o düzenin sunduğu nimetlere kendini kaptırmış olan ve gözlerinden hala Katie’ye aşık olan Hubble’a da azıcık kızmıştım. Yıllar sonra karşılaştıklarında Katie “Your girl is lovely Hubble” dediğinde Hubble’ın eski günleri hatırlayıp, içindeki ölmemiş aşkı uğruna o dakika neden yeni , güzel, sarışın, endamlı,içinde bulunduğu her ahval ve şeriati kabul etmeye meyilli, BASİT kızı [önyargı böyle bir şey işte!)bırakıp Katie’ye sarılmadığına az biraz bozulmuştum ama elden ne gelirdi?

Aslında çok şey gelirdi ama Hubble her zaman basit ve kolay olanı tercih ettiği için şimdi onu içine çeker gibi sarılıyor ve neler kaybettiğini anlıyordu…



katie: wouldn't it be lovely if we were old? we'd have survived all this. and everything would be easy and uncomplicated, the way it was when we were young.

hubbell: katie, it was never uncomplicated.

katie: but it was lovely. wasn't it?

hubbell: yes. it was lovely.

İç burkan bir hikâye ve yüzlerce karesinden herhangi birini bir şekilde birebir yaşadığınız için yürek yakan bir film. Bir filme bu kadar yakışan ve geçmişin güzel ama puslu sularına çeken bir şarkı… Geçmişe dönülemeyeceğinin ancak sadece o günlerdeki sarhoşluk duygusunu her notasında hatırlatan bir şarkı…





memories
like the corners of my mind
misty watercolor memories
of the way we were
scattered pictures
of the smiles we left behind
smiles we gave to one another
for the way we were
can it be that it was all so simple then
or has time rewritten every line
if we had the chance to do it all again
tell me - would we? could we?

memories
may be beautiful and yet
what's too painful to remember
we simply to choose to forget
so it is the laughter
we will remember
whenever we remember
the way we were
so it is the laughter
we will remember
whenever we remember
the way we were

15 Eylül 2011 Perşembe

Gırrrrrrr

16 yaşında iken annesi kızına der ki:

‘’ Biliyorum kendini farklı hissediyorsun sanki dünya sana arkanı dönmüş!.. Bir yere bir şeye ait olduğunu ama bunun ne olduğunu çözemiyorsun. Hiç tanımadığın babanı merak ediyorsun. Acaba oda senin gibi miydi? Sen babana hiç benzemiyorsun!.. Babanın bazı özelliklerini almış olabilirsin ama yukarıda Allah şahit hiçbir zaman onun gibi olmayacaksın!... ‘’







Night Huntress Serisi ( Jeanniene Frost ) : Cat ile Bones’un hikayesi. Yukarıdaki kötü bir çeviri olmuş olabilir ama çok keyifle okuduğum bu seriyi geçen hafta bitirdim ve tam yazacakken kararımı değiştirdim.

Nedeni yeni okumaya başlamış olduğum başka bir serinin suçudur.

Okuduğum serilerde genelde birden fazla fantastik karakter oluyor ama bu seride ise tam tersi. Tabii daha ilk kitaptayım ve toplamda 12 kitap var. Bir de serilerde şunu unutmamak lazım 12'de bitecek diye bir şey yok. Diğer kitaplarda ne olur bilemiyorum ama hoşuma giden şu anda okuduğum serinin ilk kitabı olan ‘’ Bitten ‘’ da verilen detay ve yalnızca bir fantastik karakter üzerine yoğunlaşmış olması. '' Bitten '' kurt adam efsanesine dair ve yazarı Kelley Armstrong.

Seri Sırasıyla

Women Of The OtherWorld:



1. Bitten
2. Stolen
3. Dime Store Magic
4. İndustrial Magic
5. Haunted
6. Broken
7. No Humans İnvolved
8. Personal Demon
9. Living With The Dead
10. Frostbitten
11. Waking The Witch
12. Spell Bound



Kitabın başında ana karakter Elena ile tanışıyoruz ve normal olabilmek için verdiği mücadeleyi görüyoruz. Kendisi yeryüzündeki tek kurt kadın ve 1 yıl önce normal yaşamak/olmak için sürüsünden ayrılmıştır.

Bu tarz kitaplara alışık olmayanlar ilk önce önyargılarını bir kenara bırakması gerekiyor. Vampirler, kurt adamlar, faries, ghouls, zombiler, büyücüler.. Örneğin neden tek kurt kadın? Kadınlar neden kurt olmuyor? Feminist seslerin yükseldiğini duyar gibiyim.

O zaman kurtlarla ilgili kısa bir bilgi vereyim. Kurt adam iki türlü oluyor ya soydan geçiyor yani ırsi ya da ısırılarak olunuyor. Irsi olan saf ırk ve ısırılanlara ise ‘’Mutt ‘’ diyorlar yani Melez.

Kadınların kurt olamamasının nedeni ise ilk ‘’ Change ‘’ yani değişimlerinde hayatta kalamamaları. Kadınlar yalnızca bebeğe taşıyıcılık yapıyor yani hamile kalıyor ve erkek bebek doğduğunda anneden ayrılıp ‘’ Pack ‘’ sürüye katılıyor ve sürü kuralları altında yaşamaya başlıyor. Her ‘’ Pack ‘’ bir ‘’ Alpha ‘’ tarafından yönetiliyor. Alpha olmak isteyen mevcut Alpha ile ölesiye dövüşmesi gerekiyor ve kazanan yeni lider oluyor.

Ana karakterimiz Elena’nın özelliği ise diğer ana karakter olan Clay tarafından ısırılması ve hayatta kalması. Isırma ile hayatta kalmayı başaran tek kadın kurt.

Evet bu kitabı neden sevdiğime gelelim. Detay demiştik şu ana kadar okuduğum kitaplarda karakterler hakkında bu kadar detay bulunmuyor. Bu kitabın başlarında ‘’Legacy – Miras ‘’ bölümünde ise bu detayı buluyoruz.

Kısaca her Alpha’nın miras kitabı var ve burada kurtların tarihi, soy ağaçları, kurtların doğası ve sınırları üzerine araştırmalar bile mevcut.

Örneğin Rönesans zamanında bir Alpha, ölümsüzlüğe dair Muttlar üzerinde yaptığı veya bir asır sonra başka bir Alpha’nın cinsel hazmı artırmak için yaptığı detaylı deney ve sonuçları vb... Her yeni gelen Alpha buraya eklemeler yapıyor. Bu miras Elena’nın deyişi ile gerçek ve hayal (fack & fiction) karışımı. Yalnız hayal aslında babadan çocuğa aktarılan öyküler olarak kabul ediliyor.

Buna örnek ise, Cengiz Han Destanı veriliyor.

'’ …the legend that Genghis Khan’s family tree started with a wolf and doe. According to the Legacy, that was more truth than allegory, the wolf being a werewolf and the doe being a symbol for a human mother…. Cenghis Khan himself would have been a werewolf, which explains his lust for blood and his near-supernatural abilities in war. ‘’

Birkaç tane efsaneden sonra kitaptaki karakterlerin detaylı soy ağaçları yani kimlerden ve nasıl bu sürüye katıldıkları detaylandırılıyor. Tabii bu arada da öykümüz yavaş yavaş başlamış oluyor.

Kısaca öyküyü okumaya başladığınızda net olarak ana karakterlerin nereden geldiğini anlamış oluyorsunuz ki bu benim çok hoşuma gitti. Sanki kitabı daha insancıl yapmış. Kitabı daha bitirmedim ama böyle devam ederse bu seri de çabuk biter.






Nimir Ra

7 Eylül 2011 Çarşamba

GÜNE BAKAN ÜÇLEMESİ 2 - MAVİ DAĞ - Gülşah Elikbank



Zaman uçup gidiyor diyoruz, ama bazen de ağır çekim bir film sahnesi gibi son derece yavaş ilerliyor. Hele ki severek okuduğumuz ya da seyrettiğimiz bir filmin serisi ise beklediğimiz, zaman bizimle dalga geçer gibi hepten ağırdan satıyor kendini.

Bir yıldan fazla beklemişiz Güne Bakan Üçlemesi’nin ikinci kitabını. Neredeyse Nil ve Kayra’nın aşkı benim hafızamda yerini yeni aşklara bırakacaktı ki imza günü için aldığım davetle bekleyişin sonuna geldiğimizi öğrenmiş oldum.

Serinin ilk kitabı olan Siyah Nefes’le ilgili yazımı, Şubat 2010 arşivimizden okuyabilirsiniz.

http://ayseninkitapkulubu.blogspot.com/2010/02/gune-bakan-uclemesi-1.html

Mavi Dağ’da Nil, ailesinin izinde Kayra, Fimes, Aneko, Nisa, Luna, Logis, Noran ve Sofis ile birlikte macera dolu bir yolculuğa çıkıyor. Kasabada tanışıp arkadaş olduğu herkesin yeteneklerini çalan Nil, annesi ile dadısını Supay’ın gazabından koruyabilecek mi?

Mavi Dağ’da yaptıkları yolculuk esnasında gruba eşlik eden Karas’ın gizemi, Nil’i nasıl etkileyecek?

Supay Nil’i ve diğerlerini Mavi Dağ’ı geçip, kayıp ailelerine ulaşmaktan alıkoyabilecek mi?

Siyah Nefes’i okurken karar vermiştim ki benim için aşk ve fantastik tamamen zıt kutuplarda yer alıyorlar. Çünkü ben fantastiği tamamen duygu ötesinde, insan gözünün görebileceğinin, kulağının duyabileceğinin, tadabileceğinin ve hissedebileceğinin ötesinde düşünüyorum. Aklın almayacağı özelliklere sahip nesneler var benim fantastik dünyamda. İnsani meziyetlerin ötesinde sınır tanımayan özelliklere sahip canlılar odak noktasında. Duygusal devinimlerden arınmış, mekanik hareketlerin ağır bastığı bir dünya benim fantastik dünyam.

Oysa aşk mekanik bir olgu değildir. İnsanın aklını başından alan aşkta tamamen duygularla hareket edilir. Duygusallığın zorunlu olarak saf dışı bırakıldığı tek an ise, bazen sevdiğini sırf onun iyiliği için bırakmak gerektiği andır. Tıpkı bunun çelişkisini yaşayan Nil ve Kayra gibi…

Fantastik deyince ben her birinin mutlaka mantıklı bir açıklaması olan doğaüstü olayları, canlıları, yaşam koşullarını tahayyül ediyorum. Mavi Dağ’ın ismini nerden aldığı gibi, yolculukları esnasında tanıştıkları ve güzelliği ile Nil’i kıskançlığın pençesine hapseden Şaya’nın asıl kimliğinin düşünülenden çok farklı olduğu gibi.

Mavi Dağ’ı okurken bu üçlemeyi fantastik dünyanın şaşırtıcı, ürkütücü, akıl almaz öğeleriyle süslenmiş bir aşk romanı olarak okumaya karar verdim. Sanırım doğrusu da bu zaten.

Şimdi merakla serinin üçüncü kitabını bekliyorum.

Sevgili Gülşah Elikbank’tan aldığım bilgiye göre de üçüncü kitabı çok da fazla beklememiz gerekmeyecek. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda üçüncü kitaba kavuşacağız.



Siyah Nefes Eylül’ün ikinci haftasında ikinci baskısını Postiga Yayınevi’nden yapıyormuş. Üstelik arka kapak yazısı fantastik kurgunun duayenlerinden Sadık Yemni, ön kapak yazısı da Orkun Uçar tarafından kaleme alınacakmış.

Bir röportajda, Gülşah Elikbank, kızı Rüya’nın doğumu ile birlikte hayatını yeniden gözden geçirdiğini ve bundan sonra ki yaşamının merkezinde yer alacak kızına göre bir hayat çizgisi çizmeye karar verdiğini söylüyor. Yazmak ise onu sıkıcı profesyonel çalışma hayatından kurtaran, kendisine eğlenceli yazın dünyasının kapısını açan bir amaç.

Kurguda her yazarın kendi dünyasını oluşturması gerektiğine inanıyor. Bu nedenle de romanlarında Suri Irkı, Mask İnsanları, Gölge Adamlar gibi ırklar yaratmış. Böylelikle geride sadece kendi adıyla özdeşleşecek özgün bir eser bırakmış oluyor.

Zengin hayal dünyasının kitap sayfalarındaki yansımaları ile pek çoğumuzun bağdaştırmakta zorlandığı Türk yazar ve fantastik edebiyat ilişkisini, iki kitabı ile sağlam temeller üstüne kurduğuna inanıyorum.

Türk yazarlar ve fantastik edebiyat deyince kimler listeyi oluşturuyor bunu da biraz araştırdım. Açıkçası liste sandığımdan daha uzun çıktı.

Barış Müstecaplıoğlu hem kendi ilk romanı olma özelliğini hem de fantastik kurguda ilk Türk romanı olma özelliğine sahip Perg Efsaneleri dörtlemesinin ilki olan Korkak ve Canavar ile listenin başında yer alıyor. Serinin diğer kitapları Merderan’ın Sırrı, Bataklık Ülke ve Tanrıların Alfabesi’dir.

Ahmet Aziz Çongarlı Yılan Kayası, Alp Aras Elf Kanı, Bahadır İçel Karanlığın Ötesinde, Çiler İlhan Rüya Tacirleri Odası, Burak Turna Bigeran, Erol Çelik Heyula, Emin Ersöz Düş Yolcusu, Esin Akyıldız Aynanın Diğer Tarafında, Göktuğ Canbaba Ozanın Şarkısı, Hakan Bıçakçı Romantik Korku, Rüya Günlüğü, Boş Zaman, Orkun Uçar Asi, Kızıl Vaiz, Orkun Uçar ve Burak Turan Zifir, Sadık Yemni Muska, Muhabbet Evi, Ölümsüz, Saygın Ersin Zülfikar’ın Hükmü, Erbain Fırtınası, İhsan Oktay Anar Puslu Kıtalar Atlası, Sezgin Kaymaz Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir, Geber Anne, Sibel Atasoy Sırıtkan Kırmızı Ay, Yiğit Kulabaş Zamanya listenin diğer isimlerini oluşturuyor.



Fantastik roman yazarlarımız ile fantastik ve bilim kurgu öğeleriyle eserlerini zenginleştirmiş yazarlarımızdan Barış Müstecaplıoğlu, Giovanni Scognamillo, Nazlı Eray, Ümit Kireççi, Kadir Aydemir, Altay Öktem, Arzu Çur, Ferhan Ertürk, Yiğit Değer Bengi, Gündüz Öğüt, Orhan Duru, İzzet Yasar, Evren İmge, Levent Şenyürek, Çiler İlhan, Sadık Yemni, Levent Mete, Muammer Yüksel ve İhsan Oktay Anar’ın öykülerinden oluşan bir eser olan 1002 Gece Masalları Yiğit Değer Bengi tarafından hazırlanmış ve Türk Edebiyatı’nda bir ilk olma niteliğine sahip.



Liste bu kadar değil aslında. Çünkü fantastik ve bilim kurgu edebiyatının mihenk taşlarından biri olarak nitelendirebileceğimiz ve 2000 yılında internet üzerinde Orkun Uçar tarafından kurulan Xasiork Ölümsüz Öyküler Kulübü, kurulduğu yıldan bu yana fantastik, bilim kurgu, gerilim, polisiye öykü yazarlarını çatısı altına toplamayı, her yıl düzenlediği yarışmayla edebiyatımıza yeni kalemler eklemeyi misyon edinmiş, ki bu da listeye yeni yazarların ve eserlerinin eklenmesine, böylelikle de fantastik edebiyatta Türk romanlarının da hatırı sayılır bir yer edinmesine olanak sağlıyor.

Bence, benim yaptığım gibi önyargılı yaklaşmayalım Türk fantastik romanlarına. Okuyalım, destekleyelim, yaşatalım.

Kaynaklar: frp.net
xasiork.org


Sevgiler,
Peyman



5 Eylül 2011 Pazartesi

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails