Marquis De Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marquis De Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mart 2012 Salı

"UYDURULAN HER ŞEY GERÇEKTİR."



“Uydurulan her şey gerçektir.” diyor Flaubert, Louise Colet’ye yazdığı 1853 tarihli mektubunda. Devam ediyor: “Bundan emin olabilirsiniz. Şiir sanatı geometri kadar kesin olan bir konudur. Zavallı Bovary’ciğim şimdi hiç kuşku yok ki Fransa’nın yirmi köyünde ıstırap çekiyor ve ağlıyor.”

Ve hiç kuşku yok ki onca zaman geçtikten sonra bile dünyanın her yerinde yüz(bin)lerce insan Emma Bovary’ye benzer bir acı içinde gözyaşı döküyordur. Flaubert gibi sanattan deva bulamamış, hayatın karamsar, birbirinin tekrarı günleri arasına sıkışmış düzinelerce Emma için birbirimize yüksek sesle söyleyelim diyor: “Madam Bovary, benim, sizsiniz, hepimiziz.”

Flaubert 1851 yılında yazmaya başladığı Madam Bovary’nin yaratım sürecini “Bu kitabı yazarken parmak eklemlerine kurşun toplar bağlayıp piyano çalan biri gibi hissediyorum kendimi,” diye açıklar. Yayımlandıktan sonra da müstehcen bulunduğu için açılan davalardan, kitabın ününden oldukça rahatsız olup “Çok param olsa, Madam Bovary’nin tüm kopyalarını satın alırdım ve bir daha kimse ondan söz edemezdi.” der Du Camp’a. Oysa on dokuzuncu yüzyıldan başka zamanlara Woody Allen tasarımı, geçiş sağlayan bir dolap olsa ve böylece romanının izini sürebilse, kitabın tüm basılı nüshalarını ateşe atamadığına sevinirdi sanırım.



Bu kitabı kulübümüzde, beraberce okuduğumuzda hepimiz kırklı yaşlarımıza yaklaşmıştık. Romanı çok daha gençken okumuş, Flaubert’in sıkça bahsettiği çekmecelerimize gömmüştük. Geçmişten kalanlarla, yeniden okumanın yarattığı katmanların birleşimi; tanıdıklık hissinden kaynaklı yakınlaşma olduğu kadar, sıklıkla içimize gömmeye çalıştığımız öfkenin dışa vurumu gibiydi.



“Hiçbir şey hakkında ama hayatla ilgili her şeyin anlatıldığı bir kitap.” diyor NTV Yayınları tarafından yayımlanan Madam Bovary Çizgi Roman’ında. İş Bankası Yayınları tarafından basılan çevirisi Nurullah Ataç’ın özverili çalışmasıyla başlıyor, onun vakitsiz ölümüyle Sabri Esat Siyavuşgil tarafından devralınıyor. Üç yüz seksen beş sayfalık kısacık bir romanda, yüzyıllarca devam edecek bir sıkıntısı/bekleyiş tekrar çevriliyor. Her ikisi de hiçbir çevirinin, romancının dilsel yeterliliğine yaklaşamayacağını belirtiyor. Orhan Pamuk “Bay Flaubert Benim!” diyor. Murakami, metaforlarının bir kısmını Flaubert’in çekmecesinden çıkartıyor. Perec, Şeyler romanına, Flaubert cümleleri yerleştiriyor. Röportaj vermekten kaçınan Salinger, Flaubert’e hayranlığını tekrar tekrar hatırlatıyor. Tolstoy’dan Nabokov’a, Henry James’ten Mario Vargas-Llosa’ya kadar birçok yazar, sanatçı Flaubert’e olan tutkusunu dile getiriyor.

Roman hakkında konuşurken, her birimiz Flaubert’in nasıl ölümsüz olduğunu tekrar hatırladık. Doğanın, yaşamın, aşkın, okurluğun, çevrenin, insanlığın değişmeyen “kutsal tarihçesini” dinledik. Onun benzersiz semboller eşliğinde yarattığı dilin büyüsüne kapıldık. Bu simgelerin birçoğunu düz bir okumayla bile önünüze serebilme ustalığına şapka çıkarttık. Anlaşılmaz benzetmeler yerine, ustalıkla kullanmış olduğu tertemiz mecazlarında, tüm budalalıklarımızı işaretledik.

FLAUBERT'İN SEMBOLLERİ

Roman Charles Bovary’nin gençliğiyle açılır ve Charles’ın taktığı tuhaf kasket ileride nasıl bir kişiliği olacağını anlatır. Annesinin onu korur kollar tavrı, tüm kitaba yayılır. Aşkın ne olduğunu çoktan tatmış olan Charles’ın doktor çıkıp, Mösyö Rouault’u tedavi etmesiyle tüm renkler, kokular iyice belirginleşmeye başlar. İlk tanışmalarında Emma’nın gözleri kestane rengidir, ama kirpikleri onları kara gösterir. Aslında roman boyunca, göz rengi değişip durur. Evden süsen çiçeği, nemli çamaşır kokusu gelir. Renkler birbirinin içinden geçerek; neşeyi, kederi, matemi, hevesi, umutsuzluğu, şüpheyi, arzuyu, devamlılığı, öfkeyi, tükenme ve tüketmeyi, boyun eğmeyi, ihtişamı, feryadı, sabretmeyi, dönüşümü, gelişimi, ilerleyememeyi, doğumu ve ölümün gelişini çizer. Yeşil doğanın, Charles’ın Emma’ya olan sevgisinin sembolüdür. Mükemmeliyete, zenginliğe, duyarlılığa işaret ettiği gibi Emma’ya iyi davrananlar hep yeşil giyer. Papatya ve yasemin naifliği, sığınmayı ve kibarlığı temsil ederken, kırmızı çiçekler tehlikenin habercisidir. Emma’nın kilisede gördüğü beyaz ve kırmızı çiçekler hem saflığı hem de Leon’un baştan çıkarıcılığını hatırlatır. Emma, Charles ile evlenip eve ilk geldiğinde yatak odasında eski karısının gelin buketini görür ve kendisi öldüğünde gelin buketine ne olacağını düşünür. Mutsuz evliliğinin simgesi olarak buketini yaktığında, gençliğini ve hayatını nasıl hayal ettiğini düşünür.

Mösyö Rouault’un kızı Matmazel Emma babasının tedavi süreci boyunca, bir taraftan küçük yastıklar diker. Bunu yaparken de ikide bir iğne parmağına battığı için, parmağını emmek zorunda kalır. Aklımıza Flaubert’in “Ben puro gibiyim: Yakabilmeniz için ucumu emmelisiniz.” sözü düşer. Puro da tıpkı renkler gibi uygun durumlarda fallik bir sembol olarak yerini alır, kasket sahibi kenara atılır, daha cazibeli, burjuvaziye daha uyum sağlamış olan şapkalı kişiler belirir. Vikont olur, saf bir noter kâtibi olur, zengin, çapkın biri olur, meraklı ve yenilikçi bir eczacı da, bir tüccar da. Emma’nın başında, özgürce uçuşur.



Mösyö Rouault, pencereyi aralar ve kızı Emma’nın Charles Bovary’nin evlenebileceğinin işaretini verir. Pencere tüm roman boyunca, ümidin, başka bir hayatın, kaçışın ve nihayetinde ölümün simgesi olarak açılır, kapanır. Bir sokak kaldırımı gibi dümdüz biri olan Charles, giderken kırbacını bulamaz. Oysa dans, coğrafya, resim bilip, piyano çalan Matmazel Emma, kırbacı buğday çuvallarının arkasında görmüştür. Flaubert, Marques de Sade’ı “eğlendirici bir saçmalık” olarak yorumlasa da okumuştur ve kırbaç tüm roman boyunca; okurun, zavallılığın, çaresizliğin, rutinin, yavanlığın ve kötü edebiyatın/sanatın üzerinde şaklar, acıtır, yakar, iz bırakır.

Emma yaşamının henüz başındayken zehirlenmiştir ve onu zehirleyen okuduğu sığ romanlardır. Yaşamı, aşkı, evliliği sadece haz duymak olarak algılar ve ne yazıktır ki, haz böyle bir bakış açısında süreklilik gösteremez. Flaubert, kitabı yazma serüveninde, romantizm akımının edebiyat üzerinde yarattığı karanlık, kaotik dehşetine bir tepki olarak Madam Bovary’i arsenik içerek öldürür. Emma, acı içinde cebelleşirken, ağzında mürekkebin tadını duyar. Flaubert Emma’yı yok ederken bu bayağılığı, bu yüzyılın tabiriyle çok satan kitapların yarattığı piramidi de yıkar.

Kızı doğduğunda bir isim bulmak için zorlanan Emma, Vaubyessard şatosunda gittiği baloda duyduğu Berthe adını seçer. Romanın birçok karakterinin isimleri özellikle seçilmiştir. Homais “Homme” isminden türetilmiştir. Fransızca adam anlamına gelirken, romanda burjuvaziliğin de sembolü olur. Mösyö Homais önemli kavramlara değer verdiği için çocuklarına bunları hatırlatır isimler koymuştur. Napoleon şan ve şerefe, Franklin hürriyete, Irma romantizme, Athalie Fransız tiyatrosuna övgüdür.

Leon, Emma'ya şehveti hatırlatır ve tutkunun sembolüdür. Leon kulağa “Loin” gibi gelir ki, o da üreme organı demektir. Binet, asker ve vergi tahsildarıdır. Tornasında ürettiği kullanışsız parmak yüzükleriyle faydasızlığı simgeler. İçi geçmiş ve karakteri zayıf biridir, hayal gücünden yoksundur. Fransızcada Binet, taklit etmek anlamına gelen Biner gibi telaffuz edilir. Ve en nihayetinde torna, basit ve tekdüze bir sanat eserinin ortaya çıkışını temsil eder, Emma’nın tuzağına düştüğü monoton hayatı işaret eder. Ölüm döşeğindeyken tornanın kendisini ölüme davet ettiğini işitir.

Lariviere Fransızcada nehir demektir. Dr. Lariviere de karakteri güçlü, tereddüt etmeyen ve kendi yönünde giden biridir. Emma'nın hizmetçisinin ismi Fransızca mutluluk anlamına gelen Felicite’dir. İsim oldukça ironiktir çünkü Emma, sürekli aradığı ve her şeyi yapmaya hazır olduğu mutluluğun kölesidir.

Flaubert yarattığı mekanlarla ilmekleri birleştirir. Yonville kasabası ile Rouen şehri arasındaki gidiş gelişler Emma’nın aşk ile ölüm arasında sıkışıp kaldığını simgeler.
Emma ile Leon’un buluştuğu at arabasını izleyen kör dilenci, Emma’nın ahlâki çöküşünü anlatır.

Bu yıkımlarla Flaubert, bize “Torbanın dibini gösterdi ve oradan kalkan yakıcı tozlar boğazımıza kaçtı.”

Ayşe, Gülda, Peyman


23 Mayıs 2009 Cumartesi

Lulu Almudena Grandes 20.05.2009



Yazarı : Almudena Grandes,
Çeviren : Nejat Bayramoğlu
,
Yayın Evi : Okuyanus Yayınları
Türü : Erotik Roman
,



Mekan: L'Ola / Arnavutköy
Tarih: 20.05.2009
Sunucu: Gülda
Katılımcılar: Ayse, Aycan, Belkıs, Bilgen, Billur, Gülda, Gülden, Peyman, Yonca



'' Öbür tür, geleneksel edep bende hiç olmamıştı. ''






Almudena Grandes

1960 yılında Madrid’de (İspanya) doğdu. Tarih ve Coğrafya eğitiminin ardından yayıncılık alanında çalışmaya başladı. 28 yılında yayımladığı ilk romanı LULU ile Le Sonrisa Vertical (Premio La Sonrisa Vertical) (*) Erotik Edebiyat Ödülü’ nü aldı.


Romanları:
• Las edades de Lulú (1989)/ The Ages of Lulu/ Lulu (Sinemaya uyarlandı)
• Te llamaré Viernes (1991)/ I will call you on Friday
• Malena es un nombre de tango (1994)/ Malena is the tango’s name (Sinemaya uyarlandı)
• Atlas de geografía humana (1998)/ Atlas of Human Geography/ İnsan Coğrafyasının Atlası (Sinemaya uyarlandı)
• Los aires difíciles (2002) / The Difficult Airs (Sinemaya uyarlandı)
• Castillos de cartón (2004)
• El corazón helado (2007)/ The Frozen Heart(*)


Öyküleri:
• Modelos de mujer (1996)/ Kadın Modeller
• Mercados de Barceló, 2003
• Estaciones de paso (2005)


1994 yılından itibaren şair Luis García Montero ile evli olan Almudena Grandes aynı zamanda, İspanya’nın en çok satılan günlük gazetesi olan El Pais (Ülke) gazetesinde, politik duruşu ile toplumsal sorunlara eğilen yazılar yazan bir köşe yazarıdır. İnsan Hakları konusundaki “ikiyüzlülüğü durdurun” uluslararası çağrısında imzası bulunan 400 yazardan biridir

Aynı zamanda ülkesinin çok sevilen ve sadık bir okuyucu kitlesine sahip bir yazarı olan Grandes, ilk kitabı olan Lulu’nun ve kitabın cinselliğinin gölgesinden kurtulması uzun yıllarını almıştır. Hem eleştirmenler hem de okurlar tarafından kabul görmüş olan, İspanya iç savaşı üzerine bir baş yapıt olarak kabul edilen Los aires difíciles (The Difficult Aires) adlı romanı ile en iyi İspanyol yazarları ile beraber anılmaya başlanmış ve aynı roman ile yılın en iyi kitabı ödülü olan Premio Calamo’yu ve okuyucuların seçimi ile de Premio Crisol ödülünü kazanmıştır. Yazdığı eserlerin tümü ile de sanat ve edebiyat ödülü olan Julian Basteiro ödülünü almıştır. Türkçede en çok görmek istediği yapıtı ise, son romanı The Frozen Heart olduğunu dile getirmiştir. Aynı zamanda bir Orhan Pamuk hayranı olan Grandes. Söyleşisinde; “Bazen büyükbabamın öykülerini dinliyormuşum gibi geliyor onu okurken. Yazdıkları o kadar bizden ki, Sessiz Ev’i hiç bilmeyen birine rahatlıkla bir İspanyol romanı diye yutturabilirim diyor”

Luis García Montero

Şiirleri, büyük Şair Federico García Lorca ile karşılaştırılan Luis Garcia Montero, 80’li yıllar İspanya’sında özgürlük ve demokrasi dönemini anlatan şiirleri ile “yaşantı şiiri” akımının en önemli temsilcilerinden biridir.






LULU

Bu kitap Lulu ve Pablo arasında yaşanan tutkulu aşkın hikâyesidir. Bu hikâye, aynı zamanda Franco rejiminin bitip, İspanya’da özgürlük döneminin başlangıcında yaşananlara ve arada kalışlara da ışık tutar.

Lulu, abisi Marcelo’nun arkadaşı olan yirmi yedi yaşındaki Pablo’yu hiçbir beklentisi olmadan, belirsiz ama rahatlatıcı bir aşk sevmeye başladığında daha on altı yaşındadır. Aşkı ve cinselliği sınırsızca merak eden Lulu, Pablo ile bu yolculuğa çıkacaktır. Bu yolculuk Pablo’nun ikinci el Seat 1500’ünde başlar ve sonucunda Lulu’nun kırılma noktasına gelinceye kadar devam eder.

Lulu, katolik kalabalık bir ailede dokuz çocuktan yedincisi olarak dünyaya gelen, ağabeyi Marcelo haricinde diğer aile fertlerinden ilgi göremeyen küçük bir kız iken, Pablo’nun “sen özelsin, hemen hemen kusursuz küçük bir kızsın” sözüyle, kendini keşfe çıkar. Bu söze yıllar boyu bir can simidi gibi sarılarak, onu aciz etmekten çok, hayattan zevk almasına sağlayan bağımlılıklarına kavuşur, bu bağımlılık beraberinde, belirsiz ve huzur vereci bir geleceği, “anı yaşa” kavramı ile değiştirir. Bu kavram yalnızlık ve acıyı da beraberinde getirse de, Lulu duygularını pozitif yöne çevirebilen, yalnızlığı kendi tercihi ile seçebilen, mutlu ve güçlü bir karaktere dönüşmektedir.

Pablo Lulu’dan daima iki şeyi hatırlayacağına dair kendisine bir söz vermesini ister.
“Seks ve aşk birbirinden daima farklıdır ve bizim yaptığımız bir aşk eylemiydi”.
Bir isteği daha vardır Pablo’nun “Cici ol ve büyüme”

Pablo ve Lulu’nun evliliği, oldukça sıra dışı bir düğün ve ardından günlerce evden çıkmamaları ile başlar, Lulu ev işleri konusunda hiç başarılı olmamasına rağmen, Pablo onu her zaman çocuğu gibi korur, kollar ve hiç sinirlenmez. Pablo’nun en çok istediği şey Lulu’ya benzeyen bir kızının olmasıdır. Kızları dünyaya geldikten sonra da bir süre evlilikleri ve aşkları devam eder.

Bu tutkulu aşk, bir genç kızın, kadınlığa geçişi ve olgunlaşma süreci oldukça sert bir zeminde anlatılmakla beraber, kitabı objektif bir gözle okuyan her kadın okur, kendi endişelerini ve tecrübelerini kitapta çok kolaylıkla bulabilir.

Burada tek fark, Lulu’nun geleneksel edep anlayışından çok uzak olmasıdır. Bu uzaklığa yaklaşılabilen okur, kendi öyküsünü de kitapta mutlaka bulacaktır. Zaten kendimize en benzemeyende, kendimizi en fazla tanıma fırsatını yakalayabiliriz.

Tüm kitap boyunca, Lulu’nun endişeleri ve kendini geliştirme sürecinde bir genç kadının tüm sancıları anlatılır.

* Lulu’nun çok küçük yaşta başlayan Pablo’ya olan aşkı.
* Almış olduğu dini eğitimin, kişisel gelişiminde sürekli çelişki yaratması.
* Cinsellik ile ilgili tasvirlerde sık sık dini öğelere yer verilmesi ile suçluluk duygusunun ortaya çıkışı ya da dine başkaldırı.
* “Erkekler böyle kızlarla yalnızca gönül eğlendirir, evlenmezler” tarzında toplumun alışagelmiş vaazlarına kulak tıkayamaması.
* Aklının bir köşesinde Pablo’nun kendisinden daha genç, hep daha genç bir kadını arzulayacağına duyduğu endişe.
* Bir çocuk sahibi olmanın verdiği karmaşa.
* Kendisini keşfe çıkmak için ve önlenemez iştahını bastırabilmek adına para ile satın aldığı saatler.
* Kız arkadaşları ile geçirdiği mutlu tombul inek saatleri, saatlerce sebepsiz yere gülebilme, yapamayacak olmasını bilinmesine rağmen kız arkadaşından her şeyi isteyebileceğinizi bilmenin verdiği konfor.
* Bir erkeğin her ne kadar kendisine güvense dahi bazı durumlarda yetişkin gibi görünmekten vazgeçerek şaşkın bir yeni yetmeye dönüşebildiğinin tasviri.
* Lulu ne kadar geniş ve köşelerden uzaklaşmaya çalışsa dahi kıramadığı batıl inançları.
* Ekonomik sorunlar, paranın ne için harcanmasının daha doğru olduğu sorgusu.
* Merak (Ely İspanyol bir erkeği olan Ely kadına dönüştüğünde futbol tutkusunu bastırıp bastıramayacağı, Pablo’nun bir erkek ile yatıp yatmadığı gibi.)
* Dünyada uğrunda mücadele edilecek çok büyük davalar varken, âşık olduğunda hayata anlam kazandıran tek açık ve yalın gerçeğin AŞK olması.
* Reddedilme korkusu.
* Kendi bağımsızlığı için birçok şeyden mutsuz olmayı göze alarak vazgeçebilmek, dibe vurma anı, kendini zincire vurulmuş ve çok çaresiz hissetmek

Kitabın Müzigi: Piensa En Mi LUZ CASAL


Kendisi ile yaptığım kısa söyleşide filmin müziğinin ne olabileceğini sormuş ve yanıt olarak seksenlerin İspanyol müzikleri demişti. Tam olarak ne olduğunu anlamadığımı fark ettiğinde de Pedro Almodovar’ın film müzikleri olabilir diyerek bana yardımcı oldu Grandes. Ben de Yüksek Topuklar filminden Piensa En Mi’yi seçtim




LULU VE İSPANYA



İspanya 80’li yıllara kadar çok karışık bir dönem yaşadı. 1939 yılında biten iç savaşın ardından 1975 yılına kadar General Franco’nun diktatörlüğünce yönetilen İspanya’da birçok özgürlük kısıtlanmış, birçok heykel kırılmış, İspanyolca haricinde diğer dillerin ülkede konuşulması dahi yasaklanmıştır. Aşırı sağcı bir çizgide bu otoriter rejim altında yönetilen halk, Franco’nun ölümü, seçimler, askeri darbe girişimlerinden de geçerek batı tipi demokrasi anlayışına kavuşmuştur.

1980’den önce el ele dolaşmak bile yasak iken, özgürlüğe aç İspanyol halkı, devam eden yıllarda diktatörlükten demokrasiye geçerken verdiği sancılı süreç birçok sanat eserinde de izlenmektedir.

Lulu’nun başarısının sırlarından biri de budur. Özgürlük isteği ve daha da fazlasını isteyen İspanya halkı için doğru zamanda yazılmış bir kitaptır. Kitabın birçok bölümünde de, rejime göndermeler yapılmaktadır. Pablo ve Marcelo’nun hapse düşmesi, aşırı sağcı bir rejimde solcu olmak, kilisenin baskısı ve yeni özgürlük döneminde birden bir aşırı uçlara gitmek.

Franco döneminde ülkede İspanyolca dışında başka bir dilin konuşulmaması ve ülke birliği kurulabilmesi adına yapılanlar, İspanya’da yaşayan zaten milliyetlerine oldukça düşkün halkları aşırı milliyetçi hale getirmiştir. Birçok dil yitmekle beraber, İspanya özgürlük dönemi geldiğinde kardeşçe ama içten içe büyük bir rekabet ile yaşayan halklar topluluğuna dönüşmüştür.

Bir Katalan’a İspanyolsun değil mi diye sorulması hoş karşılanmaz. Bir Bask’a nerede iyi bir paella yiyebileceğini ya da bir flamenko gösterisi hakkında soru sorun, cevap alamazsınız, çünkü bunların kendi toplumları ile ilgisi yoktur. İspanya’ da değişik şehirlerarasında oynanan, her maç bir ülke maçıdır.

İspanya’da yaşıyorsan nereli olduğun kavramı çok önem taşımaktadır. Almudena Grandes bu konuya oldukça vurgu yapmıştır, birçok İspanyol halkına gönderme vardır. Birinin kötü bir özelliği anlatılacaksa mutlaka nereli olduğunu belirtilmiştir ya da halkı ile övünen bir kişi konuşmaya memleketinden bahsederek başlamaktadır. Böylece tüm kitap boyunca, Katalan, Bask, Endülüslü, Sevilla’lı gibi halklar hakkında fikir vermiştir.

Romanlarının konularını tamamen İspanya’dan alan Grandes, kitap boyunca Madrid’in sokakları, değişimi hakkında da birçok bilgi verdiği gibi, Madridlilerin çok sevdiği porra’lar, churro’lar, kremalı pastalar, sütlü kahve, yılan balığı yavrusu gibi yemekler ile kültürleri hakkında bilgi vermektedir. Ayrıca, “git dibini dövdür” gibi yerel küfürleri de kitabına eklemiştir.

Kitapta Bahsedilen İki Büyük Sanatçı:

Charles Baudelaire

Pablo avazı çıktığı kadar bağırarak; Charles Baudelaire'in (Les Fleurs du Mal) modern şiirin en iyi eseri kabul edilen Kötülük Çiçekleri adlı şiir kitabından bağıra çağıra şiirler okur. Tüm kitap boyunca, Pablo’yu daha iyi anlayabileceğimiz başka bir bölüm bulunmamaktadır.
Kötülük Çiçekleri, ideal olan ile yaşananlar arasında kalanın yaşadığı, insani sıkıntı ve bu sıkıntıdan kurtulmak için yapılanları anlatır.

Koyu bir sıkıntıyı ile başlar, devamında bundan kurtulmak için bulunduğu yerden ayrılmayı, yolculuğunu ancak hiçbir şekilde sıkıntısında azalma olmaması sebebi ile geri dönüşü, bu dönüş sonrası yapay cennetler yaratmayı, sanata, şaraba sığınmayı, ahlaksız ilişkiler içinde yer almayı, aşkı, isyanı ve en sonunda ölümü anlatır. Bu sıkıntıdan kurtulmak mümkün değildir, bu salt bir teslimiyettir. Pablo’nun Kötülük Çiçekleri ise ideal ile olan arasında sıkışıp kalan Lulu’dur.


Marcus Valerius Martialis


Marcus Valerius Martialis’in kitabının, notlarını, girişini yazmış ve çevirisi yapmış olan Lulu bununla gurur duymaktadır.

Marcus Valerius Martialis, 1.yy da yaşamış bir şairdir. Epigamları (hiciv/nükteli söz) ile ünlü olup, bu gün dahi üzerinde çokça sıklıkla bahsedilen sözlere sahiptir.

Lulu’yu düşünecek olursak, sözünü sakınmayan, anlaşılabilir olmasa da son derece net bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Tahminen Lulu bir şair olsa idi, mutlaka epigram yazardı



Erotik Roman ve Lulu

"Kültürün amacı, insani, her şeyi okuyabilecek, görebilecek yetenekte kılmaktır. Her şeyi okumalı, görmeli; ama her seyin serbest olduğuna inanmak için değil, gerçeği aramak için....
Özgür düşüncenin temel güçleri bilinç-sağduyu-insana saygı korunduğu sürece, bunun asla sakıncası yoktur demiş, Erotik Edebiyat Tarihi adlı kitabın yazarı Alexandrian


Vladimir Nabokov - Lolita


Küçük kız ve yaşlı erkek hikayesi, aklımıza Nabakov’un Lolita’sını getirir. Ancak hem dili, hem de anlatım hikayesi olarak Lolita bir baş eser iken, Lulu sadece bir varsayım olarak kalabilir. Oldukça genç bir kızın cazibesine kapılan bir adamın ezikliği ve çaresizliği, küçücük bir kızın masumiyeti ve çocukluğu ile karşı karşıya getirilir. Lolita’da, karakterler çok iyi tasarlanmıştır ve onların tüm duygularını okura geçerken, Lulu’da karakterleri anlayabilmemiz çok mümkünlü değildir. Ancak alt metinlerde bazı bilgileri yakalayabiliriz, dolayısı ile kitaba ancak bir izleyici olarak bakılabilir.




Marquis De Sade - Sodom’un 120 Günü


Lulu’da ceza ve eziyetin zevkli olduğu varsayımı, yine Lulu’nun kendisine yaptığı küçük, gönüllü eziyetlerle de anlatılmaya çalışılıyor. Acı’nın aynı zamanda zevk verebildiği, ödüllendirme ve cezalandırma kavramları sorgulanmaya çalışırken, Lulu ahlak anlayışının üzerinde yarattığı suçluluk duygusu ile başa çıkamıyor. Belki bu bölümlerde Lulu’nun yaşadığı ikilem anlatılmaya çalışılmışsa bile epey bir zorlama olmuş.


Marquis De Sade ise kişinin kendini ifade etme biçimi olarak yorumlar sadizmi. Ahlak kavramını ters yüz ederek başka bir yön gösterir. Erdem ve ahlak kavramını, son derece sert bir üslup ama arkasında kocaman bir felsefe ile sunarken, Almudena Grandes, yine son derece vasat bir ifadeye sahiptir.

Pauline Reage - Histoire D’0 / 0’nun Hikayesi

O’nun Hikâyesi bir kadının köleleşme sürecini anlatmaktadır. Sadizmin ve saf katıksız erotizmin romanı.
Yazar Pauline Reage kendisinden oldukça yaşlı evli bir erkekle beraberdir ve en büyük korkusu, sevgilisinin onu çok daha genç biri için terk edeceğidir, bunu engellemek için sevgilisinin onu sevmeye devam etmesi için bu kitabı yazdığı rivayet edilmektedir. Sevgilisi onu terk etti mi bilinmez ama 1954 yılında yazıldığından itibaren en çok okunan kitaplardan biri olmuştur.

Lulu’nun iyi bir kitap olmakla beraber elli yıl sonra da okunan bir kitap olma ihtimalini
düşüktür.

Anais Nin - Venüs Deltası

Kitaplarında sıklıkla ensest ilişkiye yer vermekle beraber, erotizmi arayan romancı, gerek kurgusu ile gerekse ifade biçimi ile oldukça güzel erotik hikâyeler yaratır.

Almudena Grandes’ de sanırım tüm kitap boyunca böyle sade bir biçimde Anais Nin’in izinden gitmeyi denemekle beraber, romanın çoğu yerinde tıkanmıştır.

GIOVANNİ BOCCOCCIO - DECAMERON


Erotik edebiyatın en eski ve saygın eseri Decameron, on gün boyunca on kişi tarafından anlatılan yüz öyküden oluşur. Akıl sınırları dışına taşan bir zevk ve eğlence anlayışı içinde, cinsellik, din, ahlak örgüsü ile bezenmiş öykülerde, dönemin hile, cimrilik, erdem anlayışı anlatılır. Öyküler çok keyifli ve son derece sadedir. Hikâyeye konu olan kişiler, pazar, rahibe, çiftçi, bahçıvan gibi toplumun her kesiminden oldukları gibi hikâyeler içinde tecavüz, aldatma gibi kavramlara oldukça sık yer verilir.

Binbir Gece Masalları






Güzeller güzeli Şehrazat’ın kız kardeşini Şah’ın öldürmemesi için, her gece sonu bitmeyen hikâyeler anlatması gerekmektedir. Şehrazat öyle hikâyeler anlatır ki, Şah hikâyenin devamını duyabilmek için her gece onlara yeni bir şans verir. Lulu ise Binbir Gece Masalları'nın yanında alelade kalır.





MARIO VARGAS LLOSA, Üveyanneye Övgü



Çok güzel bir Lucrecia, ona her daim sadık garip ritüelleri olan kocası Don Rigoberto ve melekler kadar güzel, ergenliğe yeni adım atan üvey oğlu Alfonso arasında geçen bir erotik roman. İyi bir erotik roman yazman için, gerçekten iyi bir yazar olmak gerekir sözcüğünün kanıtı, her on yılda bir okunması gerektiğini düşündüğüm kitap.

Gerçeklik ile fantezi arasında oldukça gidip geldiği için, tüm kitap rahatsızlık duymadan okunabilmektedir. Lulu ise son derece gerçekçi bir örgü içinde yazıldığı için bazı bölümlerde rahatsızlık yaratmaktadır.



ANNE RICE


Gerçekten iyi bir erotik eser aynı zamanda iyi bir edebiyat eseridir. Anne Rice isterse vampirlerin dünyasını ele alsın, isterse takma isimlerle pornografik kitaplar yazsın her kitabı okunur. Her hikâyesinde erotizm vardır. Vampirler, vampir olmadan önce hep biseksüeldir, aseksüel vampirlerin arasında bile ifadesi güç bir cinsel çekim vardır.


Melisa P. - Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi

Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi’ni yazarken yazar, Almudena Grandes’in Lulu adlı kitabından esinlenmiş olduğunu büyük bir açık yüreklikle dile getirir.

Las edades de Lulú Filmi:

Lulu 1990 yılında İspanyol Yönetmen Bigas Luna tarafından aynı isimle sinemaya uyarlandı. Yazar aynı zamanda filmin senaryosunu da yazdı


Film her ne kadar kitabı tamamen yansıtamasa dahi, romanı okuduktan sonra filmi izlemekten hoşlananlar için değişik bir tad bırakacaktır. Film üçüncü sınıf porno filmlerini aratmayacak gibi görünse de, Francesca Neri ve Javier Bardem’ in gençliklerini izlemek oldukça güzeldir. Pedro Almodovar’da, Francesca Neri ve Javier Bardem’ in oyunculuklarını seviyor olmalı ki Carne Tremula (Çıplak Ten) filminde yine beraberce izlememizi sağlamıştır.



Ayrıca Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar (Pedro Almodovar) filminde Candela rolü ile izleyip, oyunculuğunu çok beğendiğimiz María Barranco bu filmde de Ely rolü ile inanılmaz bir performans sergilemiş.

Filmde, balayı sahnesinde çalan müzik ise, Lou Reid’ in Walk On The Wild Side. Oldukça yakışmış ve oldukça ironi yüklü. Bu arada filmin + 13 mü, yoksa + 15 mi olması gerektiğine karar vermek oldukça zor.


Gülda




İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails