29 Mart 2011 Salı

LAST NIGHT

Ya Da 30. İstanbul Film Festivali'nin Erken Açılışı

Pazartesi akşamı Gülda, Ayşe ve Yonca ve ben İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın sponsorlarından birinin Lale Kart üyeleri için düzenlediği ve Last Night (Son Gece) adlı filmin gösteriminin yapıldığı etkinliğe katıldık. Film Festivali’nde gitmeye çalışacağımız onca film arasında bir tane fazla film görmenin getirdiği heyecanla filme girdim.



Film New York’ta yaşayan ve evli bir çift olan Joanna (Keira Knightley) ve Michael'ın (Sam Worthington) bir akşam davetine gitmek için evlerinde hazırlık yapmaları ve davete iştirak etmeleri ile başlıyor. Davette Michael ‘ın yeni iş arkadaşı Laura (Eva Mendes) ile tanışan ve kocası ile aralarındaki çekimi ve beğeniyi kadınsal içgüdü ve gözlemleri ile fark eden Jo davetin bitmesi ve evlerinin yoluna koyulmaya başlamaları ile birlikte gecenin geri kalanını kocası için zindan ediyor.



Kendi içindeki gelgitleri ve yavuz hırsız ev sahibini bastırır (bastıracak)tavrının ilk sinyallerini veren Jo, kocasını iş arkadaşı ile yakınlaşma içerisine girmekle, onu çekici bulmakla ve sözün özü aldatmakla, bu olmamışsa bile aldatma potansiyelinin çok yüksek olduğu savı ile suçlamaya başlıyor.

Michael ‘ı sergilediği saldırgan davranışlarla neredeyse Laura’nın kollarına itmeye çabalayan Jo, ertesi sabah kocasını Laura ile birlikte çıkacağı iş gezisine uğurluyor. Sabah kahvesini almak için dışarı çıktığı esnada ise Alex ile ( Guillame Canet) karşılaşıyor ve konuşmalarından,bakışlarından bir zamanlar aralarında var olan aşkı hissediyorsunuz. Alex ile karşılaşan Jo sevinç ve şaşkınlık içinde akşam onunla buluşmak için randevulaşıyor.



İşte bu noktadan sonra filmde merak duygusu ön plana çıkıyor zira eş zamanlı olarak verilen sahneler Jo ve Alex'in geceye nasıl başladığını ve devam ettiğini gösterirken bir diğer yanda Micheal ve Laura'yı da izliyoruz. Bu merak birbirlerini aldatacaklar mı? Birinin diğeri ile cinsel bir birlikteliği olacak mı,olmayacak mı soruları ekseninde dönenip duruyor.



Jo'nun Alex'e karşı koyuşu esnasında dile getirdiği aralarındaki büyünün bozulmaması ve herşeyin nasılsa öyle kalması gerektiği yönündeki sözleri güvenli, bir şekilde sevginin varolduğu huzurlu bir ortam ile yarım kalan bir aşkın ara sıra küçük –sona varmayacak- buluşmalar ve hatırlayışlarla sürmesi, bir yerlerde beni seven ve düşünen biri var hissini de bırakmamanın heyecanını yaşamanın vereceği hazzın çok da kötü olmadığını düşündürtüyor bana bir an için.



Sadakatsizlik nedir, ne değildir? Cinsel birliktelik aldatmak mıdır? Yoğun bir duygusal ve düşünsel birliktelik yaşayıp, hayallere dalmak ama işin içine cinsellik katmamak sadakat midir, yoksa sevgiliniz ve/veya eşinizi sevdiğiniz için ve istemediğiniz için değil de yapmamanız gerektiği için birlikte olmamanız dürüstlük müdür yoksa görev, saygı ve sorumluluk bilinci midir? sorularını zaman zaman aklınızdan geçirirken film -son hızla demek isterdim - yavaş yavaş sona eriyor.



Bana kalırsa filmin en parlak sahnesi de bu an oluyor. Olanlar, olmayanlar, tahmin edilenler ve edilmeyenler bakımından ucu açık... O gecenin ardından uyanılan sabahtan sonrası için ise herşeye gebe...



Açıkçası filmin başı ile sonu arasındaki sahnelerin çoğu gerçekten sıkıcı ve tekdüzeydi. Ayrıca bir gecede yaşananların evliliği, insanlar arasındaki sevgi ve aşkı sınayıp sınayamacağı aklıma takıldı ve meselenin bu eksende ele alınmasını ise biraz yavan buldum. Kahramanların birbirleri ile ilişkilerindeki bağ ve derinliğin yansıtılmasında senaryodan kaynaklı olarak başarısız kalındığını ve oyuncuların da bunu aktarmakta biraz zorlandığını düşünüyorum. Nedense Keira Knightley’nin (ancak çok güzeldi o ayrı) aksanı kulağımı bu sefer çok tırmaladı.



Filmin yönetmeni Massy Tadjeni’nin senaryosunu yazıp yönettiği Last Night Tadjeni’nin ilk denemesi ve film 2010 yılı TORONTO Film Festivali’nin kapanış filmi olmuş.

Sonuç olarak; izlenmeyecek kadar kötü bir film olmasa da bu festival bünyesinde kaçırdığınız için üzülmemeniz gereken bir film olduğunu -naçizane- düşünüyorum.



İyi Bir Festival Dileği ile...
Sevgiler
Billur

The Man I Love

Biraz önce (evet biraz önce diyebilirim) hergün okumayı alışkanlık haline getirdiğim danzon’un blog sayfasına girip okumayı/bakmayı başaramadığım “tiyatro filmlerim” başlıklı kaydı için hazırlanırken The Man I Love’ın notaları karşıladı beni ve büyük hayranlık duyduğum Billie Holiday’in sesi odamı çepeçevre sardı:

Someday he'll come along, The man I love
And he'll be big and strong, The man I love
And when he comes my way
I'll do my best to make him stay
He'll look at me and smile, I'll understand
Then in a little while, He'll take my hand
And though it seems absurd
I know we both won't say a word
Maybe I shall meet him Sunday,
Maybe Monday, maybe not
Still I'm sure to meet him one day
Maybe Tuesday will be my good news day
He'll build a little home, That's meant for two
From which I'll never roam, Who would, would you
And so all else above
I'm dreaming of the man I love.





Eh deminden beri de bu şarkıyı dinliyorum. Ofisten şikâyet gelmeye başlar birazdan. Bir keresinde de yine danzon’un blogunda Tango Apasionada’ya yakalanmış ve döne döne dinlediğim için azar işitmiştim.

1924 yılında Lady Be Good adlı müzikal için Gerchwin Kardeşler tarafından yazılmış olan bu eser müzikalden çıkarılmıştır. Asıl adı The Girl I Love’dır.Daha sonra Straight Up The Band müzikaline alınarak The Man I Love adı ile yer almış ama eser burada da yer almamıştır sonra. En son Rosalie müzikalinde kullanılmasına karar verilmişse de eser artık çok tanındığı gerekçesi ile gene müzikal bünyesine girememiştir.

Ella Fitzgerald, Sarah Vaughan, Kate Bush, Barbra Streisand, Peggy Lee gibi pek çok sanatçı tarafından yorumlanan bu eseri Liza Minelli de New York New York adlı filmde seslendirmiştir. Ben en çok Billie Holiday yorumunu beğeniyorum. Ella Fitzgerald yorumunu da çok güzel olduğunu itiraf etmeliyim ama biraz hüzünlü buluyorum. Billie Holiday’in sesindeki zaman zaman bulduğum “olsa da olur olmasa da” tınısının ve umudun hüznü ortadan kaldırıyor gibi geliyor bana.



Herkesin hayalindeki prense/prensese kavuşması dileğiyle…
Sevgiler
Billur

23 Mart 2011 Çarşamba

I AM ALWAYS TRUE TO YOU IN MY FASHION

YA DA KATE ME, KISS!

2000 Yılının hemen başında New York’ta bulunduğum kısa bir tatil dönemi içinde en büyük isteklerimden birisi Ute Lemper’in rol aldığı Chicago Müzikalini ve bir de hayranı olduğum Cole Porter’ın Kiss Me, Kate adlı müzikalini görmekti. Gönlüm , Cole Porter’ın yeniden hayata dönüşünü gösteren ve onun artık yeteneğini yitirdiğini söyleyenlere bir tokat gibi cevabı olan bu müzikali 1948 yılında ilk defa sahne aldığında görmek istedim ama...Ne yapalım biraz geç doğmuşum.



Benim izlediğim müzikal 1999 yılında yapılan bir prodüksiyondu ve 2001 yılının sonunda yaklaşık 900 gösterimden sonra bitti. Oyunculukların hepsini çok beğenmiştim ki zaten başrollerde yer alan Marin Mazzie ve Brian Stokes Mitchell’e Müzikalde yer alan en iyi aktris ve aktör dallarında Tony Ödülü kazandırdı.Biletleri alacağım gün telefondaki gişe memuresine” Kate Me Kiss’e bilet istiyorum “ dediğimde kısa bir sessizlikten sonra gişe memuru ile aramızda bir gülüşme olmuştu ve sonra arkadaşlarımla aramızda konuşurken Kiss Me Kate hep Kate Me Kiss olarak kaldı.



Benim pek sevdiğim bu müzikalin konusu oyun içinde oyun denilen bir biçimde sahnelenmiştir; çok kısaca özetlemek gerekirse bir Broadway müzikal yönetmeni olan Fred Graham Shakespaere’in The Taming of The Shrew adlı oyununu sahneye koyacaktır ve başrolünde eski karısı olan Lilli Vanessi yer almakta ve Kate karekterini canlandırmaktadır. Lilli’nin karşısında ise Fred, Petruchio rolünde oynayacaktır. Ancak Fred’in yine müzikalde rol alan Lois Lane adında bir kız arkadaşı ve Lois’in de yine aynı müzikalde rolü olan Bill ile ilişkisi vardır.



Bu dört ana karakter bir yandan bir oyun sergilemeye çalışırlar , bir yandan sahne arkadasında kıskançlık, aşk ve birbirine dolanmış ilişkiler yumağı iyice karışık, gürültülü ve komik bir yolda hızla ilerlerken bir yandan Lilli’nin Fred’din ona çiçek gönderdiğini zannına kapılması, Bill’in kumar borcundan dolayı tahsilat yapmaya gelmiş olan iki gangsterin Fred’in üzerine gitmesi olayları işin içinde çıkılmaz hale getirir. Lilli’nin oyunu yarıda bırakmak istemesi ve eski bir General olan sevgilisi Howell’ı çağırması Lois’in bir zamanlar onunla da bir kaçamağı olduğunu ortaya çıkarır ki Bill buna katlanamayacağını ifade edip, şikâyet eder.



Bu anda Lois’in (gerçek hayatta Amy Spanger ) Bill’in şikayetlerine karşılık olarak söylediği “I am always true to you fashion” adlı şarkı benim en sevdiğim şarkılardan biridir ve Gülda’nın En Sevdiğimiz Şeylerden Birkaçı Listesini yapalım dediğinde listeme hemen girivermiştir. İçinde oynaklığı, hoppalığı, işveyi, cilveyi, ironiyi, aşkın ve sadakatin biçimleri ve değişik algıları olduğunu düşündürttüğü için bu şarkı listeme girmiştir.



Bu şarkı ilk defa 1948 yılındaki gösterimde Lisa Kirk tarafından seslendirilmiştir ve Ella Fitzgerald, Peggy Lee ve Eartha Kitt yorumları da dikkate değer niteliktedir.

Ne yalan söyleyeyim bugün biraz işveliyim, cilveliyim, ironilerle sarılmış, yumak olmuş haldeyim o halde dinleyelim!

Biraz sabırlı olun ama, oyundan bir bölümü de içeriyor; Londra 1999 Yeniden Gösterimi)



Sevgiler
Billur

Sevdiğimiz caz şarkıları ile ilgili diğer yazıları buradan okuyabilirsiniz

16 Mart 2011 Çarşamba

YEŞİLÇAM'DAN KARELER I

1998 Yılında baharın teşrif etmeye karar verdiğini adamakıllı belli ettiği günlerden bir gün Bahariye’deki Adliye Binası’ndan çıkmış, ara sokaklardan tamamen içgüdüsel bir biçimde vapur iskelesine ilerlemekteydim. Vapura atlayıp bir de simit çay keyfini sürüp işe dönecektim.

Stajı uzamış bir avukattım ve yargı sisteminin icra edildiği Adliye Koridorlarında bir avukatın –hele stajyerin-adliye otoparkındaki görevliden bile bir alt sınıfta olduğunu keşfedeli çok kısa bir süre olmuştu. Ama eğer bir araban olursa, bu durumun otopark görevlisinin mecburiyetten de olsa bir hürmet göstermesine vesile olduğunu da keşfetmiştim ki hayatta ilerlemek ve azmetmek için bir hedefim olabileceği hususunda bana biraz umut vermişti.

İşte bu kadar bıkkın ve bezmiş, bir bataklığın içine gitgide çekilmekte olduğumu ama kıpırdamazsam biraz daha yaşayabileceğimi bilmenin getirdiği umutla ara sokaklarda yürüdüğümü çok net hatırlıyorum. Kös kös önüme bakarken kafamı sağa doğru çevirdiğimi, indirdiğimi ve tekrar siyah beyaz fotoğraflara çevirdiğimi de hatırlıyorum:



Mandalla ipe tutturulmuş siyah beyaz fotoğraflardan Aliye Rona az önceki düşüncelerimden ötürü Hülya Koçyiğit'in arkasından “kabahatlisin “ der gibi bana bakıyor… Cüneyt Arkın, az önce düellodan galip gelmiş, gururla bana bakarken “Korkma Bebek, çeker alırım seni bu kötü âlemden” diyor, Yılmaz Güney silahla yaraladığı adamın başında “Beni sen savunur musun?” diye haykırıyor, başka bir karede Semra Sar ve Hülya Koçyiğit ellerinde tuttukları çerçevede benim resmime özlemle bakıyorlardı.



Bu resimler elimde küçücük ve küf dolu dükkândan içeri girerken “Başka resimler var mı böyle” diye sormuştum. Dükkân sahibi 1500 tane demişti ama gerisini duymamıştım. Heyecanla ve cebimdeki parayı –ki müvekkile ait masraf parasıydı- hesap ederek 50 adet resim seçtim. Dükkândan çıktığımda sadece vapur ve minibüs parası vardı cebimde. Şimdi kafamı zorluyorum zorluyorum ama kaç lira verdiğimi hatırlayamıyorum. Bir ay sonra cebimde sıcak parayla tekrar dükkânı bulmaya çalışmış ama hüsranla kapandığını görmüştüm.



Zaman zaman eski Yeşilçam Filmlerini yazıyorum/çözümlüyorum burada, okuyan var ise bilir. Benim için ayrı yerleri var bu filmlerin çünkü. Birer sanat şaheseri olmadıklarını, Dünya Sineması’nda çığır açmadıklarını, senaryolarının aynı, repliklerinin üç film seyrettikten sonra herkes tarafından tahmin edilebilir o, kostüm, makyaj, efekt ve seslendirme gibi teknik yoksunlukların zaman zaman sınırları zorladığını biliyorum.

Ama bu filmlerdeki masumiyetin var olabilme ihtimalini, kötülerin cezasız kalmayacakları, sevenlerin kavuşacakları, aşk uğruna yapılan anlaşılması zor olan fedakârlıkların en sonunda takdir edileceğini bilmenin vereceği huzur ve güven duygusunu seviyorum.

Ben o gün o Adliyeden çıkıp ara sokaklarda yürürken hızla geçen bir arabanın altına kalmaktan kurtarabileceğim bir yaşlı beyefendinin [tercihen Hulusi Kentmen görünümünde] bir duayen hukukçu olması ve beni hayatını kurtardığım için yanına alıp yetiştirme teklifinde bulunma ihtimaline inandığım ve bu hayalin imkansız olmadığını yüreğimin bir yerinde bana hissettirdiği için bu filmleri seviyorum.



Küçük ve sonrasında ergen bir genç kızken yaşadığım platonik aşklar esnasında geceleri yastığımın kıvrımlarında gömülüp giden Hıçkırıklarımın zamanı gelip serpildiğimde son bulacağını, benim Esas Oğlan’ımın onun Esas Kızı olduğumu anlayacağı konusunda endişelerimi giderdiği için sevdim bu filmleri.

Belki bu fotoğraflarda anlatmaya çalıştığım şeyleri yakalarsınız umudu ile benim için değerli bu fotoğrafları herkesle paylaşmak istiyorum.Pek çoğunun hangi filmden olduğunu bulamadım ama bu konudaki uğraşlarım devam ediyor.

Sevgiler
Billur

14 Mart 2011 Pazartesi

YAZ SUYU - TOMRİS UYAR - YÜZYILIN 40 ÖYKÜCÜSÜ

Ben Seni Uzun Bir Yolda Yürürken Görmedim ki Hiç (*)

Geçen hafta okuma yazma kursumun ödev konusu; dört gün süresince yazılmış bir günlük hazırlamaktı. Aşçı olmayı, yarışma için başka şehre yolculuğu, o anların heyecanını, tedirginliklerini de anlatır beş yüz kelimelik metin hazırlamam gerekiyordu. Önceleri, ödevin geçtiğimiz haftalarınkine nazaran daha kolay olduğunu düşündüm. Sanırım normal hayatımda da benzetmelerimin çoğunu yemekler üzerinden kurmam sebebi ile böyle bir yanılgıya düştüm. Bir sürü taslak hazırladım. İtiraf edeyim, yazmaya da doyamadım. Coştukça coştum. Ama yazdıklarımı okuduğum zaman, hep çok pişmiş ya da çiğ kalmış yemeklerin lezzetsizliğini tadıp durdum.



Ödev büyüdükçe büyüdü, değiştirmeye her denediğimde daha da anlamsız bir yere sürüklendi. Öylesine güzel günlükler okumuştum ki kendimce tekrar yazmak beni çok aştı. Ben de elime aldım Tomris Uyar’ın yirmi beş yıl boyunca tuttuğu günlüklerini
-Gündökümü- bir daha okudum. Okudukça çoğaldım, çoğaldıkça duruldum. Hiçbir zaman onun gibi iyi bir yazı yaratamayacağımı bilerek, karaladıklarımı bir kenara itiverip, sakinledim. Bir Uyumsuzun Notları’nın içinde kendimi tekrar tekrar buluverdim. Hayranlıkla onu kucaklayıp, önüne kucak dolusu diz boyu papatyalar sermek istedim. Kendisini böylesine açmış, tüm sırrını defalarca anlatmış olmasına rağmen onun “Gibi”yi bulmak gerçekliğinden çıkışı bulamadım. Onun yazdıklarını okudukça bomboş olduğum hissine kapıldım defalarca. Ağlamamak için kendimi zor tuttum.



Zaten öldüğü gün öyle çok ağlamıştım ki annem epey içlenmişti. Hiç tanışmadığım biri için böylesine gözyaşı dökmemi bir türlü sindirememişti. Bense anlatamamıştım bir türlü derdimi anneme.

Yine izah edemem ama işte ben böylesine delice bir tutkuyla bağlıyım Tomris Uyar’a . Gergadan, Argos dergilerim, en çok onun yazıları sebebiyle benimle beraber taşınıp dururlar boyuna. Öykünün, hatta kısa öykünün en sevdiğim, en güzel, en çapkın, en yapıcı yazarını tekrar okuyup duruyorum bu günlerde. Elimde Dizboyu Papatyalar.

Sizi de ilk fırsatta bir Tomris Uyar öyküsü okumaya davet ediyorum. Upuzun yollarda yürümeyen, kısacık bir öyküyle, benzersiz bir yaratıcılığı izlemenizi/tatmanızı öneriyorum. Ve en sevdiğim öykülerinden birini hatırlatmak istiyorum. “Az çoktur” sadeliğini anlayabilmek için yine bu öyküye sığınıp, onun sadece doğum gününü kutlamak istiyorum, papatyalar toplayıp, önüne seriyorum.

YAZ SUYU

İçli çocuktur Aydın. Günün birinde yepyeni düşlerle yola düşer. Konya’yı Denizli’yi ardında bırakarak trene biner. Askerliğe kadar İstanbul’da çalışmak niyetindedir. Ne de olsa filmlerdeki şehir oğlanı gibidir, benzemez diğerlerine, öküzü bile dürtemez.

Yolculuk esnasında sağ bacağı iyiden iyiye aksayan o kız ile tanışır. Tam tamına yedi yıl önce. Kendi entarisini dikebilecek kadar dikiş bilip, enstitüde çiçek-şapka bölümünde okuyan kız, ona önce sigara böreği ikram eder, sonrasında elbezi ile Aydın’ın dudaklarının kıyısındaki kırıntıları siler. Aydın bir an kaçıp kurtulmak ister, yepyeni hayallerine sığınmayı dener. Ancak adresler alınıp verilmiştir çoktan.

Yolculuk biter, askerlik biter. Askerde mektup almak önemlidir. Aydın bir sevgili düşlemiştir yıllardır, ona yazar aslında mektuplarını. Öyle hayaller içinde iken, iki yıl boyunca mektuplaşıp dururlar.

Sonunda Aydın’ın canına tak eder. Kararlıdır bu mektup arkadaşlığını bitirmeye. Lacivertlerini çeker, Kırkağaç’a varır. Kumkapı’da meyhanede garsonluk yaparken gözü de açılmış, kimin kimin avantasından geçinmek niyetinde olduğunu çoktan öğrenmiştir. Çiçek-şapka dersi gören kızdan kurtulmaya niyetlidir epeyce.

Buluştuklarında yazgısını kabul etmiş kıza seni hâlâ seviyorum deyiverir. Eee, onca mektupta yazmıştır zaten bu sözcüğü. Bir eksik, bir fazla fark etmez diye düşünür.

Kırkağaç yolculuğundan elinde altın bir halka takılı döner. Kızları kusurlu aile hemencecik bağırlarına basıverir Aydın’ı.

Beş yıldır alışamamıştır karısına. Karısı çiçek-şapka yapmayı, entari dikmeyi hepten boşlamıştır çoktan. Aydın biraz masrafı kıssak dese kız sakatlık konusunu açıp bir köşede ağladığında acır, durur, yeni baştan…

Aydın bir yandan; bir şey çıkacak ve bu durumdan kurtulacaktır diye bekler durur. Hâlâ garsonluk yapmaktadır. Haziran başlarında taze bir solukla yaz suyu çıkagelir. Çocuklar ayaklarını denize sokarlar. O kadardır. Sadece o kadar! Aydın masayı hazırlar:

“Birbirlerini gerçekten seven, bir yemek süresince bile olsa gerçekten sevecek bir kadınla bir erkek için hazırladı masayı. Durdu. Bekledi.”

Doğum gününüz kutlu olsun Tomris Hanım, en içten sevgilerimle,

Gülda

(*) Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir

Tomris Uyar’a

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
ve yaraşırsa ancak Monet’nin
kadınlarına yaraşan giysilerinle gördüm de
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
öyle kısaydı ki adımların
şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
ölçülür ve denk düşerdi ancak
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Yok bir yanıtın nereye diyenlere
bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
o bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
hani Etiler’den Hisar’a insek bile
bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
çok yaşında her zamanki çocuksun gene
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
mutfağın mutfak olalı böyle
bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
oysa güneş pek batmadı senin evinde söyle

Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç?

Edip Cansever Yerçekimli Karanfil

13 Mart 2011 Pazar

ENGİN GEÇTAN - TREN

“Yine Muamma Konuşmalar…”

Canım çok sıkılıyor. İçimde iyice büyüyen bir öfkenin esareti altındayım. Sigara içilmez yazılarının köşesinde gizlice sigara tüttürmekten, mahkeme kararı ile engellenmiş bloglara türlü ayar değişiklikleri yaparak girmeye çalışmaktan rahatsızım! Bir yandan kendimi sürekli suç işliyormuş gibi hissediyorum öte yandan yaşam alanım sürekli daralıyor. “Birinin özgürlüğünün başladığı yerde bir diğerininki biter.” döngüsünün köşeye sıkışmış ötekisiyim. Bilinmezlikten, yasaklardan, sürekli geriye gitmekten, aynı sarmalın içerisinde dönüp durmaktan, ezberletilmiş düz çizgide ilerlemeye çalışmaktan yoruldum.



İşte, böylesi bir ruh hali içerisinde Engin Geçtan’ın Tren adlı romanını okudum. “Nereye gidersek gidelim aynı vagondayız. Biz nereye gidersek tren oraya gelip bizimle buluşuyor.” cümlesinin altını birkaç kez çizdim. Bloguma DNS ayarını değiştirip girerken; romanın “Kli kli kli kli vaşambo vaşambo, kli kli kli kli vaşa vaşa vaşambo…” özgürlük marşını alçak bir tonda mırıldandım. Zaman zaman düz bir çizgide gitmesi için işgal edilse de, ancak dönerek yol alan lokomotifsiz, kendi raylarını oluşturan ve geçtikçe söken bir trenin yolcusu oldum.



41'inci vagonun yolcuları aklına geleni anında söyleyiveren Kedi-Bobo, özgürlük marşı koro şefi Zizi- King, eflatunlu kadını görebilen Roka, mezzosoprano, Bayan Huri ismiyle kayıtlı Nevada, kendini arayan Kader, yazgısına baş kaldıran O’Kasandra, 22 Teşrinievvel 1943 tarihli gazetesini elinden düşürmeyen Elyas, her şeyden müteessir Müteessire, yaşlı zampara ifadeli Komparsita, kimseye benzemeyen Adı-Lazım-Değil; kendilerine göre sebeplerden ötürü başı-sonu olmayan bu trende bilinmeze doğru yolculuk eder. Pek çoğu bu seyahat için Anlatıcı tarafından özenle seçilmiştir. Kendileriyle ilgili bilgi vermemeleri gerektiği söylendiğinden diğerlerine karşı ketumdurlar. Kondüktör Doremifasollasi ve yemek vagonunun sorumlusu U ise zaten hiçbir sorunun cevabını bilmemektedir.

Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olmayan bu romanın, bahsi geçen tren gibi başı sonu olmadığını söylemeliyim. Metaforların, trenden atlayan diğer vagonların beyaz elbiseli yolcuları gibi üzerinize yağacağını bilin isterim. Bir sürü soru sorarak başlayıp, daha fazla soru işareti ile biten –aslında bu durumda dönen demem daha uygun olacak - romanın lâbirentinde kaybolarak son derece keyifli bir yolculuk yaptı zihnim.

Romanın dili son derece farklı. Bazen zorlama olsa da kurduğu cümlelerin nerede ise tamamına hayran kaldım. Engin Geçtan tam da okumaktan çok zevk aldığım şekli ile bir araya getirmiş kelimelerini. Karakterlerin isimleri kadar çıktıkları yolculukları –hem geriye, hem ileriye, gerçek/yanılsama haline- çok zekice birleştirilmiş. Romanın karakterlerinin birbirine oldukça yakın zaman dilimlerinden gelmesine rağmen geçmişe karşı kayıtsızlığı ve çok uzak gelecekten gelen bir diğerinin gerçeklik olgusunun değişimi, oldukça düz bir çizgide ilerledi. Karakterlerin ruh hallerinin/rüyalarının/zihinlerinin ilerleyişi ise tamamen döngüseldi. Benim için hepsi çok tanıdık, bir o kadar da uzaktı. Bir tür muamma, bir tür rüya zamanı gibi...

Bu roman yüzlerce sorunun iç içe geçtiği, binlerce parçalık bir yapboz gibi. Çokça parçası daha oluşturulmamış ya da çoktan yitip gitmiş olsa da “sorular iyidir” diyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. Gerçek ve yanılsamaları için.

“Ölüm mü? Hayır dostum, evrende yalnızca doğum ve yaşam vardır.”

“Nasıl yani?”

“Yani hepimiz başladığımız ana dönerek döngümüzü tamamlarız. Ölüm hayatın başlayan ve biten bir çizgi olduğuna inananların yanılgısıdır.” (sy.225)

Gülda


İnternette yarın ne olacağı belli değil o yüzden normalde link vermeyi tercih ettiğim halde Engin Geçtan’ın Tren röportajını da buraya kayıt ediyorum. Umarım yine bir şeyi ihlal etmiyorumdur!

Buyurun bir de kendisinden okuyun romanın cevaplarını:

SÖYLEŞİLER:

"Tren Nereye Giderse..."

Söyleşi: Ümran Kartal, Radikal Kitap Eki, 6 Şubat 2004


En son 2002'nin haziranında Hayat'la karşımıza çıkmıştı Engin Geçtan. Hayat, onun İnsan Olmak kitabı kadar etkili oldu okurlar üzerinde. Şimdi de bir romanla karşımızda: Tren.

Bana, "Bu roman sinemaya uyarlansa da müthiş bir tat alarak seyretsem olup bitenleri" dedirten; Marguerite Duras'nın Cebelitarık Denizcisi'ndeki hayatını denizlerde denizcisini arayarak geçiren Anna'yı ve onun yanında seyahat eden adamı; Tanpınar'ın bir aşk hikâyesiymiş gibi görünse de temelde bir Doğu-Batı karşılaştırması olan Huzur'unu çağrıştıran; bir de İngiliz edebiyatının meşhur Canterbury Masalları'nı hatırlatan bir yanı var bu romanın. Bu masallarda insanlar buradan oraya giderlerken hikâyelerini anlatırlar birbirlerine. Tren'de işte böyle hikâyeler var, bilinmeyene doğru giden bir trene binmek için önce bir yarışmadan geçen ve bu yarışmayı kazanan insanların kırk bir numaralı vagonda yaşadıkları var, bu insanların kendi kişisel tarihleri var, 'bir an için' yaşadıkları kendi gerçeklikleri var, şimdi ve orada oluverenler var. Bir tek ve aynı olan yaşamlar yerine, birlikte yaşamlar var ve bunun sonucunda gelen acılar var. Ruhun zenginliğiyle gönül fakirliğinin birbiriyle çatışması, Batı'nın çizgisel zamanına, düz hattına, dişli çarkına karşılık Doğu'nun döngüsel zamanı, sarmal yolu ve akışı var. Bir sahnede bir perde kapansa bile başka bir yerde başka bir perdenin açıldığı paralel evrenler var. Üstelik bütün bunlar derinden ve hınzırca anlatılmış ve sonuçta sarsıcı, şaşırtıcı, ironik ve fantastik bir roman çıkmış ortaya; okuyup bitirdiğinizde artık başka biri olduğunuzu, içinizde bir şeylerin değiştiğini kabullenmenizi, o değişenin ne olduğunu anlayamamış olmayı kendinize yedirmenizi gerektiren; bir an için ve aynı anda birçok evrende dolaşmayı göze almanızı, başka bir deyişle kaygan bir zeminde bir orada bir burada dans etme becerisini göstermenizi isteyen, ucu açık süreçlere katlanma sınırlarınızı deneyen bir roman.
Ben bu anlamda, Tren hakkında karşılıklı konuşmanın, sorular sormanın o kadar da kolay olmadığını bile bile, önceki kitaplarından aldığım güç ve tanışıklık duygusuyla Engin Geçtan'la söyleştim. İyi de ettim. Tam da trenin kendisi gibi 'akan' bir söyleşi oldu.

Tren'i sanki bir çırpıda yazmışsınız gibi geldi bana...

Onu benim bilmediğim bir yanım biliyor ama ben bilgisayarın başına geçtiğim zaman bir sonraki cümlenin ne olduğunu bilmiyorum, muhtemelen o anda telefon çalsa bir cümle yerine bir başka cümle yazılıyor. Ama bu kadar kitaptan sonra sezdiğim bir şey var: Benim bir yerim aslında nereye gideceğini biliyor ama ben onu bilmiyorum.

Trendeki, bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkan karakterler gibi yani...

Evet..

Bu kitabı okuyanların zorlanacağını düşünüyor musunuz?

Benim kodlarımı bilenlerin zorlanacağını düşünmüyorum, zorlanmıyorlar da.. Edebiyatı çok az izliyorum ama yazılan kitaplara pek de benzemeyen -kurgu açısından kitaplar yazdığımı düşünüyorum. O bakımdan kodlarıma alışkın olmayanların zorlanacağını düşünüyorum, özellikle bu kitapta. Çünkü bu kitabın hikâyesi şöyle başladı. David Lynch'in “Mullholand Çıkmazı” filminden çıktım. Eve yürüyorum. Filmde ne olup bittiğini tam anlamadım. Ama ilişki kurmak için bir şeyi anlamak gerektiğini düşünmüyorum. Çok yoğun bir ilişki yaşadım ve David Lynch böyle hoş uçarsa bunu ben de denemeliyim dedim ve kendimi tamamen bırakıp bir şeyler yazmak istedim...

"Evrende hiçbir şey kaybolmaz" sözüne Kızarmış Palamutun Kokusu'nda da rastlıyoruz.. Sanki bu kitaptan o, o kitaptan bu çıkmış gibi geldi bana...

Bana sorarsanız asıl Tren'le Hayat arasında paralellikler var... Tren'de de kuantum fiziği temeli var, kaos olgusu var. Yalnız Hayat kitabında yazmadığım David Bohm'un holografik evren görüşünü de kattım, tasavvuf da var.

Peki neden tren? Bu türlü bir yolculuğa en uygun araç tren miydi?

Bunu ben de bilmiyorum. Tren bana göre gerçek anlamda seyahati çağrıştırıyor. Çünkü benim çocukluğumda ve gençliğimde otobüs kültürü yoktu. Karayolları sonradan yapıldı. 5.5 yıl sonra Amerika'dan döndüğümde birdenbire karayolları ağının kurulmuş olduğunu ve herkesin otobüslerden bahsettiğini, otobüslere binip bir yerden bir yerlere gitmekte olduğunu görüp şaşırmıştım.

Buradaki trenin lokomotifi yok, karakterler kendi yolculuklarının lokomotifidirler gibi mi algılayalım bunu?

Tam da öyle değil galiba. Tek tanrılı dinlerin lokomotifleri var desem cevap olur mu?

Olur..

Hinduların üç milyon tanrısı var ve üç milyondan fazla hikâyeleri var. Seç seç al...

Hikâye deyince... Bu yolculuğa hikâye yaratmak için mi çıkıyorlar...

Dersaadet'te Dans'ın başında vardı tragedyanın tragedyası diye. Bu psikiyatride de çok önemli. Üretilmiş sorunla gerçek sorunlar. Bir psikiyatristin bu ayrımı yapmakta çok dikkatli olması gerekiyor. Çünkü trajedi hayatın bir parçası ama üretilmiş trajedinin hayatla ilgisi yok tam tersine hayattan saklanmak için kullanılan bir uyuşturucu maddesi gibi bir şey.

Peki kitaptaki karakterlerin uyuşturucu maddesi var mı, yok mu?

Olamıyor...

Kendilerine bir hikâye bulmak için mi, yoksa hikâyeleri var da onlarla hesaplaşmak için mi o yolculuğu seçiyorlar?

Aslında, farkındaysanız bazılarında hesaplaşmalar var, kaçışlar var. Ama bambaşka bir doğrultuda gidiyorlar sonradan. Kendileri yeni bir hikâye oluyorlar trenle birlikte...

Karakterlerin adı ilgimi çekti özellikle niye bu isimler...

Niye bu isimleri seçtiğimi ben de bilmiyorum. Adı-Lazım Değil'in adında zorlandım, on kere değiştirdim adını...

Nevada?

O ismi sevdim. Ricky Martin İstanbul'a gelişlerinden birinde annesiyle gelmişti. Annesinin adı da Nevada Morales'miş. Ne güzel isim dedim, o geldi aklıma.

Doremifasollasi , Kedi-Bobo, Komparsita, Zizi-King?

Zizi-King Suriye tarihinden bir karakter...

Yeri gelmişken, bu karakterlerden yola çıkarak gerçek hayata gönderme yapmalı mıyız?

Hayır... Suriye tarihinde Zizi-King diye bir kral söz konusu. Kedi-Bobo ise Ayazpaşa'da otururken oradaki komşumun kedisinin adı Bobo'ydu. Benimle dost bir kediydi. Ama niye o seçildi onu bilmiyorum.

Müslüm Gürses bile var bu romanda. Neriman Köksal da var mesela, sever miydiniz?

Ben değil, ama Zizi-King gibi bir insanın idolü olabilir. Ama Cahide Sonku benim de etkilendiğim biri.

Şu holografik evren takıldı aklıma, biraz açalım mı bunu?

David Bohm'un görüşüne göre evrenimiz saklı bir evrenin hologramı. Hinduların yaşam bir yanılsamadır görüşüne de uyuyor. Bana göre ise yaşam hem bir yanılsama hem bir gerçekliktir.

Kitapta petrol ve ABD var, kitabın yazılışı yazın patlak veren Irak savaşına denk geldi mi?

Çok doğrudan bir ilgisi yok... Evvela yazdım, sonra o savaş çıktı..

Hep bir anlatıcıdan bahsediyorlar...

Evet, o benim..

Ama görünürde bir anlatıcı yok, hepsi kendi dillerinden anlatıyorlar yaşanılanları, ancak anlatıcıyla da bir ilişki kuruyorlar mutlaka...

Bir kişi benimle tanışıyor ama: Kader, eczaneye götürüyorum onu. Komparsita'yı da uzaktan, bir dans yarışmasında görüyorum.

Peki, bu karakterlerin farklı zamanlardan gelmelerine ne diyeceksiniz?

Zaman yok. Bunları amaçlayarak yazmıyorum, bunlar bende zaten olan şeyler çıkıveriyorlar.

"Dünyaya verilmeye çalışılan düzenle evrenin düzeni aynı değil" deniyor bir yerde...

Dünyanın düzeni evrenin düzenine ters gidiyor.

Nasıl?

Sanıyorum o kitapta çok açık. İsterseniz çizgisel zamanla döngüsel zaman arasındaki fark olarak açıklayalım. Çizgisel zaman Batı'nın yaratısı olan bir şey. Doğu'da çizgisel zaman yok.

Bu yüzden mi saatin yönü artık değişmeye başladı, insanlık insanın taşıyamayacağı bir yük haline geldi deniliyor.... Buradaki karakterler de birazcık da bundan mı kaçıyorlar?

Bilmeksizin, evet. Çağdaş fizik okuduğunuz zaman, teknoloji vs. gibi şeylerin Newton fiziği sayesinde olduğunu görürsünüz. Ancak bu sanki hayatın bütünü için geçerliymiş gibi alınmış yüzyıllarca özellikle Batı tarafından, bunun başlangıcı ta Antik Yunan'a kadar gidiyor. Ve Batı bu noktaya ancak fizik aracılığıyla gelmiş, gelmiş de henüz özümsenmiş değil. Oysa Doğu'da bu zaten öteden beri böyleymiş. Onlar öbür tarzdaki fizikten zaten etkilenmemişler çok fazla.

"Nereye gidersek gidelim aynı vagondayız. Biz nereye gidersek tren oraya gelip bizimle buluşuyor" deniliyor kitapta. Karakterlerin bir orada bir burada olmalarının açıklaması budur diyebilir miyiz?

İçinde yaşadığımız paralel evrenler birbirinden kopuk değil yani. Kitabın sonuna doğru Chateaubriand'ın söylediği bir laf var: "İnsanın bir tek ve hep aynı olan bir yaşamı yoktur. Art arda eklenen birçok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni budur." Bana göre art arda değil, birlikte yaşamlar vardır.

Çektiği acıların nedeni niye budur sizce?

Ruhun zenginliği acıyı da içerir. Hepimizin kaçınmaya çalıştığı şey bu. O zaman da fakirleşiyoruz, gönül fakiri oluyoruz.

Kendi raylarını yapa yapa gidiyor bir de bu tren. Arkasında hiçbir ray bırakmadan...

Yıllar önce Ankara'dayım. Hollanda'da bir treni tutsak almışlar. TRT'de bu haber veriliyor. Ardından da uçaklar için kullanılan klişe kullanılıyor: "Tedhişçilerin treni hangi yöne kaçıracakları bilinmiyor." Ray nereye giderse tren oraya gider. Nasıl bilinmeyen bir yere gider ki tren? Bu anlaşılan beni düşündürmüş. Trenin özgür olmadığı beni düşündürmüş.

Siz de o yüzden özgür bir tren kurgulamışsınız...

Akan bir tren. Sarmal bir yol izliyor ve başı ve sonu yok.

Evrende yalnızca doğum ve yaşam vardır diyorsunuz, başı sonu yokla alakalı bir şey.

Hayat kitabında Dalai Lama'nın anlattığı Tibetli rahiple ilgili bir hikâye vardır. Tibetli rahibin çırağı o sorar: Yaşamın karşıtı ölümdür, değil mi diye. Hayır der rahip doğumdur. Başlar ve biter düşüncesi Batı'nın düşüncesi. Batı'nın bir ölümsüzlük tutkusu var. Bu bana göre yaşamazlığın göstergesi. Oysa Orta Asya'daki Türk kavimlerinde biri öldüğü zaman gömerler, ondan sonra da atla üzerinde gidip gelirlermiş, yeri belli olmasın diye.

Bu kitapla ilgili sormak isteyip soramadığım, kafamda varolduklarını bildiğim ama şekillendiremediğim daha birçok soru var gibi geliyor bana...

Ben de onlara cevap veremezdim zaten. İnsanlar ucu açık süreçlere tahammül edemiyorlar. Bu soramadığınız soruların ya da şekillendiremediğiniz soruların bir biçimde umarım jetonları düşer, bilinen şekillerde.

O zaman sorabilir miyim size, yoksa kendimde mi kalsın?

O zaman zaten cevaplarıyla birlikte gelecek.

8 Mart 2011 Salı

Yansımalar - 15



“Hani siz her ay bir sunum yapıyordunuz?” diye düşünebilirsiniz.

“Belki de artık heyecanlarını yitirmişlerdir.” diye de düşünebilirsiniz.

Haklısınız da düşünmekte. Bir önceki Yansımalar yazımın tarihiyle, şimdiki arasında iki buçuk ay olduğunun biz de farkındayız.

Bütün kış ülkeyi pençesine alan hastalıklardan biz de nasibimizi aldık. Ha iyileştik, ha iyileşeceğiz derken zaman uçtu geçti.

Gece deliksiz uyuyan veya keyifle meme emen bebekleri hakkında yorum yapan annelerin başına talihsiz uykusuzluklar ve yeterince emememe problemleri gelir ya, işte öyle bir şey oldu belki de bize.

Aman da ne hararetli, ne kıskanılacak sunum gecelerimiz, ne de çarpıcı, keyifli, lezzetli bir blogumuz var derken, buyurun bakalım bir sabah blog ana sayfasında “bu bloga erişim engellenmiştir” yazısıyla yüz yüze gelince uykusuz ve aç bebeğin annesi aklıma geliverdi. Yoksa kendi kendimize mi nazar değdirmiştik? Yok yok sadece biz değil, top yekün bir cezalandırma içine girmişiz meğer. Önce şuraya güzel bir nazarlık asalım :)




Ama benim PC’deki sorun geçiciymiş, kısa süre sonra anladım. Youtube erişim yasağından kalma ayar kayması, Digitürk şikayetinden kaynaklı erişim yasağında da işe yaradı :). Bloga erişimim ayar kaymasıyla (!) sağlandı.

Ama merak etmeyin, tüm bu olumsuzluklara rağmen heyecanımızı yitirmedik. Yine aynı şevkle kitaplarımızı okuyup, sunumlarımızı hazırlıyoruz.

Nihayet geçen hafta kapak tasarımı yarışmasıyla taçlandırdığımız sunum gecemizi gerçekleştirdik.

Şöyle bir düşündüm de katılamadığım ikinci sunum gecesinden sonra atladığım bir başka sunum olmadı. Ama ben de oğlumla birlikte yeniden ilkokulu okuduğum ve bu sene derslerimiz biraz daha fazlalaştığı için geceye içim sızlayarak geç katıldım.

Mekânımız Akatlar Tribeca… Bazı günler, iş arkadaşlarımla sabah kahvaltısı veya öğle yemeğine gittiğim için fazlasıyla tanıdık. Kitabımız Küçük Arı...

Yol boyunca soğuğun esir aldığı vücudumu, Tribeca’da severek içtiğim anason-karanfil-tarçın karışımı çayla ısıtmaya çalıştım. Ucundan yakaladığım sunumun son kırk beş dakikası bile Belkıs’ın yüreğiyle emek sarf ettiğinin kanıtıydı.



Sunumumuzu tatlı bir şekilde noktalamak adına, Ayşe Sultan için hazırlanmış 40 yaş pastasını da afiyetle yedik. Tabii Ayşe 40 yaşın heyecanıyla, cumartesi ona yaptığımız doğum günü sürprizinin ağızda şeker tadı bırakan hatıralarını şiire dökmeyi ihmal etmemişti.

Sunumu az farkla yakaladım belki, ama kapak tasarımı yarışma sonucunu başından sonuna kadar takip ettim.

Ne yazık ki bazı kulüp üyelerimiz projelerini bitirememişti. Gelen projelerle yarışmayı neticelendirmeye oy birliğiyle karar verdik. Hemen arkamızda Ayşe’nin ince tasarımlarıyla süslenmiş bir masada tüm projeler sergilenmişti. Şöyle alıcı gözüyle baktıktan sonra sıra oy kullanmaya geldi.

Çekişmeli bir oylama sonucunda da yarışma birincisini ilân ettik; Gülden Abla.

Bu sefer birinciliğini Aycan’a kaptırmadı ve tacı başına taktı.

Gülda yarışmamızın ikincisi olurken, Ayşe üçüncülük tahtına oturdu.

Ayşe’nin el emeği ile yapılmış taçlar sahiplerini bulurken flaşlar patlıyordu :)



Gördüğünüz üzere bunca yoğun özel hayatı olan kulüp üyeleri kapak tasarımı için de zaman ayırmayı ihmal etmemişti. Proje sunamayan arkadaşların da oldukça geçerli sebepleri vardı zaten.

İtiraf ediyorum, bu projelere başlamadan önce çok ama çok zorlanıyorum. Defalarca yap, boz, yap, boz. Hatta son dakikada aklına gelen ama geç olduğu için revize edemediğin değişiklikler de olmuyor değil. Ama yaratıcılığımızı sınıyor ve geliştiriyoruz. Aynı zamanda da eğleniyoruz.

Geceden elimiz boş dönmedik tabi. Ayşe, hepimize camdan yaptığı kolye uçları ve kağıt ağırlıkları hediye etti.

Bir sonraki sunum için sizi fazla bekletmeyeceğiz. Bir ay sonra yeni bir sunum gecesinde görüşmek dileğiyle.


Peyman

1 Mart 2011 Salı

Küçük Arı - Chris Cleave - 28.02.2011



Kitap: Küçük Arı
Yazar: Chris Cleave
Mekan: Tribecca Etiler
Tarih: 28.02.2011
Sunucu: Belkis
Katılımcılar: Aysun, Ayşe, Bilgen, Yonca, Gülda, Aycan, Billur, Gülden, Peyman
Konuklar: Damla, Aysın, Berna



KISA ÖZET VE KARAKTERLER

 Gerçek hayat hikayesi değildir,
 Ama esinlenilmiştir, 2001 de Angola’lı Manuel Bravo Ingiltere ye sıgınır, o ve ailesi eğer Angola’ya dönerlerse öldürüleceklerinden mülteci olmuştur. 4 yıl boyunca bilinmeze yaşamışlar ve 2005 de Eylül ayında hiçbir uyarı yada bilgi olmaksızın sabah karşı bir baskın ile Ingilterenin güneyindeki mülteci geri-gönderim kampına gönderildiler ve ertesi gün oğluyla birlikte Angola’ya mecburi dönüş yapacakları bilgisi verildi.

 O gece Manuel Bravo merdivene kendisini astı ve küçük oğlu kendi hücersinde ertesi sabah uyandığında bu talihsiz haber verildi. Ingiliz kanunlarına göre “eşlik edilmeyen küçükler sınırdışı edilemez”. Manuel Bravo bu kanunu bildiğinden kendini, oğlu için feda etmişti.

 Oğluna son verdiği öğütler - Cesur ol, Çok Çalış ve Okulda başarılı ol...

 Nijeryalı Küçük Arı- asıl adıyla Udo- ve ablası, köylerindeki petrolün ticaretini yapan insanların köy halkına yaptığı katliama şahit olmuştur ve bu yüzden görgü tanıklarını öldüren yetkililerden kaçmaktadırlar.

 Günlerce bir ormanda durmadan yürüyen iki kardeş, sonunda bir plaja varırlar. Bu sırada plajda, editör Sarah ile kendisi gibi ünlü yazar eşi Andrew tatil yapmaktadır. Tatile gelmelerinin nedeni ise Sarah’ın Andrew’u aldatması sonucu yara alan evliliklerini tamir etmUdo ve ablası plaja vardıklarında peşlerindeki adamlar onlara yetişmiştir ve iki kardeş Sarah ve Andrew’a kendilerini kurtarması için yalvarırlar. Adamlar kızların hayatlarının bağışlanmasına karşılık karı-kocadan orta parmaklarının birer tanesini kesmelerini isterler.

 Sarah kendi parmağını keserek Udo’yu kurtarır ama Andrew parmağını kesmeyi kabul etmediği için Udo’nun ablası korkunç şekilde tecavüz edilip, öldürülür.

 Andrew yaşadığı pişmanlık ve bunalım sonucu intihar eder Udo ise İngiltere’ye bir gemiyle mülteci olarak gelir ve bir mülteci kampında kalır. Daha sonra mülteci kampından kurtulduğunda Sarah ve Andrew’un evini bulur ve Andrew’u aldattığı adamla ilişkisi devam eden Sarah ile yaşamaya başlar. Olaylar bu şekilde gelişerek devam ederek istemeleridir.

 Küçük Arı (Udo) – hayatta kalmak için “kraliyet” ingilizcesini öğrenmeyi hedef edinmiş
 Sarah – hayata tutunmak için alternatif geliştirmiş ( Lawrence )
 Andrew – kimlik buhranında, hayata tutunacak gücü tükenmiş
 Batman kostümlü çocuk
 Sığ bir adam Lawrence........

 Gerçek hayattan ilişkiler, sorunlar, çare arayışları, aile hayatının sarkastik ele alınması
 Diğer gerçek dünyada ise hayatta kalma savaşı
 Kesişen hayatlar ve birbirine yardımcı olmaya çalışan iki kadın
 Medeni dünyadan kesitler
 Gazetelerdeki çıplak kadın resimleri,
 Ruhsal çöküntüyü atlamayıp özgürlüğe doğru adım ataken ölümü seçmek
 Güzellik mi yoksa Akıl mı ?




NİJERYA: Batı Afrika ülkesi



- Komşuları:

-Kuzeyde Niger
-Doğu da Kamerun
-Güneyde Atlantik Okyanusu
-Batı da Benin

 Nijerya 36 eyaletten oluşmuş olmasına rağmen haritalarda 30 eyalet görünüyor.
 1991 yılına kadar başşehir Lagos tu ve halen bazı dökümanlarda Lagos olarak belirtilmektedir.
 Ancak günümüzde ki başşehir Abuja olarak belirlenmiştir. Aslınta tam bir eyalet değildir, ancak farklı eyaletlerin birleşiminden oluşmuştur. ( Niger, Kogi, Plateau...ama günümüzde Plateau Nassarawa nın bir parçası olmştur.) Abuja ülkenin ortasında olmasına rağmen; Lagos köşesinde kalmaktadır.



 Nüfusa ait rakamlar hiçbir zaman güvenilir olamamıştır. Genelde tahmine dayalıdır ama tahminden tahmine bile değişmektedir. 1995 yılı verileri baz alındıgında, ABC ülke kitabında 101 milyon olarak , Dünya bankası verilerinde 114 milyon, Birleşmiş Milletler katılarına göreyse 127 milyon olarak geçmektedir.
 Nijerya dünyadaki enyüksek nüfüs yoğunluğuna sahip ülkedir.
 Nijerya dünyadaki enyüksek nüfüs yoğunluğuna sahip ülkedir ve kabaca dört afrikalıdan biri Nijeryalıdır.
 Birçok Nijeryalı’ya göre din ve inanç gündelik hayatın önemli unsurlarındandır.
 Nijerya nüfüsunun kabaca % 45 hristiyan, % 45 müslüman ve %10 da hertürlü inanç ve dine ait olarak tanımlanabilir. Hükümetler farklı dinleri desteklese de geçmiş devirdekiler genelde misliman dılar.
Nijerya’da pekçok etnil grup bulunmaktadır. En yaygın olan üç tanesi Yoruba, Ibo (Igbo da denir), ve Hausa-Fulani.

Mülteci.......nedir, ne değildir ?

Soruma ilk aldığım cevapları sıralıyorum:

 Zenci
 Fakir
 Hırsız
 Kaçak
 Göçmen
 Bedavacılar
 Iraklı
 ?
 ........daha neler neler...

Mülteci.......nedir, ne değildir ?

 Birleşmiş Milletler’in tanımı ile, "ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi"dir.

 Sığınma talebi geri çevrilen kimseler sığınmacı olarak nitelenemeyeceğinden, sığınmacı sıfatını kullanabilmek için kişi endişelerinde, korkularında haklı bulunmalıdır.

 İngilizcede refugee, Fransızcada refugie denilen mülteci, hukuki bir statüdür. Sığınmacı karşılığında ise İngilizcede asylum seeker ve Fransızcada demandeur d'asile kullanılmaktadır.

 Sığınmacı ya da Arapça'da iltica fiilinden türeyen mülteci, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği korkusu ve endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan/ayrılmak zorunda bırakılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen, iltica ettiği/sığındığı ülke tarafından endişeleri haklı bulunan yabancıdır.



 İHEB, sığınma hakkını şöyle tanımlar: "Herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınmacı ve bu ülkelerce sığınmacı işlemi görme hakkı vardır" (madde 14/1). Göçmenlere bazen ekonomik sığınmacı denilmektedir. Toplu sığınma, iç savaşlar ve çatışmalarda, yoğun baskılarda, büyük afetlerde ortaya çıkmaktadır. Bireysel sığınma daha çok siyasal sebeplerledir. Bazen yabancı elçilikler, savaş gemileri ve uçaklar kendilerine sığınanları korur. Bulgaristan Türklerinden 300.000'i, 1989'da, zulüm ve baskıdan dolayı Türkiye'ye sığınmıştır. 1991'de Körfez savaşında Irak'tan kaçan çok sayıda mülteci Türkiye'ye sığınmıştır. Yurtsuzlar (haimetlos) da bazen mülteci konumundadırlar.

Bitmeyen Bekleyiş



Mülteci Kampından Kesit



Malezya'daki bir mülteci kampından Vietnamlı bir çocuk mülteci



 1990’ların başından bu yana görülen en yüksek rakama ulaşarak 43,3 milyon kişi oldu. Bu sayının gerçekte, kayıt altına alınabilmişlerden daha yüksek olduğu düşünülebilir.

 Toplam mülteci ve sığınmacı nüfusunun %41’ini 18 yaşından küçükler, yani çocuklar oluşturuyor. Bunların da %11 beş yaşın altında. 2009 yılında, bir yetişkin gözetiminde olmayan 18.700 çocuk sığınma başvurusunda bulunmuş. Refakatsiz çocukların büyük bir bölümünü Afganistan ve Somali uyruklular oluşturuyor.



 Dünya mülteci nüfusunun %71 ila %96’sı menşei ülkelerin bulunduğu bölgeleri terk etmiyor. Yani, mevcut olan kanının aksine, mülteci nüfusunun önemli bölümü sanayileşmiş ülkelerde değil, gelişmekte olan ülkelerin kentlerinde yaşama yeniden tutunmaya çalışıyor.

 Dünya mülteci nüfusunun %80’i gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor 1.7 milyon kişi ile Pakistan dünyada en fazla mültecinin yaşadığı ülke olurken, bunu 1.1 milyon kişi ile İran, 1.05 milyon mülteci ile Suriye izliyor. Gelişmiş ülkelerden Almanya 600 bin kişi ile dördüncü sırayı alıyor. Almanya’dan sonra Ürdün, Kenya, Çad ve Çin geliyor. Çin’i izleyen ABD ve İngiltere ise 275 biner mülteciye ev sahipliği yapıyorlar.

 2009 yılı boyunca Türkiye’ye sığınma başvurusu yapan kişilerin menşe ülkeleri ise sırasıyla Irak (6904), Afganistan (2642) ve İran (2116). Bu ülkeleri Somali (647), Sudan, Eritre, Filistin (işgal bölgesi), Demokratik Kongo, Sri Lanka ve Özbekistan (35) izliyor.

 Dünya mülteci nüfusunun %80’i gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor 1.7 milyon kişi ile Pakistan dünyada en fazla mültecinin yaşadığı ülke olurken, bunu 1.1 milyon kişi ile İran, 1.05 milyon mülteci ile Suriye izliyor. Gelişmiş ülkelerden Almanya 600 bin kişi ile dördüncü sırayı alıyor. Almanya’dan sonra Ürdün, Kenya, Çad ve Çin geliyor. Çin’i izleyen ABD ve İngiltere ise 275 biner mülteciye ev sahipliği
yapıyorlar.



 2009 yılı boyunca Türkiye’ye sığınma başvurusu yapan kişilerin menşe ülkeleri ise sırasıyla Irak (6904), Afganistan (2642) ve İran (2116). Bu ülkeleri Somali (647), Sudan, Eritre, Filistin (işgal bölgesi), Demokratik Kongo, Sri Lanka ve Özbekistan (35) izliyor.



 24.02.2011 - 10:28
[Bu bilgi araştırmalarım devam ederken bilgisayarıma gönderilen bilgidir]

 Edirne'de 3 mülteci donmak üzereyken yakalandı.
 Edirne'de donmak üzereyken yakalanan 3 mülteci, Bağcılar Devlet Hastanesi'nde tedavi altına alındı.
 Adı Muhammed Abdulrahim. 20'li yaşlarında. Bağcılar Devlet Hastanesi'nde 2. kattaki ortopedi servisinde kalıyor.
 Çat pat İngilizcesiyle ve el işaretleriyle odaya girenlere siyaha kesilmiş yara içindeki ayaklarının kesilip kesilmeyeceğini soruyor. Hastane yetkililerine göre "Kesilecek..." Muhammed kaç saat yürüdüğünü soranlara eliyle 13 yaparak yanıt veriyor. İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) iddiasına göre 4 mülteci, hastaneye ilk getirildiklerinde hemen tedavi altına alınmadı. Kimlikleri olmadığı için polise teslim edilmek istendiler. Polis ise tedavi yapılmadan onları kabul edemeyeceğini söyledi. Hastanenin morg katındaki bir odada bekletilen mülteciler daha sonra servise çıkarıldı.




 Ünlü fotoğrafçı Steve McCurry'nin 1984 yılında Pakistan'da Afgan mültecilerin kaldığı bir kampta çektiği bu kare bugün dünyanın simge fotoğraflarından biri. 1985'te National Geographic'e kapak olan bu fotoğraf ile o dönemde 13 yaşında olan Şerbet Gula'nın parlak yeşil bakışları insanlık tarihinin ortak belleğinde yer etti.

 Mc Curry yıllar sonra 2002'de uzun aramalar sonucunda Gula'yı yeniden bulup görüntüledi.

 Üç çocuk annesi Gula'nın bakışlarındaki parlaklık artık yitip gitmişti. Ama Gula mülteci kampında ilk fotoğrafın çekildiği günü çok iyi hatırlıyordu.

 1972 doğumlu Peştun kökenli bir Afgan olan Şerbet Gula; Sovyetler Birliği ve Afganistan arasındaki savaş sırasında öksüz kaldı.

 1984 yılında Pakistan'da bulunduğu mülteci kampında Steve McCurry tarafından fotoğrafı çekildi. Gula, kamptaki okulda öğrenciydi. Afgan kadınların fotoğraflarını çekmek konusunda zorluklar yaşayan Steve McCurry, eline geçen fırsatı iyi değerlendirdi.

 Afganistan batı medyası için uzun bir süre ulaşılmaz olduğundan, onbeş yıldan uzun bir süre Gula'nın kimliği bilinmezliğini korudu. Bu süreç Taliban rejiminin 2001'de yıkılmasına kadar sürdü. Bu zaman zarfında Steve McCurry Gula'ya ulaşmak için girişimlerde bulunduysa da başarılı olamadı.



 2002 yılının Ocak ayında, bir National Geographic ekibi Gula'ya ulaşabilmek için Afganistan'a gitti. Steve McCurry Gula'nın geçmişte kaldığı Pakistan'da bulunan mülteci kampını ziyaretinde, Gula'nın erkek kardeşini tanıyan birine rastladı.

 Böylece ekip, 1992'de mülteci kampından ayrılıp ülkesine dönen Gula'ya,Afganistan'ın ücra bir bölgesinde ulaşmayı başardı.

 Fotoğrafın göz irisinin biyometri teknolojisi ile incelenmesi sonucu Şarbat Gula'nın bulunan kişi olduğu kesinleşti.

 Daha önce ya da sonra hiç fotoğrafı çekilmeyen Gula, 1984'te mülteci kampında fotoğrafının çekilişini tüm canlılığıyla anımsıyordu. Seksenli yılların sonunda evlenen Gula üç çocuk annesi. Gula'nın hikayesi National Geographic'nin 2002 Nisan sayısında yayımlandı, kendisini konu alan bir belgesel de 2002 martında yayınlandı.

Kısaca Sonuçlar:
 İşkence
 Tecavüz
 Baskı
 Evlerinden, köylerinden zorla göç
 Tek suçları “O” topraklarda doğmak
 ......ölüm paklık
 Küreselleşme...........? Çözüm mü, Sorunun kaynağı mı?


Yazar Hakkında: Chris Cleave

 1973 Londra dogumlu, evli ve 3 çocuğuyla ingiltere de yaşıyor.

 Çocuklugu Camerun ve Buckinghamshire da geçmiştir.

 Eğitimini Balliol College, Oxford da Psikoloji üzerine tamamlamıştır.

 Ilk romanı Incendiary 20 ükede basılmış ve filme çekilecek ( Michelle Williams ve Ewan McGregor.) 2006 da Somerset Maugham Award ödülünğ aldı ve 2006 da ki Commonwealth Writers' Prize ödülüne aday oldu.

 İkinci romanı Küçük Arı ( Little Bee - The Other Hand, ) 2008 de yayınlandı ve inanılmaz övgüler aldı : “Son derece güçlü bir sanat parçası... Şok edici, heyecanlı, ve derinden etkileyici....muhteşem" The Independent.

 2008 yılında Costa Book Awards ödüllerine aday gösterildi.

 2009 da USA ve Kanada da Diğer El ( The Other Hand ) adıyla yayınlandı. BBC tarafından 2010 sonunda Küçük Arı ismiyle ve Nicole Kidman tarafından oynanacak]
2008 – 2010 da The Guardian da köşe yazıları yayımlanmaktadır.

Belkıs

2011 Kitap Kapak Tasarım Yarışması

Kitap Kapağı tasarımı yapmayı uzun süredir planlıyorduk. Kitap Kulübümüzde okuduğumuz ve bizi çok etkileyen Sabırsız Yürek kitabına kendi kapaklarımızı yapmaya karar verdik.




BİRİNCİ: Gülden





İKİNCİ: Gülda





ÜÇÜNCÜ: Ayşe



Aycan:




Belkıs:



Peyman:





İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails