Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2013 Perşembe

PİYANO AŞKI ANLATIYOR, SEMAZENLER AŞKA DÖNÜYOR – TULUYHAN UĞURLU




Piyanonun tuşlarında hayat bulan notalar, insanı büyüleyen rayihalar gibi salonda yükselip, kulaklarımıza dolan ve beynimizde algıladığımız sinyallerle tüm benliğimizi saran o mükemmel melodilere dönüşür. Aşkla yücelir. Vücudunuzun hafifçe ürperdiğini, ayva tüylerinizin, kedinin düşmanı karşısında dikilen tüyleri misâli dikildiğini gözlemlersiniz. Melodiler ve aşk sizi sarıp sarmalar. Hele ki aşk ve sevgi ile dolup taşan bir kalbiniz var ise… Aşk, sadece bir kadın ve bir erkek arasında yaşanmıyor. Bir annenin çocuğuna duyduğu karşılıksız yoğun hislerin de aşk, bir çiçeğin toprağa duyduğu ihtiyacın da bir aşk, bir insanın evinde beslediği, yetiştirdiği bir canlıya duyduğu sevginin de aşkın bir türevi olduğunu biliyoruz. Bize heyecan veren, yaşama bağlayan, motive eden, karaları aka çeviren aşklarımız. Ne kadar hüzünlü, sinirli olursak olalım, çocuğumuz bir bakışı, bir gülücüğü ile kışımızı yaza çevirebilir. Evde bizi bekleyen kedimiz, köpeğimiz yaptığı şaklabanlıklarla bizi gülmekten yere serebilir. Evimizdeki mis kokulu rengârenk çiçeklerimiz gri günümüzü gökkuşağına dönüştürebilir. Yorucu bir günün sonunda evde bekleyen aşkımız bizi kanatlandırıp göklere çıkarabilir. 

Mevlâna “Kâinat birbirine sevgi ile bağlanmış, sevgisiz insandan dünya korkarmış” demiş.

Ancak sevginin olduğu gönüllerde insanlık, hoşgörü, saygı, nezaket, ince düşünce olur. Aksi takdirde dünya karanlıklara bürünür.

 
Attila İlhan, ayrılığın da sevdanın bir parçası olduğunu, ayrılık olsa da yaşanan anıların unutulmadığını, ayrılığın acısını bakın şöyle anlatmış:

Ay ışığına batmış
Karabiber ağaçları
Gümüş tozu
Gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
Yaseminler unutulmuş
Tedirgin gülümser
Çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
Çünkü ayrılık da sevdâya dahil
Çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
Hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
Her an ötekisiyle birlikte
Herşey onunla ilgili

Louis Aragon ise şiirlerinde aşk acısını tarif etse de, Elsa Triolet ile 42 yıllık mutlu bir evlilik hayatı olmuştur.

Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da

Suda kendi aksini gören ve kendi kendine âşık olan, ama kendisine âşık perileri fark etmeyen Narcissus ve onun aşkından bir kayaya dönüşerek, Narcissus’un kendini suyun yansımasında görmesiyle attığı çığlığı yansıtan Echo’nun mitolojik hikâyesine ne demeli? Kehanete göre Narcissus kendisini görmez ise çok uzun yıllar yaşayabilecekti. Ama gelin görün ki suda kendi aksini gördüğü anda ölüme kavuştu ve öldüğü yerde Nergis çiçekleri bitti. Bencil aşkın simgesi Nergis’leri her gördüğümüzde bu aşk aklımıza gelmez mi?

Bir de Kız Kulesi efsanelerinden birinin kahramanları Hero ve Leandros gibi birbirine kavuşamayan âşıklar var. Tüm duygularını kalplerinde yaşayan, bir arada olmanın şaheserliğine erişemeyen âşıklar.

Hatta yıllardır tazelenen güçle yaşanan bir cismi aşk ise İstanbul’un lâleleri ve toprağı arasında yaşanan ki bizlere bu aşkın hikâyesini Tuluyhan Uğurlu piyanosuyla aktardı.

Aşkla örülmüş bir konserde Mevlâna ve Şems’in tasavvufi aşkına değinmeden olmazdı. Bu bölümde piyanoya semazenler eşlik etti.

 
 1965 yılında İstanbul’da doğan ve müzik yeteneği 4 yaşında keşfedilen Tuluyhan Uğurlu, parça aralarında seyircisiyle giriştiği diyalogda aşkta felâket olduğunu vurgulasa da ben bir sanat adamının aşk konusunda beceriksiz olabileceğine katılmıyorum. Olsa olsa şanssız olabilir, ya da doğru kişiye rastlamamış olabilir. Piyanonun tuşlarına bile bir sevgiliyi okşarcasına dokunuyor Tuluyhan Uğurlu. Kimi zaman narin, sevecen, kimi zaman aşkın coşkusunu yansıtırcasına bir nebze daha yoğun bir dokunuş…

Biz piyanodan yükselen melodilere kendimizi kaptırmışken, Tuluyhan Uğurlu, çaldığı notaların %65-70’inin doğaçlama olduğunu anlatıyor. Piyanoda iki notayı arka arkaya çıkartamayan benim gibi kabiliyetsiz biri için bir parçanın pek çok bölümünün doğaçlama olmasını, farklı nota kalıplarını arka arkaya sıralamaya o anda karar verilmesini anlamak çok zor. Ama dört yaşından beri müziğin içinde olan bir deha için kalemi eline alıp “Ali top at” yazmak kadar kolay olsa gerek.

Gözlerinde mütevazı, çocuksu bir bakış barındırıyor. İstanbul gibi her saat dilimi bir başka etkinlikle çalkalanan bir şehirde, salondaki seyircilerin kendisini seçmesinden dolayı teşekkürlerini iletecek kadar da kadir şinas.

Tuluyhan Uğurlu’yu dinlemek gerçekten büyük keyifti.

İşitsel sanatla, görsel sanatın iç içe geçtiği konserde göze batan kusurlar yok değildi. Kusurlardan biri, mükemmel müziğe eşlik etmesi, melodilerin dili olması açısından sahneye yerleştirilen perdeden yansıyan görsellerdi. Keşke görseller tek bir fırçadan çıkmış olsaydı da internetten bulunan, birbirini tamamlamayan, icra edilen sanatın değerini örseleyen görseller olmasaydı. Belki ebrû sanatı ile hazırlanmış daha nitelikli görseller tercih edilebilirdi. Muhtemelen maliyeti arttıran bir unsur olurdu, ama bence değerdi.

Diğer bir kusur ise piyanoya eşlik eden semazenlerin döndüğü sahnede ben o tasavvufi aşkı hissetmek, o mistik ortamı tüm duyularımla hissetmişçesine yaşayabilmek için piyanoyu aydınlatan bir küçük ışık, karartılmış sahnede dönen üç semazenin ise sadece spot ışıklarıyla aydınlatılmasını beklerdim. Ve tabii o sahnenin görsel döngüsünü zedeleyen perdeye yansıyan projeksiyonun tamamen kapatılmasını.

Ruhunuza ziyafet çektirmek istiyorsanız bir sonraki konseri kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Peyman

11 Temmuz 2013 Perşembe

09 Temmuz 2013 - David Sanborn Bob James feat. Steve Gadd and James Genus Konseri


07 Temmuz 1997 tarihinde –nasıl olduğunu hala hatırlamıyorum- Açık Hava’daki Marcus Miller, Eric Clapton, David Sanborn, Joe Sample ve Steve Gadd’in verdiği konsere bilet bulamadığım için gidememiştim. Ancak –her ne kadar hoşlanmadığım bir şey olsa da- kapıda bilet bulurum ümidiyle dolanmış, durmuş, bulamayacağıma inandıktan ve kanaat getirdikten sonra kaçak girmenin yollarını aramıştım. Açık mavi tayyörüm ve elimde evrak çantamla demirlerden atlamaya karar vermiş, görevli çocuğu ikna etmiş, çocuktan beni kaçak sokma sözü almış ancak –sanırım- görev değişikliği nedeni ile çocukla karşılaşamayınca hüsrana uğramıştım. E. beni zorla yemeğe sürüklemiş ve saatlerce “Bu konsere gelenler Joe Sample’ı biliyorlar mı, kaç albümünü dinlemişler, David Sanborn’un bir albüm adını söyle desen söyleyemezler, zaten bu doluluk sırf Eric Clapton yüzünden, bu konsere gitmek benim hakkım “diye akıllara ziyan şekilde konuşup durmuştum. Anlayacağınız üzere aradan tam 16 yıl geçmiş olmasına rağmen ve aradaki dönemde David Sanborn’un  ve Marcus Miller’ın tüm konserlerine gitmiş olsam da yaram hala taze…

16 yıllık açık yaram nedeniyle David Sanborn’un geleceğini öğrendiğimde hemen bilet aldık ve 09 Temmuz akşamı Haliç’in yolunu tuttuk.Konser Açık Hava’dan Haliç Kongre Merkezi’ne aktarılmış olduğundan biletler numarasızdı ve kapının konser saatinden yarım saat önce açılacağı yazıyordu. Allah’tan erken bir saatte vardığımızdan söylenen saatten 15 dakika önce açılan kapılardan hızlıca süzüldüm, biletimin üzerinde yazan kategorideki boş olan koltuklardan birine hemen kuruldum. Tabii erken gelenlerden yer tutup sonra dışarıya gidenler, döndüklerinde yerlerine oturulduğunu görünce kızanlar, biletlerinde yazan kategorideki yerlerine oturamayanlar  olsa da genel olarak seyirci ile ilgili çok az sıkıntım (performans esnasında sürekli flaşlı resim çeken bir iki kişi dışında) vardı bu sefer.


Saat 09.30’u az geçe David Sanborn, Steve Gadd, Bob James ve James Genus sahnede yer aldılar. Bob James kırmızı ceketi ve kırmızı çerçeveli gözlükleri ile göz alırken, Sanborn ise tamamen siyah rengi tercih etmişti. Konsere yeni albümleri “Quartette Humaine” adlı yeni albümlerinden iki parça ile başlayan  dörtlü, daha sonra Sanborn ile James’in bundan 26 yıl önce kaydettikleri ve büyük başarı sağlayan albümleri Double Vision adlı albümden bir Marcus Miller bestesi olan More Than Friends ile devam etti.
  
İlk üç parçadan sonra mikrofona uzanan James, yeni albümlerini ünlü piyanist Dave Brubeck’e bir armağan olarak sunduklarını, onun müziğinden esinlendiklerini özellikle stüdyoya girmeden hemen önce Brubeck’in ölüm haberini alınca bu hislerinin daha da yoğunlaştığını ifade etti. Bu esinlenme ile bestelenen You Better Not to College çalınan bir diğer parça oldu. Arada yine Double Vision’a dönen ve yine bir Marcus Miller bestesi olan Maputo’yu , ardından Sanborn’un eşi için yazdığı Sofia ile devam ettiler. Bob James’in piyanoya olan hâkimiyeti, her notayı hissettirişi ve temiz çalışı, Sanborn’un 63 yaşında saksafonundan çıkardığı sesler beni mest etti.
 
 
Bu iki albüm arasında Sanborn –yanılmıyorsam- Time Again adlı albümünden Comin’ Home Baby adlı parçasını çaldı. Ardından yine söz alan James, Türk Müziği Brubeck’in Blue Rondo A La Turk adlı parçasına atıfta bulunarak Türk Müziği dinlemiş olabileceğini ve bu besteyi yaptığını, kendisinin ise ritm ve notaları saymak ta zorlandığını, bizlerin matematiğinin daha iyi olduğunu , kendisinin sadece dörde kadar saydığını söyleyerek bizleri güldürdü ve ardından  James'in Follow Me adlı bestesini çaldılar.


Konser sonunda kuvvetli alkışlar sonucunda bir kere bis yaptılar. Bisteki Steve Gadd’in olağanüstü davul solosu ise konser boyunca çok fazla solo yapmayan Gadd’i de özel olarak dinlememize vesile oldu. İkinci bis talebimize sadece sahneye çıkıp selam vermekle yetinen dörtlü yüzlerinde konser boyunca eksik etmedikleri gülümseme ile veda ettiler.
 
Bu konser sonrası yaramın biraz kabuk tutmaya başladığını söyleyebilirim. Eve döndüğümde hala sakladığım ve birkaç sene önceye kadar teypte dinlemeye devam ettiğim David Sanborn ile ilk tanışmam olan Close Up albümünün kasetimi buldum ve anılar kutumun içine attım.
Sevgiler

Billur

9 Temmuz 2013 Salı

04 Temmuz 2013- Anthony Strong Konseri


Geçen Çarşamba günü Caz Festivali’nde ikinci akşamımızı Avusturya Konsolosluğu Yazlık Sefareti’nde [görüldüğü üzere sefaretten sefarete uzun ince bir yoldayım sürekli] idrak ettik. Konser öncesindeki kokteyle katılmayıp , yemek faslını istediğimiz biçim ve süratte halletmemize rağmen arabamızı ancak yarım saatte park etmeyi başardık ve mekanın içine girebildik. Bu Sefaret binasının da , arkadaki taraçalı gizli bahçesinin de can sıkıcı olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım. İnsan sadece bahçesine bakarak ömrünü geçirebilir, arada  ön cephedeki pencereden denize bir bakış atar ve mavi ile yeşili kısa sürede birleştirebilirsiniz. Ben şahsım adına geri kalan ömrümü orada geçirmeyi çok isterim, hem de canım sıkılı sıkıla.



 Binanın içine gelince arka taraftaki giriş kısmında bir sergi vardı ve o bölüme girilebiliyordu ancak pek bir şey anlaşılamıyordu. Yine birlikte olduğum arkadaşımız R.  güvenlik görevlisine “yukarı çıkabiliyor muyuz?” sorusuna “hayır” cevabı alınca “ya mimarız da çok merak ediyoruz…” gibisinden birşeyler mırıldandı, görevli kısa  tereddüt anından sonra “tamam ama hemen dönün “dedi. Merdiven tırabzanlarının, demir işlemelerinin üzerinde elimle hızlıca geçtikten sonra, camlı kapıların ardından içeriye baktık. Burada yorumlarımı yaz(a)mıyorum zira beğenimi ifade edecek teknik mimari sözcüklerden oluşmuyor. Sadece şunu söyleyebilirim tavandaki avizeden, sütunlu mermerlerinden büyülendim. Merdivenlerden aşağıya elbisemin eteklerine takılmamak için ağır ağır, elimdeki ipek mendille gözyaşlarımı silerek, bahçede küçük bir gezinti yapmak için kapılara yöneldim…

 
Bahçeye çıktığımda 128 yıllık bir sıçrayışla  dört kişilik bir caz bandının karşısında kendimi buluverdim. Anthony Strong piyanonun başında enerjik, coşkulu bir biçimde çalmaya başlamış, kimisi yerlerde çimlerin üzerinde oturan, kimisi ayaktaki insanlar dikkatlerini sahneye vermişti. Sahnedeki ve özellikle de piyanodaki hâkimiyetine hayran olduğumu, özellikle Cole Porter’ın "Too Darn Hot" adlı parçası başta olmak üzere "Cheek to Cheek" adlı parçayı yorumlayışındaki farklılığını çok sevdiğimi söylemeliyim. Konser esnasında aklım bir an muhteşem bir konser veren Jamie Cullum’a gitse de, aslında farklı oldukları gerçeğini gözardı etmemek gerektiği için, hemen aklımdan sildim bu düşünceyi.

 
Konser sırasında seyirciyle de temas kuran ve laf atan Strong, bir ara “Twitter’ı olan var mı? diye sorunca, -zaten elinden cep telefonu, i-phone vs gibi aygıtlarını elinden hiç bırakmamış olan” dinleyici kitlesi, olumlu yanıt verdi. Bunun üzerine Strong “Buradan harika görünüyorsunuz, şimdi fotoğrafınızı çekip, twitter’a koyacağım” deyince, herkes durdu,  poz verdi. Nisan ayında çıkardığı Stepping Out albümünden parçalar çalan Strong, When I Fall in Love ve Kurt Weill’dan "My Ship" adlı klasiklere de yer verdi.

Frank Sinatra sahnede bir parçaya başladığında seyircilerin daha başında alkışa tuttuğunu, bu usulü kendisi şarkının sözlerine girdiğinde bizim yapmamızı istedi. Parçanın giriş bölümünden sonra söylemeye başladığı anda hep birlikte ıslık, alkış büyük bir coşku gösterdik. Bunun üzerine Strong “ “lütfen durdurun şunu, beni utandırıyorsunuz!” dedi ve gülüşmeler arasında çalmaya devam etti. Seyircinin bisinden sonra hemen sahne alan Strong, neşeli ve sempatik tavırları ile söylediği son parça ile konsere noktayı koydu.

Festivalde yeni bir isim keşfetmenin verdiği güzel duygularla konserden çıktık, albümünü almak istedim mi, evet ama o kadar yoğunluk vardı ki –imzalayacaktı çünkü-R. ile başka yollardan edinmeye karar verdik.

Anthony Strong ile bazı isimlerin yaptığı yorumları aşağıda yazıyorum, ki piyanistliği konusunda ve farklı yorum getirebilmesi noktasında hepsine katılıyorum.
 


Great singer, great pianist!” (Jamie Cullum)

“Fucking amazing!” (Rod Stewart)

“British Jazz may have found its mainstream rendezvous”  (The British Jazz Blog)
New and notable” (Amazon.co.uk)

“A new, genuine, male jazz singer”  (Jazz House, BBC Radio 3)

Real great music”  (BB King)

 

Konserde Azarladığım Kişiler (bana takılan arkadaşlarımın ifadesi ile leş sayım)

Konser adabından habersiz, sürekli bir kokteyl havasında dolanan, konuşan, dinleyen, etrafına rahatsızlık verdiğini farketmeyen, farketse de aldırmayan kişilerin konsere gelmemesi için ne yapabilirim, bilmiyorum. Her konser öncesi, “acaba bu konserde ne olacak” gerginliği ile konsere gider oldum. Bu konserde de arkamızda önce bir çift vardı. Müzik seslerini bastıdığı için onlar da müziğin engelini kaldırmak için bağırarak konuşuyorlardı.Ters ters bakışlara aldırmayınca R. “sen mi ben mi?” diye sordu. Cevap vermeden, arkamdaki kızın bileğini tutup, “lütfen, sizi dinlemekten konseri dinleyemiyorum!” dedim. Önümü döndüğümde , konuşmanın devam etmesi üzerine arkadaşım N. ile bakıştık ve aynı anda döndük. Neyse ki o çift değildi. Bu sefer başka iki kız gülüşüyorlardı. Suratıma değişik ifadeler vererek ters ters baktım, sus işareti yaptım olmadı. Yine elini tutarak, uyardım. Sağ tarafımda yerdeki grup neyse ki ikinci sus işaretimde duruldu. Dibimde iphone’nu ile ilgilenen beyefendi ise yine daha az zarar veriyordu zira konserde ışıklar çok fazla kapalı değildi.

Ben anlayamıyorum bu durumu, gerçekten. Anlayan biri var ise. Bana anlatsın.

Sevgiler
Billur

 

7 Temmuz 2013 Pazar

05 Temmuz 2013 Melody Gardot Konseri


Gülda ile İspanya seyahatimiz esnasında, gazetelerden birinde Melody Gardot’nun konser verdiğini anladığımızda, bilet için aramış ve telefonun diğer ucundaki hanımefendi  bize kahkaha  ile cevap vermişti. O kahkaha karşısındaki hırsımız/burukluğumuz 2009 yılı Temmuz ayında İstanbul Caz Festivali kapsamında tanıştığımız Melody Gardot’nun yeniden geleceğini öğrendiğimizde canlanıverdi ve biletleri gecikmeden aldık.






Melody Gardot, Boğaz şeridinde en beğendiğim mekânlardan biri olan Almanya Başkonsolosluğu’nun Tarabya’daki Yazlık Sefareti’nde sahne aldı. Bu sene konserlerden ziyade mekânlar için bizimle festivale katılan mimar arkadaşımız R. ile uzun süre mekânın, içindeki köşkün ve mini korusunun ne kadar can sıkıcı olduğunu konuştuk, durduk.


Oturma yerleri numarasız olduğundan sahneye biraz uzak olmamızın yanı sıra zaman zaman deli deli esen rüzgâr nedeniyle ürpersek de Gardot uçuş uçuş elbisesiyle, piyanonun başına geçince tüm dikkatimi müziğine verdim. Gardot, geçen yıl çıkardığı albümü The Absence’ın tanıtımı çerçevesinde konserini oluşturmuştu ve bu nedenle Gülda “Les Etoiles’i söyler mi acaba” diye sordu ve birkaç parça sonra Gardot cevap olarak şarkıya giriş yaptı .My One and Only Thrill albümünden söylediği bir diğer şarkı Baby, I'am a Fool idi.
 
 
 
 
 
 Ben açıkçası Your Heart is as Black as Night”ı da söylemesini istedim ama yeni albümündeki “So We Meet Again My Heartache” o kadar güzel ki, kendisini kısa sürede affediverdim.Gecenin sürprizlerinden biri Gardot’nun "Cesaria Evora’yı bilir misiniz” diye sormasının ardından saatlerce ve günlerce üst üste dinlesem bıkmadığım bir şarkı olan “Sodaded” ı seslendirmesi oldu.

 
Konser boyunca Başkonsolosa birkaç kere konser mekânı için teşekkür eden, merdivenlerde oturan dinleyicilere “En güzel yer sizin ki, şarap olsa iyi gider” diyen Gardot, geçen seferki konserine göre daha hareketliydi, dans bile etti. Ben geçen seferki konserinde göre ne kadar hareketli diye düşünürken Gülda “ ne kadar iyileşmiş, hareketi fazlalaşmış “ diyerek düşüncelerimi sese döküverdi.

Gardot, Paris’te başına gelen komik bir olaydan bahsetti. Jetlag olan Gardot, sokak müzisyenlerinin müziğine uyandığında, onlara seslenerek “sizlerle şarkı söylemek istiyorum” dediğini, müzisyenlerin ise “üzerinize bir şey giyseniz iyi olacak” diye cevap verdikleri anda aslında çıplak olduğunu farkettiğini dile getirdi. Neşesini, hareketliliğini dinleyicilere daha iyi geçirmek isteyen Gardot, Başkonsolostan izin de isteyerek sahne ile seyirciler arasındaki mesafenin ve bantların kaldırılmasını istediğini söyledi ve o andan sonra herkes ayaktaydı.

Melody Gardot'nun, Latin, İspanyol, bossa nova, country ve yer yer folk esintileri taşıyan müziğini daha da etkili hale getiren kuşkusuz birlikte çaldığı müzisyenlerdi. Özellikle saksafon çalan Irwin Hall solo yaparken gözleri kapalı dinliyordum ve birden açtığımda iki saksafonu aynı anda çaldığını görünce bir an “ aha, gözler iyice gitti, çift görmeye başladım bir de” dedim içimden. Ama gözlerimde değil Irwin Hall’da bir sorun olduğunu anlayınca rahatladım!

Müziğin dilinin anlaşılır olmasının önemli olmadığını,insanın kalbine dokunmasının yeterli bulunduğunu ve kendisi ölünce müziğinin yaşamasını istediğini söyleyen Melody Gardot’nun bu konuda bir endişe duymamasını söylemek isterdim çünkü kendi müziğini oluşturan ilmekleri o kadar narin ama bir o kadar da sağlam atıyor ki bir yerlerde her zaman çalınacak ve söylenecek şarkıları.
 
 
 

Norah Jones’a benzetilmesinden rahatsızlık duyduğumu, ses ve müzik, şarkı yorumu olarak aralarında fersah fersah fark olduğunu ifade etmek isterdim. Bir başka sefer görüşmek üzere Melody.Yalnız sarı saçlı halini daha çok beğeniyordum…
 
Sevgiler
Billur




Konser Fotoğrafı : medya@iksv.org'dan alınmış olup, Sayın Mustafa Önder'e aittir.

8 Şubat 2013 Cuma

GEMİLER


Gitmeleri, gelmeleri, gel-gitleri, uzakları, kayıp gidenleri, umarsız bakarken kıyınızda köşenizde yaşananları, kabuk değiştirmeleri, vazgeçişleri, asla yaşanamayacakları, yaşanabilecekken zorla vazgeçirilmeleri ve daha nice başka duygu aynı anda yaşatan bir şarkıdır GEMİLER. Yirmi yıl olmuş. Ve ben bu yirmi yıllık süre boyunca her sene en az iki defa ama her seferinde bir kaç üst üste bu şarkıyı bağırarak söylerim Orhan Atasoy ile birlikte.Halatları kopmuş gemi gibi açığa sürüklendiğim günlerde.

Dibe vurmadan bir liman olaydı...
Gülüşlerinizde martı sesleri eksik olmaması dileğiyle.
Billur

NOT: Bu şarkının klibi bence hala gelmiş geçmiş en iyi kliplerden.

2 Aralık 2012 Pazar

Soğuk Bir Sonbahar Günü...Sıcak Bir Müzik...

 
Udun yayları bir el hareketiyle gerildiğinde on, on iki metrelik yüksek tavanlı taş mekânın her metrekaresini saran mistik müzikle birlikte burnuma çalınan yasemin, sandal ağacı, melisa karışımı o büyülü rayiha, beni uzak diyârlardaki henüz keşfetme şansını yakalayamadığım topraklara götürdü.
 
Daracık sokaklar üzerinde sağlı sollu sıralanmış alçak yapılı taş evlerin, oymalı kapıları birbiri ardına açılıp kapanıyor, içerdeki gizemli sessizlik, udun alaturka tınısıyla, kavalın tasavvufi sesi ve tablanın Afrikan ritmleri ile can bulup coşuyor ve davetkâr bir selâm ediyordu bu davetsiz misafire.
 
Gelgitler yaşıyordum, mistik bir şehirle, doğup büyüdüğüm bu şehir arasında.
 
Dışarıda soğuk bir sonbahar gününün, güneşin eğik ışınlarıyla can bulmaya çalışması, bizim 1930’lu yıllardan kalma bu tarihi tamirhanede sıcacık notaların eşliğinde ruhlarımıza can katmamızla yarışır gibiydi.
 
Aileden gelen müzik kültürü sayesinde, ana rahmine düştüğü andan itibaren notaların sakinleştirici etkisiyle tanışan bebek Smadj’ın, asıl adıyla Jean-Pierre Smadja’nın, 15 yaşında caz okuluna yazılmasının tesadüfi olmadığını çok net bir şekilde anlayabiliriz. Tunus doğumlu Fransız asıllı genç Smadj ses mühendisi olarak müzik dünyasındaki yerini belirlediğinde, gitarıyla dinleyenlerine ulaştırdığı müziği elektronik tınılarla zenginleştirdiğinde dünya müziğinin önde gelen isimlerinin dikkatini çekmiş ve pek çok projeye imza atmış.
 
Müzikle mekânın bu kadar uyuştuğu bir konser izledim mi daha önce düşünüyorum, ama hatırlamakta zorlanıyorum. Müziğin insana dejavu yaşatan bir yanı vardır. Ben o gün dejavu yaşamadım, hakikatin kendisini yaşadım.
 
Otantik ile elektroniğin aynı nota defterinde buluşmasından doğan, bizleri sıcacık duygularla kuşatan, duyma, görme, hissetme duyularımızı harekete geçiren o mükemmel ezgiler, neredeyse duygularının büyük bir çoğunluğunu yitirmeye yüz tutmuş, bencil, açgözlü dış dünyadan bizleri soyutlandırdı. Mekân-malzeme-obje üçlemesinin başarılı bir mimari dokunuşla farklı bir görsel ziyafete dönüştüğü Tamirane’de adeta bir şölen havası yarattı.
 
Konseri ayakta izleyeceğimiz için başlarda tereddütte kalmıştım, ama ayakta geçirdiğim onca saate değdi mi diye sorgulamadım hiç. Her saniyesine kadar orada olmaktan son derece büyük keyif aldım. Almamak mümkün müydü? Hayır değildi.
 
Mekânın köşesine kurulmuş büyük şöminenin sıcak alevi bile ritmle dans ediyordu. Devasa pencerelerden içeri kâh selam verip, kâh gizlenen güneş, yüksek duvarlarda ışık oyunları yapıyordu, yine müziğe ayak uydurarak. Kavalın tınısı, tablanın ritmleri udun melodisine karışırken, mekânın içinde 360 derecelik bir gözlem yaptığımda kendimi bir belgeselin ortasında gibi hissettim.
 
Duvarlara vurup dönen müzik içerdeki tüm objelere hareket kazandırıyordu.
 
Müzik durduğunda zaman mefhumunu tamamen yitirdiğimi fark ettim. Sanki etraftaki her şey müzikle birlikte donmuş, güzel bir rüya ani bir uyanışla sona ermişti. Aslında geçen sadece bir saatti. Doymamıştık müziğe ama Smadj’ın bis yapmaya niyeti olmadığı kıvırcık saçlarının çevrelediği yaramaz çocuk bakışlı gözlerinden okunuyordu.
 
 
Konserin ilk bölümü bitmişti. Gittikçe etkisini yitiren güneşin son demlerini yaşamak, oksijenle ciğerlerimizi havalandırmak ve tabii biraz da üşümek için (!) bahçeye çıktık.
 
İkinci bölüme ve ayakta en az bir saat daha kalmaya kendimizi hazırlamalıydık. Masalardan birine, soğuktan buz kesmiş sandalyelere oturduk.
 
Bir yanda kocaman mangal yanıyor, ateş bizi çağırıyordu. Smadj’ın müziğinin etkisindeydik hâlâ. Gözümüzde ne o mangalın üzerinde kızarmaya bırakılmış köfteler, ne alevin sıcaklığı, ne de bir içeceğin bedenimizde yaratabileceği akışkan ferahlığı vardı.
 
Kulaklarımızda kalan melodiler ve güzel bir sohbet o anda bize yeten yegâne şeylerdi. Büyüyü bozmak istemiyorduk adeta.
 
Bir konserde ilk sahne alan sanatçıyla bu kadar doyuma ulaşmışken, ikinci sahne alacak sanatçının en az ilki kadar etki yaratıp yaratmayacağı sorgulanabilir. “Acaba”lar beynimin içinde bir yapbozun parçaları gibi uçuşurken sahneye gencecik bir kızın öncülüğünde İsviçreli bir grup çıktı. Heidi Happy daha önce adını hiç duymadığım İsviçreli bir caz vokalisti. Konser öncesi hakkında okuduğum yazıda, sesinin rengi Nina Simone, Norah Jones gibi caz müziğinin tanınmış isimlerine benzetiliyordu. Ben gözümü kapatıp da dinlediğimde gözümün önünde canlanan sanatçı Regina Spector oldu.
 
 
Her şarkıda değiştirerek çaldığı Gibson Guitar ve klasik gitar arasında, genelleme yapmayayım ama en azından beni şaşkına çeviren, konser sonuna kadar enstrüman çeşitliliğini hiç aksatmadan uygulayan Heidi Happy 2011’de çıkardığı albümle ülkesinde müzik listelerinde üst sıralardaki yerini muhafaza etmiş, Almanya ve Amerika’da altmışın üstünde radyo kanalında çalınmış.
 
Enstrüman çeşitliliği bakımından folk jazz türünü söylediğine kanaat getirdiğim Heidi Happy kesinlikle tek sesli nakaratların kraliçesi olmalı.
 
Bir zamanlar, iyi bir şarkıcı olmak için, ağzın olabildiğince açılmasının en önemli koşullardan olduğunu okumuş veya duymuştum. Happy’de bunu çok net gördüm. Çıkabildiği en yüksek oktava kadar çıkmayı bu sayede başarıyordu bence. Diyaframdan kopan ses, ses tellerinde şekillenip, tümüyle açık ağzından insanı yatıştıran yumuşacık bir etkiyle süzülüyordu.
 
Güler yüzlü bir grup, hareketli parçalar, yumuşacık bir ses… Artık dışardan mekâna ışık verecek güneş uykuya çekilmiş, bizi karanlığa teslim etmişti. Şöminenin alevleri daha net seçiliyordu. Duvarlara yerleştirilmiş spot ışıklarıyla farklı bir etki doğmuştu. Grubun arkasındaki duvarda dekoratif amaçlı yerleştirilmiş renkli insan figürleri, tam altlarında yanan spotla günün bitişini zaten bize haber verir gibiydi; insanların gölgeleri uzamış, biraz daha yorgun, eve dönüş yolundaydılar artık. Ayakta bir saat daha geçirmiştik, ama yorulmamıştık. Ya da belki yorulmuştuk, ama hissetmeyecek kadar mutluyduk. Heidi alkışlarımıza dayanamamış ve tattığımız hazzı uzatmak için bize yardımcı olmuştu.
 
 
 
 
Soğuk bir sonbahar öğleden sonrası nasıl daha keyifli olabilirdi ki? Yine aynı mekânda Smadj ve İbrahim Maalouf birlikte sahne alsalar diyorum… Biz izlemeye gitsek diyorum… Bizim için dünyanın sekizinci harikası olur muydu? Neden olmasın?
 
 
 
 
Peyman 02.12.2012

29 Kasım 2012 Perşembe

Konsere Gidemedik Ama..

Kendileri her zaman kalbimizde Bir de bu şarkı beni alır götürür kendi kaybettiğim hayalleri bulmaya. Sevgiler Billur

9 Kasım 2012 Cuma

Siz Kim'i Dinlerdiniz?



Her CSI MIAMI'yi izlediğimde "şu The Who" kasetlerimi arasam... " diyor ama üzerime çöreklenen tembellikten, bulamazsam sinirlenip kalacağımdan ve aldığından şüphelendiğim -asırlar öncesi- birkaç insana sövüp saymak istemediğimden vazgeçiyorum. Nihayet dün akşam aradım. Sonuç hüsran oldu. Şimdi içimi bir hırs bürüdü. The Who albümlerimi yeniden almak.

Şimdi burada The Who kimdir, nedir gibi bilgi içeren sözler yazmayacağım. Sadece, tarihin en iyi rock hitlerini aşağıda bilgi ve değerlendirmeleriniz sunacağım



Sevgiler Billur

8 Ekim 2012 Pazartesi

Unutama Beni


Bazı geceler Nehir bana çocukluk anılarımı, okuldaki haylazlıklarımı, anneannemin bana baktığı zamanlarda yaptığım çocuk densizliklerini defalarca anlattırıyor. Bazen de şarkı söylettiriyor ve dalgasını geçiyor :" Ne o bu şarkı Sarmaşık Gülleri'nden mi? Türkan Şoray mı söylüyordu?" diye. Çünkü gece yatmadam önceki konuşmalarımız eninde sonunda bir Yeşilçam filminin bende bıraktığı ize, oradaki komik sahnelere gelip takılıyor.

Dün gece de  Beyaz Kelebekler'in söylediği Sen Gidince Bak Neler Oldu şarkısını ona söyleyip , arada da Hababam Sınıfı'ndaki Adile Naşit'in oynadığı bölümü zaman zaman taklit ederek



gecemiz şenlenirken sonra -artık yaşlandığım için olsa gerek- biraz da hüzünlü bir şarkı ile sonladı . Unutama Beni.

Esmeray'ın bu şarkısını ilk duyduğumda kaç yaşındaydım hatırlamıyorum ama çok etkilenmiş ve gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Ama ilk duyduğum an Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu'nun başrollerini paylaştığı Mahçup Delikanlı filmindeydi. Şarkının Esmeray'a ait olduğunu öğrenene kadar canım çıkmıştı.





Sevgiler
Billur

25 Eylül 2012 Salı

Yazımız Kışa Çevrildi...

Her ne kadar Gülda'yı ikna edemesem de hayatımın bir döneminde ki bu dönem ilk gençlik yıllarıdır çok içki içtiğim zamanlar oldu. Bu içki sofralarında bağıra çağıra söylenen şarkıların ve türkülerin acılarımıza -ki çoğunlukla aşk acılarıydı bunlar- hayatın artık bir anlamı olmayacağına inandığımız anların yoldaşı olan bu eserlerin içinde bazılarını hiç unutmam/unutamam. Bu şarkı ve türkülerin müzikalite olarak çok iyileri olduğu gibi burun kıvrılan arabesk eserlerde de gözyaşı döktüğümü şimdi itiraf ediyorum -neyse ilk gençliğime verin. Bazılarını unuttum, bazıları beni hatırlandığımdan gülümsetti, bazıları güldürdü ama hiç unutamadıklarım arasında Neredesin Sen? ve Yalan Dünya var. Sevgili Neşet Ertaş'ın yüreğinden taşıp gelen bu sözler ve seslerle içimizdeki ağuyu damla damla şişelere akıtırken şimdi zamansız felek hiçbir merhemi olmayan ölümü yüreği yorgunluk nedir bilmeyen bir ustayı alarak hatırlattı.... Sevgiler Billur

18 Eylül 2012 Salı

Stevie Wonder Konserinde Aklımıza Takılan Kimdi?

Geçen akşamki Stevie Wonder konseri gençliğimizdeki yaz akşamlarını, diskoları, o diskolarda heyacanla beklenen , "acaba beni dansa kaldıracak mı?" endişe ve heyacanın müsebibi olan "arkadaşın" yolunun gözlendiği aşkları hatırlatması açısından ve benim zamanımdan "henüz ölmemiş" olan sanatçılardan biriyle Nehir'i tanıştırmış olmama [ çünkü son zamanlarda "anne kimi övsen, anlatsan ölmüş oluyor" diyor] vesile olması bakımından güzeldi.

Bir başka hoşluk ise arkadaşımız D.'nin "Hani bir adam vardı. Bir lunapark'ta beyaz saçlı bir başka adamla bir şarkı söylerdi klibinde. Duysanız kesin bileceksiniz..." demesi ile yılların gerisinden bize Marc Almond'ı ve Gene Pitney'i hatırlatması idi.




Konserden eve dönünce bir kaç kez hepimizin bildiği ve sevdiği şarkıyı dinledim:Something's gotten hold of my heart.



Softcell Grubuyla müzik hayatına atılan Almond resmi sitesinden bakabildiğim kadarı ile halen çok aktif bir şekilde müzik hayatına ve konserlerine devam ediyor. Hatta en son 2007 Şubatında İstanbul'da bir konser vermiş ve Rüyalarda Buluşuruz adlı şarkıyı söylerek Zeki Müren'e olan hayranlığını dile getirmiş.2009 yılında yaşamak ve Rus müzizyenlerle çalışmak üzere Moskova'ya giden Almond Rus folk şarkılarını derlediği ve söylediği bir albüm çıkarmış. Ayrıca Tainted Love adlı şarkıyı da SoftCell grubuyla meşhur eden de Marc Almond...



Bugünlerde ciddi bir operasyon geçirmesi gerektiğinden pek çok konserini iptal etmek zorunda kalan Marc Almond umarım bir an önce iyileşir.

Sevgiler
Billur


1 Eylül 2012 Cumartesi

YAZ BİTTİ


Ömrümden bir yaz daha geçti. Her yaz bitiminde aklıma ister istemez Murathan Mungan'ın şiiri...


yazın bittiği her yerde söylenir
söylenmeyen şeyler kalır geriye

ve sonra hiçbir şey olmamış gibi
ağır, usul bir hazırlık başlar
uykuya başlar yeni bir mevsime

orda burda, ev içlerinde, kır kahvelerinde, deniz kenarlarında
incelen yazın akşam esintilerinde
zaman usulca sıyrılır aramızdan
ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini
başka ne gelir elimizden
büyük bir uzaklığa gülümseyerek
geçiştiririz ıskaladığımız şeyleri

yatıştırır rüzgarlar
dışavurur içimizdeki lodosu, poyrazı, günbatımlarını
saklar bizi
gözlerimizdeki hüzne "dinginlik" adını verir
"seni iyi gördüm" diyenler
biz de iyi hissederiz kendimizi
elimizden başka ne gelir ki
köşe başları, akşamüstleri, kokular
tozar gider zamanın boşluğunda
karışır anların kuytu belleğine
belki sonraları bir gün
hatırlanır aynı kederle
yazın bittiği her yerde söylenir
söyleyenler inanır gerçekten birşeylerin bittiğine
yaz biter
eskir geceler, serin hüzünlü
yeni mevsime hazırlık ömrün teğel yerleri
bir yanı telaş, bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsanız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap pancurları
yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride

yaz bitti
yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
yaz bitti
yaz bitti
hiçbir şey hiçbir şey
hiçbir şey
yalnızca üşüyorum şimdi




VEEE..Hümeyra'nın şarkısı düşer...



Sevgiler
Billur

18 Temmuz 2012 Çarşamba

TONY BENNETT



Bütün yıla dağılan her türden müzik etkinliğini, sınırları içinde yaşadığım bu şehrin enerjisine, canlılığına, kozmopolit yapısına çok yakıştırıyorum.

Caz dinlemek ise bir başka güzel oluyor bu şehirde.

Belki de şehrin dünya üzerindeki yegâne coğrafi özelliğini hatırlattığı, böylelikle özel ve aslında çok güzel bir şehirde yaşadığımız bilincini uyandırdığı, belki zaman zaman ondan uzaklaşmamıza yol açan keşmekeşini, düzensizliğini, farklı kültürlerin bir arada olmasının verdiği serkeşliği bembeyaz bir karın toprak anayı örtmesi gibi tüm olumsuzlukları örtüp unutturduğu için…

Bu şehrin yıldızlı akşamlarına çok yakıştığı için…

Mistik atmosferini bir yağdanlıktan taşan rayihalar eşliğinde bize taşıdığı için…

Caz üstatlarından Tony Bennett’ı bu yıldızlı akşamlardan birinde dünya gözüyle izlemek ise duyguların en şâşalısıydı.

Sicilyalı göçmen bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında New York City’de dünyaya gelmiş bu güler yüzlü sanatçının parçaları “gülümseme”nin evrensel nimetinden faydalanmayı kendine ilke edindiğini anlatırcasına yorumlaması kendine has bir hava katmıştı.

Asıl adı Anthony Dominick Benedetto olan sanatçıya Tony Bennett adının Bob Hope tarafından verildiğini açıklayan sanatçının seyirci ile sıcak bir iletişim kurması, onun 86 yaşındaki ihtiyar sevimli delikanlı tavrını gözler önüne seriyordu.

Birbirinden güzel şarkılarla bizi bambaşka bir dünyaya savurdu.

Tony Bennett’ı seyrederken caza gönlünü vermiş erkeklerin tavırlarında bir asalet, nezaket, centilmenlik saklı olduğunu düşündüm. Sanki şarkıların o güzel sözlerindeki naiflik, onları icra eden sanatçılarla bir bütün olmuş, rolünü çok iyi taşıyan, canlandırdığı karakterle bütünleşen bir aktör edası hissettim.



Koyu renk pantalonu, mavi gömleği ve ekru ceketi içinde bir İtalyan şıklığı ve zarifliğindeydi. Aslında bu sadece giyim tarzıyla üzerine yerleşmiş bir zarafet değildi. 10 yaşındayken kaybettiği babasının sanatla, edebiyatla dopdolu yetiştirdiği küçük Anthony Dominick Benedetto’nun edindiği yaşam tarzıydı.

Müzikle büyüyen çocukların genetik zenginlikleri kendinde barındırmasına bir örnek olarak tanıdığımız genç sanatçı Antonia Bennett’ın ise asla gün içinde dinlemeyi tercih edeceğim yeni nesil caz sanatçılarından olamayacağına karar verdim. Sesi ve yorumu beni hiç etkilemedi. Bir dinleyici olarak şarkı söylerken benim odak noktam olamadı. Tek sempatik bulduğum, babası ile yaptıkları düette dans etmeleriydi. Mini gösteriyi seyredilir kılan da bence Tony Bennett’ın babacan tavırlarıydı.

Orkestradan da söz etmeden geçemeyeceğim. Hepsi birbirinden başarılı, tahminimce 60 yaşın üzerindeki piyanist, gitarist, baterist ve kontrbasçının yaşlarına rağmen sergiledikleri performans büyük alkış aldı. Hissederek, aşkla, tutkuyla çaldılar bütün gece.

Hiç bitmesin istedik. Sahneden ayrıldığında alkış tuttuk. Lütfen bir daha diye tezahürat yaptık.

Hatta istedim ki Tony Bennett sabaha kadar şarkı söylesin, beni aya, yıldızlara uçursun, bir zamanlar yaşadığım aşkları yeniden hatırlatsın, kalbimi bıraktığım diyarları getirsin gözümün önüne...o güzel şarkı sözleriyle kalbime dokunsun.



Peyman

13 Temmuz 2012 Cuma

Antony& the Johnsons ve Filarmonia İstanbul Konseri



ÜÇ/DÜŞ(ÜŞ)

"Bir kuşum. Uçuyorum. Boşlukta süzülmekten duyduğum mutluluktan soluğum tıkanacak gibi.”

Antony Hegarty ile Leonard Cohen’in I’m Your Man belgeselinde izlediğim “If It Be Your Will” yorumuyla tanıştım. Cohen ile karşılaştırmak istemem ama ben bu şarkıyı en çok Antony’den dinlemeyi seviyorum. Sanki o söylesin diye yazılmış sözleri. Antony and the Johnsons ile o gündür çok güçlü bir bağım var. Caz Festivali kapsamında 2007 yılında İstanbul’a geldiklerinde, o zaman için bile son derece manasız bir sebeple gidememiştim konsere. Hâlâ içlenirim. Arkadaşlarım anlatır bazan Şan Tiyatrosu’nda yaşananları. Sadece onların bildiği ve bir daha kimsenin hissedemeyeceği bir bilgelikle suskunlaşır sohbetin sonu. Ben de Antony’i dinlerim. Onun ses verdiği dinginliğe ulaşmayı denerim. Kendimi kapatırım dış seslere.



“Soluğum tutunana değin yükseliyorum. Sonra yeniden bir pike. Pike… kendini bırakmak demek. Kanat çırpmadan. Havadan ağır olan bedenin, yeryüzüne doğru süzülüşü.”

Filarmonia İstanbul üyeleri beyaz giysileriyle çıktılar sahneye. Hızla yerlerine oturdular. Sonra Antony geldi. Kuzgundan daha da karaydı kostümü. Bir kuştu... Sahneye değen çıplak ayakları uçmasını zor zapt ediyor gibiydi. Üzerine giydiği uçuşan pelerin kanatları olmuştu. “Vurulduk ey halkım, unutma bizi,” diye konsere başladı. Onun kanatlarına tutunmak istedim.



“Bu süzülüşte, göl kıyısındaki kamışların ardında bir avcı görüyorum. İki kanat çırpışı… yeniden havalanıyorum. Ama o ne, bir patlama ve göğsümde bir acı. Dengemi yitiriyorum. Güçsüz kanatlarım çırptıkça dayanılmaz bir acı veriyor. Yükselme çabalarım boşuna. Boşlukta yalpalayarak düşüyorum.”

Bu sene Caz Festivali’nde izleyeceğim konserler ile ilgili yazı yazmadım. Yazamadım. Biletlerini erkenden almama rağmen, geçtiğimiz yıllarda hissettiğim heyecanını duyamıyorum artık. Çoktan bir korku oturmuş yüreğime. Geçen sene, Javier Limon’un Mujeres de Agua (Suyun Kadınları) konserini unut(tur)mam mümkün değil. O konserde Aynur’a şişe, minder attı seyirci. Aynur, türlü hakaretlere maruz kaldı ve ayrılmak zorunda kaldı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi göbek attı seyirci. Şenlenirici bir klarnet eşlik etti her birine. İçimden bir şey koptu geçen sene! Zaten çok güç dizginlediğim bir şeydi. On sekizinde bıraktım ben festivali. Artık izlediğim her konser, “Bakalım şimdi ne olacak?” tedirginliğiyle geçiyor. Bu düşüncemden utanıyorum ama, “Keşke Açıkhava/mekân dolmasa,” diyorum artık.



Daha ne kadar kötü olabilir ki aslında! Olmuyor mu? Gün geçtikçe daha da yüzeye çıkan anlayışsız, ötekileştiren, fütursuz, üsten bakan, kendine bezemeyen kimseyi kabul etmeyen, son derece kaba bir topluluğa dönüşüyor Caz Festivali izleyicisi de. Bilhassa kendi kuşağım. Bu festival başladığında yirmili yaşlarında olanları. Beraberce Joan Baez, Miles Davis, Paco de Lucia, Mercedes Sosa ve nicesini izlediklerim. Hani Mcdonalds’ın pahalı, konser biletlerinin nispeten ucuz olduğu dönemde genç olanlar! Şimdi, çoğu birer avcı.

“Yerden birkaç metre yükseklikte, ağaç gövdeleriyle çalılar arasında, bocalıyorum. Düşme, diyorum kendime. Düşersen bitiktir sonun. Bir köpek gelir ve çıkmamış canını çıkarır. Düşmemek için çabalıyorum. Havalanmak, yükselmek için acıyla kanat çırptığımda, çok az, çok çok az yükselebiliyorum. Bu arada, içimden bir ses, bana olağanüstü bir kuş olduğumu, canımı verdiğimde (kime vereceğim canımı, köpeğe mi, insana mı?) küllerimden yeni bir kuşun doğacağını söylüyor. Küllerimden… Yeni bir kuş…”

Yine de oradayım. Bir koltuğa sabitlenmişim. Antony’nin süzülüşünü dinliyorum. Onun hüzünlü, pürüzlü, kırılgan ve tüy ağırlığındaki sesiyle yenilenmeyi diliyorum. Sağdan, soldan, arkadan flashlar patlıyor. Biraz ötede birileri bağırıyor. Seslerin bazıları güzel değil, alaycı. Her, “Yeah,” müstehzi gülüşmelere dönüşüyor. Siniyorum. “Düşmeyeceğim,” diyorum kendime.

“İkinci düşümde bir avcıyım.

Havada bir kuş. O güne değin görmediğim büyüklükte ve güzellikte. Tavus mu desem, Anka mı? Bilmiyorum. Ne avladım böylesini, ne de avlanmışını gördüm.

Çiftenin namlusu yere çevrili, bir süre uzun bir süre seyrediyorum bu kuşun havada süzülüşünü. Tek başına. Sanki uçuşun tadını çıkarıyor. Sonunda avcılık ağır basıyor. Çiftenin namlusunu, yavaş yavaş, yerden havaya kaldırıyorum. Elimde olmadan (sanki) nişan alıyorum. Ve çekiyorum tetiği.”


Antony şarkıları söylemeye devam etti. Arada beş yılda nelerin değiştiğini merak etti. Hükümetten memnun değildik, ülkedeki kadınların durumu vahimdi, eşcinsellerin de. Sordu, içimizi döktük. Kimse sormuyordu bunları bize. Ritmi acıyla kaplı bir müziğe dönüştü konuşmalar. Cut The World başlığı taşıyan konserde Marina Abramovich’in sanatı için çektiği acıları dile getirdi. Yaşadığım en güzel serüvenlerden birini yaşarken, seyircilerden biri nişan aldı “Müzik” diye bağırdı.

“Üçüncü düşümde bir köpek olarak görüyorum kendimi. Bir av köpeği. Sıska, uzun düşünceli, dikkatli, burnu yerde bir av köpeği olarak.
...
Yere, avcının ayakları dibine (eğitim gereği) çöküyorum. Çöker çökmez de bir patlama sesiyle kendime gelip koşmaya başlıyorum. Boşlukta kanat çırpan çaresiz kuşun düşeceğini kestirdiğim yere doğru. Kuş, düşmemek için tüm gücünü kullanıyor. Ama kanat çırpışları güçsüz. Kötü bir avcıya eşlik ettiğimi anlıyorum. Üst üste iki atış ve kuş ölmemiş. Ölecek, ama havada değil. Belli ki ağır yaralı.”


Antony “Konuşmak da müziktir, bunu biliyor muydunuz?” diye cevap verdi. O sırada kalbim tekrar tekrar kırıldı.

“Uyanıyorum.

Bir avcı

bir kuş

bir köpek olarak

ve—“


Eve döndüğümde Ferit Edgü’nün Üç/Düş(üş) öyküsünü tekrar okuyup, rüyaya dalmayı bekledim. Bir kabusa uyanacağımı bilerek.

Gülda

11 Temmuz 2012 Çarşamba

19. İSTANBUL CAZ FESTİVALİ’NDEN İZLENİMLER I

05 Temmuz 2012 Marcus Miller & Friends İstanbul Project Konseri

Bu konser benim için - eminim bu konsere gitmiş olanlar için de- hiçbir şekilde S.M.V konserinin yerini tutacak ve onunla kıyaslanmayacak bir konserdi ancak Marcus Miller eline oyuncak gitar alıp çıksa her konserine gideceğim için tahmin edeceğiniz üzere 5 Temmuz gecesi de Açık Hava’daydım. Öncelikle Marcus Miller için sonra da Burhan Öcal’ı, Okay Temiz’i ve İmer Demirer’i aynı sahnede izleyip dinleyebilmek için.



Sahnenin her manada en renkli siması kuşkusuz Okay Temiz idi; sarı fosforlu işçi tulumu , çizgili tişörtü ve mavi gözlüğünün yanı sıra konserin ilk yarısında çaldığı bimbau ve ikinci yarısında ne olduğuna karar veremediğim ama kendisinin üretimi olduğundan emin olduğum değişik bir trampetten bozma küçük davula yakın aletle yaptığı doğaçlamalar ve Marcus Miller’in basıyla yaptığı atışmalar en eğlenceli anlardandı.



Konser boyunca hayranlık duyduğum ve geç dinlemeye başlamış olduğum için hayıflandığım bir müzisyen ,bir trompet ustası İmer Demirer oldu. Sahnede solo performanslarından birini Emin Fındıkoğlu’nun Love Song ile yapan Demirer özellikle, “ben de elime alsam üflerim işte” biçiminde dinleyenlere ve izleyenlerin boş hayallere kapılmasını sağlayan saksofoncu Alex Hanve ile zaman zaman yaptıkları sololar ruhumu temizledi.




Konserde kendisinin yabancı uyruklu bir gitarist olduğunu düşündüğüm ancak Marcus Miller ile karşılıklı veya tek başına solo yaptığı anlarda gitarının tınısında kulağa çok tanıdık sesler ve adeta “bizim memleketin” havalarını yakaladığım tonlar çıkaran gitaristin konser sonunda Bilal Karaman isimli bir şahsiyet olduğunu öğrendim. Konserden eve döndüğümde biraz internette gezinince "Bahane" adlı bir albümü olduğunu keşfettim ki tavsiye ediyorum.



Konserin herkes için ilgi çekici olduğunu düşündüğüm ve merakla beklenen ismi ise Hüsnü Şenlendirici idi. İkinci defa bir konserde dinlediğim Şenlendirici’nin klarnete hâkim oluşunu ve yorumunu beğenmediğimi söyleyemeyeceğim ki Marcus Miller da kendisini bu projeye dâhil etmezdi aksi bir durum olsa. Ancak sahnedeki bir iki tavrı ve Marcus Miller solosunu atarken ellerini Hülya Avşar vari bir biçimde hareket ettirmesi kendisinin müzisyenliğini savunmama rağmen benim de sonunda kendisini itici bulmama neden oldu! Ama bunu Gülda’ya itiraf etmedim.




Konserin en can alıcı noktası Marcus Miller’ın bas klarneti eline alıp When I Fall in Love ile giriş yapmasının ardından Şenlendirici’nin sahneye giriş yapıp şarkının sonunda İstanbul İstanbul Olalı adlı Sezen Aksu bestesine girmesi oldu. Şenlendirici’nin neredeyse Miller ile duygusal bir yakınlık içine girmesine yol açan bu düet’in ardından Blast ve Come Together ile sona eren konserin bitiminde “Marcus Miller ile ne yapsam da tanışsam?” sorusu kafamda kendisinin adının ilk duyduğum TUTU albümü aklımda mekânı terk ettim.

*** Yukarıdaki fotoğraflar Cazkolik.com adlı siteden alınmış olup,fotoğraflar Leyla Diana Gücük'e aittir.


09 Temmuz 2012 Antony & the Johnsons- Filarmonia İstanbul Konseri

Antony Hegarty bundan tam beş yıl önce İstanbul’a konsere geldiğinde Gülda ile gidememiştik ve gidenlerin ballandıra ballandıra anlatması ile bu konser Pişmanlık Listemizin baş sıralarında yer almıştı. Herkes müziğinin, dinleyici ile olan iletişiminin sıcaklığından, kendisinin duyarlı ve kırılgan kişiliğinden bahsetmişti.

[****]

Tüm bunların ardından Antony & the Johnsons ben de büyük bir merak uyandırmıştı. 2005 yılında Lou Reed, Rufus Wainwright ve Boy George’un kendisine eşlik ettiği I am a Bird Now adlı albümünü evirip çevirip dinlemiştim ancak daha sonra kendisine gereken ilgiyi gösteremedim.

09 Temmuz 2012 gecesinde Açık Hava’da gerçekleşen konserine de hem beş yıl önceki konserin herkes de bıraktığı izlenimi ve duyguyu yaşamak için hem de Cut the World” konserinde bugüne kadar yayımlanmış dört albümünden seçme şarkılarının Nico Muhly, Rob Moose ve Maxim Moston tarafından yapılan senfonik aranjmanlarını merak ettiğim içim gittim. Orkestranın beyaz kendisinin kat kat siyah bir kostüm içinde çıktığı konsere Selda Bağcan’dan “Vurulduk Ey Halkım” ile başlayan Antony Hegarty söylediği dört beş şarkıdan sonra dinleyici ile konuşmaya başladı ve erkek egemen toplumlarda yaşamanın içerdiği şiddeti ve gücün kötüye kullanımını düşündüren sözlerine başladı ve her erkeğin bir kadın tarafından dünyaya getirilip sarılıp sarmalandığından ve kadınlık içeren bir dünyanın en iyi dünya olduğundan ve umudumuzu yitirmemek gerektiğinden ve geleceğin dünyasının kadınlar tarafından şekillendireceğinden bahsederek bizlerin gönlünü fethetti.




Beş yıl önceye göre bizde işlerin nasıl gittiği sorusuna –hükümet, eşcinseller vb- ise karamsar cevaplar alan Antony hiçbir yerde işlerin iyiye gitmediğini söyledi. Kendilerinin Amerika'da Obama ve Romney arasında seçim yapmak zorunda olduğundan ama Obama'nın ikinci turundan umutlu olduğundan bahsetti.

Ben de açıkçası tam bu konuşmadan önce Marina Abromovic için bestelediği Cut the World ile havaya girmiş ve bu konuşmalar ile Antony ile düşünsel ve duygusal bağ kurmuşken – çeşitli nedenler arasında; arkamda sürekli konuşan çift, sıcak hava, sağdan soldan çıkan cep telefonları sayılabilir- arkalardan bir şahsiyet “Mussssiiic” diye bağırıverdi. Antony “Speaking is Music” dese de sözlerine devam edemedi ve şarkıları ile konuşmasını için için sürdürdü. Another World ile devam eden ve Hope There is Someone ile konseri sonlandıran Antony’nin Twilight adlı şarkısının düzenlemesini ve yorumunu da çok beğendim. Orkestrayı yere eğilerek alkışlayan Antony’i bir daha kimsenin “traşı kes, şarkını söyle” demeyeceği kişilerin geldiği ve kendisi ile mesafenin az olduğu bir konserde dinlemek istiyorum.

10 Temmuz 2012 Caro Emerald Konseri

Back It Up şarkısını radyolarda pek çokça duyduğumuz, sevimli, sesi çok güzel Caro Emerald’ı dinlemek için pek sevdiğimiz Santral İstanbul’a evvelki erkenden gittik. Ne de olsa geçen senelerden tecrübelenmiş olduğumuzdan Tamirane’de bir gün önceden yemek rezervasyonunu yaptırmış, kalabalık olmadan yemeğimizi bitirmiştik.

Caro Emerald kıpkırmızı bir elbise ile sahneyi ateşe boğduğunda oturmalı bölümde 15-20 dakika geçmiş olmasına rağmen elinde içkisi adeta bir kokteyl havasında yerlerine oturmaya çalışan, gerekirse insanları yerlerinden kaldıran şahane bir dinleyici kitlesi ile karşı karşıya olduğumuzu anlamakta gecikmedik. Ancak Emerald’ın güleryüzü, coşkusu bu olumsuzluğu yok etmeye yetti ama dinleyiciler konserin sonuna kadar –ben de dâhil- bir türlü havaya giremedik. Bir neden insanın kolunu kaldırıp iki ritim tutunca sırılsıklam eden sıcak olabilir, sadece bir veya iki şarkısını bilerek gelen bir kitlenin dinleyici olmasından olabilir. Bilemiyorum, benim için bu nedenlerin dışında bir iki neden daha vardı ki onlardan biri sürekli geçen seneki Jamie Cullum Konseri’ni düşünmem, bir diğeri de bunları konserde aynı ton ve tınıyı içeren bazı şarkıları arka arkaya dinlemek oldu.



Konser boyunca Caro Emerald da bu ruhsuzluğun farkında olduğundan zaman zaman dans etti ve dansa davet etti, çığlıklar attı, laf attı ve konserin sonunda hareketlenen bizlere “Bu son şarkı ve daha yeni başlıyormuşuz “ diye hayretini ifade etti. Ancak Allah’tan bu kadar naz aşık usandırmadı ve ardı ardına A Night Like This,The Other Woman ve biste çalınan Stuck herkesi coşturdu.



Caro Emerald’a eşlik eden orkestra ise takdire şayandı. Her ne kadar Amy Winehouse, Billie Holiday ile kıyaslansa da Emerald’ın tarzının biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Müziğinde retro bir traz olsa da gene de pop caza daha yakın bir ifade olduğu kanısındayım. Ancak güçlü bir sesi ve yorumu olduğu tartışmasız. Neşelenmek, hafifçe Glenn Miller’lı, swing dönemi orkestralarının tadını hatırlatan zamanlara dönüp evde kıpırdanmak istediğinizde Deleted Scenes From the Cutting Room Floor albümü bulunmalı derim.


Müzikle Kalın
Sevgiler
Billur


**** Bu fotoğraf Eray Yıldız'a aittir.

İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails